Süregiden hegemonya yarışı ve emperyalist paylaşım kavgasında ABD emperyalizminin çıkarlarını temsil eden ve Bush döneminde yürürlüğe konmuş olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), tüm aksaklıklara ve revizyonlara rağmen devam ediyor. Obama da, hakkında yaratılmaya çalışılan tüm yanılsamalara rağmen, bu emperyalist projenin uygulayıcılarından biridir ve bu gerçeklik her geçen gün daha da ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Daha dün burjuva basının şaşaalı gösterilerle yere göğe sığdıramayarak lanse ettiği Obama’nın boyası o kadar çabuk dökülmüştür ki, burjuva ideologların bile çoğu bu yalanı sürdürmekle uğraşmayı bırakıp, ABD politikalarının kişilere göre değişmeyeceği vurgusunu daha yüksek sesle tekrarlamaya başlamışlardır.
İşin aslı, Amerikan halkının ve Avrupa’nın belli bir bölümünü saymazsak, dünyanın geri kalanında, özellikle de BOP’a konu olan coğrafyada yaşayan halkların ezici çoğunluğunun zihinlerinde, Obama’nın uygulayacağı politikaların Bush’unkinden pek de farklı olmayacağı fikri önemli yer tutmaktadır. Nitekim Türkiye ve Mısır’da yaptığı “etkileyici” konuşmaların ardından yapılan anketlerde veya röportajlarda, sıradan insanlar tarafından dillendirilen “güzel sözlere karnımız tok, ne yapacağını görelim” türünden ifadeler bunun kanıtıdır. Irak’ta, Filistin’de yahut Afganistan’da yaşam mücadelesi veren bir emekçinin beklentisi elbette ki sadece “güzel sözler” değil, durumlarını düzeltecek somut icraatlardır.
İşte tam da bu noktada, Obama’nın ortaya koyduğu somut icraatlar, kitlelerin gözünde onun gerçek renginin daha da netleşmesini sağlıyor. Dünyaya barış getireceğini söylemiş olan Obama’nın son icraatı, “AfPak”a[*] 20 binden fazla yeni asker göndermek ve Pakistan ordusunun da desteğini alarak, bölgedeki askeri operasyonların dozunu arttırmak oldu. Bunun sonucunda, zaten bir süredir dozu arttırılan saldırılardan dolayı canından bezmiş 800 bin Afganlı ve Pakistanlı yaşadıkları yerleri terk ederek, göçmen kamplarında sefalet içinde yaşam mücadelesi veren mülteciler ordusuna katıldılar. Daha da kötüsü, iki binden fazla sivil yaşamını yitirdi (bunların çoğunluğunu her zamanki gibi kadınlar ve çocuklar oluşturuyor), çok daha fazlası da sakat kaldı.
Geçtiğimiz aylarda, 100. gününü “başarıyla” tamamladığı için çeşitli burjuva kesimlerden övgüler alan Obama’nın listesinde, Irak ve Afganistan’daki katliamların yanı sıra Honduras’ta darbe tezgâhlamak, gerici ve baskıcı rejimleri desteklemek, krizden dolayı batmak üzere olan dev tekelleri devletleştirerek faturayı işçi sınıfına kesmek, kapatacağına söz vermiş olduğu halde Guantanamo denilen işkence üssünde yapılan insanlık dışı uygulamaların devam etmesine onay vermek, Amerikan işçi sınıfının ödediği vergilerin 100 milyar dolarlık bir kısmını yürüttüğü emperyalist savaşı finanse etmek üzere gaspetmek gibi pek çok icraatı daha var. İlk 100 günlük icraatına bakacak olursak Obama’nın Bush’u pek de aratmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Burjuva ideologların Obama’nın çizgisini ifade etmek için kullandıkları “yumuşak güç” (“soft power”) kavramının gerçekte ne anlama geldiği de, bu icraatlardan anlaşılmaktadır. Obama’yla birlikte ABD’nin güya Irak işgalini bitirmesi, İran’a daha “uzlaşmacı” yaklaşması, Afganistan’a yönelik planlarında Rusya ve Çin’le işbirliğinde bulunması ve kuşkusuz Obama’nın Bush şürekâsına göre daha ılımlı bir söylem kullanması, hep bu “yumuşak güç” çizgisinin örnekleri olarak gösteriliyor. Oysa Obama’nın “yumuşak”lığı sadece söylemindedir ve bu söylem bile olayların kaçınılmaz gidişatına göre giderek sertleşecektir.
Irak’taki ABD işgali bitiyor mu?
Obama’nın “yumuşak”lığının özü, bir yandan planlarını hayata geçirmek doğrultusunda yeni hamleler yaparken, diğer yandan da bu hamlelerini “ABD artık barışçıl bir dünya siyaseti izleyecek” diye yutturmaya çalışmasıdır. Yani bir nevi “kuzu postuna bürünmeye çalışan kurt” gibidir. Çünkü kapitalizmin küresel kriziyle sarsılan ABD emperyalizmi, kendini Bush dönemindeki gibi pervasızca hareket edebilecek denli güçlü hissetmiyor.
Bu “yumuşak”lığın bir örneği, Irak’taki ABD ordularının, kentlerden ve şehir merkezlerinden çıkarak yine Irak içinde belli noktalarda bulunan askeri üslere çekilmesinin “Irak’taki ABD işgali sona eriyor” diye yutturulmaya çalışılmasıdır. Oysa gerçekte tam anlamıyla bir çekilme değil, şartlı bir yer değiştirme ve asker azaltma söz konusudur. Üslere kaydırılan Amerikan birliklerinin sayısında kademeli olarak bir azalma olacağı doğrudur. 2012’ye kadar asker sayısının 130 binden 60 bine ineceği açıklanmıştır. Ancak bu azaltmanın, şu anda yürüyen süreç başarılı olursa gerçekleşeceği, bu açıklamaların kamuoyuna pek de yansıtılmayan kısmıdır. Yani “Iraklılar kendi kendilerini yönetmeyi ve ülkeyi selamete çıkarmayı başarırsa”, ABD de askerlerini azaltacaktır. Aksi takdirde asker sayısı korunacak ve belki de artacaktır. Ayrıca üslere çekilseler bile, Amerikan askerleri, “gerekli olduğunda ve Iraklı yetkililer izin verdiğinde” yeniden kentlere müdahale edebilecektir.
Dolayısıyla Irak’taki ABD işgali henüz sona ermiş değildir, ama sorunun püf noktası da zaten bu değildir. ABD’nin çıkarları ve planları açısından bakarsak, Irak’ın işgalinin mutlaka sürdürülmesi gerekmiyor. ABD için zorunluluk olan, Ortadoğu’nun BOP çerçevesinde yeniden şekillenmesidir. İşgali bitirse bile, ülkede ve bölgede sahip olmaya devam edeceği üslerde tutacağı on binlerce asker, nüfuzunu devam ettirmesini ve gerektiğinde müdahalelerde bulunmasını sağlayacaktır.
ABD’nin Irak’taki askerlerini üslere çekmesinin ve azaltmasının başlıca sebebi, bilindiği gibi, güçlerini Afganistan’a yoğunlaştırmaya başlamasıdır. Çünkü BOP’un temel amaçlarından olan enerji kaynaklarının ve nakil hatlarının ABD’nin nüfuz alanına dâhil edilmesi hedefi bunu gerektiriyor. Bu açıdan bakarsak ABD, Irak’ta ve Ortadoğu’da istediğini belli ölçülerde elde etmiş ve Afganistan’a yönelmiştir. Irak petrollerinin nasıl çıkartılacağı ve dağıtılacağı, yani emperyalistlerce nasıl paylaşılacağı hususu, neredeyse karara bağlanmış gibidir. Bu konuda aslan payını garanti altına almış olan ABD, daha küçük kırıntıları (savaştan dolayı zarar görmüş rafinelerin inşasının İngiliz ve Çinli konsorsiyumlara verilmesi) dağıtmaya bile başlamıştır. Irak Kürdistanı’ndaki petrolün boru hattı üzerinden Ceyhan’a ulaştırılıp ihracına başlanmıştır. Bunlar işin ekonomik boyutlarına dair örneklerdir.
ABD, siyasi açıdan da hatırı sayılır derecede yol almıştır. “Ilımlı Sünni-Radikal Şii” karşıtlığı temelinde örmeye çalıştığı İran karşıtı cephe politikası tutmuş görünmektedir. O kadar ki, Obama İran’a karşı daha “uzlaşmacı” bir yaklaşım sergilemek istediğinde, Mısır-Ürdün-Suudi Arabistan-Körfez ülkelerinden oluşan cenah hop oturup hop kalkmaktadır. Bu cenahtaki burjuva iktidarlar, Obama’nın bu yaklaşımının İran’ın etkisini arttıracağı endişesi ve ABD’nin İran’la, kendilerini dışarıda bırakan bir uzlaşmaya varacağı şüphesiyle Obama’nın girişimlerini eleştirmekte ve hatta Irak’taki çekilme harekâtına da, yine İran’ın ülkedeki etkisinin artacağı gerekçesiyle karşı çıkmaktadırlar. Bu cenahtaki ülkelerin hemen hepsi, ciddi bir Şii nüfus da barındırdıklarından, Şii İran’ın yükselişini bizzat kendi iktidarlarına karşı içerden gelecek bir tehdit olarak da değerlendirmektedirler.
Bu değerlendirmemizden çıkartılacak sonuç, kuşkusuz ABD’nin Ortadoğu’daki tüm hedeflerine ulaştığı ve burada işinin bitip Afganistan’a yöneldiği şeklinde olamaz. Aksine, Ortadoğu’da yapacak çok işlerinin olduğu açıktır. Ama hedeflere ulaşmada belirli bir yol alındığından, şimdi planın diğer alanlarına odaklaşmak söz konusudur. ABD, Ortadoğu’daki eski dengeyi bozmuş ve kendi lehine yeni bir denge oluşturmuştur. Ama dünya ölçeğinde büyük emperyalist güçler arasında kapışma ve hegemonya mücadelesi sonuçlanmış olmaktan uzaktır. Ve bu olgu, Ortadoğu’da oluşmuş olan dengeye de geçici ve kırılgan bir karakter kazandırmaktadır.
Irak ve Ortadoğu halklarının kaderi değişecek mi?
Dolayısıyla, ABD emperyalizminin Afganistan’a yoğunlaşması, Ortadoğu halklarının az da olsa nefes alabileceği anlamına gelmemektedir. Aksine, ABD dışındaki emperyalistlerin ve bölgesel güçlerin arasındaki kapışma şimdi daha da alevleneceğinden, ufuktaki kara bulutların artacağını bile söyleyebiliriz.
Her şeyden önce, Türkiye, İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan gibi genel olarak ABD emperyalizminin ardına yedeklenmiş bölgesel güçler arasında dahi ciddi anlaşmazlıkların potansiyeli mevcuttur. “Ilımlı Sünni” cepheyi oluşturan ülkeler ve İsrail, İran karşısında denge oluşturabilecek tek bölgesel gücün Türkiye olduğunu bildiklerinden, belirli ölçüde onun çıkarlarına saygı göstermektedirler. Ancak Türkiye burjuvazisinin iştahı arttıkça bu durumun sürmesi şüphesiz güçleşecektir. İran’a karşı denge unsuru olmanın verdiği rahatlıktan da hareketle Türkiye, gelişen ekonomisinin ihtiyaç duyduğu emperyalist adımları atabilmek amacıyla sürekli olarak hamleler yapmaktadır. “Barış elçiliği ve arabuluculuk” gibi kılıflar altında giriştiği manevralar artık Türkiye burjuvazisine yetmemektedir. Onun gözü, ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle oluşacak fırsatlardadır. Türkiye burjuvazisi kendini, “bölgede ABD’den sonraki en önemli güç” olarak görme ve gösterme eğilimindedir. Kimilerince “yeni Osmanlıcılık” olarak da adlandırılan bu eğilimi, bölge halkları açısından onu en tehlikeli devlet konumuna getirmekte ve diğer burjuva iktidarları da alttan alta kaygılandırmaktadır.
Bu çekişmelerin en fazla somutlandığı yer Irak’tır ve dolayısıyla da burjuva iktidarların hırslarının ceremesini en çok Irak halkı çekmektedir. ABD’nin Irak’tan çekileceğini açıklamasıyla oluşan siyasi atmosfer, başta Irak içindeki iktidar sahipleri ve heveslileri olmak üzere, Irak’la ilgili emelleri olan herkesin kanının kaynamasına yol açmıştır. Daha çekilme takvimi açıklanır açıklanmaz, Irak’taki şiddet olaylarının artmasını da buna bağlamak gerekir. Birkaç ay içinde ölü sayısının bini aştığı saldırılar gerçekleşmiştir. Şiddet eylemlerinin artmasının siyasi anlamı, iktidar ve nüfuz kavgasının kızışmasıdır. Birinci olarak, Irak içindeki Sünni egemen güçler, iktidardan daha fazla pay kapmak için saldırılar düzenlemektedirler. Hem Şiiler hem de Kürtler onların hedefidir. Bu Sünni güçler, Suudi Arabistan başta olmak üzere, bölgedeki diğer İran karşıtı rejimler tarafından da el altından desteklenmektedir. Çünkü bu kesimin derdi de, ağırlıklı olarak Şii egemenlerin elinde olan iktidarın üzerinde İran’ın etkisinin artmasının engellenmesidir. Ayrıca, bizzat ABD de, kendi varlığını gerekçelendirmek için direnişçileri bahane edebilmektedir. Şii direnişçilerin saldırıları ise son zamanlarda Kürtlere yönelmiş durumdadır. Onlar da, ülke gelirlerinin neredeyse %90’ını oluşturan petrol gelirlerinden daha fazla pay kapmanın telâşı içindedirler. Ve hem Sünni hem de Şii egemen kanadın ortak kaygısı, Irak Kürdistanı’nın bağımsızlığını kazanması yahut özerkliğini arttırmasıdır.
Bu siyasi atmosfer, merkezi ve güçlü bir siyasal otoritenin de yokluğunda, genel olarak ülke içindeki merkezkaç eğilimleri arttırmakta ve Irak’ın parçalanacağına dair senaryoların da çoğalmasına yol açmaktadır. Bölge ülkelerinin hiçbiri –İsrail hariç tutulabilir–, Irak’ın dağılmasından ve statükonun değişmesinden yana değildir. Fakat bunun kaçınılmaz olduğunu hissettikleri oranda da pastadan pay kapmaya dönük hamleler yapmaktan geri durmamaktadırlar. Irak’a komşu ülkelerin hemen hepsi, bu parçalanma senaryolarının çeşitli versiyonlarına göre planlar yapmaktadırlar.
Türkiye’nin Kürt egemenlerle anlaşarak Irak Kürdistanı’nı da kapsayan bir federasyona evrilmesi, bu senaryolardan biridir ve son dönemde de tartışma konusu olmuştur. Bu senaryonun mimarı ABD’dir. Çünkü ABD’nin baştan beri Türkiye’ye telkin ettiği husus, ya Kürt egemenlerle uzlaşarak Irak Kürdistanı’nı da federatif bir yapı temelinde içine alması ya da eninde sonunda bağımsız bir Kürt devleti kurulacağı fikrine şimdiden kendini alıştırmasıdır. Türkiye içinde de bu senaryonun savunucuları az değildir ve “yeni Osmanlıcılık” denilen emperyalist siyaset, bu senaryoyu da kapsamaktadır. Ancak bu projenin hayata geçmesi, mevcut siyasi konjonktür içerisinde, imkânsız değilse de oldukça zordur. Ve bu zorluğun asıl sebebi de, statükocu güçlerin bölünme korkusu yüzünden gösterdikleri dirençtir.
Türkiye burjuvazisini bazı yeni açılımlar yapmaya ve güneydeki Kürt yönetimiyle arasını düzeltmeye iten sebeplerin ise, Kürt halkının haklı talepleriyle ilgisi yoktur. Şimdilerde başlatılan “Kürt açılımını” ve güneydeki Kürt yönetimiyle arayı düzeltme çabalarını da, Türkiye burjuvazisinin bölgeye dönük emperyalist planlarının bir parçası olarak görmek gerekir. Türkiye’nin bölgeye dönük gayretinin ve “Kürt açılımı” adıyla başlatılan sürecin birkaç sebebi vardır. Birincisi, güçlerini Afganistan’a kaydırmakta olan ABD’nin yaptığı baskı ve süreci hızlandırma çabalarıdır. Buna AB’nin, Kürt sorunu konusunda ilerleme kaydedilmesi yönünde yaptığı baskıyı da eklemek gerekir. İkincisi, bir bütün olarak burjuva blokun, Kürt ulusal mücadelesinin geldiği düzey itibariyle, eski statükoyu sürdüremeyeceğini kabullenmek zorunda kalmış olmasıdır. Üçüncüsü, ki bu kabullenişin temel nedenlerinden biridir, çözüm yolunda birtakım adımlar atılmadığı takdirde ipin ucunun hepten kaçırılacağı yönünde duyulan korkudur. Bununla ve Irak’a yönelik niyetlerle bağlantılı olarak da güneydeki Kürt yönetimiyle iyi geçinmek zaruri bir hal almıştır. Yeniden yapılanmakta olan Irak’ta ve Kürdistan’da Türk şirketlerinin sahip olduğu payın artması da buna bağlıdır. Hatırlanacağı üzere, yeni imzalanan Nabucco projesinin tedarikçi ülkelerinden biri de Irak’tır ve Kürt yönetimine ait topraklar hem boru hatlarına hem de doğalgaz yataklarına evsahipliği etmektedir.
Bir yandan demokratik açılımlar yapmaktan bahseden Türkiye burjuvazisi, öte yandan çıkarlarını hâkim kılmak için en insanlık dışı yollara başvurabilecek bir hırsa sahiptir. Sınırları içinde ve dışında yaşayan Kürtlere uyguladığı zulmün yanına, şimdi de, Dicle ve Fırat nehirlerinin suyunu kesip, milyonlarca Iraklının susuz kalması pahasına, bunu bir koz olarak kullanmak eklenmiştir. Osmanlının geçmişte kendilerine çektirdiği acılara bakıp, “yeni” Osmanlıcıların niyetlerini rahatlıkla anlayabilecek olan Kürt ve Arap halklarının gayet iyi bildiği gibi, Türkiye burjuvazisinin barışla veya halktan yana çözümlerle ilgisi yoktur.
Diğer taraftan, Türkiye’nin bu emperyalist planları, bölgenin bir başka önemli gücü olan İran’ı da ciddi biçimde kışkırtmaktadır. Bu iki gücün çekişmesi Irak ve Ortadoğu’yla da sınırlı değildir. Kafkaslar ve Afganistan’da da ciddi çıkar ayrılıkları mevcuttur. Bu yüzden de, aralarındaki 20 milyar dolara ulaşmış ticaret hacmine ve görünürdeki samimiyete karşın, Türkiye ve İran’ı rakip iki ülke olarak görmek gerekir.
İran’ın açıkça karşı karşıya olduğu taraf ise, ABD’nin oluşturduğu “ılımlı Sünni” cephesidir. Buradaki çekişme yer yer Şii-Sünni ayrımı üzerinden, yer yer Arap-Fars ayrımı üzerinden ve yer yer de Amerikan karşıtlığı-yandaşlığı ayrımı üzerinden yürümektedir. ABD’yle birlikte İsrail de İran karşıtı cephenin baş kışkırtıcılarındandır. Sırf bu cepheyi sağlam tutabilmek için ABD, Filistin sorununda kendini Araplardan yanaymış gibi göstermeye çalışmakta ve Obama’nın Kahire konuşmasında söylediği gibi, Filistin devletinin kurularak acıların son bulmasından bahsetmektedir. Oysa gerçekte, zaman zaman kendi inisiyatifiyle provokatif çıkışlar yapsa da, ABD’nin desteği ve onayı olmadan İsrail’in adım atması mümkün değildir.
İran karşıtı cephede yer alan Arap devletleri mevcut statükonun devam etmesinden yanadırlar, çünkü statükonun sürmesi demek iktidarlarının garanti altında olması ve ABD yandaşlığının getirdiği avantajlardan faydalanmak demektir. Oysa ABD açısından durum farklıdır. İran’ı baskı altında tutmak ve frenlemek için bu cephenin varlığına ihtiyaç duysa da, İran’ı bertaraf etmesi halinde ABD’nin bu Arap devletlerindeki rejimleri değiştirmeye çalışacağı da açıktır. Ayrıca ABD’nin planlarında yer alan sınır değişikliklerinden nasibini alacak bölge ülkeleri arasında bu Arap devletleri de vardır. Üstelik Afganistan’a yoğunlaştığı bir süreçte ABD sırtını sağlama almak istemekte ve bu yüzden de İran’la görünürde “uzlaşmacı” bir diplomasi yürüterek, bir süreliğine de olsa Ortadoğu’da başının fazla ağrımamasını ve kurduğu dengenin bozulmamasını istemektedir. Gerici Sünni Arap rejimleriyle ABD’nin planları arasındaki, derinlerde yatan çıkar farklılıkları bununla da sınırlı değildir. Unutulmamalıdır ki, ABD’nin Ortadoğu’da ve Afganistan’da hedef tahtasına oturttuğu “terörist” güçlerin hepsi de Sünni kesime mensuptur. Ve ABD’nin izlediği politikalar en genel anlamda Sünni iktidarların Şiiler karşısında zayıflamasına ve halklar nezdinde de “Amerikan işbirlikçisi” olarak görülerek iktidarların meşruiyetinin azalmasına yol açmıştır.
Neticede, ABD’nin Afganistan’a yönelmesinin ve buna bağlı olarak bölgesel güçler arasında giderek artan rekabetin Irak halkı açısından yaratacağı sonuçlar hiç de iç açıcı değildir. Irak’taki şiddet olaylarının artacağı ve iktidar kavgası yüzünden binlerce Iraklının daha hayatını kaybedeceği açıktır. Mevcut yönetimin bu siyasi kargaşayı önlemek ve iktidar kavgasına son vermek için daha baskıcı bir rejime yöneleceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Irak’taki Kürtler de iki ateş arasında kalmış gibidir. Bir yandan Arap (Sünni ve Şii) grupların saldırılarına maruz kalmakta, diğer yandan da İran ve Türkiye’nin tehdidine göğüs germeye çalışmaktadırlar. Araplar ve Kürtler arasında ciddi çatışmaların başlaması hiç de uzak ihtimal değildir.
Sıra Afgan ve Pakistan halklarında
Obama’nın “yumuşak gücü”nün yüzünü en çok gösterdiği (ve göstereceği) alan kuşkusuz Afganistan’dır. Kendisi daha başkanlık koltuğuna oturmadan önce, Irak’taki asker sayısını azaltacağını ve Afganistan’a daha çok asker sevkedeceğini açıklamıştı. Konu emperyalist planların uygulanması olduğunda, bu burjuva kan emicilerin sözüne güvenmek gerekir! Nitekim Obama da sözünde durdu ve Afgan halklarının tepesine füzelerini yağdırmaya başladı.
Irak’taki durumdan farklı olarak, Türkiye gibi NATO üyesi pek çok ülke de, bu katliamlarda ABD’ye eşlik ediyor. Üstelik Türkiye’nin desteği Afganistan’a asker göndermekle sınırlı da değil. ABD’nin Irak’tan çektiği askerler, Türkiye üzerinden geçerek bölgeye ulaşacak. Ayrıca ABD ordusu, Türkiye’nin kara ve hava sahasını da istediği gibi kullanabilecek. Ve şimdiye kadarkinden farklı olarak Türkiye, sadece cephe gerisine değil, çatışmalı bölgelerde kullanılmak üzere bölgeye muharip güç göndermeyi de düşünüyor. Yani, artık Türk silahlı güçleri, Afgan halkının üzerine ateş açıp, bu “Müslüman kardeşlerini”, ABD’li ve Türkiyeli sermayedarlar hesabına katledecekler.
Üstelik Türkiye’nin üstlendiği rol, ABD’nin planlarına askeri destek vermenin çok ötesinde bir içeriğe de sahip. Dini, kültürel, tarihi avantajlarını ve ilişkilerini, ABD’nin bölgeye yönelik kanlı planlarını hayata geçirmek için devreye sokan Türkiye, bunun karşılığında hassas olduğu bazı konularda (Kürt sorunu, Ermeni meselesi, Kıbrıs sorunu vb.) ABD’nin desteğini almış durumda. Kimi zaman Müslüman, kimi zaman laik ve demokrat, kimi zaman da kardeş ülke sıfatıyla bölgede cirit atan Türkiyeli diplomatlar, politikacılar, askerler, ajanlar, Fethullahçılar, işadamları ve benzerleri, hepsi de ABD’nin ve dolayısıyla kendilerinin çıkarlarının peşinde koşuyorlar.
Pek çok konuda ABD ile anlaşmazlık içinde olan Rusya, Taliban’ın “İslamcı terörü”nün kendisini de tehdit etmesine istinaden ve gerici Afgan egemenleriyle ilişkilerini geliştirmek amacıyla, ABD’ye hava sahalarını kullanma izni ve askeri üs vererek, yapılanlara göz yumarak, Afgan halkının katledilmesine ortak oluyor. Aynı şekilde Çin de bu savaşta ABD’ye göz yumuyor. Rusya’nın Çeçenistan’da ve Çin’in Uygurlarla yaşadığı sorunlarda direnişçi güçlerin İslamcı bir karaktere sahip olmaları ve Taliban’la olan ilişkileri, buna gerekçe gösteriliyor.
Yüzyıllardır yoksulluğun ve ilkelliğin pençesinde kıvranan Afgan halkı, iki ateş arasında kalmış durumda: bir yanda Taliban gericiliği, diğer yanda Amerikan emperyalizmi. Sefalet içindeki halk açısından tam bir “kırk katır mı kırk satır mı” durumu söz konusu. Toplam nüfusu 20 milyon civarında olan ülke tam anlamıyla harabeye dönmüş durumda. 2 milyondan fazla insan yaşadığı yerlerden göç etmek zorunda kalmış ve yaklaşık 300 bini göçmen kamplarında yaşam kavgası veriyor. İşsizlik korkunç boyutlarda. Eğitim ve sağlık sisteminden bahsetmek dahi mümkün değil. Ve halkın böylesi koşullarda yaşadığı bir ülkede Obama’nın icraatları yeni hapishaneler ve işkence merkezleri inşa etmekten, Taliban’la savaş adı altında ülkenin Pakistan sınırındaki bölgeyi tam bir cehenneme çevirmekten ibaret. Ülkedeki Amerikan askerlerinin sayısının iki yıl içinde 130 bini geçeceği söyleniyor, yani Irak’ın yerini bu bölge alacak.
Taliban’a karşı yürüttüğü savaşta ABD’ye destek veren Pakistan’ın durumu ise tam bir muamma. Pakistan alttan alta ABD tarafından kışkırtılan yahut göz yumulan bir içsavaşın içine çekiliyor. Halk yoksulluktan, yolsuzluklardan, açlıktan ve sefaletten kırılırken Pakistan burjuvazisinin bir kesimi ABD’ye hizmet vererek iktidarını kurtarmak peşinde. Oysa bugün canavar olarak ilan edilen Taliban ve El-Kaide, Pakistan istihbarat servisi ISI’nın yetiştirmesi ve devlet içinde halen güçlü destekçileri bulunmakta. Taliban ve diğer İslamcı güçler, mevcut iktidarı devirmeye çalışan bir diğer burjuva iktidar odağı haline gelmiş durumda. Afganistan’ın önemli bir bölümü ile Pakistan’ın kuzey kesimi onların kontrolünde.
Kendisinin kontrol edemediği ve Pakistan devletinin elinde bulunan nükleer gücün Taliban’ın yahut İslamcı grupların eline geçme ihtimalini bahane eden ABD, daha şimdiden Pakistan’ı “başarısız devlet” ilan etmiş durumda. Bu kavram, Pakistan devletinin en temel sorumluluklarını ve işlevlerini dahi yerine getiremediğini ifade etmek için kullanılıyor. Böylelikle de, ABD’li stratejistlerin “ulus inşası”, yani Pakistan’ı istedikleri gibi şekillendirme projelerinin önü açılmış oluyor. Irak’a “demokrasi ve özgürlük” götüren Bush gibi, Obama da Pakistan’ı –ve yanında eşantiyon olarak Afganistan’ı– yeniden inşa edecek! Bir diğer seçenek ise, İslami sosa bulanmış –halkın gözünde meşruiyetin sağlanması için bu gerekli– bir diktatörlüğün kurulması ve böylece devlet otoritesinin yeniden tesis edilerek Amerikan karşıtı İslamcı güçlerin ezilmesi. Yani Taliban’ın alternatifi Pervez Müşerref veya Hamit Karzai benzeri diktatörler ve baskıcı rejimler. Şu an genelkurmayın başında bulunan Pakistanlı general Kayani’nin ABD’nin gözdesi olması da bunun sonucu. Kayani’yi veya bir başka “kudretli” generali ikna edebildiği anda ABD, Pakistan’da yeni bir askeri darbenin önünü açacaktır. Fakat kaderin bir cilvesi olarak, kendi yarattığı canavar Taliban, bizzat Pakistan devlet aygıtı içinde de –özellikle ISI içerisinde– giderek güçlenmektedir. Buna karşılık ABD de uyguladığı şiddetin dozunu arttırmakta, sivil/militan ayrımı yapmadan ve kadın çocuk demeden insanları katletmektedir.
Henüz sonuçlanmamış olan Afganistan’daki seçim süreci de, ABD emperyalizminin ezilen halklara bahşettiği sözde demokrasinin ne denli biçimsel ve komedi niteliği taşıyan bir yapıya sahip olduğunun canlı ve güncel bir örneğidir. Güya başarılı addedilen Irak’taki “ulus inşası” süreci her gün yüzlerce insanın öldüğü bombalama saldırılarıyla, artan gerici ve baskıcı uygulamalarla devam ederken, Afganistan’daki seçim süreci de belirsizlik ve kaosun hâkim olduğu, savaş ağalarının halkın demokratik temsilcisi sayıldığı bir ortamda sürüyor. Seçimin galibi kim olursa olsun kazananın ABD ve Afgan egemenleri, kaybedenin ise Afgan emekçiler olacağı kesindir.
* * *
İşte “yumuşak güç” yanlısı Obama’nın ilk 100 günlük icraatının, Ortadoğu ve Afgan halklarına getirisi bunlardır. Bu o kadar açık bir tablodur ki, ezilen halklar da çoğunlukla durumun farkındadırlar. Ama örgütsüzlüğün verdiği umutsuzluk ve çaresizlik içinde, egemen güçlerin niyetlerine ve planlarına tâbi olmaktan kaçınamamaktadırlar. ABD emperyalizmine ve mevcut kokuşmuş iktidarlara karşı duydukları öfke o denli birikmiştir ki, “kurtarıcı” diye ortaya çıkan ve bu zalimlere kafa tutan Taliban yahut başka İslamcı güçleri alternatif olarak görebilmektedirler.
İslamcı güçlerin sıkça kullandığı bir benzetme, ABD ve Batılı güçleri geçmişin haçlı orduları yerine koymaktır. İlk kez Bush tarafından kullanılan bu benzetmeden her iki taraf da kendi hesabına faydalanmıştır. Bu benzetmeye göre, tıpkı bin yıl önce olduğu gibi bugün de, dinden, örf ve adetlerden sapıldığı için bu duruma düşüldüğünü söyleyen “kurtarıcılar” ortaya çıkacak ve haçlıları Arapların ve Müslümanların “kutsal” topraklarından kovacaklardır. İran’da Ayetullah Hamaney bunu resmi ağızdan bile deklare etmiştir. Arap halkları, bin yıl önceki haçlı ordularının gazabından da böyle kurtarılmamışlar mıdır?!
Ancak bu sözde kurtarıcılar, tarihin gerisini dillendirmeyi pek tercih etmezler. Oysa haçlı örneğinin de gösterdiği gibi, bu tür kurtarıcıların eliyle gelen gelecek, eskisinin yerini yeni bir cenderenin almasıdır. Tarihte de haçlıların yerini Moğol istilacılar almış, gelen gideni aratmıştır. Zaten ezilen ve sömürülen sınıflar, kaderlerini kendi ellerine almak üzere ayağa kalkmadıkça da bu yazgı değişmeyecektir. Ama karamsarlığa lüzum yoktur. Çünkü ne ABD emperyalizmi her istediğini yapabilecek denli kadir-i mutlak bir güce sahiptir ve ne de tek alternatifleri, kıyıcı Moğol hakanlarını hatırlatan Taliban yahut diğer İslamcı gruplardır. Tarih her zamanki gibi hükmünü icra edecek, büyük altüst oluşların yaşandığı dönemleri devrimlerin yaşandığı dönemler takip edecektir. Yeter ki işçi sınıfı kendinde tarihi değiştirecek gücün ve potansiyelin varolduğuna bir kez inansın.
[*] ABD’li politikacılar ve strateji uzmanları, bölgeye yönelik planlarında Afganistan ve Pakistan bir bütün oluşturduğundan bu kısaltmayı kullanıyorlar.
link: Kerem Dağlı, Irak’tan Afganistan’a Obama’nın “Yumuşak Güç”ü, 1 Eylül 2009, https://marksist.net/node/2241
DTP Üyelerinin Tutuklanması Protesto Edildi
İnsan İhtiyaçları Sınırsız, Kaynaklar Kıt mı?