Kasım ayının sonunda, Rus bürokrasisinin en aşağılık adamı olan yaşlı Suvorin “devrim” diye yazıyordu, “insanlara olağanüstü bir coşku verir ve yaşamlarını vermeye hazır çok sayıda sadık, fanatik taraftar kazanır. Başa çıkılamayacak kadar büyük bir tutku, cesaret, gerçek belâgat ve ateşli bir mücadele coşkusuna sahip olduğu için, devrime karşı mücadele etmek kesinlikle çok zordur. Düşman güçlendikçe, devrim daha kararlı ve daha cesur bir hale gelir ve her zaferde bir hayran yığınını kendisine çeker. Bunu bilmeyen biri, devrimin, kollarını açmış, size sıcak, ateşli dudaklarıyla arzulu öpücükler gönderen tutkulu genç bir kadın kadar çekici olduğunu bilmeyen biri, hiçbir zaman genç olmamış demektir.”
İsyan ruhu memleketi kasıp kavuruyordu. Yüreklerde muazzam, gizemli bir süreç yaşanıyordu: korku zincirleri kırılıyor, kendi bilincine varmaya vakit bulamayan bireysel kişilik kitle içinde eriyor, kitlenin kendisi de devrimci coşku içinde eriyordu. Kendisine miras kalan korkulardan ve hayali engellerden kurtulan kitle, yolunun üzerindeki gerçek engelleri görmek istemiyordu ve göremezdi de. İşte onun gücü de, güçsüzlüğü de burada yatıyordu. Fırtınanın kamçıladığı okyanus akıntısı gibi ileri atılıyordu. Her geçen gün halkın yeni bir katmanını ayağa kaldırıyor ve yeni olanaklar doğuruyordu. Sanki birileri dev bir kepçeyi toplumsal kazanın dibine daldırıp karıştırıyordu. Liberal memurlar, Buligin Dumasının henüz hiç giyilmemiş elbisesini yeniden ve yeniden kesip biçerlerken, ülke bir anı bile huzurlu geçirmiyordu. İşçi grevleri, ardı arkası kesilmeyen mitingler, sokak gösterileri, devlet mallarının talanı, polis ve bekçilerin grevleri, ve son olarak da, askerler ve denizciler arasındaki huzursuzluk ve ayaklanmalar. Herşey darmadağın olmuş, kaos her yanı sarmıştı.
Bu kaosla eş zamanlı olarak yeni bir düzen gereksinimi doğuyordu ve bu düzenin öğeleri billurlaşmaya başlamıştı. Düzenli tekrarlanan mitingler, örgütlenmenin ilkelerini gündeme getiriyordu. Mitinglerde temsilci heyetleri seçiliyor, temsilci heyetleri de bir temsilciler meclisine doğru genişliyordu. Ancak kendiliğinden patlayan öfke, politik bilinçlenme çalışmasını geride bırakıyordu, böylece hummalı örgütlenme girişimleri eyleme duyulan arzunun gerisinde kalıyordu.
Devrimin –her devrimin– zayıflığı işte burada yatmaktadır, ama gücü de burada yatar. Devrimde etkin bir rol almak isteyen herkes, bunu tam olarak kavramalıdır. Devrime bir kuşkonmaz gibi davranılabileceğini, yenebilir kısmının dilendiği gibi yararsız kısımdan ayrılabileceğini düşünen o bilge taktikçiler, salt mantıkçılara has kısır bir rol oynamaya mahkûmdurlar. Hiçbir devrimci olay, onların “akılcı” taktiklerinin uygulanacağı “akılcı” durumlar yaratmayacağından, bütün olayların dışında ve arkasında kalmak böylesi mantıkçıların kaderidir. Sonuçta onlara Figaro’nun sözlerini tekrarlamaktan başka bir şey kalmaz: “Yazık, ilkindeki yetersizlikleri unutmak için size gerekçe temin edebilecek ikinci bir oyun olmayacak.”
Bizim amacımız, ne 1905’teki tüm olayları tasvir etmek, ne de onların dökümünü yapmak. Biz devrimin gelişiminin çok genel bir taslağını çiziyoruz, üstelik bunu, her ne kadar bir bütün olarak ulusun bakış açısından olsa da, Petersburg ölçeğinde yapıyoruz. Ancak seçtiğimiz çerçeve dahilinde bile, bu önemli yılın, Ekim greviyle Aralık barikatları arasında gerçekleşen en önemli olaylarından birini atlayamayız: Sivastopol’daki askeri ayaklanma. Bu ayaklanma 11 Kasımda başlamıştı ve on yedisinde Çuhnin Çara şu raporu veriyordu: “Askeri fırtına dindi, ama devrim fırtınası değil.”
Potemkin gelenekleri Sevastopol’da hâlâ yaşıyordu. Çuhnin zırhlı Kızıl Savaş Gemisinin denizcilerine çok acımasız davranmıştı: dördü vurulmuş, ikisi asılmış, düzinelercesi ağır iş cezasına çarptırılmış ve son olarak da Potemkin’in ismi Panteleimon olarak değiştirilmişti. Ancak kimseye korku salamadı, yaptığı şey yalnızca donanmadaki isyancı duyguları şiddetlendirmek oldu. Ekim grevi, denizcilerin ve piyade erlerinin sadece katılımcı olarak değil, konuşmacı olarak da rol oynadıkları, devasa sokak mitinglerinin gerçekleştiği bir dönemi başlatmıştı. Devrimci bir gösterinin başında bir denizci orkestrası “Marseillaise”i çalıyordu: kısaca, tam bir “demoralizasyon” hüküm sürüyordu. Askeri personelin halk mitinglerine katılmasını yasaklayan bir emir, donanma ve ordu kışlalarının avlularında özel askeri mitinglerin düzenlenmesine yol açmıştı. Subaylar buna karşı koymaya kalkışmıyorlardı ve kışla kapıları partimizin Sivastopol komitesinin temsilcilerine gece-gündüz açıktı. Komite, sürekli olarak, “eylem” isteyen denizcilerin sabırsızlığıyla uğraşmak zorundaydı.
Ağır-iş cezası hapishanesine dönüştürülen Prout gemisi, civarda dolaşarak, Haziran ayaklanmasının kurbanlarının Potemkin olayındaki rollerinden dolayı halen acı çekmekte olduklarını hatırlatıyordu sürekli olarak. Potemkin’in yeni mürettebatı, Kafkas ayaklanmasını desteklemek için savaş gemisini Batum’a götürmeye hazır olduklarını bildiriyordu. Yeni inşa edilen Oçakov adlı kruvazör de mücadele etmek için aynı derecede hazırdı. Ancak sosyal demokrat örgüt, bekle-gör taktiklerinde ısrar etti ve işçilerin örgütüyle yakın irtibat halinde bir askerler ve denizciler Sovyeti yaratılmasını ve proletaryanın eli kulağındaki politik grevinin desteğinde bir donanma ayaklanması gerçekleştirilmesini önerdi. Denizcilerin devrimci örgütü bunu kabul etti. Ama devrim bu planı aştı.
Sürekli olarak büyüyen ve sıklaşan mitingler, donanma kışlasıyla Brest piyade alayı kışlası arasındaki meydanda gerçekleşmeye başlamıştı. Askeriyenin işçi mitinglerine katılmasına izin verilmediğinden, binlerce işçi askerlerin mitinglerine gelmeye başlamıştı. Mitingler on binlerce insanla yapılıyordu. Ortaklaşa eylem fikri coşkuyla kabul edilmişti. En ileri bölükler, temsilciler seçiyordu. Askeri yetkililer önlemler almaya karar verdiler. Subayların mitinglerde yurtsever konuşmalar yapma girişimleri, acıklı sonuçlar verdi. Tartışma sanatında tecrübeli denizciler, amirlerini utanç içinde kaçmak zorunda bıraktılar.
Daha sonra bütün politik mitinglerin yasaklanmasına karar verildi. 11 Kasımda donanma kışlasının kapısına silahlı bir bölük dikildi. Tuğamiral Pisarevski, herkesin duyacağı şekilde şu emri yayınladı: “Hiç kimsenin kışladan kaçmasına izin verilmeyecektir; emre uymama durumunda ateş edilecektir.” Bu emrin daha yeni ulaştığı bir bölükte, Petrov adında bir denizci, ileri çıktı, tüfeğini herkesin gözü önünde doldurdu, bir atışta Brest alayından Binbaşı Stein’i öldürdü, ikinci atışta Pisarevski’yi yaraladı. Subaylardan biri “tutuklayın onu!” diye emretti hemen. Hiç kimse kıpırdamıyordu. Petrov tüfeğini yere attı. “Niye bekliyorsunuz? Alın beni.” Petrov tutuklandı. Dört bir yandan akıp gelen denizciler, onun serbest bırakılmasını istiyor ve ona kefil olmayı öneriyorlardı. Heyecan zirveye ulaşmıştı.
Bir subay, çözüm bulmaya çalışarak Petrov’a sordu: “Petrov, kazara mı ateş ettin?”
“Nasıl kazara? İleri çıktım, tüfeğimi doldurup nişan aldım. Bunun neresi kaza?”
“Ama onlar senin serbest bırakılmanı istiyorlar …”
Ve Petrov serbest bırakıldı. Denizciler bir an önce eyleme geçmek için sabırsızlanıyorlardı. Görevdeki bütün subaylar tutuklandı, silahları alındı ve büroya kilitlendi. Sonunda, sosyal demokrat bir konuşmacıdan etkilenen denizciler, temsilcilerin ertesi sabah gerçekleşecek mitingini beklemeye karar verdiler. Yaklaşık kırk denizci temsilcisi tüm gece boyunca toplantı yaptılar. Tutukladıkları subayları serbest bırakmaya karar verdiler, ancak bunların kışlaya girmelerine izin verilmeyecekti. Gerekli gördükleri görevleri yerine getirmeyi sürdürmeye de karar verdiler. Bandolar eşliğindeki bir şenlik alayı, askerleri harekete katmak için piyade kışlasına gitmeliydi. Sabah, müzakere için bir işçi heyeti geldi. Birkaç saat sonra tüm limanlarda iş durmuştu; tren istasyonları da çalışmayı kesmişti. Durum hızlı gelişiyordu. Yarı-resmi telgraflar şöyle haber veriyordu: “Donanma kışlasında mükemmel bir düzen hüküm sürüyor. Denizcilerin davranışları kesinlikle kurallara uygun. Sarhoşluk yok.” Bütün denizciler silahsız olarak bölüklere ayrıldılar. Beklenmedik bir saldırıya karşı kışlayı korumak için geriye sadece bir silahlı bölük bırakıldı. Bunun komutanlığına da Petrov seçildi.
İki sosyal demokrat konuşmacının kılavuzluk ettiği birkaç denizci, Brest alayının komşu kışlasına gitti. Askerlerin ruh hali bir hayli belirsizdi. Ancak denizcilerin ağır basıncı altında, subayları silahsızlandırma ve onları kışladan uzaklaştırma kararı aldılar. Mukden’in subayları kılıçlarını ve revolverlerini direnmeden teslim ettiler ve “bize dokunmayın, silahsızız” diyerek asker saflarının arasından geçtiler. Ama askerler bu hareketten dolayı tereddüt içindeydiler ve onların ısrarı üzerine birkaç görevli subayın kışlada kalmasına izin verildi. Sonraki olayların gelişiminde bunun muazzam bir etkisi oldu.
Askerler, denizcilerle birlikte şehirden Belostok alayı kışlasına kadar yürümek üzere, saflar oluşturmaya başladılar. Saflar oluştururken, tüm “özgür adamların” (sivillerin) ayrı yürümeleri ve onlara katılmamalarını garantiye aldılar. Bu hazırlıklar doruk noktasına ulaştığında, kale komutanı Neplyuev, tümen komutanı General Sedelnikov’la birlikte, arabayla geliyordu. Ondan, bu sabahtan itibaren İstoriçeski Bulvarına yerleştirilmiş olan makineli tüfeklerin kaldırılması istendi. Neplyvev de bunun kendisine değil Çuhnin’e bağlı olduğunu söyledi. Sonra ondan kale komutanı olarak, makineli tüfeklerin kullanılmayacağına dair şeref sözü vermesi istendi. General bunu reddetme cesaretini gösterdi. Bunun üzerine silahının alınmasına ve tutuklanmasına karar verildi. Kollarını uzatmayı reddetti, askerler zor kullanmak konusunda kararsız kaldılar. Sonunda birkaç denizci, arabaya atlayıp generalleri kendi donanmalarının kışlasına götürmek zorunda kaldı. Orada derhal silahsızlandırıldılar, sans phrases,[1] ve göz altına alındılar. Ama daha sonra serbest bırakıldılar.
Askerler bandolarla kışlalarından çıkıp yürüyüşe geçtiler. Denizciler de, katı bir yürüyüş düzeni içinde, kendi kışlalarından çıktılar. İşçi yığınları zaten meydanda bekliyordu. Ne andı! Karşılaşma çok coşkuluydu. El sıkışmalar, kucaklaşmalar. Kardeşçe selamlaşmalar ve birbirlerini sonuna kadar destekleyeceklerine dair ciddi sözlerle dolu bir hava hakimdi. Saflar yeniden oluşturulduktan sonra, kafile, şehrin sağ tarafından Belestok alayı kışlasına doğru yola çıktı. Askerler ve denizciler St.George’nun bayraklarını taşıyorlardı, işçiler ise sosyal demokrat partinin. Yarı-resmi ajans şöyle rapor ediyor: “Göstericiler, ibret verici bir düzen içinde şehre doğru yürüyorlardı, kafilenin başında bir bando ve kızıl bayraklar vardı.” Yol, makineli tüfeklerin olduğu İstoriçevski Bulvarı boyunca uzanıyordu. Denizciler, makineli tüfeklerin kaldırılması için makineli tüfekçiler bölüğüne başvurdular. Onlar da bunu yaptılar. (Bununla birlikte, makineli tüfekler daha sonra tekrar ortaya çıktı.)
Ajans raporlarına göre, “Belostok alayının silahlı bölükleri, subayların önünde silahları teslim ettiler ve göstericilerin geçmelerine izin verdiler.” Belostok alayı kışlasının dışında, muhteşem bir miting düzenlendi. Bununla birlikte başarı tam değildi; askerler bocalıyordu; bazıları denizcilerle dayanışma içinde olduklarını ifade ediyorlar, diğerleri sadece ateş etmeyeceklerine dair söz veriyorlardı. Sonunda subaylar Belostok alayını kışlanın dışına çıkartmayı gerçekten başardılar. Kafile akşama kadar donanma kışlasına dönmedi.
Bu sırada Potemkin’de sosyal demokratların bayrağı dalgalanıyordu. Rostislav arka tarafı işaret etti: “Sizi görüyorum.” Diğer savaş gemileri yanıt vermeyi başaramadı. Denizciler arasındaki gerici unsurlar, devrimci bayrağın St.Andrew’in flaması üzerine yerleştirilmiş olmasını protesto ettiler. Kızıl bayrak indirilmek zorundaydı. Durum hâlâ belirsizdi. Ama artık geri dönüş de yoktu.
Yedi savaş gemisi de dahil, farklı birliklerden gelen denizci ve asker temsilcilerden ve denizciler tarafından davet edilen sosyal demokrat örgüt temsilcilerinden oluşturulan bir komisyon, donanma kışlasının bürolarında sürekli toplantı halindeydi. Daimi başkanlığa bir sosyal demokrat seçilmişti. Bütün bilgiler burada toplanıyor ve tüm kararları burası veriyordu. Denizcilerin ve askerlerin özel talepleri de burada formüle ediliyor ve genel politik taleplerle birleştiriliyordu. Geniş yığınlar için ilk sırayı bu özel talepler tutuyordu. Cephane sıkıntısı komisyon başkanını kaygılandırıyordu; tüfek sayısı yeterliydi ama fişek çok kıttı. “Askeri konularda çok tecrübeli bir önderin eksikliği şiddetle ortadaydı” diye yazıyor olaylarda aktif olarak yer almış biri.
Temsilciler komisyonu, donanma birliklerinin subayları silahsızlandırıp, kışla ve gemilerden uzaklaştırmaları konusunda ivedilikle ısrar ediyordu. Bu zorunlu bir önlemdi. Brest alayının kışlada kalan subaylarının, askerler üstünde çok yıkıcı bir etkisi vardı. Bunlar, denizciler, “özgür adamlar” ve “Yahudiler” aleyhine aktif propaganda yapıyorlardı ve alkol istihkakına gereğinden fazla ödenek ayırıyorlardı. Gece olduğunda, bu subayların emrindeki askerler, kampın ana kapısından değil, duvarındaki bir delikten utanç verici bir şekilde kaçtılar. Ertesi sabah yine kışlaya döndüler, ancak bundan sonra mücadelede aktif rol almadılar. Brest alayının kararsızlığı, denizcileri ruh halini etkilemeye başlamıştı.
Ama ertesi gün, başarı güneş misali geri döndü: istihkâm erleri ayaklanmaya katılmışlardı. Yürüyüş düzeni içinde ve elde silah, donanma kışlasına geldiler. Heyecanla karşılanarak kışlaya alındılar. Ruh hali yine düzelmişti. Dört bir yandan heyetler geliyordu: kale topçuları, Belostok alayı ve sınır muhafızları, ateş etmeyeceklerine dair söz verdiler. Yetkililer artık yerel alaylara güvenmiyordu, komşu şehirlerden askeri birlikler getirmeye başladılar: Simferopol, Odesa, Feodosia. Bu yeni gelenler arasında, etkin ve başarılı bir devrimci ajitasyon yürütülüyordu. Komisyon, donanma gemileriyle haberleşirken pek çok zorlukla karşılaşıyordu, özellikle de denizciler mesajları okumayı beceremedikleri için. Öyle olsa bile, Oçakov kruvazöründen, Potemkin zırhlısından, Volni ve Zavetni torpido gemilerinden ve daha sonra diğer birçok torpido gemisinden, tam dayanışma güvencesi alındı. Diğer gemiler tereddütlüydüler ve sırası geldiğinde ateş etmeyeceklerine dair söz verdiler yalnızca.
Ayın on üçünde, bir donanma subayı, bir telgrafla kışlaya geldi: Çar isyancıların 24 saat içinde silah bırakmalarını istiyordu. Subayla dalga geçildi ve kapı dışarı edildi. Denizciler şehri olası bir pogroma karşı korumak için devriyeler oluşturdular. Bu önlem derhal halkın içini rahatlattı ve onların sempatisini kazandı. Sarhoşluğu önlemek için içki dükkânlarına bizzat denizciler muhafızlık yaptı. Ayaklanma boyunca şehirde örnek bir düzen hüküm sürdü.
On üç Kasım akşamı, karar anıydı: temsilciler komisyonu, Ekim mitingleri sürecinde büyük popülerlik kazanmış olan emekli donanma subayı Teğmen Schmidt’i, operasyonların askeri komutasını ele almaya davet etti. O da bu daveti cesurca kabul etti ve o günden sonra hareketin başında kaldı. Ertesi akşam Schmidt, Oçakov kruvazöründeki karargâhta kalmaya başlamıştı ve sonuna kadar da orada kalacaktı. Oçakov’a amiral sancağı çektirdi ve bütün filoyu ayaklanmaya katma umuduyla dışarıya şu mesajı gönderdi: “Filoya ben komuta ediyorum, Schmidt”. Daha sonra, “Potemkin’in adamları”nı serbest bırakmak için kruvazörü ile Prout’a doğru denize açıldı. Hiçbir direnç gösterilmedi. Oçakov tutukluları bordaya çıkardı ve bütün filonun etrafında onlarla birlikte dolaştı. Her gemiden “Hurra” çığlıkları yükseliyordu. Potemkin ve Rostislav savaş gemileri de dahil olmak üzere bazı gemiler kızıl bayrak çektiler; fakat bayrak sadece birkaç dakika asılı kaldı.
Ayaklanmanın önderliğini ele geçiren Schmidt, eylem planını şu bildiriyle açıkladı:
Sivastopol Belediye Başkanına.
Bugün İmparator Çara şu telgrafı çektim:
“Şanlı Karadeniz Filosu, halka sadık kalarak, sizi, efendim, acilen bir Kurucu Meclis toplamaya çağırmakta ve bakanlarınıza itaat etmeye son vermektedir.
Yurttaş Schmidt
Filo Komutanı.”
Petersburg’dan telgrafla ayaklanmayı bastırma emri geldi. Çuhnin’in yerine, kısa süre içinde o uğursuz ününü elde edecek olan cellât Meller Zakomelski geçti. Şehirde ve kalede sıkı yönetim ilân edildi ve bütün sokaklar askeri birliklerce işgal edildi. Karar anı gelmişti. İsyancılar, askeri birliklerin ateş etmeyi reddeceklerini ve filonun geri kalan gemilerinin de onlara katılacağını hesap ediyorlardı. Gerçekten de birçok gemide subaylar tutuklanıp Oçakov’da Schmidt’in emrine verildiler; en çok bu önlemin sancak kruvazörünü düşman ateşinden koruyacağı umuluyordu. Karadaki geniş bir kalabalık, filonun harekete katıldığını ilân edecek top atışını bekliyordu. Fakat bu umut gerçekleşmedi.
“Yatıştırıcılar” Oçakov’un filo etrafında ikinci bir tur atmasına izin vermediler; ateş açtılar. Kalabalık, ilk salvoyu, bekledikleri top atışı sandı, fakat sonra ne olduğunu anladı ve dehşet içinde limandan kaçtı. Her taraftan ateş açılmaya başlanmıştı: gemilerden, kale ve sahra topçularından, İstoriçeski Bulvarındaki makineli tüfeklerden. İlk toplardan biri Oçakov’un elektrik motorunu harap etti. Daha altıncı ateşte Oçakov sessizliğe gömülüp teslim bayrağı çekmek zorunda kalmıştı. Buna rağmen, kruvazöre açılan ateş bordada yangın çıkana kadar sürdü. Potemkin’in akıbeti daha da kötüydü. Burada topçular ateşleme iğnesi ve ateşleyicileri yerleştirmeye vakit bulamadılar ve bu yüzden ateşe maruz kaldıklarında tümüyle aciz kaldılar. Potemkin tek bir atış yapamadan teslim bayrağını çekti. Denizcilerin kıyı birimi, çok uzun bir süre dayandı ve ancak tek bir fişeği kalmadığında teslim oldu. Kızıl bayrak, isyancı kışlada sonuna kadar dalgalandı. Nihayet sabah 6:00 sularında, kışla hükümet birlikleri tarafından işgal edildi.
Ateşin yol açtığı ilk korku geçtiğinde, kalabalığın bir kısmı limana geri döndü. “Gözümüzün önündeki manzara gerçekten korkunçtu” diye yazar daha önce alıntıladığımız, ayaklanmaya katılan biri. “Pek çok torpido gemisi ve yelkenli, açılan çapraz top ateşiyle derhal batırıldı. Ardından Oçakov’da alevler görünmeye başladı. Denizciler yaşamak için yüzmeyi deniyorlar ve yardım istiyorlardı. Suyun içinde vurulup öldürüldüler. Onları kurtarmaya giden botlara da ateş açıldı. Kıyıya yüzmeyi başaran denizciler, orada bulunan birlikler tarafından hemen öldürüldüler. Yalnızca onlardan yana bir kalabalığın bulunduğu karaya yüzebilenler kurtarıldılar.” Schmidt sıradan bir denizci kıyafetiyle kaçmaya teşebbüs etti, fakat yakalandı.
“Yatıştırma” cellâtlarının kanlı mesaisi sabah 3:00’da bitmişti. Artık kendilerini “adalet”in cellâtlarına dönüştürmeleri gerekiyordu.
Galipler şöyle bildiriyordu: “2.000 den fazla kişi yakalanıp tutuklandı … devrimciler tarafından tutuklanmış 19 subay ve sivil serbest bırakıldı, 12 makineli tüfeğe ilâveten 4 bayrak, para kasası ve büyük miktarda devlet malı fişek, silah ve malzeme ele geçirildi.” Amiral Çuhnin Tsarskoye Selo’ya[2] şu telgrafı gönderiyordu: “Askeri fırtına dindi, ama devrim fırtınası değil.”
Kronştad ayaklanmasıyla kıyaslandığında ne kadar ileri bir adım! Orada vahşi taşkınlıklarla son bulan kendiliğinden bir patlama vardı. Burada ise, plan uyarınca gelişen ve bilinçli olarak düzen ve eylem birliğini sağlamaya çalışan bir ayaklanma. Sosyal demokrat gazete Naçalo, Sivastopol olaylarının doruğunda şöyle yazıyordu: “Başkaldıran şehirde serseriler ya da yağmacılar hakkında hiçbir şey duyulmadı ve basit bir nedenden dolayı sıradan hırsızlık olaylarının sayısı normalden daha azdı, çünkü ordu ve donanma üniforması içinde devlet mülkünü zimmetlerine geçirenler bu talihli yeri terk etmişlerdi.… Yurttaşlar, silahlı bir halka dayanan demokrasinin ne olduğunu bilmek ister misiniz? Sivastopol’a bakın. Yetkililerin ancak seçilmiş ve güvenilir kişilerden oluştuğu cumhuriyetçi Sivastopol’a bakın.”
Ve yine de bu devrimci Sivastopol, sadece 4-5 gün dayandı ve askeri kuvvet yedeği tümüyle tükenmeden uzun süre önce teslim oldu. Stratejik hatalar mı? Önderlerin kararsızlığı mı? Ne ilki, ne de ikincisi inkâr edilebilir. Ama nihai sonuç daha derin nedenlerden kaynaklanmaktaydı.
Ayaklanmaya denizciler önderlik ediyordu. Faaliyetlerinin doğası, denizcilerden büyük ölçüde bağımsızlık ve beceriklilik ister, onları kara askerlerinden daha özgüvenli kılar. Sıradan denizciler ile donanma subaylarının kapalı üst sınıf kastı arasındaki karşıtlık, subayların yarısının halk tabakasından geldiği ordudakinden daha derindi. En son, Rus-Japon savaşı utancı, donanmanın bunda taşıdığı sorumluluk, denizcilerin, açgözlü ve ödlek kaptan ve amirallere duyduğu son saygı kırıntılarını da yok etmişti.
Gördüğümüz gibi, denizcilere katılmakta en kararlı olanlar istihkâm erleriydi; bunlar silahlandılar ve donanma kışlasına yerleştiler. Aynı durum ordumuzdaki bütün devrimci hareketlerde gözlenebilir: en devrimci olanlar, istihkâm erleri, makinistler, topçular, kısaca, piyade sınıfının kara cahilleri değil, vasıflı, hayli okumuş, teknik eğitimli askerlerdir. Entelektüel düzeydeki bu farklılaşmaya toplumsal bir köken tekabül etmektedir: piyade erlerinin büyük bir çoğunluğu genç köylülerdir, makinistler ve topçular ise başlıca sanayi işçileri arasından askere alınmaktadır.
Ayaklanma günleri boyunca, Brest ve Belostok alaylarının kararsızlık sergilediğini gördük. Bütün subayları uzaklaştırmaya karar verdiler. Önce denizcilere katıldılar, sonra terk ettiler. Ateş etmeyeceklerine söz verdiler, ve sonra, en sonunda tümüyle üstlerine boyun eğip, utanmazca donanma kışlasına ateş etmeye razı oldular. Daha sonra aynı devrimci kararsızlığı köylü kökenli piyadelerde gözledik, hem Sibirya Demiryolunda, hem de Sveaborg Kalesi’nde.
Ancak teknik eğitimli, yani proleter unsurların esas devrimci rolü oynadıkları yer sadece ordu değildi. Donanmada da aynı şey oldu. Denizcilerin “isyanlar”ını yönetenler kimdi? Kızıl bayrağı savaş gemisine kim çekti? Teknisyenler, makineciler. Mürettebatın küçük bir azınlığını oluşturan denizci üniformaları içindeki bu sanayi işçileri, yine de mürettebata egemen oldular, çünkü makine, savaş gemisinin kalbi onların kontrolündeydi.
Ordu güçleri içindeki proleter azınlık ile köylü çoğunluk arasındaki sürtüşme, bütün askeri ayaklanmalarımızın temel bir özelliğidir ve onları felce uğratıp, güçten düşürür. İşçiler sınıfsal avantajlarını beraberlerinde kışlaya taşırlar: zekâ, teknik eğitim, kararlılık, birlikte hareket edebilme yeteneği. Köylüler ezici sayısal güçlerini katarlar. Ordu, genel askere alma yoluyla, mujiğin üretici eşgüdümden yoksunluğunun mekanik bir tarzda üstesinden gelir ve onun başlıca politik hatası olan pasifliği, yeri doldurulmaz bir erdeme dönüştürülür. Köylü alayları acil ihtiyaçları temelinde devrimci harekete çekildiklerinde bile, her zaman bekle ve gör taktiklerini benimsemeye eğilimlidirler, düşmanın ilk kararlı saldırısında “isyancıları” yüzüstü bırakırlar ve kendilerinin bir kez daha disiplin boyunduruğu altına alınmalarına bizzat izin verirler. Bundan, saldırının askeri ayaklanmalar için tek uygun yöntem olduğu sonucu çıkar: tereddüt ve düzensizliğe yol açabilecek hiçbir duraksama olmaksızın saldırı. Ama bundan, devrimci saldırı taktiklerinin karşılaştığı en büyük engelin, mujik askerlerin gerilikleri ve güvenilmez pasiflikleri olduğu sonucu da çıkar.
Bu çelişki, kısa bir süre sonra, Rus devriminin birinci bölümünü kapatan Aralık ayaklanmasının bastırılmasında kendisini tüm gücüyle açığa vuracaktı.
[1] Orjinalinde Fransızca. (sözsüz ç.n.)
[2] Tsarskoye Selo: St. Petersburg bölgesindeki Puşkin’in eski adı. 18. yüzyılın ikinci yarısında, buradaki saray Rusya imparatorluk ailesinin kent yöresindeki konutu haline geldi. (ç.n.)
link: Lev Troçki, Kızıl Filo, Ekim 1909, https://marksist.net/node/1434