Felsefeye İhtiyacımız Var mı?
Biz başlamadan önce, siz şunu sorma isteği duyuyor olabilirsiniz: “Eee, ne olmuş yani?” Bilimin ve felsefenin karmaşık sorunlarını dert etmemiz gerçekten gerekli mi? Böyle bir soruya iki ayrı cevap verilebilir. Eğer kastedilen: gündelik yaşantımızı sürdürmek için böyle şeyleri bilmemizin gerekip gerekmediği ise, yanıt açık olarak hayırdır. Ama eğer içinde yaşadığımız dünyayı ve doğada, toplumda ve kendi düşünce biçimimizde işlemekte olan temel süreçleri akılcı bir şekilde kavramak istiyorsak, o zaman mesele bambaşka bir ışık altında görünür.
Gariptir ama, herkesin bir “felsefesi” vardır. Bir felsefe dünyaya bir bakış tarzıdır. Hepimiz doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden nasıl ayıracağımızı bildiğimize inanırız. Oysa bu konular tarihin en büyük kafalarını meşgul eden oldukça karmaşık konulardır. Eski Yugoslavya’da kardeşlerin birbirini boğazladığı savaş, kitlesel işsizliğin yeniden peyda olması, Ruanda’daki katliam gibi kötü olaylarla karşı karşıya geldiğinde birçok insan böyle şeyleri anlamadıklarını itiraf ederler ve çoğunlukla “insan doğasına” bulanık göndermeler yapma ihtiyacı duyarlar. Ama, tüm hastalıklarımızın kaynağı olarak görülen ve ebediyen değişmeyeceği varsayılan bu gizemli insan doğası nedir? Bu, dinsel bir kafa yapısına sahip olunmadıkça, ki böyle olanlar Tanrının bilgeliğiyle bizi böyle yarattığını söylerler, pek az insanın cevap vermeye kalkışacağı derin bir felsefi sorudur. Kendi yarattıklarına böyle oyunlar oynayan bir Varlığa neden tapınmak gerektiği ayrı bir sorundur.
Hiçbir felsefelerinin olmadığını inatla savunanlar yanılmaktadırlar. Doğa boşluktan nefret eder. Tutarlı biçimde işlenmiş felsefi bir bakış açısından yoksun olanlar kaçınılmaz olarak içinde yaşadıkları toplumun ve çevrenin düşünce ve önyargılarını yansıtırlar. Tartıştığımız bağlamda bunun anlamı, onların kafalarının, mevcut toplumun çıkarlarını ve ahlâkını sadakatle yansıtan gazetelerden, televizyondan, okul dersliklerinin kürsülerinden emdikleri düşüncelerle tıka basa dolu olduğudur.
Birçok insan çoğunlukla takılıp düşmeden hayatı sürdürmeyi başarır, ta ki büyük çaplı bir ani değişim, onları içinde büyüdükleri düşünce ve değerleri yeniden düşünmeye zorlayana kadar. Toplumun krizi onları daha önce emin oldukları birçok şeyi sorgulamaya zorlar. Böyle zamanlarda uzak görünen düşünceler birdenbire çarpıcı biçimde yakın hale gelir. Hayatı anlamsız bir dizi tesadüf olarak ya da düşüncesiz bir rutin olarak anlamak istemeyen herkes, felsefeyle, yani gündelik varoluşun dolaysız sorunlarının üzerine çıkan düşünceyle meşgul olmak zorundadır. Ancak bu yolla kendimizi, kendi kaderini kontrol altına almak isteyen ve alabilen bilinçli insan varlıkları olarak potansiyelimizi gerçekleştirmeye başlayacağımız bir yüksekliğe çıkarırız.
Hayatta bir değer taşıyan her şeyin çaba gerektirdiğini genel olarak herkes bilir. Felsefeyi incelemek tabiatı gereği bazı zorluklar içerir, çünkü felsefe sıradan deneyimler dünyasından çok uzak meselelerle uğraşır. Kullanılan terminoloji bile zorluklar çıkarır, çünkü kelimeler ortalama kullanımdaki anlamlarına her zaman tekabül etmeyen bir tarzda kullanılırlar. Ama aynı şey her uzmanlık konusu için doğrudur, psikanalizden mühendisliğe kadar.
İkinci engel daha ciddidir. Marx ve Engels’in diyalektik materyalizm üzerine kendi eserlerini ilk kez yayınladıkları geçen yüzyılda, onlar okurlarının birçoğunun, en azından iş görür bir klasik felsefe –Hegel dahil– bilgileri olduğunu varsayabiliyorlardı. Oysa günümüzde böyle bir varsayımda bulunmak imkânsızdır. Evrenin ve hayatın doğası üzerine spekülasyonun oynadığı rol bilimler tarafından ele geçirildiğinden, felsefe daha önce tuttuğu yeri artık tutmamaktadır. Güçlü radyo teleskopları ve uzay araçlarının elde bulunması güneş sistemimizin doğası ve büyüklüğü ile ilgili sanıları gereksiz hale getirdi. İnsan ruhunun gizemleri bile nörobiyolojinin ve psikolojinin ilerlemesiyle adım adım aydınlığa kavuşuyor.
Toplumsal bilimler alanında durum çok daha az tatmin edicidir, zira doğru bilgi edinme arzusu, bu alanda, insanların yaşamına hükmeden güçlü maddi çıkarlara sık sık toslar. Marx ve Engels’in toplumsal ve tarihsel analiz ve ekonomi alanlarında kaydettiği büyük ilerlemeler bu çalışmanın kapsamı dışındadır. En başından itibaren sürekli olarak ve sıkça maruz kaldığı şirret saldırılara rağmen Marksizmin toplumsal alandaki teorilerinin modern toplumsal bilimlerin gelişiminde belirleyici faktör olduğuna işaret etmek yeterlidir. Canlılıklarına gelince, bunun kanıtı, saldırıların sürmekle kalmayıp zaman ilerledikçe yoğunluk bakımından da artış eğilimi gösteriyor olmasıdır.
Geçmiş çağlarda bilimin gelişimi, ki her zaman üretici güçlerin gelişimiyle sıkı sıkıya bağlantılı olmuştur, insanların içinde yaşadıkları dünyayı anlamalarına izin verecek kadar yüksek bir düzeye ulaşmamıştı. Bilimsel bilginin ya da onun maddi araçlarının mevcut olmadığı devirlerde insanlar, dünyayı anlamalarına ve onun üzerinde egemenlik kurmalarına yardımcı olabilecek ellerindeki tek araca, yani insan zihnine bel bağlamaya zorlandılar. Dünyayı anlama mücadelesi, insanlığın kendisini salt hayvani varoluş düzeyinden koparma, doğanın kör güçleri üzerinde hakimiyet kazanma ve kelimenin hukuki değil gerçek anlamında özgürleşme mücadelesiyle sıkı sıkıya özdeşleşmiştir. Bu mücadele tüm insanlık tarihinin üzerinden kızıl bir şerit gibi geçer.
Dinin Rolü
“İnsan pek mecnundur. Bir sinek kurdunu nasıl yaratacağını bilmez, ama gider düzineyle Tanrı yaratır.” (Montaigne)
“Tüm mitoloji, doğa güçlerine, hayal gücünde ve hayal gücüyle baskın çıkar, hakim olur ve şekil verir; bu bakımdan onlar üzerinde gerçek hakimiyetin çıkıp gelişiyle birlikte kaybolup gider.” (Marx)
Hayvanların dini yoktur ve geçmişte bunun insanlar ve “yaratıklar” arasındaki asıl farkı oluşturduğu söylenirdi. Ama bu yalnızca insanların kelimenin tam anlamında bilince sahip olduğunu söylemenin başka bir yoludur. Son yıllarda İnsanın özel ve biricik bir Mahlûk olduğu düşüncesine karşı bir tepki oluşmuştur. İnsanın hayvandan gelişmiş olması ve pek çok önemli noktada hayvan niteliğini barındırması anlamında bu şüphesiz doğrudur. Hayvanlarla birçok bedensel işlevi paylaşmak bir yana, insanlar ve şempanzeler arasındaki genetik farkın yüzde ikiden az olması, yaratılışçıların saçmalıklarını paramparça eden bir yanıttır.
Bonobo şempanzeleriyle yapılan son araştırmalar, insana en yakın primatların bazı bakımlardan insan çocuğununkine benzeyen bir zihinsel aktiviteye yetenekli olduklarını şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanıtlamıştır. Bu, yüksek primatlarla insanlar arasındaki akrabalığın çarpıcı bir kanıtı olsa da analoji burada çökmeye başlar. Deneycilerin tüm çabalarına rağmen esir bonobolar konuşamamışlar ya da erken hominidlerce yaratılan en basit aletlere bile bir nebze olsun benzer bir taş alet yapamamışlardır. İnsanlarla şempanzeler arasındaki yüzde ikilik genetik fark, hayvanla insan arasındaki nitel sıçramayı göstermektedir. Bu bir Yaratıcı sayesinde değil, el emeği aracılığıyla beynin gelişmesi sayesinde olmuştur.
En basit taş aletleri yapma becerisi dahi çok yüksek bir zihinsel beceri ve soyut düşünce düzeyi gerektirir. Doğru türden taşları seçip diğerlerini eleme becerisi, darbeyi indirecek doğru açının seçimi ve tamı tamına doğru miktarda güç uygulama; bunlar yüksek derecede karmaşık zihinsel eylemlerdir. Bunlar en ileri primatlarda bile bulunmayan bir planlama ve öngörü seviyesi anlamına gelir. Ne var ki, taş aletlerin kullanımı ve üretimi bilinçli planlamanın ürünü değil, zorunluluğun insanın uzak atalarına dayattığı bir şeydi. İnsanlığı yaratan bilinç değil, büyük bir beyne, konuşmaya ve din de dahil kültüre yol açan insan varlığının zorunlu koşullarıdır.
Dünyayı anlama ihtiyacı hayatta kalma ihtiyacına sıkı sıkıya bağlıdır. Kalın derili ölü hayvanları kesip biçerken taş yontucuları keşfeden erken hominidler, bu zengin yağ ve protein kaynağına ulaşma şansından mahrum olanlara karşı büyük bir avantaj sağladılar. Taş aletlerini mükemmelleştiren ve en iyi malzemeleri nerede bulacağını keşfedenlerin hayatta kalma şansı, bunları yapmayanlara göre daha fazla oldu. Tekniğin gelişmesi zihnin genişlemesini sağladı ve kendi yaşamlarına hükmeden doğa olaylarını açıklama ihtiyacını doğurdu. Atalarımız milyonlarca yıl süren deneme ve yanılmayla, olaylar arasında belirli ilişkiler kurmaya başladılar. Soyutlamalar yapmaya, yani deneyim ve pratikten genellemeler çıkarmaya başladılar.
Düşüncenin varlıkla ilişkisi sorunu yüzyıllardır felsefenin ana sorunu olmuştur. İnsanların çoğu bu sorunun düşüncesini bile akıllarına getirmeksizin yaşamlarını gayet mutlu biçimde sürdürürler. En küçük bir zorluk olmaksızın düşünür ve davranırlar, konuşur ve çalışırlar. Dahası, pratikte kopmaz biçimde birbirine bağlı olan en temel iki insan etkinliğini birbiriyle uyumsuz addetmek akıllarına bile gelmez. Biyolojik olarak belirlenen basit tepkileri bir kenara bırakırsak, en temel davranış bile bir parça düşünmeyi gerektirir. Bu bir dereceye kadar sadece insanlar için değil hayvanlar için de doğrudur, meselâ bir fare için pusuya yatmış kedi gibi. Ama insandaki düşünme ve planlamanın tipi, en ileri insansı maymunların zihinsel faaliyetlerinden bile nitel olarak yüksek bir karakterdedir. Bu olgu, insanlara duyularımızla elde ettiğimizin çok daha ötesine geçme olanağını sağlayan soyut düşünce yeteneğine ayrılmaz biçimde bağlıdır. Sadece geçmişe ilişkin değil (hayvanların da belleği vardır, köpeğin sopa imgesiyle sinmesinde olduğu gibi) geleceğe ilişkin durumları da tasarlayabiliyoruz. Karmaşık durumları öngörebiliyor, planlayabiliyor ve böylece sonucu ve bir ölçüde kendi kaderimizi belirleyebiliyoruz. Normalde bunu aklımıza getirmesek de bu, insanlığı doğanın geri kalanından ayıran dev bir adımı temsil etmektedir. “İnsan muhakemesinin ayırt edici yanı” diyor Profesör Gordon Childe, “başka herhangi bir hayvanın muhakemesine nazaran mevcut fiili durumun muazzam ölçüde uzağına gidebilmesidir.” [1] Bu yetenekten, uygarlığın tüm çok yönlü ürünleri fışkırır; kültür, sanat, müzik, edebiyat, bilim, felesefe, din. Ayrıca bunların gökten inmeyip milyonlarca yıllık gelişmenin ürünü olduğunu varsayıyoruz.
Yunan filozofu Anaksagoras (İ.Ö. 500-428) parlak bir çıkarsamayla, insanın zihinsel gelişiminin ellerin özgürleşmesine bağlı olduğunu söylemiştir. Önemli makalesi Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’nde Engels bu geçişin nasıl başarıldığını kesin biçimde gösterir. Elleri emek için özgürleştiren dik duruşun ve başparmağı diğer parmaklarla karşı karşıya konumlandırarak kavramayı olanaklı kılan ellerin biçiminin, sonradan beynin gelişiminin ana uyarıcısı olan alet yapımının fizyolojik önkoşulları olduğunu gösterir. Düşünceden koparılması mümkün olmayan konuşma da bizatihi toplumsal üretimin gereklerinden, işbirliği yoluyla karmaşık fonksiyonların gerçekleştirilmesi ihtiyacından doğar. Engels’in bu teorileri, insansı maymunların daha önceleri düşünüldüğünden çok daha erken bir tarihte Afrika’da ortaya çıktığını ve beyinlerinin modern şempanzelerinkinden hiç de büyük olmadığını gösteren paleontolojinin* en son keşifleriyle çarpıcı biçimde doğrulanmıştır. Demek ki, beynin gelişimi alet üretiminden sonra ve onun bir sonucu olarak gelmektedir. Bu bakımdan “başlangıçta Söz vardı” doğru değildir, aksine Alman şairi Goethe’nin ilân ettiği gibi “başlangıçta Eylem vardı.”
Soyut düşünce yeteneği dilden ayrı tutulamaz. Ünlü prehistoryacı Gordon Childe şu sonuca varıyor:
Muhakeme ve şempanzeninki de dahil düşünme dediğimiz her şeyin, psikologların imge dedikleri zihinsel işlemleri içermesi gerekir. Görsel bir imgenin, diyelim bir muzun zihinsel resminin, her zaman belirli bir yerdeki belirli bir muzun resmi olması riski vardır. Bir sözcük ise aksine, açıklandığı gibi, her gerçek muza bireyselliğini veren tam da o arızi özellikleri elediği için daha genel ve soyuttur. Sözcüklerin zihinsel imgeleri (sesin ya da o sesi çıkarırken zorunlu olan kas hareketlerinin resimleri) düşünmeye eşlik eden uygun karşılıklarını oluştururlar. Bunların yardımıyla düşünme zorunlu olarak, tam da hayvan düşünmesinin yoksun göründüğü soyutluk ve genellik niteliğine sahiptir. İnsanlar, “muz” denilen nesneler sınıfı hakkında düşünebilir ve konuşabilirken, şempanzeler “o borunun içindeki o muz”un ötesine asla geçmezler. Böylelikle, dil denen toplumsal araç, tumturaklı biçimde “insanın somuta tutsaklıktan kurtuluşu” diye tanımlanan şeye katkıda bulunmuştur. [2]
İlk insanlar uzun bir zaman sürecinden sonra, meselâ, bir bitki ya da bir hayvan genel düşüncesini oluşturdular. Bu, çok sayıda bitki ve hayvana dönük somut gözlemlerden doğdu. Ama biz “bitki” genel kavramına vardığımızda, artık önümüzde şu ya da bu çiçeği yahut çalıyı değil, bunların hepsinde ortak olanı görürüz. Bir bitkinin varlığının en derinindeki özünü kavrarız. Bununla karşılaştırıldığında tek tek bitkilerin özel nitelikleri ikincil ve geçici olarak görünür. Kalıcı ve evrensel olan, genel kavramda içerilmektedir. Aslında belirli çiçekler ve çalılar dışında bitki denen şeyi asla göremeyiz. Bu zihnin bir soyutlamasıdır. Yine de bu, tüm ikincil özelliklerinden soyulduğunda bitkinin doğası için temel olanın daha derin ve daha doğru bir ifadesidir.
Ne var ki ilk insanların soyutlamaları bilimsel bir nitelik taşımaktan uzaktı. Bu açıklamalar yalnızca deneysel arayışlardı, bir çocuğun izlenimleri gibi; kimi zaman yanlış olabilen, ama her zaman cesur ve hayalgücü kuvvetli öngörüler, hipotezler. Uzak atalarımız için güneş zaman zaman onları ısıtan ve zaman zaman da yakan büyük bir varlıktı. Yer uyuyan bir devdi. Ateş, dokunduklarında onları ısıran vahşi bir hayvan. İlk insanlar gök gürültüsü ve şimşeğe tanık oldular. Bu onları korkutmuş olmalıdır, tıpkı bugün hayvanları ve insanları korkuttuğu gibi. Ama hayvanlardan farklı olarak insanlar olayın genel bir açıklamasını aradılar. Herhangi bir bilimsel bilginin yokluğunda açıklama, değişmez biçimde doğaüstü bir açıklama oldu; çekiciyle örsü döven bir tanrı. Bu tür açıklamalar bize, çocukların naif açıklamaları gibi yalnızca gülünç görünür. Ancak, o dönemde bunlar son derece önemli hipotezlerdi; insanların dolaysız deneyimden ayırt ettiği ve ondan tümüyle ayrı bir şey olarak gördüğü olayın akılcı bir nedenini bulma çabası.
Erken dinin en karakteristik biçimi animizmdir: canlı ya da cansız her şeyin bir ruhu olduğu anlayışı. Kafasını çarptığı masaya tokat atan çocukta da benzer tipte bir tepki görürüz. Aynı şekilde ilk insanlar, ve bugünkü bazı kabileler de, kesmeden önce ağacın ruhundan kendilerini affetmelerini isterler. Animizm, insanlığın kendisini hayvan dünyasından ve genelde doğadan henüz tamamen ayırmadığı bir döneme aittir. İnsanların hayvanların dünyasına olan yakınlıklarına, atların, geyik ve bizonun modern sanatçılar tarafından bir daha asla yakalanamayacak olan bir doğallıkla resmedildikleri mağara sanatının tazeliği ve güzelliği tanıklık eder. Bu, bir daha geri getirilemeyecek olan insan soyunun çocukluk dönemiydi. Bu uzak atalarımızın psikolojisini yalnızca hayal edebiliriz. Ama paleontolojinin keşiflerini antropolojiyle birleştirerek, içinden çıktığımız dünyayı en azından taslak olarak yeniden kurmamız mümkündür.
Büyü ve dinin kökenlerini araştıran klasik antropoloji çalışmasında Sir James Frazer şunları yazıyor:
Bir vahşinin, daha gelişkin insanların doğa ve doğaüstü arasında çizdiği ayrımı anlaması pek zordur. Ona göre dünya büyük ölçüde doğaüstü güçler tarafından, yani kendisininki gibi itkiler ve dürtülerle hareket eden, yine kendisi gibi, kendisine yapılan merhamet, umut ve korku çağrılarına göre davranmaya müsait kişisel varlıklar tarafından işletilmektedir. Böyle tasavvur edilen bir dünyada doğanın gidişini kendi yararına etkileme gücü ona sınırsız görünür. Dualar, vaatler ve tehditler, tanrılardan iyi hava koşulları ve bol mahsul koparmasını sağlayabilir; ve eğer bir tanrı, zaman zaman onun da inandığı gibi, onun kendi kişiliğinde yeniden canlanacak olursa, o zaman daha yüksek hiçbir varlığa başvurma ihtiyacı duymaz; kendisinin ve hemcinslerinin mutluluğunu arttırmak için gerekli tüm güçleri kendisinde toplamıştır. [3]
Ruhun bedenden ayrı ve bağımsız olduğu anlayışı vahşiliğin en uzak dönemine kadar uzanır. Bunun temeli çok açıktır. Biz uyurken ruh bedeni terk edip rüyalarda gezinir. Genişletme yoluyla, ölüm ve uyku arasındaki benzerlik (Shakespeare “ölümün ikinci beni” diyordu), ruhun ölümden sonra da varolmayı sürdürebildiği fikrine ilham vermiştir. Böylece ilk insanlar kendi içlerinde kendi bedenlerinden ayrı bir şey olduğu sonucuna vardılar. Bu, bedene komuta eden ve her türden inanılmaz şeyi, beden uyurken bile yapabilen ruhtur. Bu insanlar yine bilgece sözlerin yaşlı insanların ağzından çıktığına dikkat ederek, beden ölürken ruhun yaşamaya devam ettiği sonucuna vardılar. Göçme fikrine alışkın insanlar için ölüm, yolculuk için yiyecek ve gereçlere de ihtiyaç duyan ruhun göçü olarak görüldü.
Önceleri sabit bir mekânı olmayan ruhlar, çoğunlukla bir sıkıntıya yol açarak salt gezinti yapıyor ve yaşayanları onların huzura erdirilmesi için olağanüstü mesafelere gitmeye zorluyorlardı. İşte burada dinsel seremonilerin kökenini görüyoruz. Sonuç olarak bu ruhların yardımı dua aracılığıyla elde edilebilirdi. Bu aşamada din (büyü), sanat ve bilim ayrışmış değillerdi. Kendi çevreleri üzerinde gerçek hakimiyet kurma araçlarından yoksun olan ilk insanlar, amaçlarına doğayla büyüye dayalı bir ilişki kurarak ve böylece onu kendi iradelerine tâbi kılarak ulaşmaya çalıştılar. İlk insanların kendi ruh-tanrılarına ve fetişlerine karşı tavırları son derece pratikti. Duaların niyeti sonuç elde etmekti. Bir insan kendi elleriyle bir put yapar ve onun önünde yere kapanırdı. Ama arzu edilen sonuç gelmezse, yakarış yoluyla almayı beceremediği şeyi şiddet yoluyla çekip çıkarmak için puta lânet okur ve ona vururdu. Rüyalar ve hayaletlerin bu ilginç dünyasında, ya da bu din dünyasında, ilkel akıl, olan biten her şeyi görünmeyen ruhların işi olarak görüyordu. Her çalı ve akıntı, dost ya da düşman bir canlı yaratıktı. Her şanslı olayın, her rüyanın, ağrı ya da duyumun sebebi bir ruhtu. Dinsel açıklamalar, doğa yasalarına dair bilgi eksikliğinin bıraktığı boşluğu doldurdu. Ölüm bile doğal bir olay olarak değil, tanrılara karşı işlenmiş bir suçun sonucu olarak görüldü.
İnsan soyunun varoluşunun büyük bölümünde insanların zihinleri bu tür şeylerle dolu olmuştur. Üstelik bu yalnızca, insanların ilkel toplumlar olarak görmekten hoşlandığı toplumlarla sınırlı kalmamıştır. Aynı tür batıl inançlar biraz farklı kılıklar altında bugün de varolmayı sürdürüyorlar. Uygarlığın ince cilâsı altında, kökleri, yarı unutulmuş fakat alt edilmemiş uzak geçmişte olan ilkel akıldışı eğilimler ve fikirler gizlenmektedir. İnsanlar kendi varoluş koşulları üzerinde sıkı bir denetim kurmadıkça da, bunların kökü, nihayetinde insan bilincinden kazınmayacaktır.
İşbölümü
Frazer ilkel toplumda kol ve kafa emeğinin birbirinden ayrılmasının, şaşmaz biçimde bir rahipler, şamanlar ya da büyücüler kastının oluşumuyla bağlantılı olduğuna işaret etmektedir:
Toplumsal ilerleme, bildiğimiz gibi, asıl olarak işlevlerin art arda farklılaşmasından, ya da daha basit ifadeyle işbölümünden oluşmaktadır. İlkel toplumda iş, hepsi birbirine benzeyen insanlar tarafından yapılır ve hepsi eş derecede ya da neredeyse eş derecede kusurlu olan insanlar tarafından farklı işçi sınıfları arasında kademeli olarak dağıtılır ve gitgide kusursuz biçimde yerine getirilir; ve onun uzmanlaşmış emeğinin maddi ya da maddi olmayan ürünleri herkesçe bölüşüldüğü ölçüde, bütün topluluk artan uzmanlaşmadan yararlanır. Şimdi büyücüler ya da tıp adamları, toplumun evriminde en eski zanaatkâr ya da mesleki sınıfı oluşturuyor görünüyorlar. Bildiğimiz her vahşi kabilede büyücüler bulunmuştur; ve Avustralya aborijinleri gibi en aşağı vahşiler arasında bunlar varolan yegâne mesleki sınıftırlar. [4]
Ruhu bedenden, zihni maddeden, düşünmeyi eylemden ayıran düalizm, toplumsal evrimin verili bir aşamasında işbölümünün gelişmesiyle güçlü bir itilim kazandı. Toplumun sınıflara bölünmesiyle çakışan bir olgu olan kafa ve kol emeği arasındaki ayrılma, insanın gelişiminde büyük bir atılımı ifade eder. Toplumda ilk kez bir azınlık, zorunlu ihtiyaç maddelerini temin için çalışma zorunluluğundan kurtulmuştu. Bu en değerli nesneye, serbest zamana sahip olmak, insanların yaşamlarını yıldızların incelenmesine adayabilecekleri anlamına geliyordu. Alman materyalist filozofu Ludwig Feuerbach’ın açıkladığı gibi, gerçek teorik bilim kozmolojiyle başlar:
Hayvan yalnızca yaşamı doğrudan etkileyen ışını duyumsar; ama insan, onun için fiziksel olarak farksız olan en uzak yıldızın ışınını algılar. Sadece insan katıksız olarak zihinsel, çıkar sağlamaktan uzak zevk ve tutkulara sahiptir; sadece insanın gözü teorik şenlikler yapar. Yıldızlı göklere bakan, o ışığa kilitlenen göz, yerle ve onun zorunluluklarıyla ortak hiçbir noktası olmadığı için, eş derecede yararsız ve zararsızdır. Bu göz o ışıkta kendi doğasını, kendi kökenini görür. Göz doğası gereği gökseldir. O yüzden insan kendisini yalnızca gözle yerden yukarı yükseltir; o yüzden teori gökleri düşünmekle başlar. İlk filozoflar astronomlardı. [5]
Bu olgu, bu ilk aşamada her ne kadar dinle ve bir rahip kastının istek ve çıkarlarıyla iç içe idiyse de, aynı zamanda insan uygarlığının doğuşu anlamına geliyordu. Bunu anlayan Aristoteles de şunu yazmıştı:
Dahası bu teorik sanatlar, insanların bol serbest zamana sahip olduğu yerlerde ortaya çıkmıştır: örneğin matematik, zorunlu serbest zamanın nimetlerinden faydalanan Mısır’da ortaya çıkmıştır. [6]
Bilgi bir iktidar kaynağıdır. Sanatın, bilimin ve devletin bir azınlığın tekelinde olduğu her toplumda, bu azınlık bu iktidarı kendi çıkarları için kullanır ve suiistimal eder. Nil’in yıllık taşkını, mahsulü ona bağlı olan Mısır insanı için bir ölüm kalım sorunuydu. Mısırlı rahiplerin astronomik gözlemler temelinde Nil’in ne zaman kıyılarına taşacağını öngörme yetenekleri, onların toplum üzerindeki prestij ve iktidarlarını büyük ölçüde arttırmış olmalıdır. En güçlü buluş olan yazma sanatı, rahip kastının kıskançlıkla korunan sırrıydı. Ilya Prigogine ve Isabelle Stengers’in yorumladığı gibi:
Yazıyı Sümerler keşfetmişti; Sümerli rahipler geleceğin şu anda etrafımızda olup biten olaylarda gizlice yazılmış olabileceğini düşünüyorlardı. Hatta bu inancı birtakım büyüsel ve akılcı öğeler de katarak sistematize etmişlerdi. [7]
İşbölümünün daha da gelişmesi, entelektüel elit ile insanlığın el emeğine mahkûm çoğunluğu arasında, köprü kurulması olanaksız bir yarılmaya yol açtı. Entelektüel, ister Babilli rahip olsun ister modern teorik fizikçi, sadece bir tür emeği, zihinsel emeği bilir. Bu sonuncuların “kaba” el emeğine üstünlüğü binlerce yıldır derinlere işler ve bir önyargı gücüne kavuşur. Dil, sözcükler ve düşünceler, mistik güçlerle donatılır. Kültür, kendi sırlarını kıskançça koruyan ve kendi konumunu kendi çıkarlarına kullanıp suiistimal eden ayrıcalıklı bir elitin tekeli olur.
Eski devirlerde entelektüel aristokrasi fiziksel emeğe duyduğu küçümsemeyi gizleme gereği duymuyordu. İ.Ö. 2000 dolaylarında yazılmış olan ve Meslekler Üzerine Hiciv adıyla bilinen bir Mısır metninden alınma aşağıdaki parçanın, bir babanın, yazıcı olarak eğitim görmek üzere Yazı Okuluna gönderdiği oğluna yaptığı hararetli tavsiyelerden oluştuğu düşünülmektedir:
Çalışan adamın nasıl çalıştığını gördüm; sen kalbini yazmaya vermelisin. Ve ben bir insanın kendi yükümlülüklerinden nasıl kurtarılabileceğini de gözledim; unutma, yazmaktan daha üstün hiçbir şey yoktur ...
Metal işçisini fırınının ağzında çalışırken gördüm. Parmakları sanki timsahlar gibiydi; balık yumurtasından daha iğrenç kokuyordu ...
Küçük inşaat işçisi çamur taşır ... Çamur çiğnemekten dolayı asmalardan ya da domuzlardan daha pistir. Kıyafetleri kaba ve çamurludur.
Ok yapıcısı [taş uçları temin etmek için] çöle çıktığında çok sefildir. Yaptığı işin [değerinden] daha fazlasını eşeğine verir ...
Çamaşırcı adam timsahların yanıbaşında nehir kıyısında çamaşır yıkar ...
Sakın aklından çıkarma, patronu olmayan meslek yoktur; yazıcıdan başka: patron odur ...
Sakın aklından çıkarma, Kralın Evi’ndeki yiyecekten –yaşam, zenginlik, sağlık!– mahrum kalan yazıcı yoktur ... Onun babası ve annesi, bu hayat yolunda azimli olması için tanrıya şükrederler. Bunları aklından çıkarma, sana ve senin çocuklarının çocukları önüne [bunları koydum.] [8]
Aynı tavır Yunanlılar arasında da hakimdi. Ksenophon şöyle diyor:
Mekanik işler denilen işler, toplumsal bir damga taşırlar ve bizim kentlerimizde lekelenmişlerdir, çünkü bu işler onlarla uğraşanların ya da onlara gözetmenlik edenlerin bedenlerini, onları eve kapalı, hareketsiz bir hayata ve bazı durumlarda tüm günü ateşin başında geçirmeye zorlayarak hasara uğratır. Bu fiziksel yozlaşma ruhun da bozulmasına yol açar. Daha da ötesi, bu işlerde çalışan işçilerin arkadaşlık ya da yurttaşlık görevlerini yapmaları için zamanları yoktur. Sonuç olarak onlara, kötü arkadaşlar ve kötü yurtseverler gözüyle bakılır ve bazı kentlerde, özellikle savaş kentlerinde, bir yurttaşın mekanik işler yapması yasal değildir. [9]
Kafa ve kol emeği arasındaki köklü ayrışma fikirlerin, düşüncelerin ve sözcüklerin bağımsız bir varlığı olduğu yanılsamasını derinleştirir. Tüm dinin ve felsefi idealizmin altında bu yanlış anlayış yatar.
Kendi suretinde insanı yaratan tanrı değildir, aksine tanrıları kendi suret ve benzeyişlerinde yaratan insanlardır. Ludwig Feuerbach, kuşların bir dini olsaydı tanrılarının kanatlı olacağını söylüyordu. “Din, kendi anlayış ve duygularımızın bize bağımsız ve dışımızda varlıklar olarak göründüğü bir rüyadır. Dinsel akıl özne ve nesne arasında ayrım yapmaz, şüpheden muaftır; başka şeyleri kendisinden ayırt etme yetisinden yoksundur, ama kendi tahayyüllerini kendi dışında ayrı varlıklar olarak görme yetisine sahiptir.” [10] Kolophon’lu Ksenophanes de bunu anlamıştı: “Homeros ve Hesiodos, insanlar arasındaki bütün utanç verici ve onursuz işleri tanrılara atfetmiştir: çalıp çırpma, zina ve birbirini kandırma ... Etiyopyalılar kendi tanrılarını siyah ve kalkık burunlu yaparlar, ve Trakyalılar da gri gözlü, kızıl saçlı ... Eğer hayvanlar da insanlar gibi resim veya başka şeyler yapabilselerdi, atlar ve öküzler de kendi tanrılarını kendi suretlerinde yaparlardı.” [11]
Neredeyse tüm dinlerde varolan yaratılış efsaneleri, şaşmaz biçimde imgelerini gerçek hayattan alırlar, örneğin, şekilsiz kile şekil veren çömlekçi imgesi. Gordon Childe’ın düşüncesine göre, ilk kitap Tekvin’deki Yaratılış hikâyesi, Mezopotamya’da “Başlangıçta” toprağın gerçekten sulardan ayrılmış olduğu, ama bunun ilâhi müdahaleyle olmadığı olgusunu yansıtıyordu:
Üzerinde büyük Babil kentlerinin yükseleceği toprak kelimenin tam anlamıyla yaratılmalıydı; Kutsal Kitapta adı geçen Erek’in tarih öncesi habercisi, alüviyal çamur üzerine çaprazlama yatırılan sazlıklardan oluşan bir tür platform üzerine inşa edilmişti. İbranilerin Tekvin kitabı, bizi Sümer’in çok daha eski ve bozulmamış haline ilişkin gelenekler hakkında bilgilendirmiştir: su ve kuru toprak arasındaki sınırın hâlâ akışkan olduğu bir “kaos”. “Yaratılış”taki temel hadiselerden birisi bu unsurların ayrışmasıdır. Oysa toprağı yaratan tanrı değil bizzat proto-Sümerlerdi; tarlaları sulamak ve bataklığı kurutmak için kanallar açtılar; insanları ve hayvanları sulardan korumak için bentler ve yüksek platformlar inşa ettiler; sert sazlıkları ilk kez açarak bunlar arasındaki kanalları keşfettiler. Bu mücadelenin anısının geleneklerde inatla yaşaması, eski Sümerlilerin içine düştükleri zorluğun ölçüsü hakkında bir fikir verir. Elde ettikleri ödül ise, besleyici hurmaların sağlama bağlanmış mahsulü, akaçlanmış tarlalardan bol ürün ve sürüler için sürekli otlaklardı. [12]
İnsanın dünyayı ve onun içinde kendi yerini açıklama yolundaki en eski çabaları mitolojiyle iç içe geçmiştir. Babilliler tanrı Marduk’un, toprağı sudan, göğü de yerden ayırarak, Kaosun içinden Düzen yarattığına inanıyorlardı. Yahudiler Kutsal Kitabın Yaratılış mitini Babillilerden aldı ve sonra da Hıristiyan kültürüne aktardı. Bilimsel düşüncenin gerçek hikâyesi, erkeklerin ve kadınların mitolojiden vazgeçmesiyle ve tanrıları araya karıştırmadan, doğanın akılcı bir tasarımına varmak için çaba göstermesiyle başlar. O andan itibaren, insanlığın maddi ve manevi esaretten kurtuluş için gerçek mücadelesi başlar.
Felsefenin ortaya çıkması insan düşüncesinde gerçek bir devrimi temsil eder. Modern uygarlığın büyük bölümü gibi, biz de onu eski Yunanlılara borçluyuz. Hintliler, Çinliler ve daha sonra Araplar tarafından önemli ilerlemeler kaydedilmiş olmasına rağmen, Rönesansa kadar olan dönemde felsefe ve bilimi en yüksek noktasına çıkaranlar Yunanlılardı. İ.Ö. 7. yüzyılın ortalarından itibaren dört yüzyıllık dönemin Yunan düşünce tarihi, insanlık tarihinin en etkileyici sayfalarından birini oluşturur.
Materyalizm ve İdealizm
Yunanlılardan ta bugüne kadar tüm felsefe tarihi iki zıt düşünce okulu arasındaki bir mücadeleden ibarettir: materyalizm ve idealizm. Burada, felsefede kullanılan kavramların gündelik dilden nasıl temelli biçimde farklılaştığının mükemmel bir örneği ile karşılaşıyoruz.
Birisini “idealist” olarak andığımızda normalde aklımızda yüksek idealleri ve kusursuz ahlâkı olan bir insan vardır. Materyalist ise tersine, yiyeceğe ve diğer şeylere karşı azgın bir iştah duyan, ilkesiz, para düşkünü, bencil bir birey olarak –kısacası tamamen sevimsiz bir karakter olarak– görülür.
Bunun felsefi materyalizm ve idealizmle hiç ilgisi yoktur. Felsefi anlamda idealizm dünyanın yalnızca düşüncelerin, zihnin, ruhun, ya da daha doğrusu, fiziksel dünya varolmadan önce varolan İdeanın bir yansıması olduğu görüşünden hareket eder. Duyularımızla bildiğimiz kaba maddi şeyler, bu okula göre, kusursuz İdeanın kusurlu kopyalarıdır. Antik dönemde bu felsefenin en tutarlı savunucusu Platon’du. Gelgelelim, idealizmi o icat etmedi, onun bir evveliyatı vardı.
Pisagorcular her şeyin özünün Sayı olduğuna inanıyorlardı (bazı modern matematikçiler tarafından alenen paylaşılan bir görüş). Pisagorcular genelde maddi dünyaya, özelde de, ruhu esir eden bir hapishane olarak gördükleri insan bedenine karşı bir horgörü beslediler. Bu, çarpıcı biçimde ortaçağın keşişlerinin dünyaya bakışını hatırlatıyor. Gerçekte Kilisenin, düşüncelerinin birçoğunu Pisagorculardan, Platonculardan ve yeni-Platonculardan almış olması pek muhtemeldir. Bu şaşırtıcı değil. Tüm dinler zorunlu olarak idealist bir dünya görüşünden hareket ederler. Fark şuradadır ki, din duygulara hitap eder ve dünyanın mistik, sezgisel bir tasarımını (“Vahiy”) sunduğunu iddia ederken, idealist filozofların çoğu kendi teorileri için mantıksal argümanlar sunmaya çalışırlar.
Ama dibine inildiğinde, idealizmin tüm biçimlerinin kökleri dinsel ve mistiktir. “Kaba maddi dünyayı” hor görme ve “İdeali” yüceltme, doğrudan doğruya, az önce din bakımından üzerinde durduğumuz olgulardan doğar. Platoncu idealizmin, köleci sistemin doruğuna ulaştığı dönemde Atina’da gelişmiş olması bir tesadüf değildir. O günlerde el emeği, kelimenin tam anlamıyla köleliğin damgası olarak görülüyordu. Takdire layık tek emek zihinsel emekti. Esasen felsefi idealizm, yazılı tarihin şafağından günümüze kadar süregelen kafa ve kol emeğinin aşırı bölünmesinin bir ürünüdür.
Ne var ki, Batı felsefesi tarihi idealizmle değil, tam aksini ileri süren materyalizmle başlar: bildiğimiz ve bilimle keşfettiğimiz maddi dünya gerçektir; tek gerçek dünya maddi olandır; düşünceler, fikirler ve duyular belirli bir tarzda örgütlenmiş maddenin (bir sinir sistemi ve bir beyin) ürünüdürler; düşünce kendi kategorilerini kendi içinden değil, kendisini bize duyularımız aracılığıyla bildiren nesnel dünyadan çıkarır.
En eski Yunan filozofları “hilozoistler” olarak (Yunancadan, “maddenin canlı olduğuna inananlar” anlamında) biliniyorlardı. Burada, düşüncenin gelişimine öncülük eden uzun bir kahramanlar dizisi ile karşı karşıyayız. Yunanlılar Kolomb’dan çok önce dünyanın yuvarlak olduğunu keşfettiler. Darwin’den çok önce insanların balıklardan evrildiğini açıkladılar. Matematikte, özellikle geometride, bin beş yüz yıl boyunca üzerine önemli bir şey konulmayan olağanüstü buluşlar yaptılar. Mekaniği icat ettiler ve hatta bir buhar makinesi yaptılar. Dünyaya bu bakış tarzında şaşırtıcı biçimde yeni olan şey, onun dinsel olmayışıydı. Çok şey öğrendikleri Mısırlılar ve Babillilerin tam tersine Yunanlı düşünürler, doğa olaylarını açıklamak için tanrılara ve tanrıçalara başvurmadılar. Erkekler ve kadınlar ilk kez doğanın işlemlerini salt doğanın terimleriyle açıklamaya çalışıyorlardı. Bu insan düşüncesinin tarihinde en büyük dönüm noktalarından biriydi. Gerçek bilimin başladığı yer burasıdır.
Antik filozofların en büyüğü olan Aristoteles, eski hilozoistler kadar tutarlı olmamasına rağmen, bir materyalist olarak görülebilir. Yunan biliminin İskenderiye dönemindeki büyük başarılarının temelini döşeyen bir dizi önemli bilimsel keşif yapmıştır.
Antik toplumun çöküşünden sonraki Ortaçağ, bilimsel düşünceyi yüzyıllar boyunca cansızlaştıran bir çöldü. Hiç de tesadüf olmayan bir biçimde bu dönem Kilisenin hakim olduğu bir dönemdi. İdealizm, ya Platon’un bir karikatürü ya da Aristoteles’in en kötü tahrifatı biçiminde, izin verilen yegâne felsefeydi.
Rönesans döneminde muzafferane biçimde yeniden dirilen bilim, dinin etkisine karşı (sırası gelmişken, sadece Katolikliğe karşı değil, Protestanlığa karşı da) sert bir savaş vermek zorunda kaldı. Birçok şehit, bilim özgürlüğünün bedelini kendi yaşamlarıyla ödedi. Giordano Bruno ateşte yakıldı. Galileo iki kez Engizisyon önünde mahkemeye çıkarıldı ve işkence tehdidi altında görüşlerinden vazgeçmeye çağrıldı.
Rönesansın başat felsefi akımı materyalizmdi. İngiltere’de bu, ampirizm (tüm bilginin duyulardan kaynaklandığını savunan düşünce okulu) biçimini aldı.* Bu okulun öncüleri Francis Bacon (1561-1626), Thomas Hobbes (1588-1679) ve John Locke (1632-1704) idi. Materyalist okul, İngiltere’den, devrimci bir içerik kazandığı Fransa’ya geçti. Diderot, Rousseau, Holbach ve Helvetius’un ellerinde felsefe tüm mevcut toplumu eleştirmenin bir aracı haline geldi. Bu büyük düşünürler 1789-1793’te feodal monarşinin devrimci yıkılışının yolunu hazırladılar.
Yeni felsefi görüşler deney ve gözlemi teşvik ederek bilimin gelişimini hızlandırdılar. 18. yüzyıl bilimde büyük bir atılıma tanık oldu, özellikle mekanikte. Ama bu olgunun olumlu olduğu kadar olumsuz bir yanı da vardı. Eski 18. yüzyıl materyalizmi, bilimin bizatihi sınırlı gelişimini yansıtırcasına dar ve katıydı. Newton, ampirizmin sınırlarını ünlü “hiçbir hipotezim yok” sözüyle ifade etmişti. Bu tek yanlı mekanik bakış açısının, nihayetinde eski materyalizm için ölümcül olduğu ortaya çıktı. Paradoksal olarak, felsefede 1700’den sonraki büyük ilerlemeler idealist filozoflar tarafından kaydedilmiştir.
Fransız devriminin etkisiyle Alman idealisti Immanuel Kant (1724-1804) önceki tüm felsefeyi topyekûn bir eleştiriden geçirdi. Kant sadece felsefe ve mantıkta değil bilimde de önemli keşifler yaptı. Onun güneş sisteminin kökenlerine ilişkin Bulutsu [nebula] hipotezi (daha sonra Laplace tarafından matematiksel bir temele kavuşturuldu) şu anda genel olarak doğru kabul edilmektedir. Felsefe alanında, Kant’ın başyapıtı Saf Aklın Eleştirisi, Aristoteles tarafından ilk geliştirildiği günden bu yana gerçekte değişmeden kalmış olan mantık biçimlerini analiz eden ilk çalışmaydı. Kant felsefenin en temel kabullerinin çoğunda örtük olarak varolan çelişkileri gösterdi. Gelgelelim bu çelişkileri (“çatışkıları”) çözmeyi beceremedi, ve sonunda dünyanın gerçek bilgisinin olanaksız olduğu sonucunu çıkardı. Görünüşleri bilmek mümkünse de, şeylerin “kendinde” nasıl olduklarını bilmemiz asla mümkün değildir.
Bu fikir yeni değildir. Felsefe tarihinde defalarca tekrarlanmış ve genel olarak öznel idealizm dediğimiz isimle adlandırılmıştır. Aynı fikir Kant’tan önce İrlandalı rahip ve filozof George Berkeley ve klasik İngiliz ampiristlerinin en sonuncusu David Hume tarafından ileri sürülmüştü. Temel argüman şöyle özetlenebilir: “Dünyayı duyumlarım aracılığıyla yorumlarım. Bu nedenle, varolduğunu bildiğim tek şey duyu izlenimlerimdir. Örneğin bu elmanın varolduğunu söyleyebilir miyim? Hayır. Tüm söyleyebileceğim, onu gördüğüm, hissettiğim, kokladığım, tattığımdır. Bu bakımdan, gerçekte bir maddi dünyanın varolduğunu hiçbir surette söyleyemem.” Öznel idealizmin mantığına göre, eğer gözlerimi kaparsam dünya varolmaktan çıkar. Nihayetinde bu solipsizme (Latinceden, “solo ipsus” –“tek ben”), yani sadece ben varım düşüncesine varır.
Bu fikirler bize saçma görünebilir, ama bunlar tuhaf biçimde kalıcı olmuşlardır. Öznel idealizmin önyargıları, şu ya da bu biçimde, sadece felsefeye sızmakla kalmamış, 20. yüzyılın büyük bir bölümü için bilime de sızmıştır. İleride bu eğilimle daha özel olarak uğraşacağız.
En büyük atılım 19. yüzyılın ilk onyıllarında George Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) ile geldi. Hegel yapıtlarında bütün felsefe tarihini etkili biçimde özetleyen, yüksek zekâya sahip bir Alman idealistiydi.
Hegel, Kant’ın “Çatışkılarının” üstesinden gelmenin tek yolunun, çelişkilerin sadece düşüncede değil, gerçek dünyada, fiilen varolduğunu kabul etmek olduğunu gösterdi. Bir nesnel idealist olarak Hegel’in, insan aklının gerçek dünyayı bilemeyeceğine dair öznel idealist argümana tahammülü yoktu. Düşünce biçimlerinin nesnel dünyayı mümkün olduğu ölçüde yakından yansıtması gerekir. Bilgi süreci, soyuttan somuta, bilinenden bilinmeyene, özelden evrensele doğru ilerleyerek, bu gerçekliğe gitgide daha derinlemesine girmekten ibarettir.
Antik dönemde, özellikle Herakleitos’un (İ.Ö. 500) naif, fakat parlak özdeyişlerinde, ama aynı zamanda Aristoteles’te ve diğerlerinde de büyük bir rol oynayan diyalektik düşünme yöntemi, kilisenin Aristoteles’in biçimsel mantığını cansız ve katı bir dogmaya çevirdiği Ortaçağda terk edildi ve Kant’ın ona itibarını iade etmesine kadar tekrar görünmedi. Ne var ki diyalektik Kant’ta yeterli bir gelişme göstermedi. Diyalektik düşünme bilimini en yüksek gelişme noktasına çıkarmak Hegel’e düştü.
Hakim mekanizm felsefesine tek başına kafa tutması olgusu Hegel’in büyüklüğünü göstermeye yeter. Yalıtık olaylarla değil süreçlerle uğraşan Hegel’in diyalektik felsefesi, şeyleri ölü olarak değil canlı olarak, yalıtık değil karşılıklı etkileri içinde ele alır. Bu felsefe, dünyaya bakmanın şaşırtıcı ölçüde modern ve bilimsel bir yoludur. Gerçekten Hegel birçok bakımdan zamanının çok ötesindeydi. Yine de, birçok parlak sezgilerine rağmen, Hegel’in felsefesi nihai ölçüde tatmin edici değildi. Başlıca kusuru, Hegel’in kesin biçimde idealist olan bakış açısıydı, bu da onu diyalektik düşünme yöntemini gerçek dünyaya bilimsel bir biçimde tutarlılıkla uygulamaktan alıkoyuyordu. Maddi dünya yerine, gerçek şeylerin, süreçlerin ve insanların maddi olmayan gölgelerle yer değiştirdiği Mutlak İdea’nın dünyası söz konusuydu. Friedrich Engels’in sözleriyle, Hegel diyalektiği tüm felsefe tarihinde boşa çıkan en büyük beklentiydi. Burada doğru fikirler başaşağı duruyordu. Diyalektiği sağlam bir temele oturtmak için, Hegel’i başaşağı çevirmek, idealist diyalektiği diyalektik materyalizme dönüştürmek gerekir. Bu Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in büyük başarısıdır. İncelememiz, onlar tarafından geliştirilen materyalist diyalektiğin temel yasalarının kısa bir dökümüyle başlamaktadır.
[1] Gordon Childe, What Happened in History, s.19. [Tarihte Neler Oldu, Alan Y., Ekim 1982, s.15]
* Paleontoloji: Fosilleri ve diğer çok eski zamanlara ait yaşam kayıtlarını inceleyen bilim dalı.
[2] Gordon Childe, age, s.19-20. [age, s.15]
[3]Sir James Frazer, Golden Bough, s.10. [Altın Dal, cilt 1, Payel Y., Aralık 1991, s.10]
[4]Sir James Frazer, Golden Bough, s.105.
[5] Ludwig Feuerbach, The Essence of Christianity (Hıristiyanlığın Özü), s.5.
[6] Aristoteles, Metaphysics, s.53. [Metafizik, Sosyal Y., Kasım 1996, s.79]
[7] I. Prigogine ve I. Stengers, Order Out of Kaos, Man’s New Dialogue with Nature, s.4. [Kaostan Düzene, İnsanın Tabiatla Yeni Diyaloğu, İz Y., 1996, s.37]
[8] aktaran: Margaret Donaldson, Children’s Minds (Çocukların Zihinleri), s.84.
[9] Oeconomicus, iv, 203, aktaran: B. Farrington, Greek Science (Yunan Bilimi), s.28-9.
[10] Ludwig Feuerbach, The Essence of Christianity, s.204-5.
[11] aktaran: A. R. Burn, Pelican History of Greece (Pelican Yunan Tarihi), s.132.
[12] G. Childe, Man Makes Himself, s.107-8. [Kendini Yaratan İnsan, Varlık Y., 1992, s.80-1]
* Ampirizm: Bilgi teorisinde, duyusal deneyimin bilginin yegâne kaynağı olduğunu savunan ve tüm bilginin deneye dayandırıldığını ve deneyden elde edildiğini onaylayan bir öğreti. Rasyonalizmin karşıtı. Bu öğretinin temel hatası, tek başına deneyimin rolünün metafizik bir abartılışı adına, bir sonuç çıkarma aracı olarak aklın reddedilmesi eğiliminde oluşudur.
link: Alan Woods - Ted Grant, 2. FELSEFE VE DİN, 13 Aralık 2006, https://marksist.net/node/1143