Bu ve takip eden bölümlerde, geleneksel toprak düzenindeki bozulmanın kırsal topluluklar üzerindeki etkileri; Osmanlı’nın “bozuk düzenli despotizm” döneminde toplum sınıfları cephesinde ne gibi gelişmelerin ve değişmelerin yaşandığı; bu dönemde ortaya çıkan isyan hareketlerinin (suhte, reaya, Celâli ve yeniçeri isyanları) sınıfsal niteliklerinin ve amaçlarının neler olduğu; klasik despotizm döneminde varolmayan ayanlık, ağalık, derebeylik gibi oluşumların, bozuk düzenli despotizm döneminde niçin ve nasıl ortaya çıktıkları; bu merkezkaç güçlerin Batı Avrupa’daki gibi bir “feodal ilişkiler sistemi” oluşturup oluşturmadıkları ve Osmanlı’nın bu döneminin feodalizm olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı; egemen siyasal (devletli) sınıf içinde ne gibi çatışmaların yaşandığı; yüksek devlet görevlilerinin ve ortaklık kurdukları tüccar, sarraf ve mültezim gibi unsurların elinde biriken servetlerin (ilk sermaye birikiminin) neden Osmanlı’da kapitalizme geçişi sağlayamadığı; ve nihayet, üç kıta üzerine yayılmış koskoca bir imparatorluğun, Batı’nın bir yarı sömürgesi durumuna nasıl geldiği ve nasıl çöktüğü konularını incelemeye çalışacağız.
Geleneksel toprak düzenindeki bozulmanın kırsal topluluklar üzerine etkileri
Osmanlı despotizminin ekonomik temelinin asyatik karakterli kır (köy) topluluklarının üretimine dayandığını daha önce görmüştük. Kendi içine kapanık, statik bir yapıda olan bu topluluklar 16. yüzyılın sonlarına kadar bu yapılarını aynen devam ettirmişlerdi. Yani bu topluluklar, Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren geçen üç yüzyıl boyunca ne bir değişim geçirebilmiş ne de herhangi bir çözülmeye uğramışlardı. İçinde reaya çiftliklerini barındıran statik yapılı bu köy toplulukları, esas olarak 16. yüzyılın sonlarında bir dış dinamiğin dolaylı etkilemesiyle çözülme sürecine gireceklerdi. Osmanlı’nın iç dengelerini altüst eden bu “dış dinamik”, daha önce sözünü ettiğimiz üzere, Avrupa’daki para ve fiyat devrimidir. Avrupa’da feodalizme darbe vuran para ve fiyat devrimi, asyatik bir ekonomik temel (asyatik üretim tarzı) üzerinde duran Osmanlı despotizmini de esaslı bir şekilde etkilemiş ve derin bir ekonomik ve malî bunalımın içine sürüklemişti. Ekonomik ve malî bunalımın yarattığı en önemli sonuç ise, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulması ve kırsal toplulukların büyük bir sarsıntı geçirerek çözülme sürecine girmesi oldu.
Daha önce de değindik; tımarların sipahinin elinden alınarak iltizama verilmesi, yani toprak gelirlerinin zengin devlet görevlilerine, tüccarlara, sarraflara vb. akmaya başlaması, kırsal kesimde yüzyıllardan beri tesis edilmiş olan eski statik dengenin altüst olmasına yetmişti. Eski düzende sipahinin koruyuculuğu ve gözetimi altında devletin toprağını işleyen ve karşılığında vergisini sipahiye ödeyen reaya, tımar kurumu çöktükten sonra, karşısında artık sipahiyi değil, mültezim denilen özel kişileri ve onlarla ortaklık kurmuş olan devletin soyguncu kolluk güçlerini (zaptiyeleri) bulacaktı. Korumasız ve güçsüz bir durumda olan reaya çiftçiler, 16. yüzyılın sonlarından itibaren işte bu servet düşkünü mültezimlerin ve ehl-i örf denen her düzeyden devlet görevlilerinin (asker-sivil bürokrasinin) baskılarına maruz kalarak topraklarını terk etmeye başlayacaklardı.
Reayayı toprağını terke zorlayan nedenlerin başında, devletin sefere hazırlık maksadıyla reayanın sırtına bindirdiği olağanüstü vergiler geliyordu. Üst üste gelen bu olağanüstü vergiler, çiftçileri büyük bir para darlığının içine düşürmüştü. Çiftçiler, devlete olan vergi borçlarını ödeyebilmek için faizle para bulmaya çalışıyor ve bu da onları tefecilerin eline düşürüyordu. Kırsal kesimde tefecilik yaparak reaya-çiftçiyi kendine bağımlı hale getirenler gene aynı adamlardı: Devlet görevlileri, mültezimler, tacirler ve sarraflar! Dönemin belgelerinden de anlaşılıyor ki, reaya-çiftçiler devlete olan vergi borçlarını ödeyebilmek için ürünlerini, evlerini, bağ ve bahçelerini karşılık göstererek, yüzde 300-360’a varan yıllık faizlerle tefecilerden borç para alıyorlar, fakat vadesi geldiğinde geri ödeme yapamadıkları için evlerini, bağ ve bahçelerini tefecilere devretmek zorunda kalıyorlardı.
Köylü yığınlarını soymak için tefecilerin başvurduğu bir diğer yöntem ise, “selem” denen gizli tefecilik idi. Bu yöntemde tefeciler, ürün daha tarladayken onu darda kalan köylüden yok pahasına satın alıyor ve sonra aynı ürünü yüksek fiyatla tekrar köylüye satarak çok kısa zamanda büyük paralar kazanıyorlardı. Tüccar, mültezim ve sarrafların yanı sıra, bu selem işini yapanlardan biri de, elinde nakit para birikimi olan maaşlı kapıkulu askerleri (yeniçeriler ve kapıkulu süvariler) idi. Bunlar, geleneksel toprak düzeninin bozulmaya başladığı bir dönemde taşraya akın etmişlerdi. Köylüye yüksek faizlerle borç para vererek veya köylünün tarladaki ürününü yok pahasına kapatarak büyük paralar kazanıyorlardı. İşte mevcut hukuk kuralları her türlü biçimde zorlanarak ve kitabına uydurularak, köylü yığınlarının toprağının, evinin, bağ ve bahçesinin devlet görevlileri tarafından fiilen zapt edilmesi de bu dönemde başlayacaktı.
Kırsal kesimde oluşmaya başlayan bu yeni düzende, servet ve güç sahiplerinin el koydukları toprakları daha az sayıda insanla işletmeye başlamaları, sayıları her geçen gün daha da artan bir topraksız ve işsiz köylü kitlesinin ortaya çıkmasına yol açacaktı. Öte yandan, bu dönemde Osmanlı parasının (akçenin) değerinin alabildiğine düşmesi, dolayısıyla fiyat artışlarının ve devalüasyonun çok yüksek düzeylerde seyretmesi, hammadde ve hayvan kaçakçılığını da çok kazançlı bir iş haline getirmişti. Üstelik hayvancılık, tarıma göre çok daha az sayıda insanla yapılabilen, daha az masraflı bir işti. Bu yüzden mültezimler ve yeni oluşmaya başlayan bey ve ağalar, ele geçirdikleri tarlaları meraya çevirerek hayvancılık yapmaya başlayacaklardı. Diğer taraftan, devletten “malikâne” şeklinde ömür boyu vergi toplama imtiyazı alan yüksek devlet görevlileri, zaman içinde bu malikâne toprakların tasarrufunu da zor yoluyla ele geçirerek, reaya-çiftçileri kendi topraklarından sürmeye başlayacaklardı.
İşte kırsal kesimde meydana gelen tüm bu gelişmeler, sonunda çok sayıda reayanın çiftliğini terk edip gitmesine (“çiftbozanlık” denen olay) ve topraksız, işsiz güçsüz bir köylü nüfusun oluşmasına yol açacaktı. Bu gelişmelerin doğrudan bir sonucu olarak, bu dönemde tahıl üretimi anormal bir şekilde düşmüş ve Anadolu’da görülmemiş bir kıtlık ve açlık baş göstermişti. Yüzyıllardan beri durgun ve hareketsiz bir yaşam sürdüren asyatik karakterli kırsal toplulukların böylesine hızlı bir biçimde çözülmesi, aslında Osmanlı’nın klasik despotik düzenini ayakta tutan maddi-ekonomik temelin de çökmesi anlamına geliyordu. Nitekim, kırdaki bu hızlı çözülmeyle birlikte tüm sistem ekonomik, toplumsal ve siyasal bakımdan tam bir kargaşa içine sürüklenecekti.
Osmanlı’da Celâli kavgalarının mahiyeti ve katılan kesimlerin özellikleri
16. yüzyılın üçüncü çeyreğinde başlayıp, 17. yüzyılın ilk on yılında da devam eden büyük Celâli karışıklıkları, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulması ve kırsal toplulukların derin bir bunalımın içine düşmesi sonucunda ortaya çıkmış ve düzenin daha da bozulması ve giderek tam bir kaosa sürüklenmesinde hızlandırıcı rol oynamışlardır. Özellikle taşrada yarattıkları karışıklık ve kargaşa ortamı nedeniyledir ki bu hareketler, her yerde başına buyruk mütegallibe (zorba) güçlerin (ağaların, derebeylerin) türemesini ve köylünün tasarrufundaki toprakların bu güçler tarafından fiilen gasp edilmesini daha da kolaylaştırmıştır. 1560’larda başlayıp 1610 yılına kadar devam eden ve bütün Anadolu’yu tam bir kargaşa içine sürükleyen bu isyan hareketlerine, yüzyılın başında (1519’da) bir Alevi-Türkmen ayaklanmasına önderlik eden sipahi Celâl’in (şeyh) adından ötürü, Celâli adı verilmiştir.
Celâli hareketlerine, alttaki toplum sınıflarından (reaya halk) ve üsteki egemen siyasi sınıftan hemen her unsur katılmıştır. Bu isyan hareketleri, sınırları açıkça belirlenmiş, gerçek anlamda bir sınıf çatışması olmaktan uzaktılar. Dolayısıyla bu hareketler, emekçi halk yığınları (kasaba ve köy reayası) ile egemen siyasal sınıf arasında geçen gerçek anlamda bir sınıf savaşı olarak değerlendirilemezler. Nitekim, güttükleri amaç ve hedefler açısından baktığımızda, durum daha bir açıklık kazanmaktadır. Bu hareketler, toplumsal açıdan düzen değişikliğini amaçlayan, sınıfsal temelli siyasal iktidar mücadeleleri olmamışlardı hiçbir zaman. Gerek içerikleri, gerekse amaçları bakımından karmakarışık bir yapıya sahip olan ve despotik düzende herhangi bir devrimsel değişikliğe yol açmayan Celâli hareketleri, sonunda tüm Anadolu’yu büyük bir kargaşa içine sürükleyerek ve kırsal topluluklara (reaya-köylü yığınlara) büyük yıkımlar getirerek son bulmuşlardır.
Celâli hareketlerine kimler katılmışlardı? Daha önce de belirttiğimiz üzere, bu hareketlere katılanlar toplumsal statüleri bakımından iki düzeye ayrılmaktaydılar. Halk sınıflarından olanlar ve yönetici egemen sınıftan olanlar. Bu hareketlere halk sınıfından katılanlar, başta medrese öğrencileri (suhteler-softalar) olmak üzere, “çiftbozan-levendler” denilen topraksız, işsiz güçsüz reaya yığınlar ve gene reaya kökenli olup, beylerin (beylerbeyleri ve sancakbeyleri) kapısında ücretli askerlik yapan “sekbanlar”dır. Yönetici sınıf kesiminden katılanlar ise, tımarlarını yitirip yoksul düşmüş sipahiler, toprak kapmak için başkentten Anadolu’ya gelen ulufeli kapıkulları (yeniçeriler ve kapıkulu süvariler), ehl-i örf denen eyalet ve vilayet yöneticileri (beylerbeyleri, sancakbeyleri, subaşıları vb.), ehl-i şer denen kadılar, müderrisler, imamlardır. Bunlara ilâveten, bir de yönetici sınıfla ortaklık kurmuş olan mültezimler vardır. Burada ilginç olan ve bir bakıma “Celâli kavgaları”nın karakterini de ortaya koyan durum şudur ki, Celâli kavgalarına katılan aynı insan kalabalıkları, bazen isyancı bir Celâli olup hükümet güçlerine karşı, bazen de hükümet gücü olup isyancılara karşı savaşmışlardır. Özetle söylersek, Osmanlı tarihinin belli bir kesitine damgasını vuran Celâli hareketleri, aslında asyatik-despotik yapılı bir toplumda kırın çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan toplumsal ve siyasal kaosun çarpıcı ifadesinden başka bir şey değildir.
Celâli kavgalarının gelişme seyri
Öğrencilerin Celâliliği (birinci evre): Celâli hareketlerinin ilk evresini, yüksek öğrenim yolu tıkalı olduğu için medrese öğrenimlerini tamamlayamayan ve bu nedenle de devlet kapısında geçimlerini sağlayacak maaşlı bir iş bulma şansını yitiren medrese öğrencilerinin (suhtelerin) ayaklanması oluşturmuştur. Bu öğrenciler, orta öğrenim düzeyindeki taşra medreselerini bitirmiş olmalarına karşın, yüksek öğrenim veren İstanbul, Edirne, Bursa gibi büyük kentlerdeki medreselere girme imkânı bulamadıkları için, ekonomik ve malî bunalımın en yoğun yaşandığı taşra kent ve kasabalarında işsiz güçsüz bir vaziyette ortada kalmışlardı.
Dinî eğitim kurumları olan ve bir anlamda ulema sınıfının kaynağını oluşturan medreseler, eskiden beri halka açık kurumlar olmuşlardı. Medreselerde öğrencilere öğrenim süresi boyunca barınacak yer, yiyecek aş ve gündelik veya aylık bir ücret verilirdi. Eskiden beri medreselere daha çok şehirli ve kasabalı halkın çocukları girerdi. Fakat 16. yüzyılın son çeyreğinde baş gösteren büyük ekonomik bunalım nedeniyle sıkıntıya düşen topraksız reaya yığınlarının çocukları da köylerden medreselere akın etmeye başlamışlardı. İşsiz durumda olan bu köylü gençler de medreselerin sağladığı imkânlardan kentliler gibi yararlanmak istiyorlardı. Medreseler, ilköğretimden sonraki tüm öğrenim kademelerini (orta ve yüksek) kendi bünyesinde toplamış okullardı. Taşradaki medreseler orta düzeyde öğrenime; İstanbul, Bursa, Edirne gibi büyük şehirlerdeki medreseler ise yüksek öğrenime ayrılmıştı. Büyük medreselerde okuyan öğrenciler “danişment” adını alıyordu. Bu okullardan bitirme belgesi alan danişmentler, belli bir bekleme süresinden sonra taşra kentlerine müderris (öğretmen) veya kadı olarak atanıyorlardı.
Fakat, ekonomik bunalım döneminde, medreselerdeki öğrenci mevcudunun giderek artması (bu sayı 16. yüzyılın sonunda 9 bine ulaşmıştı), bu okulları işlemez hale getirmiş ve taşra medreselerinden İstanbul’daki büyük medreselere geçiş imkânı fiilen ortadan kalkmıştı. Büyük medreselere gidemeyen ve bu yüzden bulundukları şehirlerde hiçbir iş yapmadan kitleler halinde bekleyen öğrenciler (suhteler) şehirler için büyük bir yük haline gelmeye ve tehlike oluşturmaya başlamışlardı. Başlangıçta yalnızca kendi aralarında münakaşalara ve zaman zaman da kanlı bıçaklı kavgalara tutuşan suhteler, 1560’lardan itibaren artık iki-üç yüz kişilik çeteler oluşturarak devletin asayiş güçlerine kafa tutar hale gelmişlerdi.
Suhtelerin eylemleri giderek siyasal içerik de taşıyan eylemler haline geliyor ve esas olarak da kentin zenginlerini, devlet görevlilerini, vergi toplama yetkisine sahip mültezimleri hedef alıyordu. 1581-82’de İran’la yapılan savaş nedeniyle, Osmanlı ordusunun Anadolu’dan uzaklaşması, suhte hareketini doruğa ulaştırmıştı. Suhteler, köylüleri soyarak zenginleşen mültezimleri, yeniçeri büyüklerini ve diğer devlet görevlilerini cezalandırmak ve mallarını mülklerini yağmalamak amacıyla, onların yaşadıkları bölgelere, kentlere saldırmaya kadar işi götürmüşlerdi. Suhteler, toplanan vergileri yağmalıyor, zenginlerin konaklarını basıyor ve hapse atılan köylüleri kurtarıyorlardı. Vilayet yöneticileri suhte hareketi karşısında acze düşmüştü; emir verdikleri kolluk güçleri de suhtelerle savaşmak istemiyorlardı. Düzeni sağlamak için hükümetin merkezden gönderdiği özel asayiş birlikleri de kente sokulmuyor, hatta bunlardan bazıları kentin ortasında öldürülüyordu.
Öte yandan, suhtelerin eylemlerine hedef olan kentin zenginleri arasında ulema mensubu kadılar da vardı. Bu nedenle kadılar merkezî yönetime (saraya) gönderdikleri raporlarda, sürekli olarak suhteleri kötülüyor, onların “zavallı halka eziyet ettiğini” ileri sürerek, suhte hareketine kara çalmaya çalışıyorlardı. Oysa gerçek durum bunun tam tersiydi. Suhtelerin talan ettiği zenginler, mültezimler vb. kenti terk edip giderken, halk öğrencilerin yanında yer almış, yeri geldiğinde onları gizlemiş, yiyecek ve içeceklerini sağlamıştı.[1] Tarihsel verilerden de anlaşılıyor ki, suhte hareketi hiç değilse başlangıç dönemlerinde, halkın yanında yer alan ve toplumsal bir muhalefeti dile getirmeye çalışan siyasal içerikli bir hareket olmuştur.
Suhte hareketine karşı sarayın tutumuna gelince; muhalif hareketleri ya toptan imha ederek ya da uzlaşmayla kendi yanına çekerek “halletme” konusunda yüzyıllardan beri uzmanlaşmış olan saray, suhtelere karşı da aynı yöntemi deneyecekti. Osmanlı hükümeti, 1579 yılında suhtelerin temsilcilerini İstanbul’a çağırarak, onlarla uzlaşma yolu arar. Görüşmeler sonucunda çıkarılan hükümet kararında, suhteler için bir genel af ilan ediliyor ve ayrıca da “eşkıya takibi” konusunda suhte birliklerine resmi yetki veriliyordu. Yani devlet, isyancı suhteleri kendi ücretli görevlisi haline getirerek yatıştırma yolunu seçmişti. Ayrıca hükümet, medrese hiyerarşisi içinde yükselme konusunda suhte önderlerine güvenceler de vermişti! Hükümetle suhteler arasındaki bu uzlaşmanın doğal sonucu ise, bekleneceği üzere, önderlerinin şahsında suhte hareketinin giderek yozlaşması ve halktan koparak yönetici bürokrasinin şu veya bu kanadına hizmet eder hale gelmesi olacaktı. Nitekim, başlangıçta ulemanın da hışmını üzerlerine çeken isyancı öğrenciler, bu uzlaşmadan sonra, ulemayla (kadılarla) anlaşmaya vararak, ulemanın rakibi olan ümeraya (askeri yöneticilere) karşı savaşacaklar ve pek çok askeri görevliyi öldüreceklerdi. Fakat bu durum da uzun sürmeyecekti. Suhtelerin zenginlere karşı düşmanca tutumundan tedirgin olan kadılar, suhteleri kendi çıkarlarına bir süre kullandıktan sonra suhtelerden yüz çevirecek ve işsiz güçsüz reayadan, yani boş levendlerden derledikleri kişilerle kendi milis güçlerini oluşturmaya başlayacaklardı. Ulemanın suhtelere karşı bu tutumu, suhtelerin tepkisini çekecek ve onların açıktan açığa kadılara karşı harekete geçmesine ve kadıların yönetimindeki mahkemelere saldırmasına yol açacaktı. Fakat suhte hareketi ulemanın desteğini yitirdikten sonra, artık bir daha eski gücüne ulaşamayacak ve 1600 yılına doğru iyice gerileyerek dağılacaktı. Bu hareketten arda kalan unsurlar ise, tarih sahnesinde yeni belirmeye başlayan levendlerle birleşecekti.
Çiftbozan-levendlerin Celâliliği (ikinci evre): Celâli kavgalarının ikinci evresinde sahneyi dolduran levendlerdir. Bunların kaynağı da, kırsal kesimdeki geleneksel yapıların çözülmesiyle ortaya saçılan topraksız, işsiz güçsüz köylü yığınlarıydı. Kanuni Süleyman’ın son dönemlerinde merkezden taşraya gelen ulufeli kapıkulları, şu veya bu yolla sipahi tımarlarını ele geçirmeye başlamışlardı. Bu süreçte, tımarlarını yitirerek yoksul düşen pek çok sipahinin yanı sıra, artan olağanüstü vergiler ve hükümet görevlilerinin baskısı yüzünden pek çok reaya-çiftçi de toprağını, bağını bahçesini terk ederek “çiftbozan” durumuna düşmüştü. Bu durumda olan reaya gençlere, işsiz güçsüz, boş insan anlamına gelen “levend” deniyordu. Topraksız, işsiz güçsüz kalan bu reaya gençlerden bazıları kendi aralarında küçük çeteler kurarak civar köylere saldırmaya, yol keserek eşkıyalık yapmaya ve geçimlerini böyle sağlamaya başlamışlardı. Diğer bir kısım levend ise, ehl-i örf denen eyalet ve vilayet yöneticilerinin kapısında ücretli asker (sekban) oluyorlardı. Bir devlet görevlisinin kapısına kapılanamayan, ama eşkıyalık da yapamayan boş levend kitleleri ise, bir iş bulma umuduyla İstanbul, Bursa, Edirne gibi büyük kentlere akmaya başlayacaklardı. Ne var ki, bu işsiz levend yığınlarını mas edecek ekonomik iş alanları büyük kentlerde de bulunmuyordu. Osmanlı kentlerinde, Batı Avrupa’dakine benzer (kapitalist) bir ekonomik gelişme olmadığından, kente gelen işsiz levend kalabalıkları ilkin kent merkezlerindeki kervansaraylara doluşmuş, daha sonra da kentin kenar mahallelerini oluşturmaya başlamışlardı. Örneğin, İstanbul’da Eyüp, Kasımpaşa gibi mahalleler böyle oluşmuştu.
Osmanlı’nın despotik sisteminde, tüm iktisadî faaliyet alanları devletin mutlak tekeli altında bulunduğundan ve en büyük “işveren” de devlet olduğundan, iş için başvurulacak tek “kapı”, elbette ki devlet kapısı oluyordu. Savaşçı-fetihçi bir gelenek ve yapı üzerinde biçimlenmiş olan Osmanlı devletinin, kendisine başvuran işsizlere sunabileceği “iş” ise, askeri nitelikli bir işten başkası olamazdı. Ne var ki, Osmanlı’nın askeri kurumlarında uygulanan özel yöntemler (örneğin kapıkulu ocaklarına yalnızca devşirme Hıristiyan çocukların alınması gibi) nedeniyle, bu askeri kurumlar da işsiz levend yığınlarına kapalıydı. Kentlere yığılmış, fakat düzenin dışına itilmiş levend yığınlarının bu durumda yapabilecekleri tek “iş” kalıyordu: Kendi çetelerini kurarak soygunculuk, eşkıyalık yapmak! Dolayısıyla, köylerde ve kasabalarda görülen çapulculuk ve soygun olayları, bir süre sonra bu büyük kentlerde de görülmeye başlayacaktı.
Taşradaki levend çetelerinin bazıları öğrenci (suhte) çeteleriyle birleşerek, eyalet ve vilayet yöneticilerinin askerî güçlerine (sekbanlara) karşı savaşıyorlardı. Ümera ile çıkar çatışması içinde olan ulema sınıfı (kadılar) da bu mücadelede levendlerin yanında yer alıyor; kasaba ve köyleri savunacak milis güçleri (il erleri) bunlardan oluşturuluyordu. Kadıların el altından örgütleyip yönlendirdiği halk, merkezden gelen görevlilerin topladığı vergileri yağma ediyor, soruşturma için gelen sancakbeyini de kente sokmuyorlardı. Köylüler aynı şekilde bir tepkiyi kapıkulu askerlere de yöneltiyorlardı. Kendi bölgelerinden geçmekte olan yeniçeri birliklerine saldırarak, onları imha ediyorlardı.
Bu gelişmelere merkezî devlet yönetimi ile eyalet yöneticileri de aynı şiddetle karşılık veriyorlardı. Sancak beyleri, maiyetlerindeki özel silahlı kuvvetleriyle (ki “sekban” denen bu kuvvetler de levendlerden oluşturulmuştu) köylere saldırıyor, isyancılara yardım ettikleri bahanesiyle her yeri yağmalayıp köy halkına zulmediyorlardı. Aslında bu türden yağma eylemleri, sancakbeyi kapısında ücretli askerlik yapan ama ücretleri düzenli ödenmeyen sekbanlar için de bir geçim kaynağı haline gelmişti. Yani ilerde göreceğimiz üzere, sözümona Celâlilerin üzerine giden hükümet yöneticilerinin ve maiyetlerindeki askerlerin yaptığı da Celâlilikten başka bir şey değildi! Bu arada, gerek sancakbeylerinin maiyetindeki sekbanların, gerekse kadıların oluşturduğu milis güçlerinin başında, genellikle tımarlı sipahiler yer almaktaydı. Üstelik, tarihte ilk Celâli birliklerini kuran ve önderlik edenler de gene bu tımarlı sipahilerden çıkmıştı. Bunlar, merkezi hükümetle ilk ihtilafa düşen devlet görevlileri zümresini oluşturmaktaydılar. Hükümete karşı ilk tepkilerini de, çağrıldıkları seferlere gitmeyerek, sancaklarda aldıkları asayiş görevlerini yapmayarak ve levendlerin düzenlediği soygun ve eşkıyalık olaylarını el altından destekleyerek gösterdiler. Hatta bazıları eşkıyalık olaylarına levendlerle birlikte katılıyorlardı. Bu sipahiler de kendilerine, yüzyılın başında ayaklanan sipahi Celâl’den esinlenerek “Celâli” diyorlardı. Sipahilerin bu tepkisel tutumunun başlıca nedeni ise, Kanuni Süleyman zamanında tımarların bunların elinden alınarak yeniçerilere ve kapıkulu süvarilere verilmesi idi.
Suhte ayaklanmalarından sonraki Celâli kavgaları, halkçı niteliğinden tamamen uzaklaşacaktı. Anadolu’daki Celâli çeteleri, eskisi gibi topraksız köylülerden yani levendlerden oluşsa da, açık bir sınıfsal hedefleri, düşünsel temelleri ve somut bir amaçları yoktu. Hiçbir fark gözetmeksizin yakıp yıkmayı ve yalnızca yağmayı biliyorlardı. Çünkü herkesin herkese karşı savaştığı o dönemin kaotik ortamında, Celâli çetelerini oluşturan aç insan yığınlarının varlığını sürdürebilmesinin tek yolu buydu. Bu arada sürekli kırılan, evlerinden ve topraklarından olan, aç sefil düşen ve uzun yıllar bir daha belini doğrultamayacak olan ise tabii ki köylü halk idi.
Devlet sınıfına mensup büyük başların Celâliliği (üçüncü evre): Bunlar, sömürücü kategorisini oluşturan yönetici sınıfın unsurlarıdırlar. İşin aslında, boş levendleri örgütleyen ve bunları eşkıya çetesi olarak kullananlar da bu askerî ve idarî yöneticilerdi. Öğrenci (suhte) ayaklanmalarının bastırılması esnasında hükümet tarafından yetkileri olağanüstü genişletilmiş olan bu yöneticiler, etraflarına topladıkları paralı askerlerle (sekban ordularıyla) bizzat kendileri Celâliliğe soyunuyorlardı. Gerek ehl-i örf denen eyalet ve vilayet yöneticileri, gerekse diğer askerî devlet görevlileri (bazı büyük tımar ve zeamet sahibi sipahiler ile yeniçeri büyükleri), kendi silahlı güçlerini oluşturarak ve köylü halk üzerinde kaba güce baş vurarak, Anadolu’nun bu kaotik ortamında kendi otoritelerini yerleştirmeye başlamışlardı. Merkezî devletin resmi temsilcisi konumunda olan, fakat merkezden tamamen bağımsız hareket etmeye başlayan bu güçler, Anadolu’da emekçi halka Celâliliğin en şiddetli evresini (“büyük kaçgunluk” denen dönemi) yaşatacaklardı.
Bu dönemde “Beylerbeyleri, Sancakbeyleri ve öteki vilayet memurları, hizmetlerindeki binlerce leventle vilayet teftişlerine çıkmakta; girdikleri köylerde gelişigüzel vergiler toplamakta, tarlalara el koymaktadır. Devlet memurlarının yanısıra zengin mültezimler, tımarlı sipahilerin güçlüleri ve Anadolu’da görevli Yeniçeri büyükleri kurdukları Celâli birlikleriyle baskın üzerine baskın yapmakta, devlet içinde devlet kurmaktadır.”[2]
Taşra eyaletlerinde gelişen bu “merkezkaç” eğilimler karşısında endişeye kapılan saray ve merkezî hükümet, kendi memurlarına karşı mücadele etmesi için reayaya çağrıda bulunuyordu. III. Murad’ın 1591’de ve III. Mehmed’in 1596’da yayınladıkları adalet fermanlarında, “zalim hükümet görevlilerinin saldırılarına karşı, köylülerin silahlanarak kendilerini korumaları” önerilmekteydi.[3] Bu durumda köylüler, sarayın da kendi yanlarında olmasından cesaret bularak, taşradaki zorba devletin görevlilerine karşı büyük bir mücadeleye girişeceklerdi. Bu aşamada kadıların öncülüğünde harekete geçen köylüler, kasaba ve köylerini korumak için her yerde “il erleri” örgütü kurdular. Bir halk milisi niteliğinde olan bu örgütler de gene topraksız, işsiz köylü gençlerden, yani levendlerden oluşuyordu. “Kadı, müderris, suhte ve imamlarla birleşen halk, mülki amirlere, onların zabıta görevlilerine, sekban bölüklerine karşı 1598’den itibaren köylerini kapamış, silahlı savunmaya geçmişti. Bu savunmanın yanısıra köy birlikleri, ki bunlar da bir anlamda Celâli idiler, zenginlerin konaklarını, oluşum halindeki bey ve ağaların tarlalarını basmaya, ehl-i örf’e saldırmaya başladı. Bu gelişmeler sonucunda, «Anadolu sancaklarının her tarafında reaya, fermanlarla verilen izin gereğince, silahlanarak zalim vilayet idarecilerini saraylarına ve evlerine hapsetmiş durumda idiler.»”[4]
Fakat bu koşullarda reayanın zorba yöneticileri ve onların paralı askerlerini alt ederek nihai bir zafer kazanması mümkün değildi. Çünkü, zorba yöneticiler hesabına köylülere karşı savaşan paralı askerler de sonuçta işsiz güçsüz reaya gençlerden oluşuyordu. Bey kapısında maaşlı fedailik (sekbanlık) yapan bu gençler, beyin verdiği maaşla geçiniyorlardı. Yani, talan ve soygun devam ettiği ve beyler zenginleştiği sürece ekmek yiyebilirdi bu gençler. Çatışmalar sona erip ortalık yatıştığında ise, kaçınılmaz olarak işsiz kalacak ya da düzenli bir maaş alamayacaklardı. Bu durumda sekbanlar, tabii ki çatışmanın sürmesinden, talan ve soygun düzeninin devamından yana olacaklardı. Nitekim bu çatışmalarda sekbanlar, köylülerin üzerine giderek daha da şiddetli saldırmışlar ve sonunda köylülerin direncini kırmışlardır. Köylülerin direncinin kırılması ise, her biri bir Celâli şefi durumuna gelmiş olan zorba yöneticilerin, köy ve kasabalar üzerinde tam bir hâkimiyet kurmalarına ve köylüleri soyup soğana çevirmelerine yol açmıştır.
Büyük Celâli şeflerinin ortaya çıkması ve büyük kaçgunun başlaması
1598 tarihinden itibaren Celâli hareketleri, hem katılan silahlı insan sayısı bakımından, hem de hedefleri bakımından nitelik değiştirdi. Bu dönemde Celâli şefleri, sayıları binleri aşan silahlı çetelere sahip bulunuyorlardı. Bunlardan biri olan Karayazıcı, ülkenin dört bir yanından kopup gelen boş levendleri ve sekbanları etrafına toplayarak, otuz bin kişilik büyük bir Celâli ordusu oluşturmuştu. Karaman’da patlak veren bir suhte ayaklanmasını bastırmak üzere devlet tarafından görevlendirilen Karayazıcı (ki kendisi bir kapıkulu süvarisi idi), etrafına topladığı Celâlilerle birlikte halkı soymaya başlamıştı. Ünü ülke sınırlarını aşarak Avrupa’ya ulaşan Karayazıcı’nın 1598’deki ayaklanmasını, hepsi de şu veya bu düzeyde “devlet görevlisi” olan diğer Celâli şeflerinin (ki bunların içinde valiler ve paşalar da vardır) ayaklanmaları izleyecekti. Büyük Celâli şefleri artık köy ve kasabalara saldırmakla yetinmiyor, kentleri kuşatıp haraca bağlamaya ve kendi adlarına vergi salmaya yelteniyorlardı. Bunlar açıktan açığa merkezî hükümete kafa tutmakta ve bazı bölge ve vilayetleri kendi egemenlikleri altına almaktaydılar.
Büyümekte olan bu Celâli tehlikesi karşısında korkuya kapılan merkezî despotik iktidar (saray), hareketin üzerine her zamanki yöntemlerine baş vurarak gitti. Hem şiddetle bastırmayı denedi, hem de uzlaşarak, payeler vererek kendine çekmeye çalıştı. Hükümet, Celâli güçlerinin üzerine önce bir hükümdarlık ordusu gönderdi. Fakat bu ordu başarılı olamadığı gibi, bir süre sonra onun hakkında İstanbul’a şikâyetler de gelmeye başlamıştı. Hükümdarlık ordusu girdiği bölgelerde Celâlilerden daha beter işler yaparak halkın tepkisini çekmeyi başarmıştı! Bunun üzerine hükümet orduyu geri çağırdı ve Celâli şefleriyle uzlaşma yoluna gitti. Örneğin, Karayazıcı’ya Amasya sancakbeyliği verildi. Karayazıcı’nın ölümünden sonra ortaya çıkan ve etrafına kırk bin kişilik bir askeri güç toplayan kardeşi Deli Hasan da önce hükümet güçleriyle kanlı çarpışmalara girmiş, fakat ardından devletten af dileyerek, kendisine bir devlet görevi verilmesini istemişti. Tabii, Osmanlı hükümeti Celâli şefinin bu isteğini derhal kabul ederek, ona Bosna beylerbeyliğini ve yardımcılarından yedisine de Rumeli’de sancakbeylikleri verecekti.
Fakat Anadolu’da Celâli hareketleri bir türlü durulmadı; ortaya çıkan yeni Celâli birlikleri kentleri yakıp yıkmaya devam ettiler. “Sadece Ankara sancağı, 1603 yazı boyunca çeşitli çeteler tarafından tam dört kere yağmalandı. Kastamonu ikinci kere ateşe verildi. ... Osmanlı idaresi Kütahya’yı, Celâlilere beylerbeyliği dağıtmadan kurtaramaz.”[5] 1603 yılından sonra neredeyse bütün Anadolu İstanbul’dan kopmuş durumdaydı. İstanbul’un Anadolu’ya gönderdiği askeri birlikler, gittikleri kalelerde önce mahsur kalıyorlar, fakat bir süre sonra onlar da Anadolu’nun yağmasına katılmaktan, yani Celâli olmaktan geri durmuyorlardı. Anadolu tam bir başıbozukluk içinde ve adeta ölüme terkedilmiş durundaydı.
Anadolu’daki bu büyük Celâli ayaklanmaları, Osmanlı tarihinde “büyük kaçgunluk” denen olayı, yani insanların kitleler halinde kaçışması, yer değiştirmesi olayını başlatacaktı. Taşradaki varlıklı aileler bu dönemde İstanbul’un yolunu tutarken, köylüler yerlerini yurtlarını terk ederek çok uzaklara, Celâli çetelerinin ve tabii ki onlardan aşağı kalmayan devlet güçlerinin kendilerine ulaşamayacağı sapa yerlere kaçışıyorlardı. 1603 yılında başlayan bu büyük kaçışma, 1610 yılına kadar devam etti. Bu dönemde Anadolu’da pek çok köy tamamen boşalmış, halk yollardan uzak, ulaşılması güç dağ tepelerine ve ormanlara kaçmıştı. Eskinin büyük köyleri, bu büyük kaçgunluk hadisesinden sonra, onar yirmişer haneli küçük köylere dönüşmüştü. Bu dönemde Anadolu nüfusunun neredeyse üçte ikisinin kaçtığını ya da ortadan kaybolduğunu, devlete vergi ödeyen hanelerin üçte bire düştüğünü belirtmektedir tarihçiler. Bu karışıklık ve kaos ortamı içindeki Anadolu’da üretim de tamamen düşmüş, fiyatlar ateş pahasına fırlamış, her yerde kıtlık ve açlık baş göstermişti.
“Bu olaylar 1610 yılına kadar aynı minval üzere devam etti. Temizlenen Celâlilerin yerine, bazıları Karayazıcı kadar ün yapan yenileri çıkıyordu. 1607’de Canbolatoğlu’nun çevresinde 40 bin adamı, ertesi yıl Kalenderoğlu’nun ise 30 bin adamı vardı. Ve bu dalga Anadolu’da insan malzemesinin tümü tükenene kadar yayılarak devam etti.”[6] 1610 yılından sonra Anadolu’da insan kaynakları öylesine tükenmişti ki, bu yüzden artık Celâliler de büyük birlikler derleyemez olmuşlardı. İşte Osmanlı hükümeti de ancak bu tarihten sonra Celâlilere öldürücü darbeyi indirebilecekti.
Hükümetin düzenlediği büyük askerî seferlerde her yer ateşe ve kana boğulur. 100 bin civarında Celâli öldürülür ve hareket bir daha belini doğrultamayacak duruma gelir. Fakat bu olaylardan sonra, Osmanlı devleti de o eski merkezî-despotik otoritesini sürdürebilecek durumda değildir artık. İlerde değineceğimiz üzere, devletin merkezî-despotik otoritesinin zayıflaması, Celâli isyanları esnasında ve sonrasında taşrada merkezkaç güçlerin oluşmasına ve merkezî devletin bazı yetkilerinin bu güçlerin elinde toplanmasına yol açacaktır. Bu sürecin bir diğer sonucu ise, gene ilerde göreceğimiz üzere, egemen devletli sınıf içinde iktidar mücadelelerinin, bir başka deyişle güç ve servet kavgalarının tırmanması, saray darbelerinin yoğunlaşması olmuştur.
Sonuç olarak Celâli hareketleri, bu hareketlere katılanların yüzde doksan dokuzu emekçi köylülerden bile gelmiş olsa, güdülen hedefler bakımından hiçbir zaman gerçek anlamda bir devrimci halk hareketi değillerdi. Anadolu’yu boylu boyunca bir kargaşalığın içine sürükleyen bu hareketler, sonuçta egemen yönetici sınıf bloğu içindeki güç ve servet kavgalarından öteye geçemediler. Nitekim, 16. yüzyılın son çeyreğinde baş gösteren bu hareketler, sonuçta yönetici sınıfın bir kesiminin (saray adamları-merkezî bürokrasi) üstün gelmesiyle ve bu temelde yeni bir denge durumunun oluşmasıyla sonlanmıştır. Bu tarihsel kesitte yaşanan olaylar ve bu olaylara katılan kesimlerin davranışlarından çıkarılan sonuçlar, bize şu saptamayı yapma olanağını sunmaktadır: Genel olarak despotik yapılı olan bütün eski Doğu toplumlarında da görüldüğü üzere, esas olarak egemen sınıfının bölüntüleri (fraksiyonları) arasında geçen iktidar mücadelelerine şu veya bu ölçüde katılan emekçi halk yığınları, bu mücadelelere kendi bağımsız sınıf çıkarlarını savunan ve kendi iktidarlarını hedefleyen bağımsız bir örgütlülükle katılamadıkları için, sonunda egemen sınıfın şu veya bu kesimine payanda olmaktan ve bu kesimler tarafından kullanılmaktan öte bir rol oynayamamışlardır. Böyle olduğu için de, sonuçta fillerin tepişmesinde ayak altında kalarak ezilen daima onlar olmuştur!
[1] Mustafa Akdağ, Celâli Karışıklıklarının Başlaması. Aktaran: S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c. 1, s. 429
[2] İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Y., Temmuz 1979, s. 183
[3] Aktaran Mustafa Akdağ, Celâli İsyanları, Cem Y., 1995, s. 330
[4] Aktaran İsmail Cem, age, s. 184
[5] S. Yerasimos, age, s. 441
[6] S. Yerasimos, age, s.442
link: Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /8, 28 Eylül 2006, https://marksist.net/node/1023