Faşist rejimin toplum üzerine bindirdiği yük her geçen gün daha da tahammül edilmez hale geliyor. Doktor ve avukat cinayetleri nedeniyle birçok kentte yaşanan protestolar ve öğrencilerin mezuniyet törenlerindeki protestolar bu durumun son örneklerini oluşturuyor. Konya gibi rejimin görece güçlü bir tabana sahip olduğu bir yerde, Erdoğan’ın “beni temsil ediyor” dediği Valinin ve ardından cenazede Sağlık Bakanı Koca’nın sağlık çalışanları tarafından alenen yuhalanıp protesto edilmesi anlamlıdır. Yaratılmak istenen ağır korku atmosferine rağmen sağlık çalışanlarının, avukatların, öğrencilerin boyun eğmeyip “yeter” diye haykırmaları rejimin artan baskılarının kifayet etmediğini gösteriyor. Sadece bunu değil, Erdoğan’ın NATO zirvesinde dünya lideri havasıyla verdiği pozların, bu vesileyle yaptığı sözde zafer yürüyüşünün, rejim medyasının cafcaflı yayınlarının pek işe yaramadığını gösterdiği gibi, emekçi kitlelerde biriken öfkeyi yatıştırmak için devreye sokulan asgari ücret, memur ve emekli maaşı zamlarının da rejimin derdine çare olmadığını göstermiştir.
Rejim her alanda ülkeyi çöküşe götürüyor ve son doktor cinayeti AKP’nin uzun yıllar boyunca övündüğü sağlık alanında da bu durumun çok belirgin hale geldiğine işaret ediyor. Hastanelerde kuyrukları kaldırdık, modern hastaneler yaptık diye böbürlenen AKP’nin sağlık sistemini getirdiği nokta, en acil durumlar için bile randevu alınamaması, kanser hastalarına dahi aylar sonrasına tetkik randevusu verilmesi, ameliyat malzemesi ve ilaç sıkıntılarının kronik hale gelmesidir. Hazine’yi ve bakanlık kasalarını tamtakır hale getiren rejimin sağlık hizmetinden anladığı tek şey, tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi müteahhitlere ve özel hastane patronlarına hizmete dönüşmüştür. Öyle ki “müşteri” garantili şehir hastanelerine yılsonu itibariyle ödenecek tutar şu anki döviz kuruyla tüm yıl için planlanan sağlık yatırımlarının toplam bedelini ve bunu yanı sıra 5 bakanlığın (Dışişleri, Kültür ve Turizm, Enerji, Çevre ve Ticaret Bakanlıkları) bütçesini aşmış durumda. Sağlık sorunlarına çare arayan emekçiler özel hastanelere gitmek zorunda bırakılırken, sağlık çalışanları da Türkiye tarihindeki en kötü çalışma koşullarıyla boğuşmaktadır. Üstelik rejimin izlediği kutuplaştırma siyasetinin ulaştığı yıkıcılık, halkı sağlık çalışanlarına düşman etme noktasına kadar gelmiştir. Rejim felce uğrattığı sağlık sisteminin tüm suçunu sağlıkçıların üzerine yıkmaya, öfkeli hastaların önüne onları atıp kendisini aklamaya çalışmaktadır. Bunun sonucu, onlarca sağlık çalışanının hasta şiddeti nedeniyle hayatına kastedilmesi olmuştur. Tüm bunlar ülkedeki boğucu politik atmosferle birleşince binlerce doktor istifa edip yurtdışına gitmeye başlamıştır. Kısacası sağlık sistemi her yönden felç olmuş durumdadır. Son aylarda artan sağlık çalışanlarının eylemleri de bunu gösteriyordu ve son cinayet ile ardından gelen protesto eylemleri bu sürecin en yeni halkası olmuştur.
Yargı sistemi de çökmüş vaziyettedir. Son avukat cinayeti de çeşitli yönlerden bunun bir ifadesidir ve yapılan protestoların altındaki güdüler de salt bir meslektaşın katledilişine karşı duyulan öfkeye indirgenemez. Avukatlar sistemin çürüme ve çöküşüne karşı genel bir isyan içindeler. Tüm yargı sisteminde demokratik hak ve özgürlüklerin önemli bir bileşeni olan savunma mekanizması hiçe indirgenmiş durumdadır. Yargıda tüm güç biçimsel olarak hâkimlerin, savcıların ve bunları kontrol eden iktidarın eline geçmiştir. Bu durum yargının tek devlet dışı bileşeni olan avukatları da her fırsatta adliyelerde devlet zoru tarafından itilip kakılan kişiler durumuna getirmiştir. Otoriterleşme ve faşistleşme süreci boyunca ve devamında yargı rejimin kifayetsiz, liyakatsiz kadroları tarafından dalga dalga doldurulmuş, ortada adaletten eser kalmamış ve dolayısıyla toplumda yargıya güven de sıfırlanmıştır. Öte yandan, cezaevlerindeki kadın katillerinin, dolandırıcıların, tefecilerin, uyuşturucu satıcılarının çok düşük cezalar almaları ve yeni siyasi tutsaklara yer açmak üzere salıverilmesi, pek çok kadın cinayetinin yanı sıra son avukat cinayetinde de görüldüğü üzere toplumsal bir tehdit haline gelmiştir. Bu güruh rejimin tabanının bir kesimini de oluşturmaktadır.
Korku içindeki rejimin toplum üzerindeki baskıyı arttırma girişimleri absürt boyutlara varmıştır. Öyle ki rejim evrensel Hipokrat Yeminine bile savaş açacak kadar gülünç duruma düşmüştür. Konya’da Selçuk Üniversitesi tıp fakültesi mezuniyet töreninde mezunların okuması için ellerine verilen metin, yeminin değiştirildiğini ortaya koydu. Buna rağmen öğrencilerin ellerine verilen metni değil yeminin aslını yüksek sesle okumaları ve engelleme girişimlerine direnmeleri, Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ve akademisyenlerinin üniversitedeki baskılara karşı uzun süredir sürdürdükleri direnişin üzerine yeni bir halka eklemiştir. Metinde yapılan değişiklik, benzer tüm rejimlerin kadınlara ve LGBT bireylere düşman karakterini yansıtır niteliktedir.
Selçuk Üniversitesinde özel bir biçim alarak yaşanan faşist baskı, değişik şekillerde başka üniversitelerde de gerçekleşmiştir. Hacettepe Üniversitesi tıp fakültesi mezuniyetinde dekanın dönem birincisinin konuşmasını engellemeye çalışması ve buna karşı öğrenciler ve aileler tarafından yuhalanmasıyla konuşmanın devam etmesi bir diğer örnektir. Birçok okul birincisinin yapacağı konuşmanın iktidar eleştirisi içereceğinin farkında olduğu anlaşılan rejimin, bunu önlemek için üniversite ve fakülte yönetimlerine baskı yaptığı açıkça görülüyor. Rejim ve onun aciz kuklası durumuna gelmiş üniversite yönetimleri de mezuniyet törenlerinde protestolar yaşanmaması için akla karayı seçen uşakça bir tutum içindedirler. ODTÜ’de mezuniyet törenlerinin iptal edilmesi hiç kuşkusuz bundan dolayıdır.
Rejim toplumda büyük bir öfke birikimi olduğunun farkındadır ve o nedenle genel bir kitle protesto dalgasının kabarmasını tetikleyebilecek hiçbir olay yaşanmasına fırsat vermemeye çalışmaktadır. Geçtiğimiz haftalarda konserlerin yasaklanmasının sebebi buydu, şimdiki mezuniyet töreni baskılarının sebebi de budur. İstanbul’da sağlık emekçilerinin yürüyüşünün önüne defalarca polis barikatı kurulmasının ve kitle eyleminin büyümesinin önüne geçilmesinin amacı da budur. Rejim gidişatın kötü olduğu hissinin kuvvetlenmesine asla izin vermemeye azmetmiştir. RTÜK’ün öldürülen hekime ilişkin haberlere bile yayın yasağı getirmesi aynı sebepledir. Bu faşist rejime karşı korku duvarını aşıp eylem yapan sağlık çalışanları, avukatlar, öğrenciler ortadayken, rejimin medya organları bu protestolar yokmuş gibi davranmaktadır. RTÜK kendisini anayasanın üstüne koyarak bu tür olayları haberleştiren kanallara ceza üstüne ceza yağdırmaktadır. O kadar ki ana muhalefet liderinin konuşmasını yayınlamak bile suç addedilmekte ve cezaya uğratılmaktadır. Şimdilerde yükselen tepkiler üzerine ertelenmiş olsa da daha baskıcı sosyal medya düzenlemelerinin amacı toplumu tam bir karanlığa boğma hevesinin ifadesidir.
Ancak tüm baskılara rağmen hemen her gün farklı bir toplum kesiminin protestosunun önü alınamıyor. Bu da son tahlilde toplumun rejimin ona giydirmeye çalıştığı deli gömleğini sağından solundan patlatmaya başladığını göstermektedir. Rejim korkmaktadır ve umarsız bir çırpınış içindedir. Kendi aleyhine kötü gidişatı frenleyebilmek ve mümkünse lehine çevirebilmek için attığı adımlar, giriştiği propaganda seferberlikleri kâr etmemektedir. Hayat pahalılığı ve enflasyon dizginlenemez hale gelmiş, ekonominin bayır aşağı yuvarlanışı hızlanmıştır. Bu gidişata, işçilerin, emekçilerin dört bir koldan yükseltecekleri mücadeleyle rejimi yıkarak son vermek kaçınılmaz hale gelmiştir.
link: Marksist Tutum, Rejimin Topluma Giydirmeye Çalıştığı Deli Gömleği Patlıyor, 8 Temmuz 2022, https://marksist.net/node/7695
Sağlıkta Şiddete Son! Sağlık İşçileri Grevde!
Kopi Luwak: Bir Kahvenin Aynasında Kapitalist Düzen Gerçeği