2008’deki küresel ekonomik krizden bu yana iyice ivmelenen artışla birlikte iş kazaları ve meslek hastalıkları işçi sınıfı için çok yakıcı bir sorun haline gelmiş durumdadır. İşçi sınıfı, kapitalizmin başına açtığı işsizlik, yoksulluk, sefalet, savaşlar ve diğer belâlar yetmezmiş gibi, bir de işyerinde can korkusuyla başbaşa kalmakta, hatta daha da beteri, yakalandığı meslek hastalıkları nedeniyle farkında olmadan ölüme gitmektedir. İş o raddeye varmıştır ki, işçi sınıfı savaşlarda olduğundan çok daha fazla ferdini iş kazaları ve meslek hastalıkları yüzünden kaybetmektedir. Her geçen gün daha da azgınlaşan kapitalizm canavarı, işçi sınıfını yeni bir açmazla karşı karşıya bırakmıştır; çalışarak iş kazalarında can vermek ya da çalışmayıp mutlak bir sefaletin kucağına düşmek.
İşçi sınıfı da kuşkusuz bu sorunun farkındadır, ama bir yandan işsizlik kırbacı diğer yandan da örgütsüzlük, kapitalistler karşısında onun elini kolunu bağlamaktadır. Bu çaresizliğin beslediği kayıtsızlıkla tevekkül halindeki işçi, yanı başında ölen, sakatlanan veya hastalanan arkadaşının başına gelenleri giderek daha fazla kanıksamakta ve en sonunda kendisi de bu kadere kurban gitmektedir. İşçinin içinde bulunduğu durum bir kısır döngü halini almıştır ve adeta bir ölüm çemberi gibi giderek daralmaktadır. Çünkü kapitalizm sıkıştıkça saldırganlaşmakta, işçinin çalışma süresini ve iş yükünü arttırmakta, buna karşılık iş güvenliği önlemlerine daha az önem vermekte ve işçi sağlığını hiçe sayan uygulamalara daha fazla cevaz vermekte, bunlar da iş kazalarını körüklemektedir.
İş kazalarına ve meslek hastalıklarına bağlı ölümler ve sakatlıklar korkunç derecede artsa da, yedekte bekleyen ve gittikçe büyüyen işsizler ordusu sayesinde kapitalistler açısından sorun yoktur. Kapitalizm bu açıdan muazzam bir yedek parça stokuna sahiptir ve onun için işçinin maliyeti makinenin maliyetinden çok daha düşük düzeydedir. Yani makineye gösterdiği özeni ve dikkati işçiye göstermesi için hiçbir sebep yoktur. Zaten işçiyi insan olarak değil de makinenin bir parçası, bir maliyet unsuru ya da basit bir üretim aracı gibi gördüğünden, vicdani açıdan da bir sıkıntı çekmemekte, üstüne üstlük iş kazasında ölerek başını ağrıttığı için işçiye kızmaktadır. Bu zihniyette olduğu içindir ki, iş güvenliği önlemleri denince kapitalistin ilk aklına gelen şey “kaza geçiren işçiden kurtulmak” olmaktadır.
Türkiye’de yeni yeni gündeme gelen, Batı’da ise uzun yıllardır katı biçimde uygulamada olan “iş güvenliği ve sağlığı” düzenlemeleri de bu soruna merhem olmak açısından son derece yetersizdir. Çin ve Türkiye gibi iş kazalarında rekorlar kıran ülkelerde, her şey çoğunlukla kâğıt üzerinde kalmakta, kurallar doğru dürüst uygulanmamakta ve dolayısıyla iş kazalarında ufak bir iyileşme dahi söz konusu olmamaktadır. Çünkü sorunun temeli yasa maddelerinin yetersizliğinde ya da teknik eksiklik ve aksaklıklarda değil başka bir noktada yatmaktadır.
Kapitalistin ve onun hizmetindeki devletin (bunlara devlet güdümlü sendikaları da eklemek gerekiyor) gerçek derdi işçinin güvenliğini ve sağlığını korumak değil de, işin yani kapitalistin yatırımlarının, kârının, sermayesinin güvenliği olduğundan, ne çıkartılan yasalardan, ne mevzuatlardan, ne fabrikalarda kurulmakta olan iş güvenliği kurullarından ve ne de bunları denetleyecek olan iş müfettişlerinden sorunu tam anlamıyla çözmelerini beklemek gerekir. Onların sağlayabileceği olsa olsa küçük ve göstermelik iyileşmelerdir. Kimilerinin öve öve bitiremediği ve hasretle andığı 50’li, 60’lı yılların Avrupa’sındaki sözde sosyal refah devletlerinde bile iş kazaları veya meslek hastalıkları sanıldığı kadar düşük seviyelerde olmamıştır. Ama bugünkü kaza oranları o denli yüksektir ki, geçmişin görece iyi dönemleri mumla aranır hale gelinmiştir. Ayrıca iş kazalarında ölen ve/veya sakat kalan işçi sayılarının “makul” oranların altında kalması kapitalistler için yeterlidir. Oysa o düşük oranlara konu olan işçiler kanıyla canıyla birer insandır. Bugün Türkiye’de her ay ortalama 100 işçi ölürken bu sayının diyelim ki 20’ye düşmesi kapitalistler için yeterli olabilir, ama işçi sınıfı için asla yeterli olmamalıdır. Çünkü hiçbir işçi ölmeden ve sakat kalmadan, meslek hastalıklarının pençesinde kıvranmadan da üretimin planlanması ve düzenlenmesi mümkündür.
Bunun nasıl olabileceğini anlamak içinse önce sorunun özüne inip kaynağını ortaya koymak gerekir. Kapitalizm altında üretim süreci örgütlenirken insan faktörü ikincil hatta üçüncül bir unsurdur. O halde tek tek işyerlerinin “iş güvenliği ve sağlığı”na uygun olup olmadığından evvel şu soruyu soralım: Bir bütün olarak kapitalist üretim tarzı işçinin güvenliğine ve sağlığına uygun mudur? Tabii ki değildir. Bu durumda “iş güvenliği ve sağlığı” adı altındaki en iyi mevzuat ve düzenlemeler dahi daha baştan yetersiz kalmaya mahkûmdur. Kaldı ki, kapitalist üretimin rekabetçi ve anarşik doğası, hele ki kapitalizmin küresel ölçekli krizi koşullarında, kapitalistin o yetersiz kuralları bile hayata geçirmesinin önünde engel haline gelir. Rekabet kapitalisti üretimi ve verimliliği arttırmaya, maliyetleri ise düşürmeye zorlar. Bunun zorunlu sonucu olarak da çalışma süreleri uzar, iş yoğunluğu artar, işçinin güvenliğini sağlamak için gerekli olan harcamalar kısılmaya başlanır, işçi ne pahasına olursa olsun daha hızlı çalışmaya zorlanır. Sonuç sürpriz değildir; kolu kopan, kafası ezilen, kayışların arasında kemikleri kırılan, silikozis veya kanser gibi hastalıkların pençesinde can çekişen işçiler ve geride bıraktıkları acılı aileleri. Böylece işçi, kapitalizmin çarkları arasında öğütülür gider.
Kapitalizm altında kapitalisti bu kurallara uymaya zorlayabilecek olan yegâne güç işçi sınıfının kendisidir. Yoksa kurallar kâğıt üzerinde kalır veya göstermelik biçimlerde uygulanır. Ancak işçi sınıfı yasaları kendi lehine geliştirmek için mücadele ettiğinde, işyerinde iş güvenliği kurallarının eksiksiz hayata geçmesinin takipçisi olduğunda ve en önce de gerçekliğin ve yapması gerekenin farkına vardığında belli ölçüde iyileşme sağlamak mümkündür. Bunu belirleyecek olan da işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyidir. İşçi sınıfı kendi iradesini ancak bu koşullarda ortaya koyabilir ve kapitalistler sınıfına kabul ettirebilir. Ama baştan bilinmelidir ki, kapitalist üretim tarzı tasfiye edilmediği sürece elde edilebilecek kazanımlar sınırlı olmaya mahkûmdur.
Bu iki hususun, yani kapitalizm altında ancak örgütlü bir işçi sınıfının varlığı koşullarında iyileşme sağlanabileceği ve daha da önemlisi, kapitalizm yıkılmadığı sürece kalıcı iyileşmelerin sağlanamayacağı hususlarının gerçekliğinin en önemli kanıtı, Ekim Devriminin Rus işçi sınıfının çalışma koşulları üzerinde yarattığı muazzam değişim ve dünyadaki yansımalarıdır.
İşçilerin sağlığı işçilerin elinde olmalıdır
İşçi sağlığına ve iş kazalarına yönelik düzenlemeler Ekim Devrimiyle ortaya çıkmış değildir. Rusya’ya göre çok daha erken tarihlerde sanayinin kurulduğu Avrupa ülkelerinde, 19. yüzyıldan itibaren birtakım genel uygulamalar hayata geçmeye başlamıştır. Örneğin Almanya’da 1883 yılında sağlık sigortası sistemiyle ilgili yasal düzenlemeler yapılmış, İsveç, Danimarka, Belçika ve Fransa da onu takip etmiştir. 19. yüzyılın sonlarında bu sağlık sigortasının kapsamı Belçika’da %4, Almanya’da %26 ve Danimarka’da %42 seviyelerine ulaşmıştır. Ardından iş kazalarından doğan mağduriyetin giderilmesi için tazminat ödenmesi meselesi gündeme gelmiştir. ABD ve İngiltere’deki yasal düzenlemeleri, Bismarck Almanya’sındaki zorunlu tazminat sigortası sisteminin yürürlüğe konması takip etmiştir.
Kuşkusuz bu son derece yetersiz ve kısmi uygulamaların hayata geçmesinin ana sebebi, bir bütün olarak çalışma koşullarının işçi sınıfı üzerinde yarattığı yıkımın artık burjuvazinin “toplumsal barışını” bozacak denli kontrolsüz bir hal alması ve bu koşullara karşı tepkiler temelinde yükselmekte olan sınıf hareketinin, kitleselleşen sosyal demokrat işçi partilerinin ve sendikaların güçlenmesidir.
İşçi sınıfı sanayileşmiş batı Avrupa ülkelerinde 20. yüzyıla bu koşullar altında girerken, Ekim Devrimini gerçekleştiren Rus işçi sınıfının durumu daha iyi değildi. Dolayısıyla tarihin gördüğü bu ilk muzaffer işçi devrimini gerçekleştirenlerin ilk işleri, doğal olarak çalışma yaşamının işçiler lehine düzeltilmesine yönelik düzenlemeleri hayata geçirmek oldu. İşçi iktidarı, “herkese iş sağlamak ve insanların çalışabilmeleri için sağlıklı olmalarını sağlamak amacıyla” ilk etapta, 13 Kasım 1917 tarihinde, “Ücretli Emekçiler İçin Tam Sosyal Sigorta” sistemini hayata geçirmiştir. Bu sistemin yukarıda bahsettiğimiz Avrupalı öncellerinden önemli farkları bulunuyordu. İşçi sınıfının tamamını kapsaması; hastalık, yaralanma, yaşlılık, gebelik, dulluk, yetimlik ve işsizlik durumların hepsini birden kapsaması; işçiye hiçbir maliyetin yansıtılmaması; sakatlık veya işsizlik durumunda tam tazminat ödenmesi ve ek olarak çalışırken aldığı maaşı aynen almayı sürdürmesi; en önemlisi de, bu sigorta kurumunun bizzat işçiler tarafından yönetilip, denetlenmesi. Kapitalist Avrupa’nın en ileri ülkelerinde bile bu denli geniş haklar söz konusu değilken, ekonomik açıdan son derece geri koşullarda olmasına rağmen Ekim Devrimi işçi sınıfına bu hakları sağlayabilmiştir.
İktidarı eline alan işçi sınıfı, üretim sürecini kârlılık esasına göre değil insanın ve toplumun ihtiyacına göre düzenlemeye başladığından, iş kazalarında ve meslek hastalıklarında da kapitalist ülkelerle kıyaslandığında ciddi düşüşler sağlanmıştır. Üstelik de Rusya’nın teknolojik açıdan daha geri olan sanayisine rağmen… İşçi sağlığı ve güvenliği konusundaki yasal mevzuat da son derece ileridir. İşçinin işyerine giderken veya dönerken geçirdiği kazaların iş kazası sayılması ilk kez bu yıllarda devrim Rusya’sında mümkün olmuştur. Üretim sürecini bizzat yöneten işçiler, işçinin güvenliği ve sağlığının işyeriyle sınırlı tutulamayacağını bildiklerinden, daha doğrusu işçinin sağlığı açısından iş ve yaşam koşulları bir bütün oluşturduğundan, tüm mevzuatı ve uygulamaları bambaşka bir mantaliteyle hayata geçirmişlerdir. İşkollarının ve işin barındırdığı riskler son derece titiz ve detaylı analizlerle saptanmış, farklı işkollarına ve işyeri koşullarına göre düzenlemelere gidilmiş; çocuk işçiliği, kadınların ve erkeklerin kendilerine zarar verecek sektörlerde çalışmaları yasaklanmış, işyeri komiteleri aracılığıyla tüm bu güvenlik önlemlerinin yerinde denetimi ve gerektiğinde geliştirilmesi sözkonusu olabilmiştir.
Yine ilk kez işçi iktidarı altında işçi güvenliği ve sağlığı konusu genel sağlık sisteminin kapsamı altına alınarak teknik bir mesele olmaktan çıkartılmış, sağlık hizmetlerinin yönetimi merkezileştirilmiş ve ağırlık önleyici sağlık hizmetlerine verilmiştir. Herkese ücretsiz ve eldeki imkânlar nispetinde nitelikli sağlık hizmeti sağlanmaya çalışılmış, sağlık sisteminin geliştirilmesine emekçi halkın katılımı da sağlanmış, işin değil işçinin sağlığının korunması ilkesiyle hareket edilmiştir. Ağırlığın önleyici sağlık hizmetlerine verilmesi son derece önemlidir, çünkü bu sayede gerek işyerinde gerekse de diğer yaşam alanlarında, işçinin sağlığını bozacak etmenlerin ortadan kaldırılması mümkün olmaktadır. Oysa kapitalizmin sağlık konusuna genel bakışı, hastalanan işçinin tedavi edilmesi mantığına dayalıdır. Bunun temel sebebi de önleyici sağlık hizmetleri alanının az kârlı ama tedavi alanının son derece yüksek kârlı olmasıdır. Daha 1920’li yıllarda sağlık bütçesinden koruyucu hizmetlere ayrılan oran işçi devletinde %60, dönemin en gelişkin kapitalist ülkelerinden ABD’de de ise %3,5’tir.
İşçi devletinin 11 Kasım 1917 tarihli bir kararnameyle işgününü 8 saate indirmesi de iş kazalarının azalması açısından son derece etkili olmuştur. Bu açıdan da bir ilki gerçekleştiren Ekim Devrimi, 1927 yılında da işgününü 7 saate indirmiştir. Mesailer gece vardiyaları için 6 saatle, tehlikeli işkollarında da 4 saatle sınırlanmıştır. 1920 yılında alınan bir kararla da, işçilerin ve ailelerinin sanayinin zararlı etkilerinden korunması amacıyla, sanayi tesislerinin yerleşim yerleri yakınında kurulması yasaklanmıştır. Bugün, İzmit’in Dilovası ilçesindeki ağır manzarayı bilenler açısından, bu önlemlerin hayatiyeti çok açıktır. 1922 yılında da, içinde işçi sağlığı ve güvenliği konusuna dair hükümler bulunan yeni İş Kanunu yürürlüğe sokulmuştur. Bu kanundaki hükümler, hiçbir sanayi tesisinin ya da imalathanenin, sendikalardan ve sağlık otoritelerinden onay almadan inşa edilemeyeceğini, buralarda tadilat yapılamayacağını ve başka yere taşınamayacağını; hiçbir tesisin sendika müfettişleri inceleyip onay vermeden hizmete giremeyeceğini söylemektedir. Bugünün kapitalist devletlerinin mevzuatlarında da benzeri olumlu maddeler bulunduğu söylenebilir, doğrudur da, ama işçi sınıfının denetiminin ve söz hakkının olmadığı koşullarda bu maddelerin ne kadar ve nasıl hayata geçirildiği her işçinin malûmudur.
İşçi iktidarı altında temel ilke, işçilerin sağlığının yine işçilerin elinde olmasıdır. Bu sebeple bu alandaki tüm kontrol sendikaların ve işçi meclislerinin yani sovyetlerin elindeydi. Bu sayede işçi sağlığı alanında kısa sürede ve üstelik bir yandan da karşı-devrimci güçlere karşı bir iç savaş verildiği koşullarda, önemli adımlar atılabilmiştir. Daha 1922 yılından itibaren işyerlerinde (işyerinin büyüklüğüne göre) sağlık hücreleri, dispanserler ve klinikler kurulmaya başlanmış, sistemin temeline de sağlık eğitimi almış gönüllü işçiler oturtulmuştur.
Çoğu Ekim Devriminin ilk yıllarında hayata geçirilen bu düzenlemeler kısa sürede sonucunu vermiş, Çarlık Rusya’sıyla yahut kapitalist ülkelerle karşılaştırıldığında iş kazalarında ve meslek hastalıklarında ciddi oranda azalmalar yaşandığı tespit edilmiştir. Bu noktada kavranması gereken temel husus, tüm bu ileri uygulamaların işçi iktidarı altında gerçekleşmiş olmasıdır. İlerleyen yıllar içinde işçi iktidarını gasp ederek yıkmış olan Stalinist bürokrasinin, devrimin bu alanda getirdiği ileri düzenlemelerin içini boşaltması da gösteriyor ki, bu tip uygulamalar gerçek anlamına ancak bir işçi iktidarı altında kavuşabilir. İşçi sınıfı ipleri eline alıp üretim sürecini insanlığın yararına olacak biçimde düzenlemeye başladığında ve üretici güçleri kapitalizm denen deliliğin cenderesinden kurtardığında, kapitalist ülkelerde çözülemez hale gelmiş en ağır sorunlar dahi basitçe aşılmaya başlanacaktır.
“Sosyal refah devleti” mi, sosyalizm mücadelesinin yükselişi mi?
İşçi iktidarı altındaki Rusya’da işçi sınıfının yararına bu gelişmeler yaşanırken, gerek işçi sağlığı ve güvenliği, gerekse de iş hukukunun diğer başlıkları açısından kapitalist Avrupa’da ve dünyanın geri kalanında pek bir ilerlemeden söz etmek mümkün değildir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşının bitişinden 1940’ların sonlarına kadar kapitalist Avrupa ve kuzey Amerika, işçi sınıfının yoğun mücadelelerine, devrimlere ve yenilgilere sahne olmuş, ama işçi sınıfına yönelik sosyal haklar açısından çok ciddi değişiklikler olmamıştır.
40’lı yılların sonlarından itibarense, bir yandan kapitalizmin tarihsel açıdan istisnai denilebilecek bir büyüme dönemine girmesi ve Keynesyen devletçi ekonomi-politikalarının yayılması, diğer yandan emperyalist-kapitalist sisteme karşı işçi sınıfının gözünde bir alternatif ve kutup oluşturan “sosyalist blok”un giderek güçlenen varlığı (Sovyet halklarının faşizme karşı direnişinin yarattığı moral etki ve giderek bir süper güç haline gelen SSCB’nin kitlelerde sosyalizm fikrinin güçlenmesi açısından yarattığı olumlu etki sayesinde) ve bu ikisine paralel olarak sınıf hareketinin genel anlamda gelişmesi (güçlü sendikalar ve işçi partileri), Batılı kapitalistleri işçi sınıfına yönelik birtakım tavizler vermeye itmiştir. Bu bağlamda, SSCB’de işçi sağlığı ve güvenliği alanında uygulanan pek çok düzenleme (diğer alanlardaki sosyal haklarda da olduğu gibi) Batılı kapitalist ülkelerde de yürürlüğe konmaya başlanmıştır. Dolayısıyla asıl olarak batı Avrupa’yla sınırlı kalan bu süreçte kapitalist devleti “sosyal refah devleti” türünden yanlış olan ve yanlış anlaşılan kavramlarla olumlamak gereksiz ve sakıncalıdır. Kapitalist devletlerin hiçbiri, hiçbir dönemde ne sosyal (yani toplumsal) olmuştur ne de işçi sınıfına refah sağlamaya dönük özel bir politika izlemiştir. İşçi sınıfının bu sınırlı coğrafyada yer alan gelişmiş kapitalist ülkelerdeki yaşam ve çalışma standartlarında yaşanan iyileşmenin nedenleri yukarıda saydığımız faktörlerdir.
İşçi sağlığı ve güvenliği alanından devam edecek olursak, bahsi geçen siyasi ve iktisadi koşullarda, Batılı kapitalist ülkelerde önemli adımlar atılmıştır. Devletler daha kapsamlı yasal düzenlemelere gitmişler ve hem uygulama hem de denetleme açısından daha katı politikalar izlemişlerdir. Genel sağlık ve işsizlik sigortasını, emeklilik sistemini içeren sosyal sigorta sistemleri bu ülkelerin hemen hepsinde oldukça kapsayıcı biçimde hayata geçirilmiştir. Tüm bunların sonucunda da çalışma yaşamı nispeten daha sağlıklı ve güvenli hale gelmiştir. İşçi sağlığı ve güvenliği konusu bir hak olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bu döneme kadar ağırlıklı olarak şirketlerin kendi iç mevzuatlarının bir parçası olarak görülen ve şirket bünyesindeki düzenlemelerle, yani patronun insafı nispetinde sağlanmaya çalışılan iş güvenliği, artık devletin ve hatta çoğu ülkede sendikaların denetlediği ve katı mevzuatlarla çerçevesi belirlenmiş kapsamlı bir konu haline gelmiştir. Meslek hastalıkları kategorik olarak kabul edilmeye ve tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi bu konuda uzmanlaşmış hastaneler kurulmaya başlanmıştır.
70’li yıllara kadar süren bu dönemde muazzam bir tempoda büyüyen kapitalizm, bilimsel ve teknolojik alanda gerçekleşen baş döndürücü gelişmeler sayesinde üretici güçlerin gelişiminde de önemli sıçramalar kaydetmiştir. Bu gelişmeleri verimlilik ilkeleri açısından da yorumlayan ve işyerlerinde uygulamaya sokan kapitalistler için “iş sağlığı ve iş güvenliği”, verimlilik açısından da dikkat edilmesi ve özen gösterilmesi gereken bir mesele haline gelmiştir. Kuşkusuz bu noktada, yüksek büyüme oranlarına eşlik eden düşük işsizlik oranlarının da önemli payı vardır! “Yedek parça” stoku sınırlı olunca, kapitalistlerin ellerindeki yetişmiş insan malzemesini daha dikkatli kullanmaya özen göstermelerine pek de şaşırmamak gerekir. Sonuç olarak 60’lı yıllardan itibaren “iş sağlığı ve güvenliği”, kapitalizm açısından önemli bir konu ve hatta bilim dalı haline gelmiş, daha da önemlisi giderek kârlı bir sektör haline dönüşmüştür.
Bu noktada akılda tutulması gereken iki önemli husus vardır; Ekim Devriminin yarattığı etkinin kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı için de önemli haklar sağlaması, elde edilen hakların ve ilerlemenin işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyiyle olan yakın ilişkisi.
Neo-liberalizmin kazanımları geri devşirme dönemi
İşçi sağlığı ve güvenliği alanında, kapitalizmin “altın çağı”na denk düşen tüm bu olumlu gelişmeleri gereğinden fazla da abartmamak gerekir. Kapitalist ülkelerdeki gelişme hiçbir zaman beklenen düzeyde yahut işçi sınıfı açısından yeterli derecede olmamıştır. Başta da belirttiğimiz gibi, iş kazası veya meslek hastalıkları oranlarının “makul” seviyelere düşmesi kapitalistler için yeterli olmuştur. Ayrıca bu iyileşmeler asıl olarak Batılı kapitalist ülkelerin işçi sınıflarıyla sınırlı kalmıştır. Dünyanın geri kalanındaki kapitalist ülkelerde yaşayan işçiler açısından “sosyal refah devleti”nden veya Batılı işçilerin sahip olduğu haklardan bahsetmek sözkonusu değildir.
Nitekim 1940’ları takip eden istisnai büyüme döneminin sona ermesi, “sosyalist blok”un çökmesi ve sosyalizm mücadelesinin tüm dünyada genel bir gerileme içine girmesiyle birlikte kapitalizm verdiklerini geri almanın peşine düşmüştür. Neo-liberal ekonomi politikaları ve saldırı paketleriyle sembolize olan bu son 20-30 yıllık süreçte kapitalizm önce fiilen, sonra da yasalar düzeyinde işçi sınıfının tarihsel ve sosyal kazanımlarını geri almaya başlamıştır. Buna, “iş sağlığı ve güvenliği” açısından sıkıntılı sektörlerde yer alan kapitalistlerin yatırımlarını, kuralların sıkı ve işçi sınıfının örgütlü olduğu Batı ülkeleri yerine, doğunun ve güneyin iş güvenliği ve iş sağlığı kurallarını hiçe sayan ülkelerine kaydırmasını da eklemek gerekir.
Gelinen noktada gerek işçi sağlığı ve güvenliği, gerekse de diğer sosyal haklar açısından işçi sınıfının durumu tüm dünyada büyük hızla eşitlenmektedir. Maalesef bu eşitlenme ileri bir noktada değil, tarihsel olarak geri bir noktada olmaktadır. Neo-liberal politikalar sayesinde kapitalizm işçi sınıfını adeta yeniden vahşi kapitalizm koşullarına döndürmeye çalışmaktadır. Esnek üretim, taşeronlaştırma ve örgütsüzleştirme saldırılarına, uzayan çalışma saatleri ve artan iş yükü eşlik etmektedir. Kapitalizmin işçi sınıfına dayattığı gayri insani çalışma koşulları “karoşi” gibi (aşırı çalışmadan kaynaklanan ani ölüm) meslek hastalıklarını ortaya çıkarmaktadır. Kapitalizmin işçi sınıfının başına açacağı belâların sonu olmadığı gibi, ona reva gördüğü berbat çalışma ve yaşam koşullarının da dibi yoktur.
Tüm bunlar ışığında iki önemli sonuç tespit etmek mümkündür. Birincisi, kendisi için ölümcül bir tehdit haline gelmiş olan iş kazalarına ve meslek hastalıklarına karşı daha duyarlı davranmak ve mücadele etmek işçi sınıfı açısından artık hayati bir önem kazanmış durumdadır. İşçi sınıfının genel örgütsüzlüğü koşullarında ilk hedef, artan iş kazalarına ve meslek hastalıklarına dikkat çekerek ve iyi bir teşhir kampanyası yürüterek işçi sınıfında bu konuya karşı bir duyarlılık yaratmaya ve böylece işçileri örgütlü mücadeleye çekmeye çalışmaktır. İkincisi, elbette tüm diğer sorunlarda olduğu gibi, bu meselede de verilecek mücadele sosyalizm mücadelesinden kopuk düşünülemez. Çünkü bu sorunun kaynağı bizzat kapitalist üretim biçimidir.
link: Kerem Dağlı, Kapitalizm İşçinin Güvenliğine de Sağlığına da Zararlıdır, Şubat 2013, https://marksist.net/node/3200
Emperyalist Savaşlara Karşı Sınıf Cephesini İnşa Etmek
Hayatı Şansa Bırakma!