Güney Afrika’da ırkçı apartheid rejimine karşı yürütülen özgürlük mücadelesinin simgeleşen önderlerinden Rolihlahla Nelson Mandela 5 Aralıkta hayatını kaybetti. 95 yaşındaki Mandela’nın ölümü, apartheid rejiminin korkunç anıları halen hafızalarından silinmemiş olan Güney Afrika halkının yanı sıra, başta Filistin olmak üzere dünyanın pek çok bölgesindeki ezilen halklarda büyük bir üzüntüye yol açtı. Ancak Mandela için gözyaşları dökenler sadece emekçiler ve ezilen halklar olmadı. Bu gözyaşlarına, emperyalist ülkelerin devlet başkanlarının, siyasetçilerinin ve tekelci medyanın gözyaşları da eşlik etti. Bu durum aslında emperyalist ikiyüzlülükle birlikte bir başka gerçeğin de ifadesiydi: Ortada iki Mandela’nın oluşu! İlki, Güney Afrika’nın siyah halkının gönlünde taht kuran bir özgürlük savaşçısı olarak Mandela; ve ikincisi, apartheid rejiminin yıkılmasının ardından devlet başkanlığı koltuğuna oturan ve hızlı bir dönüşüm yaşayarak kapitalist düzenin koruyucularından biri haline gelen, bu nedenle de onu bir zamanlar “terörist” olarak gören eski düşmanları tarafından aziz ilan edilmesinde sakınca görülmeyen burjuvalaşmış Mandela. Güney Afrikalı siyah emekçilerin ırk ayrımcılığının yanı sıra yoksulluğa, sömürüye ve ezilmişliğe karşı yükselttikleri toplumsal kurtuluş mücadelesinin, hareketin liderliği eliyle kapitalist düzen sınırlarına hapsedilmesinin de hikâyesi olan bu dönüşüme daha yakından bakalım.
Rolihlahla Mandela, 1918 yılında, Güney Afrika’nın Cape eyaletindeki bir köyde, büyük bir kabilenin şefinin torunu olarak dünyaya geldi. İngiliz Hıristiyan misyonerlerin idaresindeki bir okulda ilkokula başladığında, izlenen asimilasyon politikasının sonucu olarak diğer tüm siyah çocuklar gibi onun adı da değiştirildi. Yedi yaşında birden bire “Nelson” olan Rolihlahla için ırk ayrımcılığının en ağır örneklerine tanık olacağı bir hayatın başlangıcıydı bu. Nüfusun ancak %15’ini oluşturan beyaz azınlığı temsil eden ırkçı rejim[1], siyahlar ve diğer renkli halkları her türlü siyasal haktan mahrum kılan ve sömürünün en derinine maruz bırakan faşizan bir egemenlik kurmuştu. Siyahların beyazlarla aynı ortamı paylaşmasını bile yasaklayan ve apartheid adı verilen bu katı ırk ayrımcılığı yasalarla da tescilleniyordu.
Bu ağır baskı koşullarının yanı sıra derin bir yoksulluğun hüküm sürdüğü Güney Afrika’da, Mandela yine de şanslı sayılabilecek bir azınlık içindeydi. 1939’da, Güney Afrika’da siyahları kabul eden sayılı üniversitelerden birinde hukuk eğitimi görmeye başlayan Mandela, bu süreçte ırkçı beyaz azınlık rejimine karşı yürütülen özgürlük mücadelesinin liderliğini yapan Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ile temas kurdu ve çok geçmeden onun gençlik örgütünün kurucularından biri oldu. ANC o dönemde, yakın ilişki içinde olduğu Güney Afrika Komünist Partisinin (SACP) de etkisiyle eski pasifist çizgisini terk etmiş ve giderek sertleşen militan bir siyasi çizgi izlemeye başlamıştı.[2] 1950’lere ilerleyen süreçte grevler, okul boykotları ve sivil itaatsizlik kampanyalarıyla ırkçı rejime karşı mücadele kitlesel bir direniş halini almıştı. 1950’de Mandela ANC’nin ulusal yürütme komitesine seçilirken, 1955’te toplanan Halk Kongresi, Mandela’nın da hazırlayıcıları arasında yer aldığı Özgürlük Sözleşmesi’ni ANC’nin ve siyah hareketin temel programatik belgesi olarak kabul edecekti. Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı bağımsızlık ve özgürlüğü, ırkçı rejime karşı demokrasi mücadelesini savunan sözleşme, demokratik taleplerin yanı sıra, burjuvaziyi son derece rahatsız eden radikal ekonomik talepleri de içeriyordu: Bankaların, altın madenlerinin ve toprakların devletleştirilmesi, topraksız köylülere toprak dağıtılması, siyah halka serbest ikamet ve dolaşım hakkı, ırk ve milliyet ayrımı olmaksızın parasız ve zorunlu eğitim, asgari ücret belirlenmesi ve çalışma saatlerinin kısaltılması vb. Bu talepler yoksul siyah işçi ve emekçiler tarafından gönülden desteklenirken, ANC ve SACP de emekçi kitlelerin büyük sempatisini kazanıyordu. Komünistliği yasal olarak suç sayan ırkçı rejim ise, Özgürlük Sözleşmesi’ni komünist bir metin ilan ederek, Mandela’nın da aralarında bulunduğu ANC kadrolarını gözaltılarla, tutuklamalarla yıldırmaya çalışıyordu.
Bu dönemde, Walter Sisulu ve Oliver Tambo gibi önde gelen ANC liderleriyle birlikte Mandela’nın adı da mücadelede öne çıkmış durumdaydı. Johannesburg’da Oliver Tambo ile birlikte açtığı ve Güney Afrika’da siyahların açtığı ilk hukuk bürosu olma özelliğini taşıyan avukatlık bürosu, adalet arayan siyahların önünde kuyruk oluşturdukları bir danışma ve hukuki yardım merkezi haline gelmişti.
Irksal baskı ve yoğun sınıfsal sömürü altındaki yoksul siyah emekçilerin içinde bulunduğu korkunç koşullara yakından tanık olan ve ırk ayrımcılığına ve sömürgeciliğe karşı mücadelenin en tutarlı bileşeninin sosyalist hareket olduğunu gören Mandela, diğer pek çokları gibi komünist harekete yaklaşacak ve hatta 1960’ların başında Güney Afrika Komünist Partisine üye olacaktı. 1921’de kurulan ve 1950’de yasadışı ilan edilen SACP, Sovyetler Birliği çizgisinde bir komünist partiydi ve benimsediği Stalinist aşamalı devrim teorisi gereğince Güney Afrika için “ulusal demokratik devrim” hedefini önüne koyuyordu. Ne var ki, ülkenin içinde bulunduğu nesnel koşullar, onu bu hattaki reformist KP’lerden daha mücadeleci bir çizgi izlemeye zorluyordu. 1960’ta Sharpeville[3] katliamını izleyen protestolar on binlerin ayağa kalkmasına yol açınca, ırkçı rejim çareyi sıkıyönetim ilanında ve ANC de dahil çeşitli örgütleri yasaklayıp büyük bir tutuklama dalgası gerçekleştirmekte buldu. Bu gelişmenin ardından ANC, mücadelesini illegal olarak sürdürme ve silahlı mücadele başlatma kararı aldı. Buna paralel olarak Mandela, bazı SACP üyeleriyle birlikte, ANC’nin silahlı kanadını oluşturacak olan “Umkhonto We Sizwe” (Ulusun Mızrağı) adlı örgütü kurdu. Hedef, devlet kurumlarına, kışlalara, polis karakollarına, enerji ve ulaşım hatlarına vs. sabotajlar düzenleyerek rejimi zayıflatmak ve yıkmaktı. Mandela, örgüte teknik ve maddi yardım sağlamak üzere Güney Afrika dışına gerçekleştirdiği uzun gezi boyunca çeşitli komünist partilerle de temaslar kurarak onların desteğini aldı. 1962’de ülkesine döndükten kısa bir süre sonra ise CIA’in de yoğun katkılarıyla tutuklanarak ömür boyu hapse mahkûm edildi. Böylece, büyük bir kısmını Cape Town açıklarında yer alan Robben Adasındaki cezaevinde geçireceği 27 yıllık hapis hayatı başlamış oluyordu.
Güney Afrika’daki kurtuluş mücadelesi 1970’li ve 80’li yıllarda çok daha güçlü bir yükseliş kaydetti. Irkçı rejime karşı sürdürülen mücadele bu süreçte açık bir sınıf mücadelesi halini almıştı. Yüz binlerce işçinin katıldığı kitlesel grevlere ek olarak, sokak gösterileri, boykotlar ve öğrenci eylemleri de alabildiğine kitleselleşip başkaldırı boyutuna sıçramıştı. Rejim bu başkaldırıya azgın bir devlet terörüyle karşılık veriyor, binlerce insan tutuklanıyor, ağır işkencelerden geçiriliyor, katlediliyordu. Ne var ki 1980’lerin ortalarına gelindiğinde, gerek ulusal gerekse uluslararası arenada iyice sıkışan egemenlerin artık apartheid rejimini devam ettirecek gücü kalmamıştı. Üstelik yükselen sınıf mücadelesi, beyaz burjuvaziyi, sadece apartheid rejiminden değil sahip olduğu mülkiyetten de yoksun bırakacak şekilde, düzen dışı bir rotaya girmişti. Oluşturulan sokak ve halk komiteleri aracılığıyla birçok bölgede siyah halk kontrolü ele geçirmişti. Bütün bunlara ek olarak ekonomik kriz nedeniyle de büyük bir sıkışmışlık içinde olan egemenler, ANC ile müzakereleri başlatmak zorunda kaldılar. Bu müzakerelerin anlaşmaya doğru ilerlemesiyle, ömrünün kesintisiz 27 senesini ırkçı rejimin zindanlarında geçiren Mandela, 1990’da hapisten çıktı.
Mandela, hapisten çıktığında kendisine sorulan sorulara verdiği yanıtlarda, altın madenlerinin, bankaların ve tekellerin devletleştirilmesini de içeren Özgürlük Sözleşmesi’nin ANC’nin programı olduğunu ve bu görüşleri değiştirmelerinin hayal bile edilemeyeceğini söylüyordu. Oysa bu görüşlerin değişmesi “hayal bile edilemeyecek” kadar kısa bir sürede gerçekleşecekti. Mandela ve ANC-SACP, zayıflayıp çökmeye yüz tutmuş burjuva iktidarı işçi ve emekçi sınıfların son bir yumruğuyla yıkmaya yönelmek yerine, ulusal ve uluslararası burjuvaziyle pazarlık masasına oturmayı tercih etmişti. Sonuçta da kapitalist sistemin işleyişine dokunmama sözü verilerek bir anlaşmaya varılmıştı. Doğal olarak Özgürlük Sözleşmesi’nin kapitalist sistemle çatışan tüm maddelerinin üstü de birer birer çizilmişti. Bunun yerini ise IMF ve Dünya Bankasının emekçiler açısından yıkım anlamına gelen ekonomik programlarının kabulü almıştı. “Ulusal demokratik devrim” böylece tamamlanmış oluyordu!
1993’te, ırkçı rejimin son cumhurbaşkanı De Klerk ile birlikte Nobel barış ödülüne layık görülen[4] Mandela, apartheid rejiminin sona ermesiyle birlikte siyahların ilk kez beyazlarla eşit haklara sahip olarak oy kullandıkları 1994 seçimlerinde yüksek bir oyla devlet başkanı seçildi. SACP ile birlikte, yüz binlerce siyah işçiyi temsil eden mücadeleci bir sendika federasyonu olarak 1985’te kurulan Güney Afrika Sendikalar Kongresinin (COSATU) de desteklediği ANC ise hükümet oldu. Ne var ki bu, on yıllardır vadettiği “halk iktidarı”nı kurmaktan ve yoksulluk, adaletsizlik, eşitsizlikten bıkıp usanan siyah halkın ekonomik ve sosyal özlemlerini karşılamaktan son derece uzak bir hükümet olacaktı. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çöktüğü ve tüm dünyada burjuvazinin bunu “sosyalizmin çöküşü” ve “piyasa ekonomi”sinin tarihsel zaferi olarak lanse ettiği bir atmosferde iktidara gelen bu üçlü ittifak hükümeti, neo-liberal uygulamaları hayata geçirmekten başka bir çarenin olmadığını iddia ederek kapitalist saldırı politikalarını hızla uygulamaya girişti. Özelleştirmeler, kamu harcamalarında kesintiler, devalüasyon ve tekelci sermayeye büyük vergi indirimleriyle burjuvazi memnun edilirken, işçi sınıfının canına okunmaya devam edildi:
“ANC iktidarı altında Güney Afrika, toplumsal eşitsizliğin en fazla arttığı ülkelerden biri haline geldi. Beyaz sermayenin ve maden tekellerinin gücü ve kârları daha da arttı. Bu arada geçmişin «gerilla liderleri» ve ANC’nin tepe kadroları da burjuvalaştılar. Devlet aygıtıyla kaynaşan ANC kadroları, bürokrasinin ve orta sınıfın çekirdeğini oluşturdular. ANC ile koalisyon halindeki SACP ve işçi sendikalarının yöneticileri de kuşkusuz nasiplerini aldılar. Sendika yöneticileri maden tekellerinin yönetim kurullarında yerlerini alırken, Stalinist gelenekten gelen ve bir burjuva işçi partisine dönüşmüş olan SACP yöneticilerinin aile efradı Güney Afrika’nın zenginleri arasına girdiler. Kısacası ulusal sorunun çözülme yoluna girmesiyle birlikte bir siyah burjuvazi de oluşmaya başladı ve bunlar, ırkçı rejimin egemenleri olan beyazlarla uzlaşarak Güney Afrika’yı sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmeye giriştiler. Öyle ki, ırkçı rejimin cesaret edemediği ekonomi politikalarını bile arkalarındaki muazzam kitle desteğinden aldıkları güvenle birer birer hayata geçirdiler.” (Kerem Dağlı, agm)
Bu arada Mandela ve ailesi de bu yeni burjuva kesim içinde yerini almakta gecikmeyecekti. Artık karşımızda, Güney Afrika halkının gözünde kahraman olmasını sağlayan özgürlük savaşçısı, emekçi dostu Mandela değil, burjuva Mandela duruyordu. 1999’da görev süresini tamamladıktan sonra ikinci kez aday olmayıp aktif politikadan çekilen Mandela, AIDS’le ve çevre sorunlarıyla mücadele eden “bilge adam” rolüyle yetinip imajını daha fazla yıpratmamayı tercih etti. Başta elmas ve altın olmak üzere zengin maden yataklarına sahip olan Güney Afrika’nın topraklarını ve halkını 200 yıldır iliğine kadar sömüren emperyalist tekeller, zamanında, bu sömürüyü garanti altına alan ırkçı rejime her türlü desteği vermişlerdi. O dönemde, Güney Afrika’nın ezilen, sömürülen, insan yerine konmayan yoksul siyah halkının gözünde Mandela bir kahramanken, yerli ve emperyalist egemenlere göre şeytani bir teröristti. Ne var ki yaşanan değişim ve dönüşüm süreciyle birlikte, burjuvazinin Mandela’ya yönelik yargıları da kökten değişikliğe uğradı. İşte cenaze törenindeki manzara, bizzat bu değişimin ürünüydü.
Mandela’nın cenaze törenine, apartheid rejimine destek veren ABD’den İngiltere’ye emperyalist devletlerin başkanları, başbakanları ve bilumum seçkin zevatı da katıldı ve bunlar Mandela’ya övgüler düzmekte birbirleriyle yarıştı. Irkçı beyaz azınlık rejiminin en büyük müttefiki olan ABD’nin eski başkanı Bush, Mandela için “zamanımızın en büyük özgürlük ve eşitlik güçlerinden biri” derken, Obama “çağımızın en etkileyici, cesur ve son derece iyi insanlarından biri” diyerek ona övgüler yağdırıyordu. İngiltere başbakanı David Cameron ise Mandela’ya yönelik “zamanımız yüce bir şahsiyeti, bir efsane, gerçek bir küresel kahraman” sözleriyle ikiyüzlülüğün doruğunu temsil ediyordu. O aynı Cameron’ın üyesi olduğu Muhafazakâr Parti gençlik kolu, 1980’lerde ANC ve Mandela’yı terörist ilan edip “Mandela’yı as” kampanyaları düzenliyordu.
Egemenler cephesinde bu tiyatro sahnelenirken, törenin yapıldığı 60 bin kişilik stadı dolduran siyah işçiler ve emekçiler ise bu “saygın” zevatın konuşmalarını özgürlük şarkılarıyla protesto ediyor ve dev ekranda boy gösterip konuşmaya girişen devlet başkanı Jacob Zuma’yı aralıksız yuhalıyorlardı. Kaybettikleri itibarlarını Mandela’nın saygınlığından faydalanarak yeniden kazanacaklarını uman Zuma ve ANC’nin, bizzat ANC’nin tabanını oluşturan işçi ve emekçilerin böylesine sert bir protestosuyla karşılaşması elbette sebepsiz değildi.
ANC’nin kapitalist saldırı politikaları ve yükselen sınıf mücadelesi
Siyah halkın özgürlük sarhoşluğundan yararlanan ANC, 19 yıllık iktidarı döneminde, burjuvaziyi alabildiğine zenginleştirip işçi sınıfının sefaletini daha da derinleştiren kapitalist saldırı politikalarını birbiri peşi sıra hayata geçirdi. Bu dönemde Güney Afrika dünyada gelir dağılımının en eşitsiz olduğu on ülke arasında yer almayı sürdürdü. 2009’da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan ANC lideri Jacob Zuma ise çok geçmeden adı yolsuzluk skandallarıyla anılan bir devlet başkanı haline geldi.
53 milyon nüfuslu ve nüfusunun %80’ini siyahların oluşturduğu Güney Afrika Cumhuriyeti’nde siyah işçi sınıfı bugün hâlâ derme çatma barakalardan oluşan ve gözalabildiğine uzanan varoşlarda, sefalet koşullarında yaşıyor. Resmi işsizlik oranının %25 olduğu bu ülkede gerçek işsizlik oranı %40’a ulaşırken, gençler söz konusu olduğunda bu oran %70’e yaklaşıyor. Nüfusun yarıdan fazlası resmi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Buna mukabil, Afrika ülkelerinin hepsinden daha fazla dolar milyarderinin olduğu Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, dolar milyarderlerinin sayısı on yıl önce 2 iken şimdi 14’e çıkmış bulunuyor.
Eşitsizliğin sınıfsal olduğu kadar ırksal temelde de varlığını korumaya devam ettiği Güney Afrika’da, ülke gelirlerinin %60’ı, çoğunluğunu beyazların oluşturduğu %10’luk dilime gidiyor. Ekilebilir toprakların %80’i halen beyaz burjuvazinin elindeyken, beyazların gelirleri siyahlara göre iki kat daha fazla artıyor. Ortalama ömrün (2009 verilerine göre) beyazlar için 71 yıl iken siyahlar için 48 yıl olması da eşitsizliğin çarpıcı bir göstergesini oluşturuyor.
Afrika kıtasının en güçlü işçi sınıfı olma özelliğini taşıyan Güney Afrika proletaryası, çalışma ve yaşam koşullarına yönelik azgın saldırılara karşı özellikle son beş yıldır giderek artan bir militan karşı duruş sergilemekte, grevlerin ve direnişlerin sayısı artarken süresi de uzamaktadır:
“Daha 2010 yılında madencilerin kitlesel grevleri ülkeyi sarsmış, 2011 yılında ise petrol, enerji, ulaşım ve metal sektörleri başta olmak üzere pek çok sektörde ülke tarihinin gördüğü en büyük grev dalgası yaşanmış ve polisin ciddi saldırıları gündeme gelmiştir. Maden işçilerinin köklü mücadele geleneği, işçi sınıfının yükselen hareketinde onların başı çekeceğini açıkça göstermiştir. Ama grevler madencilik sektörüyle sınırlı olmadığı gibi, kitlelerin öfkesini dışavurduğu tek eylem biçimi de grevler değildir. Gecekondu bölgelerinde yaşayan halk, ırkçı rejimin gettolaştırma politikalarına benzeyen “kentsel dönüşüm” saldırılarına karşı çoktandır kendi öz-örgütlenmelerini oluşturmak için harekete geçmiş durumdadır. Burjuva hükümetin uyguladığı siyasi ve iktisadi politikalara karşı tepkinin dozu ve yaygınlığı da giderek artmaktadır.” (Kerem Dağlı, agm)
2012 Ağustosunda, emperyalist Lonmin tekeline ait Marikana platin madenlerinde çalışan işçilerin greve çıkması ve bu grevin polis terörüyle bastırılmaya çalışılması esnasında 34 madencinin polis tarafından makineli tüfeklerle taranarak katledilmesi, sınıf mücadelesi açısından bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bu katliam, proletaryayı bastırıp sindirmek yerine mücadelenin daha da sertleşmesine yol açmıştır. Apartheid rejimi sırasında yaşanan Sharpeville ve Soweto katliamlarını akla getiren bu katliam, işçi sınıfının yükselen mücadelesinden korkan ANC’nin gerçekte hangi sınıfın temsilcisi olduğunu bir kez daha tüm açıklığıyla ortaya koymuştur ve işçi sınıfı bu gerçeğin giderek daha fazla farkına varmaktadır. Marikana katliamı sonrasında, grevler derhal diğer madenlere ve farklı sektörlere sıçramış ve 100 binden fazla işçi greve çıkmıştır. ANC hükümetinin “Ulusal Kalkınma Planı” adı altında yürürlüğe koyduğu yeni saldırı planları ise işçi sınıfının tepkisini daha da arttırmıştır.
Sınıf mücadelesindeki bu keskinleşme, COSATU’yu ve ANC hükümetini derinden sarsmaktadır. ANC’ye duyulan öfke artarken, 2,2 milyon üyesi olan ancak sendika bürokrasisinin izlediği sınıf işbirlikçi çizgi nedeniyle işçiler açısından güvenilirliğini yitirmiş COSATU tam bir kriz içindedir. Marikana işçilerinin üyesi olduğu militan AMCU (Maden İşçileri Birliği ve İnşaatçılar Sendikası), maden tekelleriyle işbirliği halindeki COSATU’ya bağlı NUM (Ulusal Madenciler Sendikası) karşısında güç kazanmıştır. Metal işçilerinin yükselen tepkisi de benzer bir çıkışa yol açmıştır.
338 bin üyesiyle ülkenin en büyük sendikası olan Güney Afrika Metal İşçileri Sendikası NUMSA, 2014 genel seçimlerinin hemen öncesinde, üyesi olduğu COSATU’ya ve şimdiye dek desteklediği ANC hükümetine yönelik tutumunu yeniden değerlendirmek üzere geçtiğimiz günlerde özel gündemli bir genel kurul topladı. Kendini “Marksizm-Leninizmin kılavuzluğundaki sosyalist, devrimci bir sendika” olarak nitelendiren NUMSA, bu genel kurul öncesinde yayınladığı deklarasyonda, COSATU’daki krizin merkezinde, kapitalizmin güçleriyle sosyalizmin güçlerinin çatışmasının yattığını ve bu krizin ancak sosyalist güçlerin COSATU’yu militan bir sınıf sendikasına dönüştürmeleriyle aşılabileceğini dile getirdi. Genel kurulda ise SACP, COSATU ve ANC liderliklerine ağır eleştiriler getirildi, Zuma istifaya çağırıldı, COSATU’nun “üçlü ittifak”tan ayrılması ve “sosyalizmi” hedefleyen yeni bir politik oluşumun kurulması çağrısında bulunuldu. NUMSA örgüt olarak seçimlerde ANC’yi ve diğer partileri desteklemeyeceğini de açık bir şekilde ifade etti.
SACP içinden gelen NUMSA kadrolarının bir taraftan sosyalizmden bahsederken öte taraftan “beyaz kapitalist egemenliğe” ve “özel tipte sömürgeciliğe” karşı “ulusal demokratik devrim”den dem vurmalarını bir yana bırakacak olursak, bu sol çıkışın aslında tabandan yükselen tepkinin doğrudan bir ifadesi olduğu açıktır. Sendikaların yanı sıra belli ki SACP içinde de yürüyen bu sert tartışmalar, Güney Afrika sosyalist hareketinde yıllardır izlenen sınıf işbirlikçi çizginin ciddi bir sorgulamaya tâbi tutulmaya başlandığını gösteriyor. Önemli potansiyel sonuçlar içeren bu gelişmelerin, sınıf hareketi içinde devrimci dinamiklerin güç kazanmasının önünü açtığı açıktır. Güney Afrika işçi sınıfının gerçek kurtuluşu ve özgürlüğü, bu dinamiklerin doğrudan kapitalizmi hedef alan bir işçi devrimi yolunda büyümesiyle gerçekleşecektir.
[1] Kendilerini Afrikaner olarak adlandıran Hollanda asıllılar başta olmak üzere İngilizler ve Kıta Avrupa’sından gelenlerden oluşan beyaz azınlığın, katı bir ırk ayrımcılığına dayalı sömürgeci rejimi. Sömürgelerin ganimetlerini Avrupa’ya taşıyan diğer Avrupalılardan farklı olarak, Afrikanerler, geldikleri toprakları kendi yurtları olarak kabul edip yerleşmiş, süreç içinde ülkenin iç kesimlerine doğru ilerlemiş, zengin topraklar ve madenler işletmenin yanı sıra, kendi yalıtık toplumlarına özgü bir dil (Afrikaans denen bu dil okullarda siyahlara da dayatılacaktı), kültür ve kiliseler oluşturmuş bir tarımcı topluluktu. Bu süreçte İngilizlerle de savaşan Afrikanerler, 1910’da kurulan Güney Afrika Birliği’ni İngiliz tasarısı olması nedeniyle tam olarak benimsememiş ve 1961’de yeni anayasa ile Güney Afrika Cumhuriyeti’ni ilan ederek İngiliz Uluslar Topluluğu’ndan çıkmışlardır. (bkz. Güney Afrika’da Siyah Öfke, Metis Yay., 1985, s.27-28).
[2] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Kerem Dağlı, Güney Afrika: Marikana Katliamının Gösterdiği Gerçekler, MT, Kasım 2012
[3] 1960’ta, 16 yaş ve üzerindeki beyaz olmayan her erkeğin geçiş belgesi taşımasını zorunlu kılan Pasaport Yasasını protesto etmek üzere bir kampanya düzenlenmiş ve bu kampanya gereğince binlerce siyah erkek, “pasaport taşımıyorum, beni tutuklayın” diyerek karakolların önüne yığılmıştı. Sharpeville polis karakolu da protesto eyleminin merkezlerinden biriydi ve önünde binlerce protestocu birikmişti. Ne var ki polisin bu eyleme tepkisi beklenmedik sertlikte oldu ve açılan yaylım ateşi sonucunda yarım dakika içinde 8’i kadın 10’u çocuk 69 kişi polis kurşunlarına kurban giderek can verdi, 178 kişi ise yaralandı. İlgili polis müdürüne bu olaydan bir ders çıkarıp çıkarmadığı sorulduğunda, verdiği yanıt şuydu: “Daha iyi donatılmamız gerekiyor.” Nitekim ırkçı rejim tarafından daha iyi donatılması gecikmeyen polis, 1976’da, bu kez Soweto kentinde kitlesel bir protesto gösterisi düzenleyen öğrencilere saldıracaktı. Polisin gerçek mermi kullanarak kitleye ateş açması sonucunda ilk gün 25 kişi yaşamını yitirmişti. Bu katliam karşısında pek çok kentte on binlerce siyah emekçi sokağa dökülmüştü. Dört gün boyunca devam eden azgın polis saldırısı sonucunda, Soweto’da resmi sayıya göre 109, gayriresmi sayıya göre ise 700’e yakın siyah öldürülmüş, 1000 kişi yaralanmış, yüzlerce siyah ise tutuklanmıştı.
[4] TC de 1992’de Mandela’ya “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü”nü vermiş, ne var ki Mandela, daha önce NATO genel sekreterine ve 12 Eylül faşizminin baş cellâdı Kenan Evren’e verilen bu ödülü onurlu bir duruş sergileyerek reddetmişti. Kürt halkına zulmeden ve uluslararası ambargoya rağmen apartheid rejimine İsrail silahlarının sağlanmasında aracılık yapan TC’nin “barış” ödülünü kabul etmeyen Mandela, TC egemenlerini fena halde kızdırmıştı. Öyle ki, ölümünün ardından Mandela’ya övgüler düzen Hürriyet gazetesi, o günlerde ona “Çirkin Afrikalı” manşetiyle kin kusuyordu.
link: İlkay Meriç, Mandela ve Güney Afrikalı Emekçilerin Mücadelesi, Ocak 2014, https://marksist.net/node/3385
HDP İstanbul Adayları Halkla Buluştu
Dershanelerden Özel Okullara Eğitim Sistemi