1. Bu Mektubun Amacı
Bu mektubun hedefi hiçbir şeyi abartmadan veya görmezlikten gelmeden gerçeği açığa çıkarmaktır. Açıklık devrimci politikanın vazgeçilmez koşuludur.
Böyle bir anlayışa varma girişimi ancak her türlü gizlilikten, ikiyüzlülükten ve diplomasiden uzak olursa anlamlı olabilir. Bu da parti için en sevimsiz ve üzücü nitelikte olanlar da dahil olmak üzere herşeyin adını koymayı gerekli kılar. Bu tip durumlarda düşmanın bu eleştirilere dört elle sarılıp onları kullanacağına dair feryat etmek alışkanlık haline gelmiştir. Şu anda, Çin devrimini en kötü yenilgiyle yüz yüze bırakan önderliğin politikalarının mı yoksa sahte yanılmazlık havasını sarsan Muhalefetin bastırılmış uyarılarının mı sınıf düşmanına en büyük kazancı sağladığını sormak aptalca olur.
Aynı şeyler İngiliz-Rus Komitesi sorunu, tahıl alımları, genel olarak kulaklar veya herhangi bir Komünist Parti önderliğinin izlediği çizgi bağlamında da söylenebilir. Hayır, son beş yıldır Komintern’in büyümesini engelleyen Muhalefetin eleştirisi değildir. Sosyal demokrasi bazı durumlarda şüphesiz Muhalefetin eleştirilerinden faydalanmaya çalıştı. Hâlâ bunu yapacak kadar aklı ve kurnazlığı var. Böyle yapmaması şaşırtıcı olurdu. Şu anki sosyal demokrasi, kelimenin genel tarihsel anlamıyla parazit bir partidir. Burjuva toplumunu aşağıdan sağlama alma yani onu temel cephede koruma görevini yerine getiren sosyal demokrasi, savaş sonrasında –özellikle sıfırı tükettiği 1923 yılından itibaren– Komünist partilerin hataları ve kusurları, önemli anlarda verdikleri tavizler veya geçip gitmiş bir devrimci durumu canlandırma maceraları sayesinde yükselişe geçti. Komintern’in 1923 Sonbaharında verdiği taviz, sonrasında önderliğin bu muazzam yenilginin önemini anlamadaki yetersizliği, 1924’ten 1925’e kadarki maceraperest ultra-solcu çizgi, 1926’dan 1927’ye kadarki korkunç oportünist politikalar –bunlar hep sosyal demokrasinin yeniden doğmasını ve Almanya’daki son seçimlerde dokuz milyonun üzerinde oy almasını sağlayan şeylerdi. Bu koşullar altında, sosyal demokrasinin şu ya da bu zamanda Muhalefetin eleştirel bir sözünü bağlamından koparıp çarpıtarak işçilere yansıttığını söylemek, aslında havanda su dövmektir. Sosyal demokrasi bunu yapmasaydı, hatta daha ileri gidip –partinin burjuva toplumunda gördüğü emniyet kemeri görevini parti için yerine getiren– sol kanadı aracılığıyla önemsiz ve bastırılmış bir azınlık olduğu sürece Muhalefete uydurma bir “sempati” beslediğini ifade etmeseydi –bu “sempati”nin hiçbir bedeli olmadığı gibi, işçiler arasında sosyal demokratlara karşı bir sempati doğurur– sosyal demokrasi olmazdı.
Şu anki sosyal demokrasinin temel sorunlar üzerine kendine ait bir çizgisi yoktur ve olamaz. Bu alanda çizgisini burjuvazi dikte eder. Ama eğer sosyal demokrasi burjuva partilerinin söylediği herşeyi tekrarlasaydı, burjuvazi için yararı kalmazdı. Uzak, önemsiz ve ikincil konularda, sosyal demokrasi her renge –hatta kızıla bile– girebilir ve girmelidir de. Dahası, Muhalefetin şu ya da bu yargısına sarılmakla sosyal demokrasi komünist partide bir yarılma yaratmayı ummaktadır. Sosyal demokrasi içinde bir sağ kanat menfaatçinin veya sol kanat çaylağın eleştirimizden bir cümleyi onaylayarak alıntılamasına atfen Muhalefeti gözden düşürme girişimleri, bu mekanizmanın nasıl çalıştığını bilen bir göze acınası bir ideolojik ışık altında görünecektir. Ama gerçekten tüm ciddi politik konularda –öncelikle İngiliz-Rus Komitesi ve Çin sorunu gibi konularda– uluslararası sosyal demokrasinin sempatisi bizden değil önderliğin “gerçekçi” politikalarından yanadır.
Ama daha önemli olan şey Sovyetler Birliği ve Komintern çerçevesinde mücadele eden eğilimler üzerine burjuvazinin bizzat verdiği genel hükümdür. Burjuvazinin bu konuda bir şey gizlemesi veya yalan söylemesi için hiçbir neden yoktur ve şu söylenebilir: okyanusun iki tarafındaki tüm –en önemsizler dahil– önemli dünya emperyalizmi örgütleri Muhalefeti can düşmanı bellemiştir. Tüm son dönem boyunca ya resmi önderliğin aldığı birtakım önlemleri onayladıklarını bildirdiler ya da Sovyet rejiminin bir burjuva rejimine doğru “normal evriminde” Muhalefetin tasfiyesinin, fiziksel imhasının (hatta Austen Chamberlain kurşuna dizilmelerini istedi) kesin şart olduğunu söylediler. Elimizde referans kaynakları olmamasına rağmen hafızamıza dayanarak bile bu türden çeşitli yayınları anabiliriz: Fransız ağır sanayisinin Information Bulletin’i (Ocak 1927), Londra ve New York Times gazetelerinin yayınladığı bildiriler, aralarında haftalık Amerikan dergisi The Nation’un da bulunduğu pek çok yayının Austen Chamberlain’in deklarasyonunu yayınlaması, vb. Bu olay tek başına resmi parti basınını, son aylarda partinin geçirdiği ve halen geçirmekte olduğu krizle ilgili olarak sınıf düşmanlarının yargılarını yayınlamaktan vazgeçirmeye yetmiştir. Bu deklarasyonlar Muhalefetin devrimci sınıf doğasını son derece keskin biçimde dile getirmektedir.
Dolayısıyla, inanıyoruz ki, eğer Altıncı Kongre toplanana kadar açıklık adına dikkatle hazırlanmış iki kitap daha yayınlansa çok hayırlı olur: biri Komintern’deki tartışmalarla ilgili ciddi kapitalist basının yargılarını içeren Beyaz Kitap ve biri de sosyal demokrasinin paralel yargılarını içeren Sarı Kitap.
Her halükârda, sosyal demokratların kendi adlarına bizim tartışmalarımıza bulaşabileceklerine dair uydurulan sahte umacı bizi bir an bile Komintern’in politikası için can alıcı olduğunu düşündüğümüz şeylere açıkça ve kesin biçimde dikkat çekmekten alıkoyamaz. Bu çabaları diplomasiyle, köşe kapmaca oynayarak değil, ancak –hâlâ geliştirmesi gereken– doğru devrimci politika ile boşa çıkarabiliriz.
* * *
Şu anda, program taslağının yayınıyla birlikte, uluslararası proleter devrimin temel teorik ve pratik sorunları doğal olarak bu yeni taslağın ışığında yeniden gözden geçirilmelidir. Aslında, bu taslağın hedefi problemlerin teorik ele alınışı yanında bugüne değin Komintern’in yaptıklarının denetlenmesi ve değerlendirmesidir de. Ancak sorunu bu şekilde ele alarak taslak hakkında sağlıklı bir sonuca varabiliriz ve prensiplere uygunluğunu ve bütünlüğünü, geçerliliğini sınayabiliriz. Bu eleştiriyi elimizdeki son derece kısıtlı zamanda yapılabileceği kadarıyla program taslağına hasredilmiş bir belgede formüle ettik. Eleştirimizde ışık tutmaya önem verdiğimiz temel sorunları üç bölüme ayırdık: 1) Uluslararası Devrim Programı mı Tek Ülkede Sosyalizm Programı mı? 2) Emperyalist Çağda Strateji ve Taktikler 3) Çin Devriminin Özeti ve Perspektifleri, Doğu Ülkeleri ve Tüm Komintern İçin Dersler.
Bu problemleri, uluslararası işçi hareketinin ve özel olarak Komintern’in son beş yıl boyunca yaşadığı deneyimleri inceleyerek analiz etmeye çalıştık. Buradan çıkardığımız sonuç yeni taslağın tamamıyla tutarsız, temel tezlerinin eklektik, bir sistemden yoksun, eksik ve anlatımının da dağınık olduğuydu. Özellikle stratejiyle ilgili kısım son yılların devrimci deneyiminin önemli ve trajik sorularından kaçınma eğiliminin damgasını taşımaktadır.
Burada daha önce Kongreye gönderilmiş olan belgede gözden geçirilmiş olan sorunlarla tekrar ilgilenmeyeceğiz. Yukarıda söylenenlerden de anlaşılabileceği gibi bu mektubun amacı tamamen farklıdır. Burada söz konusu olan, diyebiliriz ki, konjonktür ve politikadır: genel bakış açısıyla, resmen hayata geçirilmiş olan sola dönüşün tam olarak nasıl bir yer işgal ettiğini ortaya çıkararak, bunu SSCB Komünist Partisi ve Komintern içinde daha düne kadar sürekli olarak birbirinden uzaklaşan eğilimlerin yakınlaşması için bir kalkış noktası yapmalıyız. Açıktır ki, fikirlerde tam bir netlik dışında hiçbir temelde yakınlaşma olamaz, hele dalkavukluk ve bürokratik Bizans oyunları temelinde asla.
Bu dönüş kendini en kaba biçimde SSCB’nin iç sorunlarında gösterdi, zaten itici gücü de oradan kaynaklandı. Dolayısıyla bu mektubu temelde –kendisi de Sovyet devrimindeki krizin sonucu olan– SBKP’deki krize hasredeceğiz. Ama, işçi devletinin önemli sorunlarını tartışırken, tüm iç gelişme ve sorunlarımızda belirleyici bir önemi olan “uluslararası etkenden kendimizi soyutlamamız” mümkün olmadığından, bu mektupta ayrıca program taslağıyla ilgili tezlerimizin bazılarını tekrarlama pahasına Komintern’in faaliyetinin koşul ve yöntemlerini kısaca ele almak durumundayız.
Giriş niteliğindeki bu gözlemlerin sonunda, program taslağı eleştirilerimin ve de kongreye gönderilen bu mektubun kongrenin tüm üyelerinin dikkatine sunulacağına yürekten inandığımı belirtmek isterim.[45] Sadece Beşinci Kongrenin beni Yönetim Kuruluna vekil seçmiş olması bile bana bu hakkı tanır. Biçimsel olarak bakıldığında bu mektup, Komintern’in üst kurulundaki hak ve görevlerimi elimden alan adaletsiz karara itiraz etmemin nedenlerinin ifşasıdır.
2. Komintern Kongresi Dört Yıldan Beri Neden Hiç Toplanmadı?
Beşinci Dünya Kongresinden bu yana dört yıl geçti. Bu dönem boyunca önderliğin çizgisi kökten değişti, kuşkusuz bu arada hem farklı seksiyonların hem de bir bütün olarak Komintern’in önderliklerinin bileşimi de. Beşinci Kongrede seçilen başkan, azledilmekle kalmadı partiden de atıldı; ancak Altıncı Kongrenin arifesinde partiye geri alındı.[46] Tüm bunlar –toplanması için hiçbir engel olmamasına rağmen– bir kongre sonrasında yapılmadı. Dünya işçi sınıfı hareketinin ve Sovyet Cumhuriyeti’nin en hayati sorunlarında Komintern Kongresi lüzumsuz görüldü; sanki bir engel, bir ayakbağı gibi yıl yıl ileri atıldı. Ancak herşeye karar verilince, kongre tamamen sonlanmış olaylarla karşı karşıya kalacağı zaman toplandı.
Demokratik merkeziyetçiliğin ruhu kongrenin partinin hayatında belirleyici bir rolü olmasını gerekli kılar. Bu hayat her zaman ifadesini kongrelerde, bunların hazırlıklarında ve çalışmalarında bulmuştur. Bugün kongreler gereksiz bir fazlalık ve ayakbağı bir formaliteden ibarettir. SBKP’nin On Beşinci Kongresi suni bir şekilde bir yıldan fazla ertelenmiştir. Komintern Kongresi dört yıllık bir gecikmeyle toplanmıştır. Hem de ne dört yıl! Son derece önemli tarihsel olaylar ve büyük görüş ayrılıklarıyla dolu bu dört yılda, sayısız bürokratik kongre ve konferans, İngiliz-Rus Komitesinin berbat toplantıları, süs işlevi gören Emperyalizme Karşı Mücadele Birliğinin kongreleri, Sovyetler Birliği’nin Dostlarının tiyatrovari kongreleri, kısaca Komünist Enternasyonal’in normal üç kongresi dışında herşey için zaman bulunmuştur.
Yabancı delegelerin görülmemiş zorluklarla karşı karşıya kaldığı ve bazılarının bu yolda canını verdiği iç savaş ve kuşatma yıllarında bile SBKP ve Komintern Kongreleri proleter partisinin kurallarına ve ruhuna uygun olarak toplanmıştır. Şu anda neden bu yapılmıyor? Şu anda “pratik” işlerin başımızdan aşkın olduğunu söylemek partinin beyninin ve iradesinin önderliğin işini geride bıraktığını ve kongrelerin en ciddi ve önemli olaylarda bir engel oluşturduğunu kabul etmektir. Bu da partinin bürokratik tasfiyesinin yoludur.
Resmi olarak, son dört küsur yıl boyunca her sorun KEYK veya Prezidyum tarafından halledilmiştir; ama gerçekte bunları halleden Sovyetler Birliği Komünist Partisi Politik Bürosudur, daha da kesin söylersek parti aygıtının üstüne çıkan Sekretaryadır. Burada sorgulanan şüphesiz SBKP’nin ideolojik etkisi değildir. Söz konusu etki Lenin zamanında çok daha büyüktü ve olağanüstü yapıcı bir önemi vardı. Hayır burada sorgulanan SBKP MYK’sının herşeye kadir sekretaryasıdır. Bu sekretarya tamamen kapalı kapılar ardında işlemektedir. Bu olgunun Lenin döneminde esamisi bile yoktu ve Lenin partiye verdiği son nasihatinde buna karşı sıkı sıkıya uyarıda bulunmaktadır.
Komintern bütün ulusal seksiyonların tâbi olduğu yegâne enternasyonal parti olarak ilân edilmiştir. Lenin bu konuda hayatının son gününe dek ılıştırıcı rolü oynamıştır. Politik önkoşulların yetersiz olduğu durumlarda merkeziyetçiliğin bürokratizme doğru yozlaşacağı korkusuyla birçok kez önderliğin merkeziyetçi eğilimlerine karşı uyarıda bulunmuştur. Komünist Partilerin politik ve ideolojik olgunlukları, kendi deneyimleri temelinde bir iç ritimle gelişir. Komintern’in varlığı ve SBKP’nin onun içinde oynadığı belirleyici rol bu ritmi hızlandırabilir. Ama bu hızlandırma ancak bazı zorunlu sınırlar içinde tasavvur edilebilir. Bağımsız faaliyet, özeleştiri ve öz yönetim kapasitesinin yerine katı idari önlemler koyulursa tamamen zıt sonuçlar elde edilebilir, ki birçok durumda da böyle sonuçlar elde edilmiştir. Buna rağmen, Lenin çalışamayacak hale geldiğinde zafer kazanan, sorunların aşırı merkeziyetçi ele alınış tarzı oldu. Yürütme Komitesi, birleşik dünya partisinde, yalnızca dünya partisinin kongresine karşı sorumlu tam yetkili merkez komite olarak ilân edilmişti. Ama gerçekte ne görüyoruz? En gerekli olduğu dönemlerde hiç kongre çağrısı yapılmadı: Sadece Çin devrimi bile iki kongre toplanması için yeterli nedendi. Teorik olarak Yürütme Komitesi dünya işçi hareketinin yetkili merkeziydi; gerçekte son birkaç yılda tekrar tekrar insafsızca yenilendi. Beşinci Kongre tarafından seçilen ve önder konumdaki bazı üyeler atıldı. Aynı şey Komintern’in tüm –en azından önemli– seksiyonlarında da yaşandı. Sadece Kongreye karşı sorumluluğu bulunan Yürütme Komitesini –kongre toplanmadığına göre– kim değiştiriyordu? Yanıt çok açıktır. SBKP’nin yönetici çekirdeği her değiştiğinde, Komintern’in kurallarına ve Beşinci Kongrenin kararlarına aykırı olarak Yürütme Komitesi üyelerini yeniliyordu.
SBKP’nin yönetici çekirdeğindeki değişiklikler, adeta hep beklenmedik biçimde ve sadece Komintern’i değil SBKP’yi de devre dışı bırakarak, hep kongre aralarında ve SBKP’den bağımsız olarak ve aygıt tarafından fiziki kuvvet uygulanarak yapılıyordu.
Önderlik “sanatı” partiyi bir oldubitti ile karşı karşıya bırakmaktan ibaretti. Sonra da kapalı kapılar ardında işleyen mekanizmaya uygun olarak ertelenmiş olan kongre, önderliğin yeni kompozisyonuna uygun bir şekilde seçiliyordu. Aynı zamanda da bir önceki kongrede seçilmiş olan önceki yönetici çekirdek hemen “parti düşmanı zirve” olarak etiketleniyordu.
Bu süreçteki önemli aşamaları tek tek anlatmak uzun sürer. Ben sadece bir tek –ama bir düzineye bedel– gerçeği vurgulamakla yetineceğim. Beşinci Kongre, sadece resmi bakış açısından değil, gerçekten de Zinovyev grubunca yönetildi. “Troçkizm” diye adlandırılan şeye karşı mücadelesiyle kongreye damgasını vuran bu grup oldu. Kapalı kapılar ardında oynanan oyunlar ve düzenbazlıklar büyük ölçüde kongrenin ana hedeflerinden sapmasına yol açtı. Bu da sonraki yıllarda görülen büyük hatalara kaynaklık etti. Başka bir yerde bunlar ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Burada şunu söylemekle yetinelim ki Beşinci Kongrenin önde gelen hizbi, Komintern’in pek çok partisinde varlığını Altıncı Kongreye kadar sürdürememiştir. Bu hizbin merkez grubuna gelince, bunlar Zinovyev, Kamenev, Sokolnikov ve diğerlerinin şahsında, 1926 Temmuz deklarasyonuyla “1923 Muhalefetinin esas çekirdeğinin, proleter çizgiden sapmanın tehlikelerine ve aygıt rejiminin tehdit edici şekilde büyümesine karşı doğru olarak uyarıda bulunduğundan artık hiçbir şekilde şüphe edilemeyeceğini” kabul etmiştir.
Ama hepsi bu kadar değil. Merkez Komiteyle Merkez Denetleme Kurulunun ortak plenumunda (14-23 Temmuz 1926) Beşinci Kongrenin düzenleyicisi ve yöneticisi Zinovyev “hayatı boyunca işlediği temel hataların” şunlar olduğunu söyledi: 1917’deki hatası[47] ve 1923’te Muhalefete karşı mücadele etmesi (bu deklarasyon daha sonra On Beşinci Parti Kongresinden önce Merkez Komite tarafından tekrar basıldı).
“İkinci hatamın” diyordu Zinovyev, “daha tehlikeli olduğunu düşünüyorum, zira 1917’deki hata Lenin hayattayken işlenmişti ve Lenin tarafından düzeltildi … ama 1923’teki hatamı oluşturan…”
ORJONİKİDZE: “Öyleyse neden milletin kafasını boş yere şişirdiniz?”
ZİNOVYEV: “Evet, sapma konusunda ve parti aygıtının bürokratik baskısı konularında Troçki’nin haklı olduğu ortaya çıktı.”
Ama politik çizginin ve parti rejiminin bu kötü yola düşüşü, sapmaların her türlüsünü içeriyordu. 1926’da Zinovyev 1923 Muhalefetinin bu konularda haklı olduğunu ve hayatındaki en büyük –Ekim ayaklanmasına karşı çıkmasından bile büyük– hatasının 1923-1925’te “Troçkizm”e karşı yürüttüğü mücadele olduğuna karar vermişti. Buna rağmen son günlerde gazeteler Merkez Denetleme Kurulunun, “Troçkist saçmalıklardan vazgeçtikleri” için Zinovyev ve ortaklarını tekrar partiye aldığını yazdı. Tümüyle belgeli olmasına rağmen torunlarımıza ve torunlarımızın torunlarına bir hicivcinin elinden çıkmış gibi görünecek bu inanılmaz hadise, şayet sadece bir kişi veya grupla ilgili olsaydı, şayet bu olay son yıllarda Komintern’de verilmiş olan ideolojik mücadeleyle sıkı sıkıya bağlı olmasaydı, şayet bürokratik yöntemlerin sınır tanımayan gücü yüzünden kongreyi dört yıl erteleyen koşullardan organik olarak türemiş olmasaydı, belki de bu mektupta sözü edilmeye değmezdi.
Şu anda, Komintern’in ideolojisi yönlendirilmiyor. Bizzat üretiliyor. Teori, bir bilgi ve öngörü aracı olmaktan çıkıp bir yönetim aracı haline gelmiştir. Belli bazı görüşler Muhalefete atfedilip sonra da Muhalefet bu “görüşler” ışığında yargılanıyor. Bazı bireyler “Troçkizm” ile ilişkilendiriliyor ve sanki mesele bir bakanlığın personelini oluşturan memurlar meselesiymiş gibi görevlerinden azlediliyorlar. Zinovyev vakası hiç de istisnai bir durum değil. Sadece diğerlerinden daha çok göze batıyor, zira söz konusu kişi Komintern’in eski başkanı, Beşinci Kongrenin yöneticisi ve esinleyicisi.
Bu tip ideolojik çalkantılar kaçınılmaz olarak, hep yukarıdan aşağı gelişen ve çoktan bir sisteme kavuşmuş olup, bir şekilde sadece SBKP’nin değil, Komintern’deki diğer partilerin de normal rejimi haline gelmiş olan örgütsel çalkantıları beraberinde getirir. İstenmeyen bir önderliğin lağvedilmesi için öne sürülen nedenler genellikle gerçek güdüleri yansıtmaz. Fikirler dünyasındaki ikiyüzlülük rejimin tam bürokratikleşmesinin kaçınılmaz sonucudur. Bu yıllarda Almanya, Fransa, İngiltere, Amerika, Polonya vb.deki Komünist partilerin lider kadroları birçok kez korkunç oportünist yollara başvurdular. Ama hiçbir ceza görmediler, zira SBKP’nin iç sorunları karşısında aldıkları tavır onları koruyordu. Muhalefete karşı oy kullanmak, hatta daha ileri gidip ulumak, tepeden gelecek darbelere karşı kalkan oluyordu. Alttan gelebilecek darbelere gelince, bunlara karşı garanti sağlayan şey aygıtın her türlü kontrolden muaf olmasıydı.
Son olaylar hâlâ hafızalarımızdan silinmiş değil. Çok yakın döneme kadar, Çin’deki Tu-ziu, Tang Ping-şan ve ortakları vb. tamamen Menşevik olmalarına rağmen, Muhalefetin eleştirisi karşısında olduğu gibi, hep Komintern Yürütme Komitesinin tam desteğini aldılar. Bunda şaşılacak bir şey yok: KEYK’in Yedinci Plenumunda Tang Ping-şan şöyle diyordu:
“… Troçkizmin ilk ortaya çıkışıyla birlikte Çin Komünist Partisi ve Çin Komünist Gençliği hep birlikte Troçkizme karşı cephe aldı.” [Tutanaklar, s.805]
Bizzat KEYK’de ve onun aygıtları içinde, Rusya, Finlandiya, Almanya, Bulgaristan, Macaristan, Polonya ve diğer ülkelerde ellerinden geldiğince proleter devrime karşı çıkan ama iyi günde bunu telâfi etmek için “Troçkizm”e karşı mücadelede boy gösteren unsurlar önemli bir rol oynamaktadır. Tang Ping-şan sadece bir kurbandır, eğer efendileri dururken bütün suç onda kaldıysa, bu sorumsuz rejimin bir günah keçisine ihtiyaç duymasındandır.
Ne yazık ki sadece SBKP’de değil bir bütün olarak Komintern’de son beş yılın en belirgin, en genel ve tehlikeli özelliğinin bürokratizmin ve onunla birlikte keyfiliğin derece derece ve giderek artan bir şekilde yayılması olduğu yolundaki resmi iddiayı bırakın reddetmek, yumuşatmaya çalışmak bile mümkün değildir.
Tüzüklerin göz ardı edilmesi ve çiğnenmesi, hem örgütte hem de fikirler sahasında sürekli çalkantılar oluşması, kongrelerin ertelenmesi, konferanslarda çoktan olup bitmiş şeylerin tartışılması, keyfiliğin artması; tüm bunlar rastlantı olamaz, bunların hepsinin derin nedenleri olmalıdır.
Bu olguları sadece ya da öncelikle kişisel temelde, kliklerin mücadelesi vb. şeklinde açıklamak Marksizm açısından anlamsızdır. Kuşkusuz bu tip faktörlerin önemli bir rolünün olduğunu söylemek bile gereksizdir. (Lenin’in Vasiyetine bakınız). Ama burada işin içinde öyle derin ve öyle uzun süreli bir süreç var ki, nedenleri sadece psikolojik değil aynı zamanda politik de olmalı ve nitekim öyledir de.
SBKP’nin ve Komintern’in tüm rejiminin bürokratikleşmesinin temel nedeni önderliğin politik çizgisiyle proletaryanın tarihsel çizgisinin arasının giderek açılmasında yatmaktadır. Bu iki çizginin örtüşme derecesi azaldıkça, önderliğin çizgisi gerçeklerle çelişmeye, çizgiyi parti gereklerine göre eleştiriye açarak sürdürmek zorlaşmaya ve çizgi, aygıtın hatta devletin önlemleriyle tepeden dayatılmaya başladı.
Ama önderliğin çizgisiyle proletaryanın tarihsel çizgisi, yani Bolşevik çizgi arasındaki açıklık ancak proletarya dışındaki sınıfların baskısıyla ortaya çıkabilir. Genel olarak bakıldığında bu baskı son beş yılda inanılmaz boyutlara ulaştı ve her iki yönde de ‑hem dünyada hem de SSCB’de‑ çok zararlı oldu. Parti aygıtı partinin eleştiri ve kontrolünden uzaklaştıkça, önderlik de aygıt aracılığıyla proletarya dışı sınıfların özlem ve önerilerine açık bir hale geldi. Bu da politik çizgiyi daha sağa kaydırarak bu çizgiyi öncü proleterlere benimsetmek için daha sert bürokratik önlemler alınmasını gerekli kıldı.
Politik olarak geriye yuvarlanma süreci böylece kaçınılmaz olarak örgütsel baskı tedbirleriyle tamamlandı. Bu şartlar altında önderlik Marksist eleştiriye daha fazla tahammül edemedi. Bürokratik rejim “biçimci”dir; ona en uygun ideoloji skolastik felsefedir. Bir bütün olarak bakıldığında son beş yıl, Marksizm ve Leninizmin skolastik tahrifine, ve bunların, politik geri kayışa ve bürokratik gaspçılık ruhuna kölece uyarlanmasına hasredilmiştir. “Kulakların sosyalizme doğru gelişmesine izin verin”, “zenginleşin!”, “aşamaları atlamamak”, “dört sınıf bloğu”, “iki sınıf partisi”, “tek ülkede sosyalizm”; sağa kayan merkezciliğin ürettiği tüm bu fikirler ve sloganlar kaçınılmaz olarak Marx ve Lenin’in gerçek öğrencilerine karşı ceza yasasının maddelerinin uygulanmasına yol açtı.
Skolastik sefaletin nedenlerinin, bürokratizmin ve keyfiliğin ilerlemesinin Marksist yorumunun, asla önderliğin kişisel sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağını, tam tersine daha da arttıracağını söylemek gereksizdir.
3. 1923-1927 Döneminin Politikası
Şüphesiz, Altıncı Kongrenin sürekli ertelenmesinin ardında yatan en temel güdülerden biri büyük bir uluslararası zafer beklenmesiydi. Böyle zamanlarda insanlar yakın tarihli yenilgileri unutmaya daha eğilimlidirler. Ama zafer bir türlü gelmiyordu, bu da tesadüf değildir.
Bu dönemde Avrupa ve dünya kapitalizmi kendisine yeni ve son derece önemli bir soluklanma fırsatı bahşedildiğini gördü. Sosyal demokrasi 1923’ten sonra ciddi şekilde güçlendi. Komünist partilerin büyümesi önemli ölçüde değildi –her halükârda Beşinci Kongreyi esinleyen kehanetlerde müjdelenenden sonsuz ölçüde küçük büyümeler. Şunu belirtmeliyiz ki bu, hem Komintern’in örgütleri hem de onların kitleler üzerindeki etkileri için geçerlidir. Birlikte alındığında, bu sonuncusu 1923’ün sonbaharından itibaren ve söz konusu dönem boyunca azalan bir eğri çizdi. Bu dört beş yıl boyunca komünist partilerin kendi liderliklerinin sürekliliğini ve istikrarını koruduğunu iddia edebilecek kadar cüretkar birinin çıkacağını sanmıyoruz. Tam tersine, süreklilik ve istikrar gibi özelliklerin, önceden en garantili oldukları SSCB Komünist Partisinde bile tamamen hasara uğradıkları ortaya çıkıyordu.
Söz konusu dönem boyunca Sovyet Cumhuriyeti ekonomi ve kültürde ciddi gelişmeler kaydederek, ilk defa tüm dünyaya sosyalist yönetimin gücünü ve önemini ve özellikle içinde barındırdığı büyük imkânları gösterdi. Ama bu başarılar bizzat dünya devriminin çeşitli yenilgilerine malolan ve kapitalizmin sözde istikrar kazanması temelinde gelişti. Bu da Sovyet Cumhuriyeti’nin dış konumunu kötüleştirmekle kalmadı, içteki güç ilişkilerine de proletaryanın aleyhine bir yön verdi.
SSCB’nin Lenin’in deyimiyle “tamamen kapitalist bir dünyada izole edilmiş bir öncü” olarak kalmaya devam etmesi, hatalı bir önderlik sonucunda, ulusal ekonominin gelişiminde kapitalist güç ve eğilimlerin ciddi, daha doğrusu endişe verici bir boyut kazandığı biçimlere yol açtı. İyimser tahminlerin tersine, ekonomideki iç güç ilişkileri proletaryanın aleyhine gelişti. SSCB’nin içinden çıkamadığı sıkıntılı krizler de buradan patlak verdi.
Ekim Devriminin krizinin temel nedeni, proletaryanın uğradığı acımasız yenilgiler nedeniyle dünya devriminin gecikmesidir. 1923’e kadar, bu yenilgiler savaş sonrası hareket ve ayaklanmaların komünist parti eksikliğini veya zayıflığını duymasından kaynaklanıyordu. Ama 1923’ten sonra durum hızla değişti. Artık karşımızda duran şey, proletaryanın yenilgisi değil Komintern politikalarının bozguna uğramasıdır. Bu politikanın Almanya’da, İngiltere’de, Çin’de ve diğer bir dizi ülkede yaptığı hataların tüm Bolşevik parti tarihinde bir eşini bulamazsınız; buna benzer bir şey bulabilmek için 1905-1917 yılları arasındaki –veya daha önceki– Menşevizm tarihini araştırmak gerekir.
Komintern’in büyümede gecikmesi, doğrudan son beş yıldaki hatalı politikalarının ürünüdür. Bundan “istikrar”ın sorumlu olduğu söylenemez, şüphesiz istikrarın doğasını skolastik biçimde kavramıyorsanız veya amacınız sorumluluğu başkasına yamamak değilse. İstikrar gökten zembille inmedi; dünya kapitalist ekonomisinin mevcut koşullarında kendiliğinden gerçekleşen bir değişimin ürünü de değildir. Tam olarak sınıf güçlerinin politik ilişkilerinde ters yönde bir değişmenin ürünüdür. Proletarya Almanya’da 1923’te önderliğin tavizleriyle gücünün eridiğini gördü; İngiltere’de Komintern’in 1926’ya kadar birlikte hareket ettiği önderlik tarafından kandırıldı ve ihanete uğradı; Çin’de Komintern Yürütme Komitesinin politikası proletaryayı 1925-1927’de Kuomintang’ın ağına düşürdü. Bunlar yenilgilerin kesin nedenleridir, ama daha önemlisi, bu başarısızlıkların moral bozucu niteliğidir. Doğru politikalar izlenseydi de yenilginin kaçınılmaz olacağını kanıtlamaya çalışmak, saçma bir kaderciliğe düşmek ve devrimci önderliğin rolü ve önemiyle ilgili Bolşevik kavrayışı terk etmek demektir.
Hatalı politikaların proletaryayı bozguna uğratması politik açıdan burjuvaziye rahat bir nefes aldırdı. Burjuvazi de bu boşluktan istifade ederek ekonomik konumunu sağlamlaştırdı. 1923 Ekiminde Alman Komünist Partisi taviz verince başlayan istikrar döneminin ayrım noktasını işte bunlar oluşturur. Şüphesiz burjuvazinin ekonomik konumunu pekiştirmesi politik ortam üzerinde “istikrar kazandırıcı” bir etki yapmıştır. Ama son beş yıldaki istikrar döneminde kapitalizmin belini doğrultmasının asıl nedeni Komintern önderliğinin olaylara ciddi bir bakış açısıyla yaklaşmamasıdır. Devrimci durumlar eksik değildi. Ama önderler bunları değerlendirmekte kronik biçimde kifayetsizdiler. Bu eksiklik kişisel veya tesadüfi değildir; daha çok, tutarsızlığını sakin dönemde saklayabilen ama devrimci dönemlerin ani değişikliklerinde kaçınılmaz biçimde hezimete yol açan merkezci yolun sonucudur.
SSCB’nin ve önder partinin iç evrimi, uluslararası durumdaki kaymaları birebir yansıtmış, ve böylece yalıtık gelişme ve tek ülkede sosyalizm gibi yeni gerici teorileri örneklemeyle çürütmüştür. Doğal olarak SSCB’deki önderliğin yönelimi KEYK’inkinin aynıydı. Sağa kayan merkezcilik uluslararası alanda olduğu kadar iç politikada da aynı korkunç zarara neden oldu: proletaryanın ekonomik ve politik konumunu zayıflatmak.
Şu anda hayata geçirilmekte olan sola dönüşün önemini kavrayabilmek için, sadece 1926-27’den beri aleni yürütülen sapkın sağ merkezci genel davranış çizgisini değil, aynı zamanda geriye kayışı hazırlayan 1923-1925’in ultra-solculuğunu da büsbütün ve açıkça bilmek gerekir. Dolayısıyla mesele, düşman sınıf güçlerinin baskısı altında ve önderliğin istikrarsızlığı ve dar görüşlülüğü nedeniyle hem iç hem de dış sorunlara bakışta Leninizmin düzeltilmesi, değiştirilmesi ve gerçek anlamda revizyonunun söz konusu olduğu Lenin sonrası beş yıl hakkında bir hüküm verme meselesidir.
Daha 1923’teki SBKP On İkinci Kongresinden itibaren Sovyetler Birliği’nin ekonomik sorunları hakkında iki tutum net bir şekilde belirdi; bu iki tutum son beş yılda gelişti ve geçen kış patlak veren tahıl alım krizinin ışığında test edilecek hale geldiler. Merkez Komite köylülükle ittifakı tehdit eden en önemli şeyin sanayinin gelişmemiş olması olduğunu savunuyordu; bu bakış açısının ispatını da 1923 sonbaharındaki “satış krizi”nde buluyordu. Geçici karakterine rağmen bu kriz resmi önderliğin ekonomik politikasında derin bir iz bıraktı. On İkinci Kongrede (1923 baharı) benim geliştirdiğim bakış açısı, farklı bir yaklaşımla, “smiçka” ile proletarya diktatörlüğünü tehdit eden temel tehlikenin, tarımsal ve sınai ürünlerin fiyatları arasındaki açılmayı sembolize eden ve sınai geriliği yansıtan “makas”ta yattığını ileri sürüyordu; bu orantısızlığın daha da ilerlemesi kaçınılmaz olarak tarımda, zanaatlarda ve genel olarak kapitalist güçlerin gelişmesinde bir fark doğuracaktı.[48] Daha On İkinci Kongrede bu görüşü geliştirmiştim. O dönemde, diğerlerinin yanında eğer sanayi geri kalırsa, iyi hasatların sosyalist değil kapitalist eğilimler için temel faktör haline geleceği, zira kapitalist unsurların eline sosyalist ekonominin organizasyonunu bozacak bir alet vereceği fikrini de öne sürmüştüm.
İki tarafın ortaya koyduğu iki temel formül sonraki beş yılın mücadelesiyle örtüşecekti. Bu yıllarda özünde saçma ve gerici olan suçlamalar, Muhalefetin “mujikten korktuğunu”, “iyi bir ürün almaktan korktuğunu”, “köylünün zenginleşmesinden korktuğunu” ve son olarak, “köylüyü yağmalamayı istediğini” ileri sürüyordu. Böylece daha On İkinci Kongrede ve 1923 sonbaharındaki tartışmalarda resmi hizip sınıf kriterinden reddedip, genel olarak “köylülük”, “iyi ürün”, ve genel olarak “zenginleşme” gibi kavramlarla hareket etmişti. Zaten sorunun böyle ele alınışı, NEP temelinde oluşan, devlet aygıtıyla bağlantılı hale gelen, baskıya direnen ve Leninist projektörün ışığından kaçmaya çalışan yeni burjuva katmanların baskısına kendini açma anlamına geliyordu.
Bu süreçte uluslararası düzeydeki olaylar belirleyici bir önem kazandı. 1923’ün ikinci yarısı Almanya’da bir proleter devrim beklentisiyle geçti.
Bu durum çok geç ve çok tereddütlü bir şekilde değerlendirildi. Resmi Stalin-Zinovyev önderliğinde büyük sürtüşme yaşandı; ama tabii, ortak merkezci çizgi içinde kalarak. Tüm uyarılara rağmen ancak son anda bir hareketlilik sağlanabildi; herşey kritik mevzileri düşmana direnmeden teslim eden Alman Komünist Partisinin önderliğinin verdiği tavizlerle sona erdi.
Bu yenilgi kendi içinde endişe verici nitelikteydi; ama durumu daha da vahim kılan, olayların gerisinde kalma politikasıyla büyük ölçüde bu yenilgiye neden olan KEYK, bozgunun boyutlarını anlayamadı, derinliğini kavrayamadı, düpedüz idrak edemedi.
Önderlik inatla devrimci durumun hâlâ gelişmekte olduğunu, nihai çarpışmaların kısa bir zaman sonra başlayacağını iddia etti. İşte Beşinci Kongre 1924’te yönelimini bu tamamen yanlış değerlendirmeye göre oluşturdu.
Sanki önceden görmüş gibi Muhalefet 1923’ün ikinci yarısında son anın yaklaştığı uyarısını yaptı, silâhlı bir ayaklanmaya yönelik çalışma yapılmasını talep etti ve böyle tarihsel anlarda birkaç haftanın hatta birkaç günün devrimin kaderi üzerinde yıllar sürecek etki yapabileceğini söyledi. Öte yandan, sonraki altı ay boyunca (Beşinci Kongre öncesindeki dönem) Muhalefet ısrarla devrimci durumun geçip gitmiş olduğunu iddia etti; artık ters ve kötü rüzgâra karşı önlem alma zamanı geldiğini, gündeme alınması gerekenin silâhlı ayaklanma değil, hücuma geçmiş düşmana karşı savunma çarpışmaları vermek (kitleleri kısmi talepler çerçevesinde birleştirmek, sendikalarda dayanak noktaları yaratmak, vb.) olduğunu söyledi.
Ama olanları ve olacakları iyi tahlil edebilmenin adı “Troçkizm” oldu ve hemen “tasfiyecilik”le suçlandı. Politik bir geri çekilme konumunda olmasına rağmen Beşinci Kongre gösterişli bir şekilde ayaklanmaya yöneldi. Tek bir hareketle kafa karışıklığının tohumlarını ekerek tüm komünist partilere yolunu şaşırttı.
İstikrara ani ve açık dönüş yılı olan 1924 yılı, aynı zamanda Bulgaristan ve Estonya’daki maceraların ve genelde de, olayların akışına gitgide daha güçlü biçimde ters düşen ultra-sol gidişin yılı oldu. Proletarya dışında hazırlop devrimci güçler arayışı, çeşitli ülkelerde sözde köylü partilerinin idealize edilişi, Radiç ve LaFollette’le flört edilmesi, Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin aleyhine Köylü Enternasyonali’nin rolünün abartılması, İngiliz Sendika önderliğinin hatalı değerlendirilmesi, Kuomintang’la sınıflarüstü bir dostluk kurulması vb. hep bu tarihten itibaren olmuştur. Ultra-sol gidişin, kendine destek yapmak için maceracı bir şekilde üzerine atladığı tüm bu koltuk değnekleri, zamanla, ultra-solcuların 1924-1925 istikrar sürecine çarparak paramparça olan durumlarla artık karşılaşmadıkları andan itibaren bunun yerini alan apaçık sağcı gidişin temel sacayakları oldular.
Alman proletaryasının yenilgisi 1923 sonbahar tartışmalarını başlatan şok oldu. SBKP resmi önderliğinin anlayışına göre bu tartışmaların temel görevi, kendiliğinden ekonomik gelişmelere pasif uyarlanma çizgisini bir iç politika olarak onaylamaktı. Uluslararası sorunlara gelince, en önemli şey devrimci durumların en garantilisinin kaçırıldığı olgusunu örtbas etmekti.
Yine de Alman proletaryasının uğradığı bozgun, 1923’ün endişeli bekleyişiyle gerilmiş olan kitlelerin bilincine işledi. Alman önderliğinin teslimiyeti işçi saflarında –sadece Almanya’da değil, SSCB ve diğer ülkelerde de– genel olarak dünya devrimine karşı bir şüphe oluşturdu. Bulgaristan ve Estonya’daki yenilgiler de buna tuz biber ekti. 1925’in sonlarına doğru istikrarın varlığını (başladıktan bir buçuk yıl sonra) resmen kabul etmek gerekli oldu, ama çatlaklar çoktan oluşmaya başlamıştı (İngiltere’de, Çin’de). Dünya devrimine karşı duyulan ve kısmen kitleleri de saran hayal kırıklığı, merkezci önderliği, sonradan rezil biçimde tek ülkede sosyalizm teorisiyle taçlandırılacak olan katı ulusal bakış açılarına doğru itti.
Durumu kavramaktan aciz olan 1924-1925’in ultra-solculuğu, yerini olanca haşinliğiyle bir sağ kaymaya bıraktı. Yeni politika, “aşamaları atlamama” teorisi çerçevesinde, sömürge burjuvazisine, küçük burjuva demokrasisine ve sendika bürokrasisine, “güçlü orta sınıf köylüler” olarak kutsanan kulaklara ve memurlara uyma politikasını, “düzen” ve “disiplin” adı altında benimsedi.
Tali sorunlar konusunda Bolşevizm görüntüsünü korumayı başaran sağ-merkezci politika büyük olayların kabaran dalgasıyla sürüklendi ve Çin devrimi ve İngiliz-Rus komitesi konularında tamı tamına Menşevik ve yıkıcı tacını taktı. Tüm devrimci tarih boyunca merkezciliğin iniş çıkış grafiğini bu kadar mükemmelleştirdiği görülmedi, bu noktaya bir daha varacağı da şüphelidir, zira bu kez hem maddi alanda hem de fikir alanında Komintern’in muazzam kaynakları elinin altındaydı; ayrıca proleter devletin elindeki kaynaklar sayesinde kendisini her türlü direniş ve eleştiriye karşı peşinen silahlandırabiliyordu.
KEYK’in politikasının nesnel sonuçları, istikrara ortam hazırlamak, devrimi daha da ileri atmak ve SSCB’nin uluslararası konumunu muazzam ölçüde kötüleştirmek oldu.
* * *
İki eğilimin 1923’le birlikte başlayan mücadele sürecinde, sosyalist inşanın temposu sorunu, teorik bakımdan, iç ve dış sorunlardaki fikir ayrılıklarını bir kör düğüme çevirmiştir.
Burjuvaziden devralınmış ve elde hazır bulunan sermaye sayesinde gerçekleştirilen yeniden inşa döneminin (1923-1927) hayaliyle gözü boyanmış olan resmi önderlik, gitgide bağımsız ekonomik kalkınmayı kendinden menkul bir hedef olarak benimsedi ve hataların bu en büyüğüne uluslararası yenilgilerin darbesi de eklenince sonunda ortaya tek ülkede sosyalizm teorisi çıktı. Tam da yeniden inşa döneminin bitişinin dünya ekonomisiyle bütünleşme ihtiyacını giderek daha buyurucu kıldığı bir dönemde dünya ekonomisinden kopuş vazedilmeye başlandı.
Ekonomik kalkınmanın hızı sorunu resmi önderlik tarafından bir sorun olarak dahi görülmüyordu. Bu önderlik ihracat ve ithalât aracılığıyla dünya pazarına bağlanmak zorunda kaldıkça, Sovyet ekonomisinin bu pazar tarafından ayar gördüğünü zerrece anlamıyordu.
Sovyet inşasının dünya ekonomisi ve dünya politikası tarafından koşullandırıldığını ısrarla belirtince, resmi çizginin yöneticileri ve akıl vericileri bizi yanıtlıyordu: “Bizim sosyalist gelişimimize uluslararası faktörü sokmaya gerek yoktur” (Stalin), veya “Sosyalizmi ancak salyangoz hızıyla inşa edebiliriz” (Buharin). Eğer bu fikri –yani ekonomik gelişmemizin temposu sorununa “uluslararası faktörü sokmaya gerek olmadığı” fikrini– mantıksal sonucuna götürürsek, görürüz ki, Ekim Devriminin kaderine Komintern’i “sokma”ya gerek yoktur, çünkü Komintern “uluslararası faktör”ün devrimci ifadesinden başka bir şey değildir. Sorun şu ki, merkezcilik asla fikirlerini sonuna kadar götürmez.
Tempo sorunu sadece iktisatta değil, “yoğunlaşmış ekonomi” olan politikada da özellikle belirleyici öneme sahiptir.
Eğer iç meselelerde sekteye uğramamızın –fazla ilerleme korkusuyla giderek artan bir sekteye uğrama– sebebi ekonomiye yanlış bir yaklaşım ise, tersine uluslararası devrimin sorunları cephesindeki sistematik tempo kaybının sebebi de, devrimci durumu tam anlamıyla kavrayıp kritik anda ondan istifade etmekte gösterilen merkezci kifayetsizliktir. Şüphesiz, Alman proletaryasının doğru bir önderlikte kesinlikle zafere ulaşıp iktidarı alacağını; veya önderlik doğru bakabilseydi İngiliz proletaryasının kesinlikle Genel Konseyi devirip proletarya zaferini hızlandıracağını veya Kuomintang’ın bayrağı altına itilmeseydi Çin proletaryasının tarım devrimini zaferle sonuçlandırıp yoksul köylüleri ardına katarak kesinlikle iktidarı ele geçireceğini söylemek bilgiçlik taslamak olur. Ama bu üç olasılık için de kapı açıktı; ve Almanya’da ardına dek açıktı. Buna karşın, önderlik sınıf mücadelesine aykırı davrandı, kendi sınıfı zararına düşmanı güçlendirdi ve böylece yenilgiyi garantiledi.
Zamanlama sorunu her mücadelede önemlidir ama özellikle dünya çapında bir mücadelede daha belirleyicidir. Sovyet Cumhuriyeti’nin kaderi dünya devriminkinden ayrılamaz. Kimse bize keyfimize göre kullanalım diye yüzyıllar veya on yıllar vermiş değil. Sorunu çözecek olan, düşmanın her gaftan, her hatadan yararlandığı ve savunmasız her santimetreyi işgal ettiği mücadele dinamikleridir. Doğru bir ekonomik politika olmadan SSCB’deki proletarya diktatörlüğü çökecek, dışarıdan müdahaleyle kurtarılacak kadar yaşayamayacak ve uluslararası proletaryaya büyük zarar verecektir. Komintern’in doğru bir politikası olmazsa dünya devrimi belirsiz bir tarihsel dönem boyunca ertelenecektir; ama kararı verecek olan zamandır. Uluslararası devrimin kayıpları burjuvazinin kazanımıdır. Sosyalizmin inşası Sovyet devletiyle hem yerel hem de uluslararası burjuvazi arasındaki bir mücadeledir, dünya çapında sınıf savaşı temelinde verilen bir mücadele. Eğer burjuvazi bu tarihsel dönemi dünya proletaryasının elinden almayı becerirse, güçlü teknolojisine, zenginliğine, kara ve deniz kuvvetlerine dayanarak Sovyet diktatörlüğünü devirecektir. Bunu ekonomik yoldan mı, politik yoldan mı, askeri yoldan mı, yoksa üçünün bir bileşimiyle mi yapacağı ise tali bir sorundur.
Zaman sadece önemli bir faktör olmakla kalmayıp, son derece belirleyicidir de. Eğer Komintern 1923’te Alman partisinin teslimiyetinde, 1924’te Estonya darbesinde, 1924-1925’teki ultra solcu hatalarda, 1926’da İngiliz-Rus Komitesinin rezil komedisinde, Çin devrimini 1925-1927’de mahveden hatalarda ifadesini bulan politikasında ısrar ederse, “tam sosyalizm”in inşası mümkün olmaz. Tek ülkede sosyalizm teorisi sanki elimizde sınırsız zaman varmış gibi bu hataları hoş görmemizi istiyor bizden. Ne büyük bir hata! Zaman politikada çok belirleyici bir faktördür, özellikle iki sistem arasında bir ölüm kalım savaşının söz konusu olduğu keskin tarihsel dönemeçlerde. Zamanı kullanırken son derece dikkatli olmalıyız. 1923’ten beri önderliğinin yaptığı hatalara bir beş yıl daha dayanması mümkün olmayan Komintern, Ekim Devriminin kitleler üzerindeki etkisi sayesinde Marx ve Lenin’in bayrağını hâlâ taşısa da, son beş yıldır sürekli olarak sermayeden yemektedir. Komünist Enternasyonal benzer hatalara beş yıl daha dayanamaz. Ama eğer Komintern çökerse, SSCB de uzun süre dayanamaz. Sosyalizmin ülkemizde onda dokuz gerçekleştiği (Stalin) yolundaki bürokratik ilâhiler, o zaman aptal bir laf kalabalığı olarak görünür. Şüphesiz, bu durumda bile, proleter devrim sonunda zafere giden yeni yollar bulacaktır. Ama ne zaman? Ve ne pahasına, kaç kurban vererek? Yeni uluslararası devrimciler kuşağı, o durumda kopmuş olan devamlılık halkasını yeniden oluşturmak ve kitlelerin tekrar tarihteki en büyük bayrak altında toplanma görevini kazanmalarını sağlamak zorunda kalacak; bu da sürüyle hata, çatışma ve düşünsel alandaki tahrifatlar pahasına olacak.
Bu sözler uluslararası proleter öncüye açık seçik söylenmeli, hem de iyimserlikleri gerçeği görmekten korkup gözlerini kapatmalarından kaynaklananlardan gelecek ulumaları ve çığlıkları göze alarak.
İşte bu yüzden bizim için Komintern’in politikası tüm diğer sorunların önündedir. Doğru bir uluslararası politika olmaksızın SSCB’de elde edilecek tüm muhtemel ekonomik başarılar Ekim Devrimini korumaya veya sosyalizme varmaya yetmeyecektir. Daha açık söylersek: doğru bir uluslararası politika olmadan, doğru ulusal politika da olamaz, zira ikisinde de tek bir çizgi vardır. Sovyet bölge komitesi başkanının kulaka yanlış yaklaşma biçimi, sadece büyük halkalarını Kızıl sendikaların Genel Konseye yaklaşımının veya SBKP Merkez Komitesinin Çan Kay-şek’e ve Purcell’e yaklaşımının oluşturduğu zincirin küçük bir halkasıdır.
Avrupa burjuvazisinin istikrarı, sosyal demokrasinin güçlenmesi, komünist partilerin büyümesinin gecikmesi, SSCB’de kapitalist eğilimin güçlenmesi, SBKP ve Komintern önderliklerinin politikalarının sağa kayması, tüm rejimin bürokratikleşmesi, Muhalefete itilen sol kanada karşı azgın kampanyalar düzenlenmesi; tüm bunlar çözülmez biçimde birbirine bağlıdır ve proleter devrimin şüphesiz geçici ama çok derin bir zayıflık dönemini, düşman güçlerin proleter öncü üzerine baskı uyguladığı bir dönemi karakterize etmektedir.
4. Kitlelerin Radikalleşmesi ve Önderliğin Sorunları
KEYK’in Şubat Plenumu (1928) tartışmasız bir sola dönüş, yani iki önemli konuda Muhalefetin savunduğu fikirlere dönüş girişimine sahne oldu: İngiliz ve Fransız Komünist Partilerinin politikaları. Tüm tutarsızlığına rağmen bu dönüşe, sadece semptomatik değil, belirleyici bir önem atfedilebilirdi, şayet beraberinde Lenin’in temel strateji kuralı uygulansaydı: doğru bir politikanın yolunu döşemek için hatalı politikayı mahkûm et. Fransa, Almanya ve diğer ülkelerdeki birleşik cephe, İngiliz-Rus Komitesinin çizgisi doğrultusunda yönlendirildi. Bu çizginin gidişatı ise İngiliz Komünist Partisine, Kuomintang’ın Çin Komünist Partisine verdiğine benzer bir zarar vermiştir.
Çin sorunuyla ilgili karara gelince, bu yapılan tüm hataları onaylamakla kalmıyor, daha beterlerine zemin hazırlıyor.
Şubat Plenumunun Rusya sorunuyla ilgili kararı, Komintern rejimini diğer tüm politik kararlardan daha iyi yansıtır. Bu kararın şu iddiayı içerdiğini hatırlatmak yeterli olacaktır:
“Troçkistler, sosyal demokratlarla birlikte, Sovyetlerin iktidarının devrilmesine bel bağlıyorlar.” [Pravda, 19 Şubat 1928]
Tek bir sözcüğüne bile inanmadan (çünkü ancak bir geri zekâlı Muhalefetin Sovyetlerin iktidarının devrilmesine bel bağladığına inanabilir) bu sözleri onaylamak için ellerini uysallıkla kaldıranlar, deneyimin gösterdiği gibi, sınıf düşmanına karşı kararlı bir mücadele için ellerini aynı cesaretle kaldıramıyorlar.
Bütün olarak bakıldığında Şubat Plenumu çelişkili bir sola dönüş girişimini simgelemektedir. Politik açıdan bu girişim, temelde Avrupa’da ve özellikle de Almanya’da büyük işçi sınıfı kitlelerinin ruh halinde gerçekleşen inkâr edilemez bir değişime koşullanmıştır. Bu değişimin niteliğini ve açtığı yeni perspektifleri doğru değerlendiremeyen bir önderliğin doğruluğundan söz edilemez.
KEYK’in Şubat Plenumundaki konuşmasında –daha doğrusu Muhalefete saldırılarında– Thälmann şöyle diyordu:
“Troçkistler uluslararası işçi sınıfının radikalleştiğini kavrayamıyorlar ve durumun gitgide daha devrimcileştiğini göremiyorlar.” [Pravda,17 Şubat,1928]
Sonra da âdet olduğu üzere, Hilferding’le birlikte dünya devrimini gömdüğümüzü ispatlamaya girişiyor. İnsan bu çocukça hikâyeleri görmezden gelebilir, tabii anlatan Komintern’deki ikinci büyük partinin KEYK’deki temsilcisi olmasa. Muhalefetin kavrayamadığı bu işçi sınıfı radikalleşmesi de nedir? Thälmann ve diğer birçokları 1921’deki, 1925’teki, 1926’daki ve 1927’deki “radikalleşme”den bahsediyorlar. 1923’deki tavizlerinden sonra Komünist partinin etkisinin azalması ve sosyal demokrasinin büyümesi onlara göre varolmayan şeyler. Kendilerine bu olguların nedenini bile sormaktan acizler. Politika alfabesinin ilk harflerini bile öğrenmek istemeyen birisiyle konuşmak zordur. Ne yazık ki bu sadece Thälmann’ın sorunu değil; onun tek başına bir önemi yok. Semard’ın da öyle. Gerçekten bir devrimci strateji okulu olan Üçüncü Kongre bize nasıl ayrım yapılacağını öğretti. Mesele ne olursa olsun ilk şart budur. Yükselme ve alçalma dönemleri vardır. Gelişmenin çeşitli aşamalarında bu dönemler birbirini izler. Taktik açıdan, bir yandan bu dönemlere uygun politikalar izlerken, bir yandan da iktidara yönelik genel tavrı elden bırakmamak ve durumda köklü bir değişim olursa hazırlıksız yakalanmamak için sürekli tetikte olmak gerekir. Beşinci Kongre, Üçüncünün derslerini baş aşağı etti. Nesnel duruma sırtını döndü, olayların analizi yerine basmakalıp lafları tercih etti: “İşçi sınıfı gitgide radikalleşiyor, durum gitgide devrimci bir hal alıyor.”
Gerçekte Alman işçi sınıfı 1923 yenilgisinin darbesinden sonra ancak geçen yıl kendine gelmeye başladı. Bunu ilk fark eden de Muhalefet oldu. Thälmann’ın da alıntı yaptığı bir belgede şöyle diyorduk:
Avrupa işçi sınıfında inkâr edilmez bir sola kayış yaşanmaktadır. Bu kayış kendini grev mücadelelerinin keskinleşmesinde ve komünist oyların artmasında göstermektedir. Ama bu, kayıştaki ilk aşamadır yalnızca. Sosyal demokrat oylar da komünist oylar kadar artmakta hatta onu geçmektedir. Eğer bu süreç gelişir ve derinleşirse bir sonraki aşamaya geçeceğiz, yani sosyal demokrasiden komünizme kayış aşamasına. [Troçki, Yeni Aşama Üzerine]
Almanya ve Fransa’daki son seçimlerle ilgili elimizdeki veriler izin verdiği ölçüde söyleyebiliriz ki, Avrupa işçi sınıfının durumuyla ilgili yukarıdaki değerlendirme neredeyse tartışılmaz bir gerçektir. Ne yazık ki Komintern basını –SBKP de dahil– proletaryanın mevcut ruh hali ve eğilimleriyle ilgili ciddi, kapsamlı, belgelere ve grafiklere dayanan bir inceleme ortaya koymamaktadır. Kullanılan istatistikler, tamamen önderliğin “prestijini” korumaya yöneliktir. 1923-1928 döneminde işçi hareketinin gidişatına ilişkin çok önemli verileri –eğer bu veriler onların hatalı yargı ve bilgilerini yalanlıyorsa– sessiz kalarak geçiştiriyorlar. Tüm bunlar kitlelerin radikalleşme dinamiğini, bunun temposunu, kapsamını ve sunduğu olanakları saptamayı son derece güç kılıyor.
Thälmann’ın KEYK’in Şubat Plenumunda “…Troçkistler uluslararası işçi sınıfının radikalleşmesini kavrayamıyorlar” demeye hiç hakkı yoktur. Avrupa proletaryasının radikalleşmesini kavramakla kalmadık, bu bağlamda geçen yıl konjonktürle ilgili değerlendirmelerimizi yaptık. Değerlendirmelerimiz Reichstag’taki Mayıs (1928) seçimleriyle yüzde yüz doğrulanmış oldu. Radikalleşme ilk aşamasında ve hâlâ kitleleri sosyal demokrat kanallara yönlendiriyor. Şubatta Thälmann bunu görmeyi reddediyor, şöyle ısrar ediyordu: “Durum gitgide daha devrimci bir hal alıyor”. Bu kadar genel biçimiyle bu yargı tamamen boş laftır. Hiç burjuva rejiminin ana desteği olan sosyal demokrasi güçlenirken “durum gitgide daha devrimci bir hal alıyor” denir mi?
Devrimci bir duruma yaklaşmak için her halükarda kitle “radikalleşmesinin” kitlelerin sosyal demokrasiden kopup komünist partiye yanaşacakları bir aşamadan geçmesi gerekir. Şüphesiz bu, kısmi bir olgu olarak, bugün de gerçekleşiyor. Ama genel hareket yönü hâlâ bu değil. Henüz yarı-pasifist, yarı-işbirlikçi olan ilkel bir radikalleşme aşamasını devrimci aşamayla karıştırmak, vahim hatalara davetiye çıkarmaktır. Nasıl ayrım yapılacağını öğrenmek gerek. Yıldan yıla sürekli “kitleler radikalleşiyor, devrimci durum söz konusudur” diye geveleyen biri Bolşevik önder değil, boş konuşan bir ajitatördür; bu kişinin devrim yaklaştığında onu fark etmeyeceği de kesindir.
Sosyal demokrasi burjuva rejiminin baş desteğidir. Ama bu destek kendi içinde çelişkiler barındırmaktadır. Eğer işçiler komünist partiden sosyal demokrasiye geçseydi, rahatlıkla burjuva rejiminin sağlamlaşmasından bahsedilebilirdi. 1924’te böyle olmuştu. O zaman Thälmann ve Beşinci Kongredeki diğer liderler bunu algılayamadılar; bu yüzden bizim delil ve önerilerimize saldırıyla karşılık verdiler. Şu anda durum farklıdır. Komünist parti sosyal demokrasiyle yan yana büyüyor; ama henüz sosyal demokrasinin zararına bir büyüme değil bu. Kitleler her iki partiye de akıyor; şu ana dek sosyal demokrasiye akış daha büyük oldu. Bu sürecin altında işçilerin burjuva partilerini terk etmesi ve umursamazlığından silkinmesi yatıyor ki, şüphesiz bu burjuvazinin güçlenmesi anlamına gelmez. Ama sosyal demokrasinin güçlenmesi de devrimci bir durum oluşturmaz. Nasıl ayrım yapılacağını öğrenmek gerek. Öyleyse şu anki durum nasıl değerlendirilebilir? Bu durum, çelişkiler taşıyan, henüz ayrışmamış, hâlâ çeşitli ihtimallere açık olan bir geçiş durumudur. Sürecin bundan sonraki gelişimi, basmakalıp laflara kanmadan, durumda keskin dönüşlere hazır olarak uyanık biçimde izlenmelidir.
Sosyal demokrasi kendisine oy verenlerin artmasından sadece memnuniyet duymakla kalmıyor, aynı zamanda işçilerin bu akışını tedirginlikle izliyor, zira bu durum onun için büyük zorluklar yaratmaktadır. İşçiler kitlesel olarak sosyal demokrasiden komünist partiye geçmeden önce (böyle bir şeyin olması kaçınılmazdır), sosyal demokrasinin kendi içinde büyük sürtüşmeler, kökleri derinde gruplaşmalar, bölünmeler vb. beklemeliyiz. Bu da komünist partinin “birleşik cephe” çizgisinde aktif, saldırgan taktik operasyonlarıyla kitlelerin devrimci ayrışmasını hızlandırmasının, yani işçileri sosyal demokrasiden çekip almanın yolunu açar. Ama “manevralar” komünist partilerin “sol” sosyal demokratların (bugünkünden daha sola da kayabilirler) ağzına bakıp duracakları bir hale gelecekse vay halimize. Bu tür manevraların 1923’te Saksonya’da küçük ölçekte, 1925-1927’de İngiltere ve Çin’de ise büyük ölçekte hayata geçirildiğini gördük. Her üç örnekte de devrimci durumun kaçırılmasına ve büyük yenilgilere neden oldular.
Thälmann’ınki sadece kendine ait bir yargı değil; bunu program taslağında da görebiliriz; şöyle deniyor:
Kitlelerin keskinleşen radikalleşme süreci, komünist partilerin etki ve otoritelerinin artması … tüm bunlar emperyalist merkezlerde yeni bir devrimci dalganın oluşmakta olduğunu açıkça gösteriyor.
Bu sözler programatik bir genelleme olduğu ölçüde kökten hatalıdır. Emperyalizm ve proleter devrimler çağı, bugüne kadar, yalnızca “keskinleşen bir radikalleşme süreci”ne değil kitlelerin sağa kayış dönemlerine de; yalnızca komünist partilerin etkisinin artmasına değil, özellikle hatalar, gaflar ve tavizler döneminde, bu etkinin geçici olarak azalmasına da pek çok kez tanık olmuştur ve olacaktır. Eğer söz konusu olan konjonktürel bir bakış açısı ise, yani belli bir dönemde belli ülkeler için geçerli olan ama tüm dünya için geçerli olmayan bir durumsa, bunun yeri bir karar metnidir, program değil. Program tüm proleter devrimler çağı için yazılmıştır. Ne yazık ki, bu beş yıl boyunca Komintern’in önderliğinde devrimci durumların gelişme ve yok olma diyalektiğiyle ilgili en ufak bir kavrayış bile görmek mümkün olmadı. Önderlik bu konularda, “radikalleşmeyi” dünya proletaryasının mücadelesinde yaşanan aşamaları temelli bir tarzda incelemeksizin ele alarak sürekli bir skolastizm içinde kaldı.
Büyük savaş döneminde yaşadığı bozgun deneyimi nedeniyle, Almanya’daki politik yaşamın özgül niteliği yaşadığı krizlerle ayırt edilmekteydi; bu durum Alman proleter öncüsünün sırtına büyük bir sorumluluk yükledi. Alman proletaryasının savaşı takip eden beş yılda aldığı yenilgiler devrimci partinin fevkalâde zayıf olmasından kaynaklanıyordu; daha sonraki beş yıllık dönemin yenilgilerinin nedeni ise önderliğin hatalarıydı.
1918-1919’da devrimci durum devrimci proleter bir partiden henüz tümüyle yoksundu. 1921’de dalganın geri çekilişi başladığında, oldukça güçlü olan komünist parti, ön koşullar hazır olmamasına rağmen devrim yapmaya çalıştı. O zaman izlenen hazırlık çalışması (“kitleler için mücadele”) partide bir sağ sapmayla sonuçlandı. Devrimci niyetten ve inisiyatiften yoksun olan önderlik, tüm durumdaki keskin sola kayışta yıkıma uğradı (1923 sonbaharı). Herşeye rağmen hakimiyeti devrimci geri çekilişle çakışan sol kanat, sağ kanadın yerini aldı. Ama Solcular bu geri çekilişi anlamak istemediler ve “ayaklanmaya doğru gidiş” çizgisini inatla sürdürdüler. Buradan da yeni hatalar doğup partiyi zayıflattı ve sol önderliğin devrilmesini getirdi. Gizliden gizliye “sağ” seksiyona dayanan şu anki Merkez Komite, bir yandan mekanik biçimde kitlelerin radikalleştiğini, devrimin yakın olduğunu tekrarlarken, bir yandan da sola karşı sürekli mücadele etti.
Alman Komünist Partisinin evrim tarihi, politika eğrisinin salınımına paralel olarak aniden iktidarın el değiştirmesinin tarihidir; her bir politik grup, politika eğrisinin aşağı veya yukarı dönüşüyle –yani geçici bir “istikrar”ın veya bir devrimci krizin gündeme gelmesiyle– enkaza döner ve yerini rakip gruba bırakır. Ortaya çıktı ki, sağ grubun zayıflığı, durum değiştiğinde, tüm faaliyeti iktidarın fethi için devrimci mücadele rayına oturtmayı becerememesiydi. Buna karşılık sol grubun zayıflığı da, hazırlık döneminin nesnel koşullarından kaynaklanan geçici talepler için kitleleri harekete geçirmenin gerekliliğini kabul edememesi ve anlayamamasından kaynaklanıyordu. Bir grubun zayıf tarafı diğerininkini bütünlüyordu. Durumdaki her kırılmada önderlik değiştiğinden, partinin yönetici kadroları hem ilerleme hem gerileme, hem yükselme hem alçalma, hem çekilme hem saldırma dönemlerini kapsayan geniş bir tecrübeden yoksun kalıyorlardı. Çağımızı ani dönüşümlerin ve keskin dönüşlerin çağı olarak kavramadan, gerçekten devrimci bir önderlik yetiştirilemez. Liderlerin rasgele, atama usulüyle seçilmesi ilk büyük toplumsal krizde önderliğin iflâs etmesi riskini de beraberinde getirir.
Önderlik etmek ileriyi görmek demektir. Sırf Muhalefete atacak pislik bulmak için çöplükte eşelenip durduğu için Thälmann’ı pohpohlamayı en kısa sürede kesmek gerek, tıpkı sadece Thälmann’ın hakaretlerini Çinceye çevirdiği için Yedinci Plenumda başı okşanan Tang Ping-şan gibi. Alman partisine Şubatta Thälmann’ın politik durumla ilgili verdiği yargının kaba, yapay ve yanlış olduğu anlatılmalıdır. Son beş yılda yapılmış stratejik ve taktik hatalar açıkça kabul edilmeli ve açtıkları yaralar kapanmadan bilinçle üzerlerinde çalışılmalıdır; stratejik dersler ancak olayları adım adım izleyince kök salabilirler. KEYK’in yaptığı hatalar yüzünden veya GPU’nun proleter devrimcileri cezalandırmasını onaylamadıkları için (Belçika) parti liderlerini değiştirmekten vazgeçmek gerekir.[49] Genç kadroların kendi ayakları üzerinde durmalarına izin verilmelidir; ve bu emirlerle değil yardım ederek yapılmalıdır. İnsanların sadece iyi davranış sertifikaları temelinde (yani Muhalefete karşıysalar) “atanmasına” bir son vermek gerekmektedir. Herşeyden önce, Merkez Komitelerdeki himaye sisteminden vazgeçmek gerekmektedir.
5. Bugünkü Sola Dönüşün SBKP İçinde Hazırlanışı
Bu özette önderliğin sola dönüşünün tam olarak nereye tekabül ettiğini bulmak için Komintern’in politikasını ve rejimini kabaca tarif etmemiz zorunludur. Bu dönüş doğrudan SSCB’deki ekonomik krizi doğuran koşullardan kaynaklandığından ve iç meselelere de dokunan bir çizgide ilerlediğinden, bu sorunların geçmişten bugüne SBKP Merkez Komitesinde nasıl ele alındığını ve bu konudaki son karar ve önlemleri incelemek kaçınılmaz olmaktadır. Ancak bu şekilde bundan sonra izlenecek doğru politik çizgi önümüze serilecektir.
* * *
Bu yıl (1928) tahıl alım döneminde karşılaşılan olağanüstü zorluklar sadece ekonomik alanda değil, politika ve parti alanında da muazzam bir önem taşımaktadır. Bu sorunların sola dönüşü başlatmış olması tesadüf değildir. Öte yandan bu sorunlar kendi başlarına geniş bir genel ve iktisadi politika döneminin bilançosunu oluşturmaktadırlar.
Savaş komünizminden sosyalist ekonomiye geçişin büyük geri adımlar atılmaksızın gerçekleşmesi, ancak proleter devrimin derhal gelişmiş ülkelere yayılmasıyla mümkün olabilirdi. Bu yayılmanın yıllarca gecikmesi bizi 1921 baharında büyük NEP geri çekilişine –çok derin ve uzun süreli bir geri çekiliş– yöneltti. Bu kaçınılmaz gerilemenin boyutları sadece teorik olarak değil, aynı zamanda zeminin pratik olarak yoklanmasıyla saptandı. 1921 sonbaharında gerilemeyi daha da derinleştirmek zorunlu hale gelmişti.
29 Ekim 1921’de, yani NEP’e geçtikten yedi ay sonra Moskova Bölge Konferansında Lenin şöyle diyordu:
İlkbaharda uygulamaya konan Yeni Ekonomik Politikaya geçiş, kendi payımıza bu geri çekilme … geri çekilmeye bir son vermemiz ve hücuma hazırlanmamız için yeterli olmuş mudur? Hayır, bu hâlâ yetmemektedir. … Ve şimdi eğer kafamızı kuma gömmek istemiyorsak, yenilgilerini görmek istemeyen insanlar gibi davranmak istemiyorsak, tehlikenin ta gözünün içine bakmaktan korkmuyorsak bunu kabul etmek zorundayız. Geri çekilmenin yetersiz kaldığı, ek bir geri çekilmeye başlamamız gerektiği, devlet kapitalizminden alım satımın ve para dolaşımının devlet tarafından düzenlenmesine geçiş biçiminde daha da geri çekilmemiz gerektiği konusunda açık olmalıyız. ... Bizim daha sonra saldırıya geçebilmek için daha da geri gitmek zorunda kalan insanların durumunda olmamızın nedeni budur. [Eserler, Cilt XVIII, s.397]
Ve yine aynı konuşmada:
Aynı 1921 ilkbaharında olduğu gibi, şimdi 1921-1922 sonbahar ve kışında da, ekonomik alanda geri çekilmeyi sürdürdüğümüzü kendimizden, işçi sınıfından ve kitlelerden gizlemek, kendi kendimizi tam bir bilinçsizliğe mahkum etmek, durumla dürüstçe yüzleşme cesaretini yitirmektir. Bu koşullar altında çalışmak ve mücadele etmek olanaksız olacaktır. [age, s.399]
Ancak sonraki yılın (1922) sonbaharındadır ki, Lenin geri çekilmenin durdurulması sinyalini verdi. Bundan ilk olarak 6 Mart 1922’de Metal İşçileri Kongresi fraksiyonunun bir oturumunda söz etti:
Şimdi kapitalistlere taviz verme adına bu geri çekilmenin sona erdiğini söyleyebiliriz. ... Ve ben Parti kongresinin de Rusya’nın yönetici partisi adına aynı şeyi söyleyeceğini umuyorum ve söyleyeceğinden eminim. [Eserler, Cilt XVIII, Kısım 2, s.13]
Ve hemen ardından tam anlamıyla Leninist ve her zaman olduğu gibi dürüst ve açık sözlü bir açıklama ekledi:
Geri çekilmenin durdurulmasına dair tüm sözler, kesinlikle artık yeni ekonominin temelini yarattığımız ve bundan böyle sakince yolumuza devam edeceğimiz anlamında anlaşılmamalıdır. Hayır, temel henüz yaratılmadı. [Eserler, Cilt XVIII, Kısım 2, s.13]
On Birinci Kongre Lenin’in raporuna dayanarak bu konuda şu kararı benimsedi:
Kongre son yıllarda kararlaştırılan ve uygulanan önlemlerin tamamının partinin özel kapitalizme verdiği tavizleri tükettiğini kaydeder ve bu anlamda geri çekilişi tamamlanmış kabul eder. [Tutanaklar, s.143]
Üzerinde iyice düşünülmüş ve görmüş olduğumuz gibi dikkatle hazırlanmış olan bu karar, sonuç olarak, partinin elde tuttuğu yeni kalkış noktalarının, sosyalist saldırının yavaşça ama yeni geri çekilme hareketleri olmaksızın hayata geçirilmesini mümkün kıldığını varsayıyordu.
Bununla beraber, Lenin’in önderlik ettiği son kongrenin umutları bu noktada doğru çıkmadı. 1925 baharında yeni bir geri adım atmak gerekli oldu: köydeki zengin sınıflara işçi tutarak ve toprağı kiralayarak alt katmanları sömürme hakkı verilmesi.
Sonuçları çok muazzam olan ve Lenin’in 1922’deki stratejik planında öngörülmeyen bu yeni geri adımı gerekli kılan sadece geri çekilmenin sınırlarının “çok dar” çizilmiş olması (en temel düzeyde bir ihtiyatlılık bunu zorunlu kılıyordu) değil, aynı zamanda 1923-1924’te önderliğin ne durumu ne de üstüne düşen görevi anlayamamış olması ve zaman “kazanma” hayali içinde zaman kaybetmesiydi.
Ama hepsi bu kadar değil. 1925 Nisanındaki yeni geri adım, Lenin’in yapacağı gibi önemli bir yenilgi ve gerileme olarak nitelenmedi; smiçkanın muzaffer bir aşaması, sosyalizmin inşasının genel mekanizmasında bir halka gibi sunuldu. Lenin hayatı boyunca, özellikle de baharda başlamış olan geri adımların sürdürülmesinin elzem olduğu 1921 sonbaharında, bu tarz yöntemlere karşı bizi uyarmıştı. Şöyle diyordu Lenin yukarıda alıntı yapılan Moskova Bölge Konferansında:
Yenilgi, yenilgiyi kabul etme korkusu kadar ve bundan gerekli sonuçları çıkarma korkusu kadar tehlikeli değildir. ... Yenilgiyi kabul etmekten korkmamalıyız. Yenilgilerden ders çıkarmayı öğrenmeliyiz. Yenilgileri kabullenmenin tıpkı mevzileri terk etmek gibi mücadelede cesaretsizlik ve enerji kaybına yol açtığı düşüncesinin doğmasına izin verseydik, böyle devrimcilerin beş paralık değeri olmadığını söylemek gerekirdi. ... En ağır yenilgileri tam bir soğukkanlılıkla dikkate almamız ve bu yenilgilerden faaliyetimizde neleri değiştirmemiz gerektiğini öğrenmemiz bizim en güçlü yanımız olmuştur ve gelecekte de olmaya devam edecektir. Ve bu nedenle içten ve açık konuşulmalıdır. Bu sadece teorik gerçeklik açısından değil, aynı zamanda pratik açısından da hayati ve önemlidir. Eğer dünün deneyimleri eski yöntemlerin yanlışlığı hakkında gözümüzü açmadıysa, bugün görevlerimizi yeni yöntemlerle çözmeyi öğrenemeyiz. [Eserler, Cilt XVIII, Kısım 1, s.396]
Ama bu önemli uyarı, Lenin liderlikten ayrıldıktan bir gün sonra unutuldu; bugüne kadar da bir kez olsun hatırlanmıştır.
1925 Nisan kararları köyde gelişen ayrışmayı meşrulaştırıp ona yeni kanallar açtığı ölçüde, smiçka da gelecekte işçi devletiyle kulaklar arasında meta alışverişinin artacağının işaretini veriyordu. Bu tehlike kabul edileceğine, derhal kulakı sosyalizme entegre eden aşağılık teori icat ediliverdi. İlk defa, tüm bu süreç parti konferansında, parti adına dünya ekonomisinden ve dünya devriminden bağımsız “tek ülkede sosyalizmin inşası” olarak sunuldu. Böylece bu küçük burjuva gerici teorinin bizzat ortaya çıkışı bile, sosyalist inşanın tartışmasız gerçek başarıları nedeniyle değil, tam tersine bu inşanın istendiği gibi olmamasına ve bundan dolayı önderlerde oluşan bir ihtiyaç nedeniyle olmuştur: proletaryaya, kapitalizme verilen yeni maddi imtiyazları dengeleyecek bir “moral” teselli sunmak.
On Dördüncü Kongrenin (1926 Ocak) sanayileşme ile ilgili kararı, Muhalefetin bu konuda 1923-1925’te geliştirdiği belli fikirleri neredeyse kelimesi kelimesine tekrarlayarak bir dizi doğru tez ileri sürmüştür. Ama bu kararın yanı sıra “süper-sanayileşmeciler” diye yaftalanan sol kanada, yani benimsenmiş kararların kâğıt üstünde kalmasına karşı çıkanlara karşı bir kampanya da düzenlendi; kulak tehlikesine karşı uyarılarımız komik biçimde “panik” diye adlandırıldı; köyde bir sınıf ayrışmasının oluştuğu gerçeğini tespit etmek Sovyet karşıtı propaganda olmakla suçlandı; kulakların üzerinde sanayi lehine daha fazla baskı uygulanması talebine, “köylüleri yağmalama” etiketi yapıştırıldı (Stalin, Rikov, Kuybişev bildirgesi[50]); tüm bunlardan sonra da sanayileşme ile ilgili kararın gerçek ekonomik süreç üzerindeki etkisi, On Dördüncü Kongrenin parti demokrasisiyle ve Komintern’in kolektif olarak yönetilmesiyle ilgili kararları kadar az oldu.
1926’da Muhalefet 1923 baharından beri devam eden smiçka tartışmasını şu şekilde formüle etti:
“SORU: Muhalefetin politikasının proletarya ile köylülük arasındaki smiçkayı bozmayı hedeflediği doğru mu?
“YANIT: Bu itham tamamen yanlıştır. Şu anda smiçkayı tehdit eden şey bir yanda sanayinin geri kalması, öte yandan da kulakın büyümesidir. Sınai ürünlerin eksikliği kırla kent arasına bir çizgi çekmektedir. Politik ve ekonomik alanda kulak orta sınıf ve yoksul köylülere egemen olarak onları proletaryanın karşısına koymaktadır. Bu gelişme henüz ilk aşamalarında. İşte esas smiçkayı tehdit eden budur. Sanayideki geriliğin ve kulakın büyümesinin hafife alınması, bizim ülkemiz şartlarında diktatörlüğün temelini oluşturan iki sınıf arasındaki ittifakın gerçek Leninist yönetimini parçalamaktadır.” (Sorular ve Yanıtlar).
Burada bir kez daha altını çizelim ki, mücadelenin tüm sertliğine rağmen Muhalefet, bizim kapitalizme entegrasyonumuzun yolunu döşemekten başka hiçbir şeye yaramayacak olan, kulakın sosyalizme entegrasyonuna dair dönek teoriye karşı çıkarken, 1926’da kulak tehlikesinin “henüz ilk aşamalarında” olduğunu söyleyerek bu konuda hiç de abartıya kaçmadığını göstermiştir. 1923’ten itibaren tehlikenin geldiği yönü işaret ettik. Her yeni aşamada nasıl büyüdüğünü resmettik. Eğer bir tehlikeyi zamanında –yani henüz “ilk aşamalarındayken”– kavrayıp daha da gelişmesini önlemeye yaramayacaksa, liderlik sanatı neye yarar? Önderlik ileriyi görmektir, ileriyi görenlere baskı yapmak değil.
Yukarıda alıntılanan satırları kamuoyuna iletmenin bile mümkün olmamış olması partinin en büyük talihsizliğidir. Bunların propagandasını yaptıkları için en iyi militanlar, kafalarında en ufak bir düşünce barındırmayan, yarını düşünmek istemeyen ve dahası bunu yapmaktan aciz memurlar tarafından partiden atıldı.
9 Aralık 1926’da, KEYK’in Yedinci Plenumunda Buharin smiçka ve tahıl alımlarıyla ilgili olarak Muhalefeti aşağıdaki sözlerle itham etti:
Muhalefetin partinin Merkez Komitesine karşı kullandığı en güçlü argüman (1925 sonbaharını kastediyorum) neydi? O zaman şöyle diyorlardı: çelişkiler devasa boyutlara varıyor ve parti MK’sı bunu anlamaktan aciz. Şöyle diyorlardı: tahıl fazlasının neredeyse tamamını elinde bulunduran kulaklar, bize karşı “tahıl grevi” örgütlediler. Ürünler o yüzden bu kadar yetersiz geliyor. Hepimiz bunları duyduk … Muhalefet geri kalan herşeyin bu temel olgunun politik ifadesi olduğunu tahmin ediyordu. Bunu takiben, aynı yoldaşlar araya girerek şunu duyurdular: kulaklar durumlarını daha da sağlamlaştırdılar, tehlike daha da büyümüştür. Yoldaşlar, eğer ilk ve ikinci iddia doğru olsaydı bu yıl proletaryaya karşı daha güçlü bir “kulak grevi”ne şahit olurduk. … Muhalefet, kulakların gelişmesine katkıda bulunduğumuzu, sürekli taviz verdiğimizi, kulakların tahıl grevini örgütlemesine yardım ettiğimizi söyleyerek bize iftira ediyor; gerçek sonuçlar ise bunun tersini kanıtlıyor.… [Tutanaklar, Cilt II, s.118]
Buharin’den yapılan bu alıntı tek başına ekonomik politikamızın kilit sorunu hakkında önderliğin tamamen kör olduğunu kanıtlamıyor mu?
Ne var ki Buharin bir istisna değildi. O yalnızca önderliğin tamamen kör olduğunu teorik olarak “genelliyordu”. Partinin ve ekonominin en büyük sorumluluk sahibi liderleri krizlerin üstesinden geldiğimizi (Rikov), köylü pazarına egemen olduğumuzu, tahıl alımlarının, Sovyet aygıtının basit bir örgütsel sorunu haline geldiğini (Mikoyan) söylemekte birbiriyle yarışıyordu. Merkez Komitenin 1927 Temmuz Plenumu ekonomik faaliyetin o yılki gelişiminin hiç krizsiz gerçekleştiğini bildiriyordu. Aynı zamanda resmi basın hep bir ağızdan ülkedeki mal kıtlığının tamamen yok edilmediyse de, en azından hafifletildiğini yazıyordu.
Tüm bunları dengelemek için On Beşinci Kongre tezlerinde Muhalefet yeniden şunları yazdı:
“Toplanan ürün miktarındaki azalma bir yandan kentle kır arasındaki ilişkilerde büyük bir sıkıntı yaşandığının kanıtıdır, bir yandan da bizi tehdit eden yeni tehlikelerin kaynağı olacaktır.”
Sıkıntılarımızın kaynağı nerededir? Muhalefet şöyle yanıtlıyordu:
Son yıllarda sanayi çok yavaş gelişti ve bir bütün olarak ulusal ekonominin gerisinde kaldı. ... Buna bağlı olarak hammadde, ihracat ve gıda maddeleri alanında devlet ekonomisinin kulaka ve kapitalist unsurlara bağımlılığı artmaktadır.
Muhalefetin en keskin müdahalesinin 7 Kasım 1927’deki kutlamalar sırasında olduğunu hatırlayalım; bu müdahalede formüle edilmiş en keskin slogan şöyleydi: “Silâhlarımızı sağa, tarım ürünlerini soyan kulak ve toptancıya doğru yöneltelim; Donetz davasında uyuyan ve örgütçülük yapan bürokrata doğru.” Hiç de küçük olmayan ve devrimin önderlerini de kapsayan tartışma 1927-1928 kışına kadar GPU ajanlarının tehditleri eşliğinde sürdü ve alelacele verilmiş bir kararla genel merkezci körlükten –özellikle Buharin’inkinden– ayrılan her görüş 58. madde uyarınca bir “sapma” olarak sürgüne mahkûm edildi
Muhalefetin 1923’teki tezlerle başlayıp 7 Kasım 1927’deki duvar afişlerine kadarki tüm çabaları olmasaydı; Muhalefet zamanında doğru teşhis koymasaydı ve parti ve işçi sınıfı saflarında doğru bir alarm vermeseydi, tahıl alım krizi kapitalist güçlere hayat veren sağa gidişi hızlandıracaktı.
Tarihte daha önce de proleter öncü, ve hatta öncünün öncüsü, kendi sınıfının ileri bir adımı için ya da onun düşmanlarının hamlesini karşılamak için kendi yok oluşu pahasına bedel ödemiştir.
6. Bir Adım İleri, Yarım Adım Geri
Politikada yeni bir aşamaya geçilmesini sağlayan şey, Çin veya İngiliz-Rus krizleri gibi sessizlikle geçiştirilemeyecek olan tahıl alım kriziydi. Bu, etkisini hemen sadece tüm ekonomide değil, her bir işçinin gündelik hayatında da gösterdi. İşte bu yüzden yeni politik dönem tahıl alımlarından itibaren başlamaktadır.
Pravda’nın 15 Şubat 1928 tarihli sayısında, geçmişle hiç ilişki kurmaksızın, partiyle ilgili bir makale yayınlandı; bu makale On Beşinci Kongrede sunulan Muhalefet Platformunun –bazen kelimesi kelimesine– aktarılmasından başka bir şey değildi.
Tahıl alım krizinin baskısıyla kaleme alınmış olan bu beklenmedik makale şunu bildiriyordu:
Tahıl alımlarında yaşanan zorlukların sayısız nedenlerinden bir tanesini öne çıkarmak zorunludur. Köy büyümüş ve zenginleşmiştir. En çok büyüyüp zenginleşen de kulak olmuştur. Üç yılın iyi mahsulü kendi izini bırakmadan geçmemiştir.
Demek oluyor ki, köyün kente tahıl vermeyi reddetmesi, “köyün kendini zenginleştirmesi”ne, yani Buharin’in “kendinizi zenginleştirin” sloganını elinden geldiğince hayata geçirmesine bağlanabilir. Ama köyün zenginleşmesi neden smiçkayı sağlamlaştıracağına zayıflatıyor? Çünkü, diyor makale, “Büyüyüp zenginleşen herşeyden önce kulak olmuştur.” Böylece bu yıllarda kulak ve yoksul köylülerin zararına orta sınıf köylülerin büyüdüğünü ileri süren teori aniden yararsız bir süprüntü olarak reddedilmiştir. “Büyüyüp zenginleşen herşeyden önce kulak olmuştur.”
Ama köylerde kulakların zenginleşmesi bile tek başına kırla kent arasındaki mübadelenin örgütlenmesinin bozulmasını açıklayamaz. Kulakla yapılan ittifak sosyalist bir ittifak değildir. Ama tahıl krizi gösteriyor ki, bu smiçka bile mevcut değildir. Bu yüzden kulak zenginleşip gelişmekle kalmadı, birikmiş doğal ürünlerini çernovetz[51] ile değiştirmeye gerek de görmedi; istediği ve şehirde bulabildiği ürünler için ödediği tahıl ise şehir için son derece yetersizdi. Pravda tahıl krizinin altındaki temel sebep olan ikinci nedeni de formüle ediyor.
“Köylülüğün gelirindeki artış … sınai ürünlerin göreli geriliğiyle birleşince, genel olarak köylülerin özelde de kulakların tahıl depolamasını mümkün kıldı.”
Artık manzara ortadadır. Temel neden sanayinin geriliği ve sınai ürünlerin kıtlığıdır. Bu şartlar altında, bırakın kooperatifteki yoksul ve orta sınıf köylülerle sosyalist smiçkayı, kulakla kapitalist bir smiçka dahi mevcut değildir. Yukarıda Pravda’dan yapılan iki alıntı, önceki bölümde tanıtılan Muhalefet belgeleriyle karşılaştırılırsa, Pravda’nın, yayınlanması partiden atılmaya mal olan Sorular ve Yanıtlar adlı kitabımdaki fikir ve ifadeleri neredeyse kelimesi kelimesine tekrarladığını kabul etmek gerekir.
Ama Pravda makalesi bununla kalmıyor. Kulakın “en büyük tahıl stokçusu” olmadığını bir kenarda saklı tutmakla birlikte, köydeki ekonomik otorite olduğunu, “tahıla daha fazla ödeme yapan şehirdeki spekülâtörlerle smiçka kurduğunu”, “orta köylülüğü ardından sürükleme olanağına sahip olduğunu” itiraf ediyor. Köydeki ilişkileri büyük bir kesinlikle anlatan bu tarifin, son yıllarda yayılan köyde orta köylülüğün rolünün arttığı yolundaki resmi efsaneyle hiçbir ortak yanı yoktur; ama bizim parti karşıtı bir belge olarak görülen platformumuzla büyük ölçüde çakışmaktadır. On bir yıllık proletarya diktatörlüğünden sonra görünen o ki, kulak “köydeki ekonomik otorite”dir ve “orta köylülüğü ardından sürükleme olanağına sahiptir”; orta köylülük, sayısal açıdan hâlâ köyün başlıca figürü olmakla birlikte, kendini kulakın ekonomik boyunduruğunda bulmuştur. Kulakın “en büyük tahıl stokçusu” olmadığını saptamak manzarayı yumuşatmaz, tersine daha kasvetli kılar. Oldukça şüpheli %20 oranının kulakın tahıl ticaretindeki payını yansıttığını kabul etsek bile, onun orta köylülüğü “ardından sürükleyebileceği” yani onu devletin tahıl alımlarını sabote etmeye ikna edebileceği gerçeği daha vahim bir durum olarak ortaya çıkar. New York bankaları da dolaşımdaki malların tümüne sahip değildir; ama yine de piyasaya egemen olan onlardır. Bu “mütevazı” %20’yi öne çıkarmaya kalkışan, sadece tahılın beşte birini elinde tutmasının kulakın tahıl pazarında egemen konuma gelmesine yettiğini vurgulamış olur. İşte sanayinin geri kaldığı koşullarda devletin kır ekonomisindeki etkisi böyle zayıf olur.
Bir diğer tereddüt, yani kulakın “önder” rolünün sadece birkaç bölgede saptandığı, bunun hepsinde geçerli olmadığı da özür sayılmaz; tam tersine bu, durumun endişe verici niteliğini arttırır. Bu “birkaç” bölge şehirle kır arasındaki smiçkayı kökünden sarsmayı başardı. Bu süreç tüm bölgelere aynı şekilde yayılmış olsaydı ne olurdu?
Burada sabit bir istatistiksel ortalamadan değil, canlı bir ekonomik süreçten söz ediyoruz. Yani sorun, ileriye giderken bu son derece karmaşık ve yaygın süreci nicel olarak ve ince ayarla ölçmek değildir, asıl önemli olan niteliğini belirlemek, yani olgunun ne yönde geliştiğini göstermektir. Bugün önümüzde bir %20 duruyor; belki yarın bu çok daha fazla olacak. Belli bölgeler ilerledi; diğerleri geri kaldı. Olgusal olarak bakarsak, kulakın köydeki otoritesi ve orta köylülüğü ardından sürükleyebilme olanağı geçmişin mirası değildir; hayır, gördüklerimiz, kulak baskısından kaynaklanan ve NEP’in sürdüğü toprak üzerinde yeşeren yeni olgulardır; bu anlamda, olgunun daha belirgin olduğu bölgeler daha “geri” bölgelerin gelecekteki halini yansıtıyor, kuşkusuz beş yıldır, özellikle de 1925 Nisanından bu yana izlenen ekonomi politikası izlenmeye devam ederse.
Yeni “Sovyet” kulakı köydeki otoritesini kimin pahasına kazanmıştır? Egemen işçi devleti ve onun araçları olan devlet sanayisi ve kooperatifler pahasına. Eğer kulakın orta köylülüğü ardından sürükleme olanağı varsa, kime karşı sürükleyecek? İşçi devletine karşı! İşte ekonomik smiçkadaki ciddi ve derin kopuş –ki bu durum daha büyük bir tehlikenin politik ittifakın bozulmasının önkoşuludur– burada yatmaktadır.
Bugün önümüzdeki şey, 1923 baharındaki gibi olayları önceden görme veya teorik değerlendirme sorunu değildir, insafsız gerçekler söz konusudur. Proletarya diktatörlüğüne rağmen, toprağın kamulaştırılmasına rağmen, devlet korumasındaki kooperatife rağmen, sanayinin geri kalması birkaç yıl içinde köyün dizginlerini sosyalist inşanın can düşmanlarının eline verdi. Bu, 15 Şubat 1928’de Pravda tarafından ilk defa belgelendi.
Tüm bunlardan illâ umut kırıcı sonuçlar çıkarmak gerekmiyor. Ama herşeyden önce gerçekler tümüyle ve açıklıkla partiye anlatılmalı. Hiçbir şey süslenmemeli ya da önemsiz gösterilmemeli. İşte bu yüzden ufak tefek ve kaçamak kayıtlarına rağmen Pravda’daki makale ileri doğru ciddi bir adım oluşturmaktadır. Sadece bu makale bile bu konuda son beş yılda önderliğin izlediği çizgiyle Muhalefet arasındaki sorunu azaltır. Tüm Muhalefet taraftarları bunu ancak memnuniyetle karşılar. Ama bu ileri adımı en azından geriye doğru atılan bir yarım adım takip etmiştir. Acil idari önlemler sayesinde tahıl alım krizi açısından ortam biraz durulur durulmaz, resmi iyimserlik makinesi tekrar işlemeye başlamıştır.
Merkez Komitenin 3 Haziran 1928 tarihli son programatik bildirgesi şöyle diyordu:
“Kulakların direnişi ülkedeki üretici güçlerin genel artışı temelinde ve ekonominin sosyalist sektöründeki daha büyük artışa rağmen boy vermiştir.”
Eğer durum buysa, eğer bu gerçekse, endişeye mahal yoktur. Öyleyse geriye sadece faaliyet çizgisini bozmadan rahatça “tek ülkede sosyalizm”i kurmak kalıyor. Eğer ekonomideki kapitalist unsurların, yani özellikle kulakın ağırlığı yıldan yıla azalıyorsa, kulak karşısında öyle aniden “paniğe” kapılmaya ne gerek var? Bu sorun mücadele halindeki iki güç arasındaki dinamik ilişki tarafından çözülecektir: sosyalizm ve kapitalizm –kim kimi alt edecek? Kulak bu ilişkinin gidişatına göre “korkutucu” veya “zararsız” oluyor. MK bildirgesi bu bölümünde, ekonomide sosyalist unsurun kapitalist unsura egemen olduğu iddiasından yola çıkan On Beşinci Kongre kararını boş yere savunmaya çalışıyor. Ama aslında Pravda’nın 15 Şubat tarihli sayısındaki makale, tahıl alımları sırasında gerek duyulan tüm bir operasyonlar dizisinin pratikte yalanladığı bu yanlış tezin alenen inkârıydı. Bu ikisi mantıksal olarak nasıl uyuşur?
Eğer iyi hasat alınan bu üç yıl boyunca sosyalist sektör sosyalist olmayan sektörden daha hızlı büyümüş olsaydı, belki yine, bu kez devlet sanayisinin tarımsal karşılığı olmayan ürün fazlasında kendisini dışa vuran, bir ticari ve sınai kriz içinde olabilirdik. Onun yerine, başımızdaki tahıl krizi Pravda’nın 15 Şubat sayısının gayet güzel açıkladığı gibi, köylülüğün ve özellikle kulakların elinde sınai mal olarak karşılığını bulamayan tarım ürünlerinin birikmesinin sonucudur. Tahıl alım krizinin, yani smiçkanın krizinin iyi mahsul alınan üç yılın ardından şiddetlenmesi, ancak ekonomik sürecin genel dinamiğinde sosyalist sektörün kapitalist ve genel olarak özel meta sektörüne göre zayıf düştüğü anlamına gelir.
Önderliğin gösterdiği körlüğün ardından bu ilişkiye idari baskıyla dayatılan düzeltme, hiçbir şekilde esas sonucu değiştirmez. Burada kısmen de olsa kulakın içinde rol oynadığı bir politik güçten bahsediyoruz. Ama bizzat savaş komünizminden kalma acil durum yöntemlerine başvurulması, ekonomi alanındaki güçler ilişkisinde nahoş bir gelişme olduğunu gösterir.
Fakat elimizde eşit ölçüde belirleyici, hatta daha önemli bir başka kriter daha var: işçi sınıfının maddi durumu. Eğer ulusal ekonominin büyüdüğü doğruysa (ki bu doğrudur); eğer sosyalist birikim kapitalist birikimden hızlı artıyorsa (MK’nın gerçeklere aykırı olarak açıkladığı gibi), o halde son dönemde neden işçi sınıfının durumunun kötüleştiğini ve son toplu iş sözleşmelerinin büyük sürtüşme ve sert mücadelelere sahne olduğunu anlamak mümkün değildir. Proleter olmayanların yaşam standardı yükselirken ve proleterlerinki düşerken, sosyalist unsurların büyüyen kapitalist unsurlardan “üstün durumda” olduğu lafına tek bir işçi bile prim vermeyecektir. İşçinin hayatını doğrudan etkileyen bu pratik kriter, teorik kriterle tam bir uyum içindedir ve MK’nın yüzeysel ve biçimsel iyimserliğini boşa çıkarır.
Ekonominin ve bizzat hayatın sunduğu bu nesnel doğrulama, sosyalist sektördeki büyümenin ağır bastığını “istatistiksel” olarak kanıtlamaya dönük tüm girişimleri saçma kılıyor. Bu tıpkı önemli mevzileri teslim edip kayıplar vererek geri çekilen bir ordunun önderinin istatistiksel verilerle kendi zaferini kanıtlamasına benzer. Hayır, kulak (hem de iyimserliğe uygun istatistiksel hesaplardan daha inandırıcı kanıtlarla) bu önemli savaşta, ekonomik silâhlar kullanıldığı sürece üstünlüğün kendisinde olacağını göstermiştir. Ev hanımlarının mutfak bütçesi de buna şahittir. Kimin kimi alt edeceği sorunu ekonominin yaşayan dinamikleriyle çözülür. Eğer sayılar mücadelenin inkâr edilemez sonuçlarıyla ve bizzat hayatın şahitliğiyle çelişiyorsa, o zaman sayılar yalan söylüyordur ya da en iyi ihtimalle verdikleri yanıt tümüyle başka bir sorunun yanıtıdır.
Gerçekten de, 1927 yılında hem son derece kabul edilebilir bir şey olan tahıl alımlarına idari müdahalenin, hem de kabul edilemez bir şey olan istatistiklere müdahalenin örneklerini gördük. On dördüncü Kongrenin hemen öncesinde MK tarafından elden geçirilen istatistikler, kulakın tümüyle “emildiğini” gösteriyordu. Sosyalist zafer için yalnızca birkaç gün gerekiyordu.
Ama aygıtın keyfiliğine katlanan tüm diğer şeylerde olduğu gibi istatistiklerin de her yola gelir niteliğini bir kenara bıraksak bile, özellikle bizdeki gibi en önemli süreçlerin aşırı derecede atomize edildiği bir ortamda istatistiğin her zaman olayları geriden takip ettiği gerçeği baki kalır. İstatistikler eğilimleri yakalayamaz, ancak süreçlerin anlık bir kesitini sunabilir. Burada teori yardımımıza gelmelidir. Bizim sürecin dinamiğiyle ilgili doğru teorik değerlendirmemiz, sanayideki geriliğin iyi bir mahsulü bile sosyalizmin inşasına engel kılacağını ve köyde kulak büyürken, şehirde de ekmek kuyruklarının uzamasını getireceğini öngörmüştü. Olayların gelişimi bizim teorimize tartışılamayacak kanıtlar sağladı.
Pravda’nın Şubat sayısında da özetlenen tahıl alım krizinden çıkan derste, proletarya diktatörlüğünün ekonomik temellerinin özgül ağırlığının azalması anlamına gelen, devlet ekonomisi cephesindeki açıkla birlikte, orantısızlığın arttığına dair zorunlu ve bu yüzden inkâr edilemez bir doğrulama görüyoruz. Bunun yanı sıra, köylülük içindeki ayrışmanın, tahıl alımlarının kaderini, yani smiçkanın kaderini, orta köylülüğü peşinden sürükleyen kulakların doğrudan kontrolüne verecek kadar derinleştiği de doğrulanmıştır
Eğer kentle kır arasındaki orantısızlık geçmişten miras alınmışsa, eğer kapitalist güçlerin belli oranda büyümesi bizzat bugünkü ekonominin kaçınılmaz sonucuysa, o zaman bu orantısızlığın geçen yıl boyunca daha da şiddetlenmesi ve güç dengesinin kulaktan yana kayması da tümüyle ulusal gelirin bölüşümünü yöntemli biçimde düzenleyemeyen, dizginleri ya elden bırakan ya da onlara delicesine asılan önderliğin yanlış sınıf politikasının ürünüdür.
Bunun aksine, Muhalefet 1923’ten beri sadece orantısızlığı yıldan yıla azaltmaya dayanan sıkı planlı bir yol izlenirse devlet sanayisinin köye göre önder konuma gelebileceğini ve sanayinin geri kalmasının kaçınılmaz olarak kırda sınıf farklılıklarını derinleştireceğini ve proletarya diktatörlüğünün ekonomi zirvesindeki ağırlığını azaltacağını ısrarla belirtmiştir.
Sonuç olarak biz kulaka On Dördüncü Kongrede Zinovyev ve Kamenev’in yaptığı gibi yalıtılmış bir olgu olarak değil, devlet sanayisi ile bir bütün olarak kır ekonomisinin özel meta biçimi arasındaki ilişki temelinde yaklaştık. Köy ekonomisinin sınırları içinde de kulakı yine yalıtılmış bir olgu olarak değil, daha zengin orta köylü tabakalarla ve bir bütün olarak köyle ilişkisi çerçevesinde ele aldık. Son olarak da bu iki iç süreci yalıtılmış olarak değil ihracat ve ithalat aracılığıyla bizim ekonomik gelişmemiz üzerinde giderek daha belirleyici etkisi olan dünya ekonomisiyle ilişkileri çerçevesinde inceledik.
Tüm bunlardan yola çıkarak On Beşinci Kongreye sunduğumuz tezlerimizde şöyle yazmıştık:
İhraç ettiğimiz tahıl ve hammadde fazlasını köyün hali vakti yerinde tabakalarından aldığımız ölçüde ve en çok tahıl depolayan bu tabakalar olduğu ölçüde, ihracat aracılığıyla aslında kulak ve hali vakti yerinde köylü tarafından “ayar” görmekteyiz.
Ama kuşkusuz Muhalefetin, önderliğin gelecekte bir güne zaman biçtiği şeyler hakkında sorular sormakla “erken” davrandığına dair bir itiraz ileri sürülebilir. Söylenen bunca şeyden sonra, kaybedilen zamanı telâfi etmek gerektikçe partinin önüne getirilen bu çocuksu Stalinist argümanla zaman kaybetmek gereksizdir. Sadece örnek olsun diye bir alıntı yapalım. 9 Mart 1928’de bir Moskova Sovyeti oturumunda, tahıl alımları konusunda şunları söylüyordu Rikov:
Bu kampanya şüphesiz tam anlamıyla bir şok tedavisi oldu. Eğer bana tahıl alımı krizinin daha normal yoldan –yani şok tedaviye başvurmaksızın– üstesinden gelinseydi daha iyi olmaz mıydı diye sorulursa, yanıtım şüphesiz evet olacaktır. Ama kabul etmemiz gereken bir şey var: zaman kaybettik, tahıl alımındaki sorunların başlangıcında resmen uyuduk, tahıl alım kampanyasının başarılı geçmesi için almamız gereken önlemleri zamanında almadık. [Pravda, 11 Mart 1928.]
Bu sözlerle kabul edilen gecikme idari açıdansa da, onu politik açıdan desteklemek zor değildir. Olmazsa olmaz idari önlemleri alabilmesi için devlet aygıtına yön veren partinin zamanında en azından genel yönelim hakkında yüzeysel biçimde –15 Şubat tarihli Pravda’nın başmakalesinin yaptığı gibi– bilgilendirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden gecikme idari değil parti politikası niteliğindedir. Muhalefetin dürüst uyarılarını kulaklarını açıp dinlemeli ve önerilerimizi ciddiyetle tartışmalıydılar.
Geçen yıl Muhalefet köylü işletmelerinin %10’undan –yani en zenginlerinden– 150-200 milyon pud[52] tahılın zorla borç alınmasını teklif etmişti. O zaman bu teklif savaş komünizminden kalma bir önlem olarak kınanmıştı. Partiye kulakın orta köylülüğe zarar vermeden sıkıştırılamayacağı (Stalin, On dördüncü Kongre) ve kulakın tehlike teşkil etmediği, zira a priori proletarya diktatörlüğü çerçevesinde kalmak zorunda olduğu (Buharin) öğretilmişti. Ama bu yıl 107. maddeye (yani tahıl alımıyla ilgili zora dayalı önlemlere) başvurmak zorunda kalındı ve sonrasında savaş komünizmi lafları MK tarafından karşı-devrimci iftira olarak nitelendi; halbuki kendileri daha yeni Muhalefetin çok daha dikkatli ve yöntemli tekliflerine savaş komünizmi etiketini yapıştırmışlardı.
Aka ak karaya kara dendiği müddetçe, doğru bakış açısının şu anda olanları anlama ve geleceği görme imkânı taşıyan bakış açısı olduğu teslim edilir. Muhalefetin bakış açısı bu tanıma uyuyor ama resmi önderliğinki asla. Son çözümlemede, gerçekler en yüksek kurumun bile üstündedir. Bugün, yani geçen kışın tahıl alım kampanyasının ve onun sonucu olan resmi politika ve ideolojideki krizin ardından Muhalefetin “hata”sını itiraf etmesini talep etmek ancak hiyerarşik bir isteri nöbetinin sonucu olabilir. Böyle bir koşulun bugüne dek kimseye hayrı dokunmamıştır.
Burada mesele kimin haklı olduğu değildir. Bu soru ancak doğru çizgi hangisiydi sorusuyla birlikte anlam kazanır. Parti önderliğinin gösterdiği çark etme belirtilerinden sonra bu soruyu geçiştirmek partiye karşı işlenecek en adi ve aşağılık suçtur. Henüz partinin yanıt bulma şansı olmadı. Her türlü önlem, tartışma ve adım ancak partinin kendini netleştirip netleştirmediğine göre değer kazanır. Gelecek henüz garanti altına alınmadı. İleri doğru atılan her adımı geriye doğru bir yarım adım izliyor.
7. Manevra mı, Yeni Bir Yol mu?
Bu son çark ediş nasıl değerlendirilmeli? Bunu uzlaşmacı bir taktik olarak mı, yoksa ciddi bir yeni yol –yani proleter çizginin ve uluslararası politikanın yeniden dirilmesi– olarak mı görmeliyiz? Şüpheyle yaklaşmak yerinde olacaktır. Partinin dikkatini dağıtmak amacıyla bir karar benimsemek, şu anki önderliğin temel yöntemi haline geldi. Sanayileşme, yoksul köylülük, Çin devrimi konularında birbiri ardına hiçbir şeyi aydınlatmayan, açıklamayan ve yol göstermeyen ama gerçekte olanları farklı gösterip örtbas eden kararlar benimsediler. Lenin politikada sadece aptalların lafa bakacağını söylerdi. Lenin sonrası dönem aptalları bile bu saflıktan arındırmalı.
Bunun bir manevra mı yoksa yeni bir yol mu olduğu sorusu, sınıf ilişkilerini ve bunların, ülkedeki tek parti olarak, farklı sınıfların basıncına içindeki farklı gruplar aracılığıyla farklı tepkiler veren SBKP’deki yansımalarını da içeren bir sorudur.
Yukarıda alıntılanan 15 Şubat tarihli “tarihsel” Pravda makalesi bu soruyla, yani partimizin içindeki yeni sınıfsal oluşumların yansıması sorusuyla ilgili önemli bir gerçek içeriyordu. Bu belki de makalenin en çarpıcı bölümüydü. Şöyle yazıyordu:
Örgütlerimiz içinde, hem partide hem de başka yerlerde, son dönemde köyde sınıfları görmeyen, sınıf politikamızın temellerini anlamayan, işleri köyde kimseyi gücendirmeden, kulakla barış içinde ve genel olarak köydeki “tüm katmanlar”dan destek alarak yürütmeye çalışan, partiye yabancı bazı unsurlar ortaya çıkmıştır.
Burada bahsedilenler parti üyeleri olmasına rağmen, komünistin karşı ucunda yer alan neo-burjuva, Termidor[53] tipi politikacı-realistin neredeyse kusursuz bir portresi çizilmiştir. Ne var ki, Pravda bu unsurların partiye nasıl girdiği konusunda tek bir söz etmez. “Ortaya çıktılar”; hepsi bu! Nereden geldiler, hangi kapılardan girdiler? Partiye dışarıdan mı sızdılar? Yollarını nasıl açtılar? Yoksa içeride mi yeşerdiler, öyleyse hangi topraktan? Ve hatırlatırım, tüm bunlar köylü sorunu hattı boyunca partinin kesintisiz olarak “Bolşevikleştirildiği” koşullarda oluyor. Makale tekrar tekrar yapılan uyarılara rağmen partinin, tahıl alım politikalarında idari güçlerini gösterdikleri ana kadar Ustrialovcular[54] ve Termidorcuları nasıl göz ardı edebildiğini veya orta köylülüğü arkasına alıp tahıl alımlarını sabote edene kadar kulakı nasıl gözden kaçırabildiğini açıklamıyor. Pravda bunların hiçbirini açıklamıyor. Ne gam! 1928 Şubatında ilk kez, bizim çoktan beri bildiğimiz ve birçok kez ifade ettiğimiz bir şeyi, yani Lenin’in partisinde bir tür yeni-NEP’e, yani tedrici olarak kapitalizme, doğru çeken güçlü bir sağ kanadın “ortaya çıkmak”la kalmayıp çoktan şekillenmiş olduğunu merkez organının ağzından duyduk.
İşte bu konuda 1927 sonlarına doğru yazdıklarım:
Muhalefete karşı resmi mücadele iki temel slogan altında yürütülüyor: İki Partiye Hayır ve “Troçkizm”e Hayır. Stalinistlerin iki partiye karşı sahte mücadelesi ülkedeki ikili iktidarın büyümesini ve SBKP bayrağı altında ve onun sağ kanadında bir burjuva partisinin oluşmasını kamufle etmektedir. Bir dizi bakanlık ve sekreterlik odalarında aygıtın parti kâhyalarıyla uzmanlar ve Ustrialovcu profesörler arasında Muhalefete karşı mücadelenin yöntem ve sloganlarının itinayla işlenmesi maksadıyla gizli konferanslar düzenleniyor. Bu, var gücüyle partinin proleter özünü kontrol altına almaya çalışan –ve bunu belli ölçülerde başaran– ve onun sol kanadını ezmek isteyen gerçek bir ikinci partinin oluşması demektir. Bir yandan bu ikinci partinin oluşumunu perdeleyen parti aygıtı, bir yandan da Muhalefeti ikinci bir parti kurmaya çabalamakla suçladı, çünkü Muhalefet, partinin proleter özünü, giderek artan burjuva etki ve baskıdan kurtarma çabası içine girmişti. Başarısız olması halinde Bolşevik Partinin birliğini korumanın mümkün olmayacağı bir çaba. Proletarya diktatörlüğünün bölünmez bir parti üzerine etkileyici sözlerle kurtulacağını düşünmek ham hayaldir. Bir ya da iki parti sorunu (terimin ajitatif veya lafazan değil materyalist, sınıfsal anlamıyla) tam olarak parti ve proletarya içindeki direniş güçlerini ayağa kaldırıp seferber edecek önlemlerle çözülür. [Yeni Aşama Üzerine]
Haziranda Stalin Moskova’daki yüksek enstitü öğrencilerine ikinci bir parti konusunda şu açıklamayı yaptı:
Bugünkü durumdan çıkışı bir kulak ekonomisine dönüşte, kulak ekonomisinin gelişiminde ve yayılmasında görenler var. Bu kişiler toprak beyi ekonomisine bir dönüşten bahsedemiyorlar, zira böyle şeyler gevelemenin zamanımızda tehlikeli olduğunu görüyorlar. Ama aynı hevesle Sovyet iktidarı yararına … kulak ekonomisinin adamakıllı geliştirilmesi gereğinden söz ediyorlar. Bu kişiler Sovyet iktidarının kendini aynı zamanda hem bir hem de (karşıt) iki sınıfa –ekonomik ilkesi işçi sınıfının sömürülmesi olan kulaklar sınıfı ve ekonomik ilkesi her türlü sömürünün ortadan kalkması olan işçi sınıfı– dayandırdığını söylüyorlar. Bu, gericilere yaraşır bir hokus-pokustur. Bu gerici planların, işçi sınıfının çıkarlarıyla, Marksizmin ilkeleriyle ve Leninizmin ödevleriyle hiçbir ilgisi olmadığını kanıtlamak için zaman harcamaya değmez.
Bu sözler Muhalefet Platformu adlı kitabın ilk bölümünün girişinin bir kısmının basitleştirilmiş bir ifadesidir. Bunu saklamıyoruz, çünkü bize göre Stalin sürgün tehdidi altında değildir; şimdilik. Şüphesiz Stalin’in konuşmasında ikinci bir parti oluşumunun doğrudan iması yoktur. Ama proleter partisi içinde bir kulak kapitalist ekonomisine dümen kıran ve tedbir olsun diye büyük ölçekli toprak beyi ekonomisinden bahsetmeyen “insanlar” (kim bunlar?) varsa; adresi verilmeyen bu “insanlar” tahıl alımlarında, sanayi planlarının, ücret cetvellerinin vs. vs. tartışılmasında birbirlerine bu tür bir platformla bağlıysa ve ona göre hareket ediyorsa, söz konusu olan tam olarak yeni burjuvazinin, yani Termidor partisinin kadrolarıdır. Bir Bolşevik partinin içinde yer almak ve dümeni Çan Kay-şek’e, Purcell’e, kulaka ya da bürokrata kırmamak mümkündür; doğrusu bu, Bolşevik partide yer almanın yegane koşuludur. Ama bir Bolşevik partide yer almak ve dümeni kapitalist gelişmeye kırmak mümkün değildir. Yeni Aşama Üzerine adlı belgemizde ifade ettiğimiz basit bir fikirdir bu.
Böylece, bilinmeyen bir kaynaktan “ortaya çıkan” sağ kanat, ilk defa tahıl alımlarında resmen fark edilmiş oldu. %100 monolitikliğin bir kez daha kanıtlandığı On Beşinci Kongrenin ertesi günü kulakın ürününü pazara getirmemesinin nedeninin başka şeylerin yanında, partide Çan Kay-şek’in dalkavuk filozofu Tao Zi-tao’nun öğretisi uyarınca tüm sınıflarla barış içinde yaşamak isteyen etkili gruplaşmalar olduğu ortaya çıkmıştır. Bu iç Kuomintangcılar ne sözde tartışmalarda ne de Kongrede hiç seslerini duyurmadılar. Bu yiğit “parti üyeleri” elbette Muhalefetin “sosyal demokrat” sapma suçuyla partiden atılmasının onaylanmasında başı çektiler. Aynı anda tüm sol kararlara da oy verdiler, çünkü kararların bir işe yaramadığını çoktan öğrenmişlerdi. Partideki Termidorcular laf ebesi değil eylem adamıydılar. Yeni mülk sahipleri, küçük burjuva entelektüeller ve bürokrasiyle kendi smiçkalarını kurdular; ve ekonomik, kültürel ve partiyle ilgili faaliyetlerin en önemli dallarını “ulus-devlet” bakış açısıyla yönetiyorlar. Sağın mücadele etmeye değmeyecek kadar zayıf olduğu söylenebilir mi?
Bu soruya açık bir yanıt verilmesi sola çarkın kaderi için belirleyici önem arz etmektedir. İlk izlenim sağcıların son derece zayıf olduğudur. Tahıl alımlarını ve genel olarak köylü politikasını “sol” kanala çekmek için tepeden bir gürleme duyulması yetti. Ama tam da bu sonucun bu kadar kolay alınması sağın zayıflığıyla ilgili sonuçlara çok çabuk varılmaması için bir uyarıdır.
Sağ kanat, burjuvaziye meyleden küçük burjuva, oportünist, bürokratik, Menşevik ve uzlaşmacı bir kanattır. Bolşevizmin devrimci kadrolarını ve yüz binlerce işçiyi bünyesinde barındıran bir partide birkaç yıl içinde sağ kanadın bağımsız bir güç haline gelip kitleleri harekete geçirerek eğilimlerini açığa çıkarması akla hayale sığmaz bir şeydir. Tabii ki böyle bir durum mevcut değil. Sağ kanadın gücü proletarya dışı sınıfların işçi sınıfına uyguladığı baskının aktarma aracı olmasındandır. Bu demek oluyor ki, sağ kanadın gücü partinin dışında konumlanmıştır, yani onun erişemeyeceği bir yerdedir. Bu güç bürokratik aygıtın, yeni mülk sahiplerinin, dünya burjuvazisinin gücüdür. Bu nedenle muazzam bir güçtür. Sağ kanat tam da parti içinde diğer sınıfların baskısını yansıttığından, şimdilik ilkelerini açıkça ifade etmek ve parti kamuoyunu harekete geçirmek yeteneğinden yoksundur. Bir örtüye ihtiyacı var; partinin proleter özünü uyutması gerek. Aygıtın rejimi ona her iki olanağı da sunuyor. Aygıt, partinin şişkin monolitikliği altında sağ kanadı devrimci işçilerin gözlerinden saklıyor ve aynı zamanda, proletaryanın kendi diktatörlüğünün kaderiyle ilgili endişesinin bilinçli bir ifadesinden başka bir şey olmayan Muhalefete indirdiği darbelerle, işçilere korku salıyor.
Parti aygıtıyla sağ kanat arasında varolan gedik, sağ kanadı geri çekilip, bu arada zaman kazanmaya zorluyor. Sağcılar çok iyi anlamış durumdalar ki, aygıt ciddi olarak partiyi durumun tahlilini yapmaya ve Termidorcuları bertaraf ederek kendini arındırmaya davet ederse, sağ kendisini gangsterlerle, bozguncularla ve eşkıyalarla hiç işi olmayan taban tarafından ezilmiş bulacaktır. Bu durumda da parti içinde içerdeki ve dışarıdaki burjuvazinin yükleneceği bir manivela kalmayacak. Burjuvazinin saldırılarının kesilmeyeceğine, hatta azalmayacağına emin olabiliriz. Ama o zaman burjuvazi kendisini partinin karşısına koyar ve parti düşmanını bilir, onun gücünü ve amaçlarını soğukkanlılıkla değerlendirebilirdi. Burjuvazinin parti ve Sovyet iktidarına sızmaya dayanan gizli ve yeraltı mücadele biçimleri olanaksız hale gelirdi. Bu tek başına bir yarı-zaferdir.
Sağcılar nasıl bir konumda olduklarının farkındalar. Ama başka bir şeyi de hesap ediyorlar, yani partiyi son yıllarda adamakıllı kabuklaşmış fikir ve saflarından ciddi bir arınmaya davet etmenin, bugüne dek Bolşevik-Leninistlerin (Muhalefet) sunduğundan farklı sloganlar benimseyerek ve farklı amaçlar güderek mümkün olmadığını. Ama bu durumda bizzat Muhalefete karşı yaklaşımın tümden değiştirilmesi gerekir; aksi takdirde merkezci aygıtın ahlâk tanımaz ilkesizliği iyice sırıtacaktır. Sağ kanat, haklı olarak, merkezin saf değiştirmeye cesaret edemeyeceğini düşünüyor. Sağ kanattakiler dişlerini gıcırdatarak geri çekiliyor, böylelikle hem kendilerine hem de merkeze zararlı olacak bir mücadeleye istekli olmadıklarını gösteriyorlar. Aynı zamanda taleplerini de dayatıyorlar: parti içindeki statüko bozulmasın, yani sağla merkez arasındaki sola karşı blok bozulmasın; gereğinden fazla sola kayılmasın; başka bir deyişle, eski mecraya dönüp oradan da yeni NEP’e geçme ihtimali bir kenarda korunmalı.
Sağ kanattakiler sola dönüşü elden geldiğince sessiz karşılamaları gerektiğini anlıyorlar. Her halükârda onlar için bu sadece bir manevradan ibaret. Sessiz kalıp hazırlıklarını tamamlıyorlar. Dışarıdan gelecek sınıfsal tepki sayesinde, iç sürtüşmeler sayesinde, bürokratik aygıtın gizli direnişi sayesinde ve herşeyden önce, merkezciliğin içinde barındırdığı zikzak eğilimi sayesinde sol deneyin başarısızlığa uğramasını bekliyorlar. Sağ kanat müttefiklerini iyi tanıyor. Bu arada da sağa ve sola, merkezin bütün yaptığının, Muhalefetin başından beri söylediklerini tekrar etmekten başka bir şey olmadığını göstererek, onu gayretkeş biçimde tehlikeye sokuyor.
Merkeze gelince, münasebetsiz bir duruma düşmemek için, Muhalefet taraftarlarını hapse tıkmaya devam ediyor. Sağcılar, merkezin sola darbe indirdikçe kendilerine bağımlı hale geleceğinin farkındalar. Sol deney bir yenilgiyle sona erince (sağcılar bu olasılığa çok güveniyorlar) savunmadan saldırıya geçmeyi hedefliyorlar. Böyle bir şey olacak mı? Böyle bir sonuç hiç de ihtimal dışı değildir. Bu dönüş parti içindeki statükoya dayandığı sürece böyle bir şey olabilir. Bu yalnızca mümkün değil, ama pek muhtemel, hatta kaçınılmazdır.
Bu, şu andaki zikzağın sol bir yönelime doğru gelişmesinin olanaksız olduğu anlamına mı gelmektedir? Dürüst olalım: mesele önderliğin ileri görüşlülüğüne ve tutarlılığına bağlı olduğu ölçüde, hem son yıllarda izlenen politikalar, hem de şu anki yönetim biçimi bizi şüpheci olmaya zorluyor. Ama meselenin özü tam da, ilk baştaki politik manevranın, giderek partinin daha geniş kesimlerini ve daha geniş sınıfsal katmanları pençesine alan derin bir politik zikzağa doğru büyümüş olmasında yatmaktadır. Bu katmanlar manevranın mekaniğiyle ve önderliğin, önderlik sanatı aşkıyla yaptıkları değil, bu dönüşten kaynaklanan nesnel ekonomik ve politik sonuçlarla ilgileniyorlar. Bu alanda işler, olayı başlatanların iyi niyetinin, tutarlılığının ve genel olarak niyetlerinin çok daha geniş kesimlerin irade ve çıkarlarınca ciddi biçimde değişikliğe uğratıldığı bir noktaya geldi. İşte bu yüzden şu andaki zikzağın tutarlı proleter bir doğrultuya girme olasılığını reddetmek doğru olmaz.
Her halükârda, Muhalefet, kendi görüş ve eğilimleri dolayısıyla bu zikzağın Leninist yola doğru ciddi bir dönüş kapsamına ulaşması için tüm gücüyle gereğini yapmalıdır. Böylesi en sağlıklı sonuç olacaktır, yani parti ve diktatörlük için en az sarsıcı olanı. Bu çok kapsamlı bir parti reformuna giden yolu açacaktır ki, bu da Sovyet devletinde reformun zorunlu önkoşuludur.
8. Bugünkü Krizin Toplumsal Temeli
Partiden yükselen mücadele sesleri, çok daha derin karışıklıkların yankısıdır. Sınıflar içinde, zamanında Bolşevizmin diline çevrilmezse bütün Ekim Devrimini bütünüyle sancılı bir krizle karşı karşıya bırakacak değişimler birikmiştir.
On Beşinci Kongrenin üzerinden iki ay bile geçmeden, önderliğin kongre sırasında doğru kabul edilen çizgiden uzaklaşmakta gösterdiği sürat bile tek başına, ülke içinde gerçekleşen sınıf kaymaları sürecinin, tüm uluslararası durumla bağlantılı olarak, ekonomik niceliklerin politik niteliklere dönüştüğü kritik bir aşamaya geldiğinin şaşmaz bir belirtisidir. 1923’ten bu yana birçok durumda bu yolda teşhisler yapılmıştı; On Beşinci Kongre döneminde Muhalefet tezlerinde şu sözler yer almıştı:
Küçük ve hatta cüce bir köylülüğün ve genel olarak küçük mülk sahiplerinin ezici çoğunluk oluşturduğu bir ülkede, en önemli süreçler belli bir ana kadar, atomize olmuş ve yeraltı tarzında gelişim gösterip sonradan “beklenmedik” bir şekilde açığa fışkırır.
Kuşkusuz süreçleri daha gelişimlerinin başındayken Marksist bakış açısından değerlendirme yeteneğinden yoksun olanlar için “beklenmedik”.
Orta köylülüğü ardından sürükleyen kulakların tahıl grevi; Şahti[55] uzmanlarının kapitalistlerle danışıklı dövüşü; kulak grevinin devlet ve parti aygıtının etkili bir hizbi tarafından –en azından yarı yarıya– korunması; komünistlerin, teknisyen ve memurların karşı-devrimci gizli manevralarına göz yumabildikleri gerçeği; “demir disiplin” adı altında Smolensk[56] ve başka yerlerde alçakların başıboş bırakılması –bütün bunlar tartışma götürmez ve son derece önemli olaylardır. Komünistçe bir akıl yürütmeyle bunların karakteristik olmayan rastlantısal olaylar olduğunu ve ekonomik, politik süreçler ve parti önderliğinin son beş yıldaki politikaları sayesinde büyümediklerini söylemek mümkün değildir. Bu olaylar öngörülebilirdi ve görülmeliydi. Muhalefetin On Beşinci Kongrede yayınladığı ve herkese açık olan tezlerinde şöyle deniyordu:
Bir yandan kulak, mülk sahibi ve burjuva entelektüel arasındaki karışım, öte yandan sadece devlette değil partide de görülen sayısız bürokrasi bağlantısı, toplumsal hayatımızın en tartışma götürmez ama aynı zamanda en endişe verici olgusudur. Proletarya diktatörlüğünü tehdit eden ikili iktidarın tohumları da burada atılmaktadır.
3 Haziran 1928’de MK’nın yayınladığı manifesto veya genelge, hem devlet aygıtında hem de parti ve sendikalarda “en berbat bürokratizmin” varlığını itiraf etti. Genelge bürokratizmi şu şekilde açıklamaya çalışıyordu: (1) geçmişin bürokratik mirasının kalıntıları; (2) kitlelerdeki gerilik ve cehalet; (3) “yönetim bilgisindeki yetersizlik”; (4) kitleleri yeterince çabuk devlet idaresine çekememe. Yukarıda sayılan dört durum gerçekten de mevcuttur. Her biri de bürokratizmi bir şekilde açıklar. Ama hiçbirisi onun vahşi ve dizginlenemez büyümesini anlamamızı sağlayamaz. Kitlelerin kültür düzeyi son beş yılda yükselmeliydi. Parti aygıtı kitleleri idari işlere daha çabuk çekmeyi öğrenmeliydi. Sovyet koşullarında yetişmiş olan yeni bir nesil önemli ölçüde eski memurların yerine geçmeliydi. Sonuç olarak bürokratizm azalmalıydı. Sorunun karmaşıklığı tam da onun devasa boyutlarda büyümesinden kaynaklanıyor; o “en berbat bürokratizm” oldu; tepeden inme emirlerle baskı yapma, sindirme, ekonomik tedbirlerle baskı uygulama, adam kayırma, memurlar arasında danışıklı dövüş, güçlüden korkup zayıfı ezmek gibi idari yöntemleri bir sistem haline getirdi. Sovyet ekonomisi büyürken ve kitleler kültürel olarak gelişirken, eski sınıfsal aygıta ait bu eğilimlerin son derece hızlı bir şekilde yeniden doğması, sınıfsal nedenlerden, yani mülk sahiplerinin toplumsal olarak güçlenmesinden, devlet aygıtıyla iç içe geçmelerinden ve aygıt aracılığıyla partiye baskı uygulamalarından ötürüdür. Rejim içinde büyüyen bürokratikleşmenin sınıfsal nedenleri anlaşılmadan belayla mücadele eden kişi, kanatları döndüğü halde hiç buğday öğütemeyen bir yel değirmenine benzer.
Sanayinin gecikmeli büyümesi fiyatlarda dayanılmaz bir “makas” yarattı. Fiyatları düşürme amaçlı bürokratik mücadele, köylüye hiçbir şey vermeyerek ve işçiyi de elindekinden ederek, piyasayı altüst etti yalnızca. Ekimle gelen tarım devriminden köylülerin elde ettiği devasa kazanımlar sınai malların fiyatlarınca eritiliyor. Bu da smiçkayı bozarak köydeki geniş katmanları içte ve dışta serbest ticareti savunan kulakın tarafına çekiyor. Bu koşullar altında içerde tüccar elverişli bir toprak bulurken, dışarıdaki burjuvazi de kendine bir temel buluyor.
Proletarya devrime yürürken doğal olarak büyük umutlar ve ezici çoğunluğu itibariyle de büyük hayaller taşıyordu. Bu yüzden, yavaş gelişme hızı ve çok düşük maddi yaşam koşulları kaçınılmaz olarak, Sovyet iktidarının yakın bir gelecekte toplumsal sistemi kökünden değiştirecek gücü olduğuna dair umutları azalttı.
Dünya devriminin, özellikle Komintern’in önderliği hâlâ elinde tuttuğu son birkaç yıl boyunca uğradığı yenilgiler de aynı işlevi gördü. Bunların, işçi sınıfının dünya devrimine karşı tavrına yeni notalar eklememesi –umutlarda büyük indirimler; bitkin unsurlar arasında şüphecilik; olgunlaşmamışlarda ise açık bir kuşku hatta kaba bir öfke– düşünülemezdi.
Bu yeni düşünceler ve değerlendirmeler ifadelerini arıyorlardı. Bunu partide bulmuş olsalardı, en ileri kesimler dünya devrimine ve herşeyden önce kendi ülkelerindeki devrime karşı belki daha az çocuksu ve methedici ve daha eleştirel, ama daha dengeli ve istikrarlı bir tavır benimseyebilirlerdi. Ama yeni düşünceler, yargılar, istekler ve endişeler içe atıldı. Beş yıl boyunca proletarya eski bildik sloganla yaşadı: “Düşünme yok! Tepedekilerin aklı sizinkinden çok.” Bu ilk başta öfke, sonra pasiflik, en sonunda da insanları politik olarak kabuklarına çekilmeye iten bir sınırlanmışlık doğurdu. Her taraftan duya duya en sonunda işçi kendine şöyle der oldu: “Hey sen! 1918’de değiliz.”
Proletaryaya düşman ya da yarı düşman sınıf ve gruplar, onun sadece devlet aygıtı ve sendikalar vasıtasıyla değil, günü gününe ekonomik hayat ve gündelik yaşam vasıtasıyla da hissedilen özgül ağırlığındaki azalmayı dikkate alıyorlar. İşte küçük burjuvazinin ve büyüyen orta burjuvazinin politik olarak aktif katmanlarında kendini gösteren özgüven duygusu da kaynağını buradan alıyor. Orta burjuvazi tüm “aygıt”la dostluğunu tazeledi ve göbek bağlarını yeniden kurdu; kendi gününün gelmekte olduğuna emin görünüyor.
SSCB’nin uluslararası konumunun kötüleşmesi, en deneyimli ve azgın burjuvazi olan İngiliz burjuvazisi önderliğinde dünya kapitalizminin düşmanca baskıları; tüm bunlar içteki burjuvazinin en uzlaşmaz unsurlarının başlarını tekrar kaldırabilmelerini sağladı.
Bunlar Ekim Devriminin krizinin en önemli unsurlarıdır. Kriz kısmi ifadesini, kulaklarla bürokratların son tahıl grevinde buldu. Partideki kriz ise onun en genel ve tehlikeli dışavurumudur.
Şüphesiz buradan hareketle, bugün ve bu mesafeden, hâlâ yarı-gizli olan ikili iktidara gidiş sürecinin açık politik ifadesini ne zaman ve ne şekilde bulacağını öngörmek mümkün değildir. Bu büyük ölçüde iç politikaya değil uluslar arası koşullara bağlıdır. Bir şey çok açıktır: devrimci çizgi, gitgide güçlenen düşmanın bir fırsatını bulup saldırıya geçmesini beklemeyi ve tahminlerde bulunmayı değil, düşmana karşı taarruza geçmeyi gerekli kılar, tıpkı Alman atasözündeki gibi: kuleler ağaçları aşar. Kaybedilmiş yıllara dönüş yok. MK’nın en sonunda, çoğu büyük ölçüde kendi politikasının sonucu olan ağır gerçekler için alarma geçmiş olması iyi bir şeydir. Ama sadece alarm verip genel çağrıda bulunmak yeterli değildir. On Beşinci Kongreden bile önce, kulakı sıkıştırma sloganının önder hizipçe edebi kelâm olarak görüldüğü dönemde Muhalefet kendi tezlerinde şöyle yazıyordu:
Kulakı ve Nepmanı sıkıştırma sloganı eğer ciddiye alınırsa tüm politikada değişikliği, devlet organlarının tümü için yeni bir düzenlemeyi gerekli kılar. Bunu açık seçik belirtmek gereklidir. Zira ne kulak ne de yoksul köylü (On Dördüncü ve On Beşinci Kongreler arasındaki) iki yılda MK’nın tamamen farklı bir politika güttüğünü unutmadı. Tezlerin yazarlarının, önceki konumları konusunda sessizliklerini korumakla, politikada değişiklik yapmak için bir kararname yayınlamanın yeterli olduğu fikrinden hareket ettikleri açıktır. Ama yeni bir sloganı sözle değil eylemle harekete geçirmek, bazı sınıfların şiddetli direnişini göğüslemeden ve diğer sınıfların gücünü harekete geçirmeden mümkün olamaz.
Bu sözler tüm geçerliliğini hâlâ muhafaza etmektedir. Partiyi Leninist yoldan sağ merkezci bir yola kaydırmak kolay bir iş değildi. Bolşevik Parti içinde sınıfları “tanımayan” etkili bir kanat oluşturmak ve iyice güçlendirmek; partinin bu kanadı resmen tanımasını engellemek ve önderliğin onun varlığını yıllarca reddetmesini sağlamak; On Beşinci Kongrede açığa çıkmayan bu kanadın resmen ilk olarak parti aracılığıyla değil … Tahıl Alımları aracılığıyla ortaya çıkması –tüm bunlar için sürekli yeni yönelimi destekleyen propaganda yapılması, kulakın sosyalizme entegrasyonu üzerine ve aç adamın parazit psikolojisiyle alay eden binlerce Stalinist ve Buharinist zırva yayılması, kulakların varlığını dikkate alan istatistik dairelerinin ortadan kaldırılması; her tarafta kafasız memurların zafere ulaşması; Marksizm içindeki sofistlerin, yani yeni bir propaganda ekolü olan Katheder-Sozialisten’in[57] oluşturulması ve birçok başka şey gerekti. Ama hepsinden öte proleter sol kanada kötü, nankör, kaba, haince ve keyfi bir eziyet uygulanması gerekti. Bu arada da partideki (Pravda’nın kanat takmış ifadesine göre “aniden ortaya çıkıveren”) Termidorcu unsurlar, biçimlendiler, kendilerini geliştirdiler, bağlantılarla, ilişkilerle, duygudaşlıklarla güçlendiler ve köklerini parti sınırlarının ötesine, büyük sınıfların toprağına saldılar. Tüm bunlar, ne denli canlı bir üslûbu olursa olsun, küçük bir genelgeyle ortadan kaldırılamaz. Yeniden eğitim gerekir. Tekrar gözden geçirmek gerekir. Yeni gruplaşmalar oluşturmak gerekir. Yabani otlarla dolup taşmış tarlayı Marksizm sabanıyla sürmek gerekir.
Partiyi ve kendini Muhalefetin zayıf ve iktidarsız olduğu masalına inandırma çabaları, ona karşı verilen azgın mücadelenin şiddetiyle uyuşmaz. Muhalefetin olaylarla sınanmış bir eylem programı ve zulüm ateşinde çelikleşmiş ve partiye sadakatleri sarsılmayan kadroları var. Yükselen tarihsel çizginin göstergesi olan böyle kadrolar, kökünden sökülemez ve yok edilemez. Muhalefet parti kılıcının keskin kenarıdır. Bu kenarı kırmak, düşmana karşı kalkmış olan kılıcı köreltmek anlamına gelir. Muhalefet sorunu tüm sol çizginin eksen noktasıdır.
Ancak dünya devriminin zaferlerle ilerlemesi hem dış hem de iç krizden gerçek ve tam anlamıyla kurtulmayı sağlayabilir. Bu Marksizmin ABC’sidir. Ama bununla Buharinci skolastiğin bize dayattığı umutsuz kadercilik arasında aşılmaz bir uçurum vardır. Krizler krizleri kovalar. Kapitalist toplum doğası gereği krizden başını kurtaramaz. Bu asla egemen burjuvazinin politikasının önemsiz olduğu anlamına gelmez. Doğru politika burjuva devletleri yükseltti, yanlış politika ise bunları yıkıma uğrattı veya geri bıraktırdı.
Resmi skolastik, mekanik determinizmle (kadercilik) öznel irade arasında bir de materyalist diyalektik olduğunu anlama yeteneğinden tamamen yoksundur. Kadercilik şöyle diyor: “Bu gerilik karşısında, hiçbir şey olacağı yok.” Kaba öznelcilik şöyle diyor: “Bu iş çantada keklik! İstedik ve sosyalizmi kurduk.” Marksizm ise şöyle diyor:” Dünya koşullarına ve iç geriliğe bağımlılığın farkındaysan, doğru bir politikayla ayağa kalkıp kendini emniyete alabilir ve muzaffer dünya devrimine eklemlenebilirsin.”
İleri ülkelerdeki proletarya, iktidarı sıkıca ve kararlı şekilde ele geçirmediği sürece, geçişsel nitelik taşıyan bir Sovyet rejiminde krizler kaçınılmazdır. Egemen politikanın görevi Sovyet rejimindeki bu krizlerin birikip tüm rejimin krizi haline gelmesini önlemektir. Bunun ilk koşulu da egemen sınıf olarak proletaryanın konumunun ve sınıf bilincinin korunması, geliştirilmesi ve güçlendirilmesidir. Bunun yegâne aracı ise öz-eylemli, esnek ve aktif bir proleter partisidir.
9. Parti Krizi
Doğru bir ekonomik politika, tıpkı genel politika gibi, 1923’ten bu yana bulunamayan doğru bir formülasyonun tek başına garantileyebileceği bir şey değildir. Proletarya diktatörlüğünün politikası, ancak toplumdaki tüm sınıfsal katmanların sürekli olarak yoklanması temelinde tasavvur edilebilir. Dahası bu, hantal, pek çok konuda yetersiz, esnek olmayan, duyarsız bir bürokratik aygıt aracılığıyla gerçekleştirilemez. Ancak yaşayan bir proleter parti, komünist öncüler ve sosyalizm kurucuları üzerinden hayata geçirilebilir. Kulakların büyüyen rolü istatistiksel olarak kaydedilmeden, teorisyenler onu genelleştirmeden, politikacılar direktif diline nakletmeden önce, parti onu sayısız duyargasıyla hissedip alarm vermeli. Tüm bunların mümkün olması için, parti tüm kitlesiyle duyarlı ve esnek olmalı ve hepsinden öte, bakmaktan, anlamaktan ve konuşmaktan korkmamalı.
Devlet sanayimizin sosyalist karakteri –çeşitli tröst ve fabrikalar arasındaki rekabetle; çalışan kitlelerin ağır maddi koşullarıyla; çalışanların önemli çevrelerindeki yetersiz kültürel düzeyle, aslında hayli atomize durumdadır–, çok büyük oranda partinin rolü, proleter öncünün gönüllü iç birliği, yöneticilerin, sendika görevlilerinin, işyeri hücresi üyelerinin vb. bilinçli disiplini tarafından belirlenir ve korunur. Bu ağın zayıflamasına, çözülmesine ve dağılmasına izin verirsek, çok kısa bir zaman sonra devlet sanayisinin, ulaştırmasının vb. sosyalist karakterinden geriye bir şey kalmayacağı açıktır. Sendikalar ve fabrikalar bağımsız işlemeye başlayacak. Planlı başlangıcın halihazırda çok zayıf olan izlerinden eser kalmayacak. İşçilerin ekonomik mücadelesi güç ilişkilerinden başka sınır tanımayacak. Üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyeti önce hukuki bir kurguya dönüşecek, sonra bu da kalmayacak. Yani burada da sorun gelip proleter öncünün bilinçli birliğine ve onun bürokratizmin pasından ve Ustrialovculuğun cerahatından korunmasına dayanıyor.
Tıpkı bir sistem için olduğu gibi, doğru bir politik çizgi de, doğru değerlendirme ve uygulama yöntemleri olmaksızın hayal bile edilemez. Şu ya da bu meselede çeşitli güçlerin etkisi altında kalan bürokratik önderlik doğru bir çizgiye ayak basabilir ama bu çizginin sürekli izleneceğinin, yarın kırılmayacağının hiçbir garantisi yoktur.
Parti diktatörlüğü koşullarında, önderliğin elinde yoğunlaşan iktidar insanlık tarihi boyunca başka hiçbir politik örgütün eline geçiremediği kadar büyüktür. Bu koşullarda, proleter, komünist önderlik yöntemlerini korumak eskisinden de önemli hale gelmektedir. Her bürokratik tahrifat her yanlış adım hemen etkisini tüm işçi sınıfı üzerinde gösterir. Bu arada, post-Leninist önderlik, proletarya diktatörlüğünün sahte burjuva demokrasisine duyduğu husumeti, partinin yeşermesini sağlayan ve işçi sınıfına, işçi devletine önderlik etmenin yegâne aracı olan bilinçli proletarya demokrasisinin can alıcı güvencelerine doğru da yavaş yavaş genişletmeyi huy edinmektedir.
Yaşamının son döneminde Lenin’in kafasındaki en büyük kaygılardan biri buydu. Tüm tarihsel boyutuyla ve günbegün aldığı şekille kafasında hep bu konu vardı. İlk hastalığının ardından çalışmaya başladığında Lenin bürokrasinin özellikle parti içindeki büyümesinden dehşete düşmüştü. Merkez Denetim Komisyonunu da bu yüzden önermişti; doğal olarak, onun kafasındakine taban tabana zıt olan bugünkü ucubeyi değil. Partiye, tarihte yozlaşıp, yenilgiye uğrayanların ahlâkını benimseyenlerin hiç de az olmadığını hatırlattı. Bir mevkii işgal eden bir komünistin astlarına karşı adaletsiz davrandığına veya kaba kuvvet uyguladığına dair haberler (Orjonikidze’nin yumruk vakası)[58] onu çileden çıkarmıştı. Partiyi Stalin’in kabalığına ve ihanetin kan kardeşi olan ve tüm iktidarı ele geçirirse partiyi imha edecek korkunç bir araca dönüşen parti içi ahlâki kabalığa karşı uyardı. Lenin’in kültür ve kültürel gelişme için yaptığı ateşli çağrıların –Buharin’in yaptığı gibi ucuz küçük şemalar anlamında değil, Asyatik ahlâka, feodalizmin ve görgüsüzlüğün mirasına ve memurların kitlelerin masumiyetini ve cehaletini sömürmesine karşı komünist mücadele anlamında– nedeni de budur.
Son beş yıl boyunca parti aygıtı tam ters yolu izledi; devlet aygıtının bürokratik yozlaşmaya uğrayıp, burjuva parlamenter “demokrasisi”ne özgü çarpıklıklarla –sahtekârlık, örtbas, ikiyüzlülük– donanmasında suç ortağı oldu. Bunun sonucu olarak oluşan önderliğin, bilinçli parti demokrasisi yerine sunduğu şey şunlar oldu: parti bürokrasisini güçlendirecek şekilde Leninizmin tahrifi ve uyarlanması; iktidarın, komünistler ve işçilerle ilgili olarak canavarca ve tahammül edilmez biçimde suiistimal edilmesi; partinin tüm seçim mekanizmasının hileli kullanımı; tartışmalar esnasında proleter partisine değil, burjuva-faşist bir partiye yakışır yöntemler kullanılması (toplama serseri çeteleri, ıslıklama ve alay, konuşmacıların kürsüden aşağı atılması ve benzeri iğrençlikler); ve sonuncusu, fakat hiç de önemsiz olmayanı, aygıtla parti arasındaki ilişkilerde yoldaşça beraberliğin ve esirgeyiciliğin kaybolması.
Parti yayın organları sansasyonel teşhir babında Artemovsk, Smolensk ve diğer örnekleri öne çıkardı. MK rüşvetle mücadele çağrıları yaptı. Sanki bunlar meseleyi halletmiş gibi, sonra bu konuya bir daha hiç ilişilmedi.
Öncelikle, geniş parti çevrelerinin, kamuoyuna sunulanın bütünün çok küçük bir kısmı olduğunu bilmiyor olmaları mümkün değildir; kuşkusuz olanla değil gösterilenle ilgilenmekten kendilerini kurtarmışlarsa. Hemen her eyaletin az çok ciddi bir “Smolensk” olayı vardır ve dahası bu bir günlük ve hatta bir yıllık bir olay değildir. “Özeleştiri” döneminden çok önce, Çita, Hersonsk, Vladimirsk ve diğer yerlerdeki olaylar patlak verdi ve hemen bastırıldı; gizlice ve kimseye danışmadan büyük miktarları kendi aileleri için harcayan bölge komitesi sekreterlerinin %100’ü teşhir edildi. Böyle bir olayın her ortaya çıkışında, yüzlerce kişinin, bazen binlerce kişinin, binlerce parti üyesinin bu suçtan haberi olduğu ve sessiz kaldığı da ortaya çıktı. Çoğunlukla iki hatta üç yıl seslerini çıkarmamışlardı. Bu durumdan gazetelerde bile bahsedildi. Ama hiçbir sonuç çıkarılmadı. Zira Muhalefet belgelerinde açık seçik yazılanların tekrarlanması gerekecekti. Gerekli sonuçlar çıkarılmazsa Smolensk ve diğer teşhir edilen örnekler partinin dikkatini çeken ama ona hiçbir şey öğretmeyen vakalar olarak kalacaktır.
Meselenin özü şurada yatmaktadır: aygıt partiden bağımsızlaştıkça, aygıt hizmetlileri birbirlerine bağımlı hale gelmektedir. Karşılıklı güvence verme, yerel bir “ayrıntı” değil bürokratik rejimin temel özelliğidir. Bazı görevliler gayri meşru işlerle uğraşırken, diğerleri sessiz kalıyor. Peki ya parti kitlesi? Parti kitlesine korku salınmıştır. Evet, Lenin’in Ekim Devrimini gerçekleştirmiş partisinde, işçi-komünistler yüksek sesle şu şu aygıt görevlisinin bir alçak, zimmetine para geçiren birisi, bir zorba olduğunu söylemeye korkuyor. “Smolensk” teşhirinden çıkan ilk ders budur. Ve bu dersten yüzü kızarmayan devrimci değildir.
Kelimenin toplumsal anlamıyla söylersek, Artemovsk, Smolensk vb. olaylarının kahramanı kimdir? Kendini partinin aktif denetiminden kurtarmış ve proletarya diktatörlüğünün bayrağını taşımaktan vazgeçmiş bürokrattır. İdeolojik olarak sıfırı tüketmiştir; ahlâki olarak ise sınır tanımamaktadır. Ayrıcalıklı ve sorumsuz bir memurdur, çoğunlukla kültürsüz, ayyaş, avare, zorba, kısacası kırk yıllık Derjimorda[59] (Lenin’in ulusal sorunla ilgili partiden gizlenen mektubuna bakınız). Ama kahramanımızın “kendine özgü” yanları da vardır: sağa sola tekme tokat yağdırmak, doğal kaynakları ziyan etmek ve rüşvet almak. Sovyet Derjimorda’sının amentüsü “Tanrının inayeti” değil, “sosyalizmin inşası”dır. Aşağıdan bir müdahale gördüğü zaman, eskisi gibi “isyan var” diye değil, “Troçkist!” diye bağırır, ve işini görür.
Merkez Denetim Komisyonunun önderlerinden birinin kaleme aldığı ve 16 Mayısta Pravda’da çıkan yazı Smolensk olayından şu ahlâk dersini çıkarıyor:
“Partinin bu üyelerine ve suiistimali bilip sessiz kalan sınıf bilincine sahip işçilere karşı tavrımızı kökten değiştirmeliyiz.”
“Tavrımızı değiştirmek?” Öyleyse bir konuda iki farklı tavır takınmak mümkün müdür? Evet. Merkez Denetim Komisyonu Prezidyum üyesi ve Halk Komiserleri ve Köylü Teftiş Kurulunun ikinci başkanı Yakovlev bunu itiraf ediyor. Suçlular değil, suçlardan haberi olan ve susan insanlar suçlu sayılıyor. Tek hafifletici neden habersiz olmaları ya da korkutulmuş olmaları. Oysa Yakovlev hiçbir şeyden haberi olmayan insanlardan değil, “parti üyeleri ve sınıf bilincine sahip işçiler”den bahsediyor. Kendi seçtikleri ve kendilerine karşı sorumlu olduğu varsayılan bireylerin suçları karşısında parti üyesi işçileri suskunluğa iten ne tür bir baskı ve terördür? Bu gerçekten de proletarya diktatörlüğünün terörü olabilir mi? Hayır, çünkü bu terör partiye, proletaryanın çıkarlarına yöneliktir. Öyleyse bu diğer sınıfların uyguladığı bir terör müdür? Tabii ki öyle, çünkü sınıflarüstü bir toplumsal baskı yoktur. Partimizin başına musallat olan baskının sınıfsal niteliğini daha önce tanımlamıştık: parti aygıtı görevlilerinin danışıklı dövüşü; parti aygıtındaki birçok halkanın devlet bürokrasisiyle, burjuva entelijensiya, küçük burjuvazi ve köydeki kulakla içiçe geçmesi; dünya burjuvazisinin içteki güç ilişkilerinin üzerine binen baskısı –tüm bunlar ikili iktidarı oluşturarak parti aygıtı aracılığıyla parti üstüne baskı uygular. İşte son yıllarda büyüyen ve aygıt tarafından partinin proleter özüne korku salmak, Muhalefeti takip etmek ve örgütsel yöntemlerle onu yok etmek için kullanılan tam da bu toplumsal baskıdır. Bu süreç bir ve bölünmez bir süreçtir.
Yabancı sınıfların baskısı bir noktaya kadar aygıtı partinin üstüne çıkardı, güçlendirdi ve ona güven kazandırdı. Aygıt kendi “iktidar”ının kaynaklarının bir muhasebesini yapmakla uğraşmadı hiç. Partiye ve Leninist çizgiye karşı kazandığı zaferlerin kendi aklının ürünü olduğunu sandı. Ama hiçbir dirençle karşılaşmadığı için artmakta olan baskı, sadece aygıta hükmetmekle tehdit etme noktasının ötesine geçmiştir ve artık çok daha önemli bir şeyi tehdit etmektedir. Kuyruk kafaya darbeler indirmeye başlamıştır.
Parti üyelerini ve ezici çoğunluktaki sınıf bilinçli işçileri parti aygıtının görevlilerinin işlediği suçlara karşı suskun kalmaya iten durum kazara, bir gecede oluşmadı, bir kalem darbesiyle de düzelmez. Sadece aygıttaki güçlü bürokratik rutinle değil, aynı zamanda aygıt etrafında da çıkar ve ilişkilerin kabuklaşması durumuyla karşı karşıyayız. Ve önümüzde kendi aygıtı önünde aciz olan bir önderlik var. Burada yine neredeyse bir doğa yasası yakalıyoruz: önderlik partiden uzaklaştıkça aygıtın esiri olur. Muhalefetin merkezi önderliği güya zayıflatma peşinde olduğu lafları saçma ve hayal ürünüdür. Demir merkeziyetçilik olmaksızın proleter çizgi düşünülemez. Şanssızlığımız, şu anki önderliğin ancak bürokratik gücüyle herşeye kadir olması, yani yapay şekilde atomize edilmiş parti kitlesine karşı güçlüyken, kendi aygıtına karşı çaresiz konumda olmasıdır.
Kendi politikalarının sonuçlarından derdine düşen merkezciler “özeleştiri” çaresini öne sürdüler. Stalin beklenmedik şekilde “proleter devrimi güçlendirme yöntemi olarak özeleştiri”den bahseden Marx’a atıfta bulundu. Ama bu alıntısıyla Stalin, aşması yasak olan sınıra yaklaşmaktadır. Zira Marx’ın gerçekte özeleştiriyle kastettiği, herşeyden önce proletaryanın kendini sahte yanılsamalardan kurtarmasıydı, tıpkı “dört-sınıf bloğu” gibi; tek ülkede sosyalizm gibi; tutucu sendika önderleri gibi; “burjuvaziyi korkutmamalıyız” sloganı gibi; doğu için önerilen “iki-sınıflı” partiler gibi ve Stalin’le Buharin’in son dönemde dayattıkları ve üç yıl boyunca Çin devrimini Menşevizm tırpanıyla biçtikten sonra nihayet katlederken kullandıkları diğer gerici zırvalar gibi. İşte Marksist özeleştiri usturasının asıl kullanılması gereken yer burasıdır.
Ama şimdiye dek tam da bu noktada Marksist özeleştirinin kullanılması yasaklandı. Stalin bir kez daha bu tür özeleştiriye karşı “tüm gücümüzle ve elimizdeki her türlü aracı kullanarak” mücadele bayrağını açtı. Marksist eleştirinin uluslararası proleter öncü saflarında zafere ulaşmasını engelleyebilecek hiçbir güç veya araç olmadığını anlayamıyor.
* * *
1927’deki plenumların birinde, Muhalefetin partiye önderliğe karşı çağrıda bulunma hakkı olduğu yönünde bir Muhalefet konuşmasına cevaben Molotov: “Bu bir isyandır!” dedi ve Stalin de bunu bizzat netleştirdi: “Bu kadrolar ancak bir iç savaşla temizlenebilir.” Bu formülasyon, egemen aygıtın “parti üstü”, “sınıflar üstü” ve kendine yeterli karakteriyle ilgili ateşli tartışmaların ortasında yapılan en mükemmel ve dürüst formülasyondu. Bu fikir, partimizin ve Sovyet sisteminin temelinde yer alan fikrin tam zıddıdır. Bürokratik süpermen fikri şu anki perakende ölçekli gaspın kaynağı ve toptan ölçekli muhtemel bir gaspın da bilinçsiz hazırlayıcısıdır. Bu ideoloji, son beş yılda bitmez tükenmez sahte “yeniden değerlendirmeler”, yukarıdan sıkıştırmalar, tepeden atamalar, takibe almalar, kongreleri ve toplantıları bir, iki, dört yıl ertelemeler sürecinde ... kısaca “tüm gücümüzle ve elimizdeki her türlü aracı kullanarak” yapılan bir mücadeleyle şekline kavuşmuştur.
Bu mücadele zirvelerde hayatın kendisiyle giderek daha büyük çelişkiye düşen umutsuz bir fikir kavgası; tabanda ise çoğu durumda mevki, emretme hakkı ve ayrıcalıklı konumlar için delicesine bir kumar şeklini aldı. Ama her durumda düşman aynıydı: Muhalefet. Argümanlar ve yöntemler aynıydı: “Tüm gücümüzle ve elimizdeki her türlü aracı kullanarak.” Parti aygıtına hizmet edenlerin çoğunun dürüst ve kendini adamayı becerebilen insanlar olduğunu söylemeye gerek yoktur. Ama asıl önemli olan sistemdir. Sistem ise kaçınılmaz meyvelerini Smolensk olayı gibi vakalarda veriyor.
İyi niyetli memurlar bu en büyük tarihsel görevin çözümünü şu formülde görüyor: “Kökten değişmeliyiz.” Parti şöyle cevap vermeli: “Değişimi gerçekleştirecek olan siz değilsiniz. Asıl değişmesi –ve çoğu durumda uzaklaştırılması– gereken sizsiniz.”
12 Temmuz 1928
[45] Troçki’nin Komintern Program Taslağına ilişkin eleştirileri, ancak sıkı bir redaksiyonun ardından Altıncı Kongrede bazı delegelerin dikkatine sunulmasına rağmen, Şimdi Ne Olacak? başlıklı belge, Troçki’nin biçimsel olarak yararlandığı, disipline aykırı eylemlere karşı çağrı yapma hakkını tanıyan tüzüğü çiğneme pahasına, Kongre üyelerine ulaştırılmadı. Bu belgeyi ilk kez Troçki’nin kendisi kitabının Fransızca baskısında gün ışığına çıkardı.
[46] Kuruluşundan beri Komintern’in başkanı ve 1924’te de Beşinci Kongre tarafından bu göreve tekrar seçilmiş olan Gregori Zinovyev, 1926’da Stalinist aygıtça bu konumdan uzaklaştırıldı; 1927 Mayısındaki Sekizinci Yürütme Kurulu Plenumuna katılmaktan menedildi; Altıncı Kongrenin açılışına kadar tekrar görevine iade edildiyse de, oturumlara katılmadı. Beşinci Kongrede Yürütme Kuruluna seçilmelerine rağmen, Altıncı Kongreden önce ya da hemen sonra “Troçkist” veya “Brandlerci” sapmaya kapılmalarından ötürü atılanlar şunlardı: Schecht, Rosenberg, Ruth Fisher, Wynkoop, Roy, Bordiga, Çen Tu-ziu, Schefflo, Kamenev, Troçki, Treint, Sellier, Girault, Doriot, Neurath, Höglund, Kilboom, Samuelson.
[47] Kamenev ve bazı başka Bolşevik önderlerle birlikte Zinovyev de 1917 sonbaharında Lenin’in savunduğu silahlı ayaklanmaya şiddetle karşıydı. Zinovyev ve Kamenev’in karşı oylarına rağmen Merkez Komite ayaklamanın tarihini belirlemeye ve tüm gücünü bu işe sevk etmeye karar verince, iki muhalif Maksim Gorki’nin gazetesi Novaya Jizn’de bir bildiri yayınlayarak Lenin’in tutumundan kendilerini ayırdılar ve ayaklanma sürecinin durdurulmasını talep ettiler. Hâlâ Kerenski’nin polisinden saklanmakta olan Lenin, bunun üzerine bu ikiliyi “korkaklık”la ve “grev kırıcılığı”yla suçladı ve Merkez Komiteye derhal partiden atılmalarını önerdi.
[48] Troçki’nin bu noktadaki ısrarı ve sanayiye ülkenin ekonomik yaşamında başat rolü veren ve ona tarımı geriliğinden kurtarıp toplumsal ve makineleşmiş bir seviyeye çıkarma olanağı sağlayan uzun dönemli sanayileşme planı önerileri diğer parti önderlerince düşmanlıkla ya da alayla karşılandı. 6 Ocak 1924’te Yürütme Kurulunda Rus parti önderliği adına konuşan Zinovyev, partideki ihtilâfı şöyle açıklıyordu: “Bana öyle geliyor ki yoldaşlar, boş yere güzel bir plan fikrine takılıp kalmak, iyi bir planın her derde deva, bilgeliğin son sözü olduğu şeklindeki moda fikre taviz vermektir. Troçki’nin bakış açısı pek çok öğrenciyi derinden etkilemiştir. «Merkez Komitenin planı yok, gerçekten bir planımız olmalı!» haykırışlarını bugün birçok öğrenciden duymaktayız. Rusya gibi bir ülkede ekonominin yeniden inşası devrimin en güç noktasıdır.… Biz ulaşım işlerinin Cerjinski, ekonominin Rikov, maliyenin ise Sokolnikov tarafından yönetilmesini istiyoruz; öte yandan Troçki, herşeyi bir «devlet planı» yardımıyla yürütme arzusunda.” (Daily Worker, 12 Nisan 1924)
[49] 27 Kasım 1927’de Belçika Komünist Partisinin Merkez Komitesi 15’e karşı 3 oyla, Kamenev, Rakovski, Smilga, Yevdokimov ve Avdeyer’in Merkez Komiteden; Muralov, Bakayev, Skolovski, Peterson, Solovyev ve Lisdin’in Merkez Denetleme Kurulundan ve Troçki’yle Zinovyev’in partiden atılmasına dikkat çeken bir karar aldı. Belçikalılar, Komintern Yürütme Kurulunun bu kararı askıya almasını ve bu konuyu değerlendirmek üzere derhal bir dünya kongresi toplamasını istiyorlardı. Stalinistlerin emriyle, yandaşları 1928 Martındaki Belçika parti kongresini doldurdular ve aralarında Van Overstraeten, Hennaut, Lesoil, Lootens, Cloosterman ve diğerleri olan eski önderliği hem konumlarından hem de partiden dışladılar. Van Overstraeten grubu, daha sonra, Rus Muhalefetini destekleyen ve Fransızca-Flamanca yayınlanan haftalık yayın organı (The Communist) çıkaran ayrı bir örgüt halinde yapılandılar.
[50] 6 Ağustos 1926’da yayınlanan ve Rikov’un Halk Komiserleri Konseyinin başkanı, Stalin’in Komünist Parti Sekreteri, Kuybişev’in Parti Denetim Kurulu Başkanı olarak imzaladığı bildiri, resmi önderliğin “Sovyetler Birliği Ekonomi Kampanyasının Başarıları ve Eksiklikleri” konusundaki görüşlerini ortaya koyuyordu. Bildiri, en azından Rikov’un imzası aracılığıyla kısmen hükümete ait bir nitelik taşımasına rağmen, ülkeyi sanayileştirmek için gerekli kaynağı sağlamak üzere tasarruf yapma ihtiyacına gönderme yaparak, Troçkist Muhalefete saldırıyordu. Muhalefetin gerekli kaynağı sağlamak için önerdiği yöntem eleştiriliyordu, çünkü onun planı “köylüden mümkün olduğunca çok alıp bunları sanayinin ihtiyaçlarına harcamaktır. Bazı yoldaşlar bu yolu seçmemizi istiyorlar, ama bunu yapamayız. Zira bu köylüyle işçi arasında bir kopuş, işçi-köylü ittifakının yıkılışı, proletarya diktatörlüğünün temelinin oyulması, köylünün sefalete düşmesi, bununla birlikte de sanayinin zayıflaması anlamına gelir.” (International Press Correspondence, Cilt 6, No 60, s.1021, 2 Eylül 1926.)
[51] Çernovetz, Rus devriminden sonra o zamanki maliye komiseri Sokolnikov’un yönetimi altında oluşturulan ilk efektif altın kuruydu. Yaklaşık olarak beş Amerikan dolarına eşitti. Rus eşdeğeri on rubledir.
[52] 16,4 kiloluk ölçü birimi.
[53] 9 Termidor (27 Temmuz 1794) Büyük Fransız Devriminin takvimine göre karşı-devrimin dramatik darbesini yaparak devrimci Jakobenler Robespierre, Saint-Just, Couthon, Lebas ve diğerlerini katlettiği ve bu yüzden Termidor gericiliğinin başladığı gündür. Bu terim Troçki tarafından Rusya’daki benzer durumu belirtmekte kullanılmıştır.
[54] Sovyetler’e müdahale edilmesini savunurken, sonradan Harbin’deki enstitülerden birinde Sovyetler’in maaşlı elemanı olan Rus profesör ve iktisatçı N. Ustrialov’un takipçileri. Ustrialov, Sovyet rejimi içinde çalışarak, Sovyet organizmasına yavaş yavaş sızıp kapitalizmin restore edilebileceğini düşünüyordu. Stalin’le Troçki’nin mücadelesinde Stalin’i kendi hedefine giden yolda bir adım olarak destekledi.
[55] Şahti: “Şahti davası” olarak bilinen ve kömür sanayiindeki bir grup mühendis ve teknisyen aleyhinde düzenlenen yargılamaya adını veren Donetz Havzasındaki bir kent
[56] 1927’nin sonundan itibaren 1928 ve 1929 yılları boyunca, ülkenin çeşitli bölgelerinde çok sayıda sabotaj, bürokratizm, rüşvet, adam kayırma, işçilerin ve tabandaki komünistlere korku salınması vakası açığa çıktı. Donetz Havzasındakiler (“Şahti davası”), Smolensk ve Artemovsk gün ışığına çıkanların en sansasyonel olanlarındandır.
[57] 1871’de bir Alman yazar tarafından ılımlı sosyalist eğilimlere sahip iktisat profesörlerine takılmış ad. Katheder-Sozialisten ya da kürsü sosyalistleri terimi kısa sürede diğer ülkelere yayılarak, varolan kurumlara en az zarar vermek koşuluyla devlet babanın yetkisini arttırmasını isteyen ılımlılara verilen isim oldu. En iyi durumda devlet sosyalizminin sulandırılmış biçimi olan felsefeleri, genellikle “akademik sosyalizm” veya “profesör sosyalizmi” adını alır.
[58] Gürcistan’daki ulusal sorunla (1922-23) bağlantılı olarak Lenin, birkaç defa Troçki’ye mektup yazmak suretiyle, ikisi adına Stalin, Cerjinski ve Orjonikidze’nin politikasına müdahale etmesini istedi. Tartışmaların kızıştığı bir toplantıda Orjonikidze genç bir Gürcüye yumruk attı. 30 Aralık 1922’de Lenin kişisel notlarına şunu eklemişti: “Cerjinski’nin bana Orjonikidze’nin fiziksel şiddet kullanacak noktaya geldiğini rapor etmesi, nasıl bir bataklığın içinde olduğumuza dair bir fikir oluşturdu kafamda.” (Bak. Lenin, Milliyetler ya da Otonomizasyon Sorunu, Son Yazılar Son Mektuplar içinde.) Lenin Orjonikidze’nin derhal partiden atılmasını teklif etti.
[59] Gogol’ün klasik eseri Başmüfettiş’teki müfettişin ismi. Kelimenin anlamı: “Burnunu tut!” Rus argosuna, polis veya jandarmayı kastederek, bir parça alaycı, bir parça küçümseyici, kısmen de nefret dolu bir terim olarak geçmiştir.
link: Lev Troçki, Şimdi Ne Olacak?, 1928, https://marksist.net/node/1389