Savaş sırasında işçi sınıfı bir kıymeti harbiyesi olduğuna inandırıldı. Amerikan İşçi Federasyonu Başkanı Gompers, örgütlü işçiler namına bakır, kereste ve kömür patronlarıyla görüşmeler yaptı. Baştan aşağı tüm ülkedeki işçiler “demokrasi” sözcüğünü duydular. Onlardan, demokrasi için çalışmaları, ücretlerini ve yaşamlarını onun için feda etmeleri istendi. Onlara, emeklerinin, paralarının ve bedenlerinin, zorbalığa ve otokrasiye karşı siper oluşturduğu söylendi.
Buna inanarak, 300 bin çelik işçisi, Amerikan Çelik Şirketi Başkanı Kayzer Gary’ye karşı topluca ayağa kalktı. Köleler, çarlarından, 12 saatlik işgününe son verilmesini, büyük savaşta elde edilen kârların dev somunundan kendilerine de bir kırıntı verilmesini ve örgütlenme hakkının tanınmasını istediler.
Çar Gary, işçilerini, zorbaların geleneksel tutumuyla karşıladı. O, işçileri, Çar Nikolay’ın köylüler kendisine dilekçe verdiğinde yaptığı gibi kurşunlatıp öldüremedi. Fakat jandarmayı göreve çağırdı. Biri işçilerin gırtlağına, diğeri de onların ve çocuklarının midesine yumulsun diye, iki sadık generalini, korku ve açlığı, göreve çağırdı. Çelik grevi örgütlenmeye başlandığında, Amerikan Çatı İşçileri Başkanı Jay G. Brown ile Seattle’daydım.
“Doğuya gidip kölelerin örgütlenmesine yardım etmeliyiz” dedim Brown’a.
“Bizi hapse atarlar Ana!” dedi.
“Olsun, onlar bizim hapishanelerimiz değil mi! Onları bizim sınıfımız inşa etti.”
Doğuya gittim. Kendini çelik işçilerinin davasına adamış bir işçi olan Jay G. Brown da öyle yaptı.
Çelik işkolundaki grev Eylül 1919’da başladı. Patronların sözcüsü olarak Gary, işçileriyle herhangi bir biçimde görüşmeyi reddetti. O, İsa Efendimizin bir ahırın yemliğinde doğduğu Kutsal Toprakları ziyaret ederken, Pennsylvania’daki Beytüllahim’de bütün gün, bütün gece, 12 uzun saat boyunca kavurucu fırınların karşısında çalışan binlerce işçinin onun için ne önemi olabilirdi!
Hemen hemen bütün Monongahela Nehri bölgesini dolaştım. İşçilerin grevde olduğu yerlerin çoğunda toplantılar yasaklanmıştı. Yolda bir kadına çocuğunun nasıl olduğunu sormak için dursam, bir Kazak saldırgan biçimde üzerimize doğru gelir ve hayatımızı korumak için kaçmak zorunda kalırdık. Braddock sokaklarında bir erkekle konuşacak olsam, kanunsuz toplantı yapmaktan tutuklanırdık.
Pennsylvania’nın Sharon ve Farrell şehirlerinde, yalaka yöneticiler her türlü toplantıyı yasaklamıştı. Binlerce işçi, Çelik Şirketi’nin anayasasının değil, Birleşik Devletler Anayasası’nın hüküm sürdüğü Ohio’ya yürüdü.
Bir Polonyalıya nereye gittiğini sordum. O sırada karısını ziyarete gitmiştim, yanımda yeni bebeği için birazcık sütle beraber. Kocası, muslukta en iyi gömleğini yıkıyordu.
“Nereye mi gidiyorum? Yarın Amerika’ya gidiyorum” dedi, Ohio’ya yürüyeceğini ima ederek.
Sık sık grevcilerle konuşuyordum. Birçoğu yabancı göçmendi, fakat ne dediğimi anlıyorlardı. Onlara şöyle dedim: “Pennsylvania’nın Kayzer Gary’ye mi yoksa Sam Amca’ya mı ait olduğunu görmeliyiz. Eğer Gary onu ele geçirmişse, ondan alıp Sam Amca’ya geri vermeliyiz. Biz hazır olduğumuzda, bütün haydutları korkutabilir, aç bırakabilir ve alt edebiliriz. Oğullarınız Avrupa’ya gitti. Onlara Kayzer’i temizleyin dendi. Onlar da bunu yaptılar. Şimdi siz ve oğullarınız kendi ülkenizdeki kayzerleri temizleyeceksiniz. Bunu, kopuk bir bacak, kesik bir kol ve kör olan gözlerle yapmak gerekse bile.
“Siz açlıktan kıvranırken ve onların fırınlarına kömür yetiştirmeye çalışmaktan 40 yaşında ihtiyarlarken, Kayzerlerimiz geç vakte kadar oturup 75 sentlik purolar içerler ve kısa pantolonlu uşakları onlara şampanyalar taşır. Onlar ziyafetteyken siz kemerlerinizi sıkıyorsunuz. Kayzerlerimizin mideleri, üç kilometre uzunluğunda ve üç kilometre genişliğinde, ve siz onları doyuruyorsunuz. Kayzerlerimizin mideleri, kalpleri ve ‘zavallı Belçikalılar’ için döktükleri gözyaşları çelikten.”
“Eğer Gary, günde 12 saat çalışmak istiyorsa, bırakın lânet olası fabrikalarına girsin ve çalışsın. Biz, kendimize ayıracak biraz zaman, müzik için zaman, oyun alanları, doğru dürüst bir ev, kitaplar ve yaşamı güzelleştiren şeyler istiyoruz.”
Homestead kasabasında konuşuyordum. Bir grup sendikacı, benimle birlikte bir arabanın içindeydi. Tek kelime edilir edilmez konuşmacı çelik patronlarının şerifleri tarafından hemen tutuklandı. Konuşmak için ayağa fırladım. Bir polis beni tuttu.
“Tutuklusun!” dedi.
Hapse atıldık. Hapishanenin dışında büyük bir kalabalık toplandı. Öfkeli konuşmalar yapılıyordu. Gardiyan korkuya kapıldı. Dışarıda bir linç olabileceğini düşündü ve linç edilecek olanın kim olduğunu da tahmin etti. Gardiyanla görüşmek için, belediye başkanı da hapishanedeydi ve o da ürktü. Pencereden dışarı baktı ve çevrede dolanan yüzlerce maden işçisini gördü, onların homurtularını işitti.
Gardiyan, Brown’ın yanına gitti ve ne yapması gerektiğini sordu.
“Niçin Jones Ana’nın çıkıp onlara seslenmesine izin vermiyorsun” dedi Brown. “O ne söylerse yaparlar.”
O zaman gardiyan geldi ve dışarıdaki çocuklarla konuşmamı ve onlara evlerine gitmelerini söylememi rica etti.
Hapishanenin dışına çıktım ve bizimkilere, kısa sürede kefaletle serbest kalacağımı ve bu nedenle şimdi evlerine gitmelerini ve hiçbir sorun çıkarmamalarını söyledim. Onları keyfimin yerinde olduğuna ikna ettim ve kısa sürede dağıldılar.
Ertesi sabah Pittsburg’da mahkemeye çıkacağımız bildirildi. Huysuz ihtiyar bir yargıç, bana sokaklarda konuşma yapmak için izin alıp almadığımı sordu.
“Evet, beyefendi” dedim. “İznim var.”
“Kim verdi?” diye gürledi.
"Patrick Henry; Thomas Jefferson; John Adams!" dedim.
Bize Özgürlükler Bildirgesi’ni armağan eden bu yurtseverleri anmak, bu ihtiyar çelik yargıcını öfkelendirdi. Hepimize ağır para cezası verdi.
Grev boyunca sık sık tutuklandım. Tüm liderler gibi. Bunu bekliyorduk. Pittsburg’a gittiğimde, sendika genel merkezinde John Fitzpatrick ve William Foster’ı bulup bulmayacağımı kesinlikle bilmiyordum. Yüzlerce tehdit mektubu almışlardı. Silahlı adamlar tarafından takip ediliyorlardı. Hayatları sürekli tehlikedeydi. Çelik şirketlerinin yüzünün gülüyor olmasına muhtaç küçük esnafların örgütü olan Yurttaşlar Birliği onları şehirden çıkarmakla tehdit etmişti. Hiçbir greve, onlardan daha fedakâr, yetenekli, adanmış insanlar tarafından öncülük edilmemiştir. Asla kendilerini düşünmediler. Sadece grevdeki insanları, Amerika’yı Amerika’ya geri vermek için grev yapan insanları düşündüler.
Yetkililer, Foster’ın bürosunda sandalye bulunmasına izin vermemişlerdi. Çünkü bu “bir toplantı” anlamına gelecekti. Burada biraraya gelen insanlar, grev hakkında bir haber almak için fısıldaşan sessiz gruplardı.
Ohio’da grev nasıl gidiyor?
Pennsylvania’da grev nasıl gidiyor?
Mesaba kırsalında grev nasıl gidiyor?
İşçiler birbirinden koparılmıştı. Ohio işçileri arasında, Pennsylvania’daki grevin bittiğini söyleyen ajanlar işbaşındaydı. Pennsylvania’da da Ohio’daki grevin bittiğini söylüyorlardı. Yasaklanmış toplantılar, sansürlenmiş mektuplar ve hiçbir iletişim aracına izin verilmemesi yüzünden, işçiler grevlerinin seyrini öğrenemiyorlardı. O zaman da endişe yakalarına yapışıyordu.
Bir gün sendika genel merkezine iki adam geldi. Biri bileklerini gösterdi. Bozuk bir İngilizceyle, polisler tarafından kaçırılıp bir otel odasına götürüldüklerini anlattı. Adamlardan biri, bir gün boyunca yatağa kelepçelenmiş. Bilekleri şişmiş. Polislere kendisini çözmeleri için yalvarmış. Acıdan kıvranıyormuş. Polisler gülmüşler ve çalışmaya başlayıp başlamayacağını sormuşlar. Acıdan çıldıracak hale gelmiş olmasına rağmen hayır demiş. Gece, tek bir söz söylemeden, hiçbir telafi işlemi yapmadan serbest bırakmışlar.
Sendikacılar, kafaları sarılı gelirlerdi. Dayak yemiş olurlardı. Fanny Sellins’in resmi önünde bir an dururlardı. Fanny Sellins birkaç çocuğu korumak için bedenini siper etmiş ve jandarma tarafından vurulmuş bir genç kızdı. Fanny öldürülmüştü kendileri ise sadece dayak yemişti.
Şiddet öyküleri yabancı göçmenleri daima telâşlandırıyordu. Anlamıyorlardı. Burası Amerika değil miydi? Amerika’ya özgür olmak için gelmemişler miydi?
Bu kölelerin mücadelesinin destanını halka aktarmayı başaramadık. Basın, çelik tanrılarının ayaklarına kapanmıştı. Yerel iletişim araçları konuşmaya cesaret edemiyordu. Korku, kiliseyi, okulları, tiyatroları ele geçirmişti. Çeliğin egemenliği mutlaktı.
Grev parasal olarak Amerikan İşçi Federasyonu tarafından desteklenmesine rağmen, halk, Çelik Tröstü’nün direktifleriyle, devrim, Bolşevizm ve grevi destekleyen Rus altınları hakkındaki günlük hikâyelerle besleniyordu.
Gary şehrinde[i] bir geçit törenine rastladım. Çelik Kralı’nın kendi şehrinde gösteriler yasaklanmıştı. Amerika’yı zorbalardan korumak için savaştıkları Avrupa’dan dönmüş olan yaklaşık 200 asker yürüyordu. Onlar çelik işçisiydi. Üstlerinde solmuş üniformalar ve onları Alman bombalarından koruyan çelik miğferler vardı. Yürüyüş kolunda, kolları kopmuş, koltuk değnekli, yüzlerinde derin yaralar olan genç adamlar gördüm; onlar kahramanlardı. İşçi sınıfının ucuz pamuklu giysileri içindeki askerlik sırası gelmiş işçiler, onların arkasındaydı. Binlerce insan, Gary’nin caddelerinde ve ara sokaklarında sessizce yürüdü. Hiçbir şey demeden. Bu çocukları, Kayzer’le savaşa, okyanusun öbür yakasına yollarken söylenen savaş şarkıları olmadan. Sessiz yürüyüş. Sessiz terhis.
Ertesi gün gazeteler, Gary’de “kitlesel şiddet”e dair bir palavrayı tüm ülkeye yaydılar. Daha sonra başka bir geçit töreni gördüm. General Wood komutasındaki Amerikan askerleri Gary’ye girdiler. Süngüler, uzun menzilli tüfekler, üzerine makineli tüfekler yerleştirilmiş kamyonlar ve ağır silahlar getirmişlerdi. O günden sonra şiddet başladı. Askerler grev gözcülerini dağıttılar. Daha kötüsü, binlerce yabancı göçmenin yüreğindeki ideali, Amerika idealini yıktılar. Onların, Amerika’nın yoksul, ezilmiş insanlar için uygun bir ülke olduğuna dair hayalleri, çelikle birlikte metal fırınına gitti.
Bir çelik işçisinin karısıyla mutfakta oturuyordum. Küçücük bir mutfaktı. Üç adam, masada, yağla kaplı bir masa örtüsünün üzerinde kâğıt oynuyorlardı. Atletleri ve pantolonlarıyla oturuyorlardı. Bebekler yerde emekliyordu. Başımızın üstünde ıslak çamaşırlar asılıydı.
“Ana, bu grevin en kötü yanı, erkeklerin hepsinin her zaman evde olması. Onlar için gidecek hiçbir yer yok. Dışarı çıksalar atlı polis peşlerine düşüyor. Bir başka eve ziyarete gitseler, ev basılıyor ve ‘toplantı yapmaktan’ tutuklanıyorlar. Merdivenlere oturmaya bile cesaret edemiyorlar. Polisler onları kovalıyor. Erkeklerin her an evde olması berbat bir durum Ana. Erkekler çalışırken, günün yarısında uyuyorlar, diğer yarısında da fabrikadalar. O zaman çamaşırlarımı da avluya asabiliyorum. Şimdi korkuyorum. Muhafızlar bizi evden çıkmamaya zorluyor. Bizi kendi avlumuzdan kovuyorlar. Erkekler bütün gün evde ve çamaşırlar da etrafta asılı, bu çok kötü, Ana. Çocuklar da korkuyor. Muhafızlar onları eve kovalıyor. Bu her şeyi daha da kötüleştiriyor. Çocuklar ve erkeklerin hepsi evde, çamaşırlar etrafta asılı...”
Bu, çelik tiranlarının köleleriyle savaşmalarının diğer yoluydu. Onları, sinirleri tepelerine çıkıncaya kadar, perişan köpek kulübelerine dolduruyor ve üst üste yığıyorlardı. Erkekler, kadınlar, bebekler, çocuklar, pişirme, yıkama, giyinme, soyunma. Bu durum kadınları korkunç yıpratıyordu.
“Ana, çıldıracakmışım gibi geliyor!” diyordu kadınlar bana. “Dışarı çıkmaya korkuyorum, her şeyin üstüme yığıldığı evde kalırsam da çıldıracağım.”
“Erkekler işe dönmüyorlar mı?”
Bu soruyu sorduğumda, kadınlar yakınmayı bırakırdı. “ … Benimki dönerse, onu öldürürüm!” Bunu derken gözlerini görmeliydiniz!
Duquesne’ye gittim. Belediye başkanı Crawford, McKeesport Sac Şirketi başkanının kardeşi, doğal olarak, grevi çelik çerçeveli bir gözlüğün içinden görüyordu. Jay Brown ve ben, grevcilere konuşma yapmamıza izin vermesi için rica ettik.
“Yani Duquesne’de konuşmak için izin istiyorsunuz, öyle mi?” derken sırıtıyordu.
“Yaptığımız bu” dedim, “Amerikan vatandaşları olarak anayasal haklarımızı istiyoruz.”
Yüksek sesle güldü. “Kutsal İsa’nın kendisi bile Duquesne’de toplantı yapamaz!” dedi.
“Siz belediye başkanıyken” dedim, “bundan hiç kuşkum yok. Yine de, sizin gibi adamları tapınaktan nasıl kovduğunu belki hatırlarsınız.”
Yine güldü. Çelik, insana kendini güvende hissettiriyordu.
Konuştuk. Tutuklandık ve cezaevine atıldık. Hücremdeyken, içlerinde şehir yöneticileri ve rahiplerin olduğu bir grup saygın vatandaş beni görmeye geldi.
“Jones Ana” dediler, “olağanüstü yeteneklerini ve insanlar hakkındaki tecrübeni niçin kışkırtıcılıktan daha iyi ve üstün şeyler için kullanmıyorsun?”
“Bir zamanlar” dedim, “büyük yetenekleri ve insanlar hakkında bilgisi olan bir adam vardı ve insanları köleleştirmeye çalışan, onlara zulmeden güçlü bir devlete karşı kışkırtıcılık yaptı. İnsanlar özgür olabilsin diye, bu devleti kurdu. O, centilmen bir kışkırtıcıydı!”
“George Washington’ı mı ima ediyorsunuz?” dedi topluluktan biri.
“Öyle” dedim. “Ve bir zamanlar, Tanrı vergisi duyarlı bir yüreğe sahip bir adam vardı ve güçlülere karşı, sermayeye karşı, siyahların özgürlüğü için kışkırtıcılık yaptı. Köleliğe karşı kışkırtıcılık yaptı.
“Abraham Lincoln’den mi söz ediyorsunuz?” dedi, başka birinin omuzu üzerinden beni gözetleyen küçük bir adam.
“Evet” dedim.
“Ve bir zamanlar, insanlar arasında, yoksullar, horgörülenler ve aşağılananlar arasında dolaşan bir adam vardı, Romalı güç sahiplerine karşı kışkırtıcılık yaptı; yerel arpalıkların peşindeki dalkavuk Yahudilere karşı kışkırtıcılık yaptı; Tanrı’nın Krallığı için kışkırtıcılık yaptı.”
“Kutsal İsa’dan mı söz ediyorsunuz?” dedi bir rahip.
“Evet” dedim. “Yüzyıllar önce çarmıha çivilediğiniz kışkırtıcı. Çelik havzasında onun adının bilindiğini bilmiyordum!”
Hiçbiri hiçbir şey söylemedi ve çekip gittiler.
Monessen’de, bir kadının hıçkıra hıçkıra ağladığını duyduğum bir eve yöneldim. “Benim adamı götürdüler ve nereye götürdüklerini bilmiyorum!” Hıçkırıklarla ağlayan iki küçük çocuk, kadının çizgili pamukludan önlüğüne yapışmışlardı.
“Onu sana bulacağım. Bana olanları anlat.”
“Dün iki adam gelmek. Onlar kapıyı açmak, vurmamak. Onlar baskın yapmak. Onlar söylemek ‘Kocan Rusya’ya geri dönmek. O büyük Bolşevik!’ Ben söylemek ‘Siz kim?’ Onlar demek, ‘Biz Birleşik Devletler büyük hükümet. Büyük dedektif!’
“Onlar her şeyi açmak. Bavulları açmak. Her şeyi yere atmak. Onlar eski ülkeden her şeyi almak. Onlar söylemek, kocam asla geri dönmemek. Onlar söylemek, belki en önce onu asmak.”
“Onu asmayacaklar. Kocan Bolşevik mi?”
“Hayır. O, Amerika’da diyorsunuz siz, Hunkie [Macar]. Onun arkadaşı var. Arkadaş çok iyi. Arkadaş gelip onu görmek çok zaman. Kâğıt oynamak. Konuşmak kahrolası patron hakkında. Konuşmak kahrolası iş hakkında. Konuşmak sadece kahrolası şeyler hakkında. Bu arkadaş demek, ‘Siz seversiniz Rusya daha çok. İşçiler şimdi ülkesi var.’
“Kocam söylemek, ‘Elbette Rusya’yı severim. Rusya iyi. İşçiler belki orada şansı var.’
“Bu arkadaş söylemek, ‘Sen çay sever?’”
“Benim adam demek, ‘Elbette severim!’
“Onlar birlikte yürümek gitmek. Benim adam eve dönmemek. Bütün gece geçti. Ertesi gün yüksek detektif gelmek. Onlar söylemek benim adam Bolşevik. Onun arkadaş söylemek böyle.”
“Cezaevine baktın mı?”
“Evet, onlar söylemek o orada değil. Onlar söylemek o Rusya gitmiş olmak.
“Şu 5 doları al” dedim. “Sen şimdi şu ufaklıklarla ilgilen, ben sana kocanı bulacağım.”
Adam cezaevindeydi. Onu buldum. Çelik Şirketi’nin özel ajanlarıyla işbirliği yapan Birleşik Devletler Gizli Servisi’nin elemanları tarafından tutuklanmış. Aşırı fikirlere sahip olmak suçlamasıyla tutuklanmış çok sayıda işçi cezaevindeydi. Aşırı fikirlere sahip olmak ve hatta, daha kısa bir işgünü, daha iyi bir ücret, örgütlenme hakkı gibi ılımlı taleplerde bulunmak, silahlarla, cezaevleriyle ve işkenceyle cezalandırıldı!
O ve onlarca işçi daha sonra serbest bırakıldı. Çünkü aleyhlerinde hiçbir kanıt yoktu.
Monessen’de, insanların evlerine, sendikalarına, yüreklerine, hesapsız kitapsız düşüncelerine sızan, ispiyonlayan ve ihanet eden 500 “köstebek” işbaşındaydı. 500 Yehuda İşkaryot, bir avuç gümüş dolar için işçilere ihanet ediyordu.
İşçi sınıfı bu gibi haşaratlarla mücadele etmelidir. Aksi halde, çelik kralları, işçilere geçinebilecekleri bir ücret, özgür insanlar olarak yaşamalarına yetecek bir ücret vermek yerine, bu parazitlere yüzbinlerce dolar ödemeyi tercih edecektir.
Mingo’da konuşuyordum. Büyük bir kalabalık vardı. Çoğu yabancı göçmenlerdi, fakat konuşmacıları dinleyerek, İngilizce sözcükleri yüreklerindeki duygulara uydurmaya çalışarak, saatlerce ayakta duracaklardı. Sabırlı yüzleri bana dönüktü. Cüruf, çelik fabrikalarının pudralaşmış incecik tozu, ağızlarının etrafındaki çizgilere, alınlarındaki izlere doluşmuştu. Çeliğin damgası onların üzerine silinmeyecek bir biçimde vurulmuştu. Onlar çeliğe aittiler, sahipleri tarafından çayırlardaki sığırlar gibi damgalanmışlardı.
Onlara dedim ki: “Çelik hisseleri yükseldi. Çelik kârları çok büyük. Çelik hisseleri insanları bir gecede zengin ediyor. Savaş, sizin çarpıştığınız savaş, çelik lordlarını eski Roma imparatorlarından daha zengin etti. Ve onların kârları, sadece çelikten değil, sayısız yanıklarıyla sizin bedenlerinizden doğuyor; onların kârları, sizin erken yaşlanmanızdır, şişmiş ayaklarınızdır, yorulmuş kaslarınızdır. Gary ve çetesi, kemiklerini ısıtmak için Florida’ya gidebilsinler diye, siz sıcak kışlık elbiselerden yoksun dışarı çıkarsınız. Günün 12 saati erimiş çeliği karıştırırsınız. Bu Kırk Haramilerin çocukları Fransızca ve dans dersleri alır ve tırnaklarına manikür yaptırırken, sizin çocuklarınız çamur birikintilerinin pisliği içinde oynar.”
Kürsüden aşağı daha bir adım atmıştım ki, salonun bir kısmında kaynaşan bir topluluk gördüm. Bir kişi broşür dağıtmaya ve bir sendikacı da onu engellemeye çalışıyordu. Sendikacının, “Hayır bayım, tamam ama bunu burada yapamazsınız! Bizi neyin içine çekmek istiyorsunuz!” dediğini işittim.
Elinde bildiriler olan adam, onları dağıtmakta ısrar etti. Sorunun olduğu yere doğru, ite kaka ilerledim.
“Delikanlı” dedim, “şu bildirilerden birine bakabilir miyim?”
“Rusya hakkında, Ana” dedi sendikacı, “ve biliyorsun bunu kaldıramayız.”
Bir bildiri aldım. Bildiri, hükümeti, yüzbinlerce kadın ve çocuğun yemeğe hasret olduğu, binlerce insanın ilaç ve tıbbi malzeme yokluğundan öldüğü Rusya’ya uygulanan ablukanın kaldırılması için herkesi yardıma çağırıyordu.
Sendikacıya sordum: “Bu bildiride ne sorun var?”
“Hiçbir sorun yok Ana, sadece, onların dağıtılmasına izin verirsek, grevin Rusya’dan yönlendirildiği yalanı yayılacaktır. Biz meseleleri birbirine karıştırmamalıyız. Bu kaçak heriflerin dağıtım yapması beni korkutuyor.”
“Kadın ve çocuklar kuşatılmış ve çok aç! Erkek, kadın ve çocuklar tıbbi malzeme yokluğundan ölüyor!” Bu grev, nerede yaşanıyor olursa olsun, acılara kulak tıkayarak zafere ulaşamaz. Korkulacak sadece bir tek şey vardır, o da insan olmamak.
Özgürlük mücadelesi sürdü. Devasa engellere rağmen sürdü. Karşılarında Çelik Şirketi vardı. Devlet de karşılarındaydı, ta Washington’daki devletten çelik köyündeki küçük görevliye kadar. İşçilerin saflarında da anlaşmazlık vardı. Hırs ve önyargı, kendi rollerini oynamışlardı.
İnsan bedeni, sıcak, yumuşak ve yaralanabilirdir, çeliğe karşı savunmasızdır; oysa çelik, sönmüş yıldızlar kadar soğuktur, ölümden daha serttir ve acı duymaz. Süngüler, silahlar, raylar, savaş gemileri, bomba ve kurşunlar çelikten yapılmıştır. Sadece bebekler etten yapılmıştır. Daha çok bebek büyür ve çelikte çalışır; kendilerini süngülerin üzerine fırlatmak, çeliğin sertleştirilmiş direncini tatmak için.
Grev kırıldı. Askerî birliklerin korumasında getirilen grev kırıcılar tarafından kırıldı. İnsanların mücadelelerinin sonucuna ilişkin inancının kırılmasıyla kırıldı. İnsanların kalplerinin kırılmasıyla kırıldı. Basın tarafından, devlet tarafından kırıldı. Yüz küsur günde, grev paramparça oldu.
Köleler, fırınlara, fabrikalara, sıcağa, uğultuya, uzun çalışma saatlerine, kısaca köleliğe geri döndüler.
İşçiler, sendika genel merkezinde ağlıyordu. Onlarla ağladım. Genç bir adam ellerini omuzlarıma koydu.
“Ana” dedi hıçkırarak. “Bitti.”
Fabrikaların oradan, kırmızı göz alıcı bir ışık gökyüzünü aydınlatıyordu. Bana cehennemi düşündürdü.
“Bitmedi evlât” dedim. “Şu ilerdeki cehennem ateşlerininkinden daha güçlü bir ışık vardır. İnsanların kalbinde yanan özgürlük ateşinin ak ışığı!”
Erkekler, despot Gary’nin şartlarını kabul ederek; onları yıpratan, kırkında ihtiyarlatan; orta yaşlarının başında onları hurda yığınına, cürufların yanına fırlatıp atan; onları sadece uyuyan ve çalışan, çalışan ve uyuyan vahşîlere dönüştüren çalışma saatlerini kabul ederek, yorgun argın yürüyüp fabrikalara döndüler. Onların fabrikalara yürüyen ayaklarının sesi, bir cenaze kafilesinin sesiydi, ve taşıdıkları cenaze kendi benliklerinin bir parçasıydı. Umutlarıydı.
Gary ve çetesi, zaferi, ziyafetler ve eğlencelerle kutladı. Asgari ücretin altında yaşayan üç yüz bin işçi ise acının ekmeğini yedi.
Gary şehrinde söylediğim gibi; tıpkı bu grevi başlattıkları gibi, gelecek Amerikan Devrimini başlatacak olanlar da, bu lânet olası hırsızlar çetesi ve onların politikacı hırsızlar takımıdır. Elli bin Amerikalı genç, dünya daha demokratik olabilsin diye Avrupa’nın savaş meydanlarında öldü. Onların arkadaşları eve döndüler ve Kayzer’in rüyasında bile göremeyeceği bir otokrasiye karşı çıkan işçi sınıfına karşı savaştılar. Bu aynı askerler çelik işçilerine yardım etselerdi, Gary, Morgan ve çetesini cehenneme postalardık. Bütün dünya tarihi, bundan daha acımasız ve vahşî zamanlar görmemiştir. Şayet bu koşulları değiştiremezsek bu ülke yok olacaktır.
İsa’nın kendisi bunlara karşı ajitasyon yapardı. İşçilere diz çöküp Tanrının buyruğuna uymalarını söyleyen plütokratlara ve ikiyüzlülere karşı ajitasyon yapardı. Marangozun oğlu İsa işçilere ayağa kalkmalarını ve dünyada doğruluk ve adalet için savaşmalarını söylerdi.
[i] 1906 yılında, Amerikan Çelik Şirketi tarafından yeni fabrikaları için bir yerleşim yeri olarak kuruldu. Daha sonra, şirketin kurucu başkanı Elbert H. Gary’nin adıyla adlandırıldı.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 24 - 1919 Çelik Grevi, 7 Eylül 2013, https://marksist.net/node/3314