Batıda, Güney Pasifik Şirketi’ndeki makinistler için çalışmakta olduğum bir sabah, gazetede, Paint Creek Kömür Şirketinin işçilerle anlaşamadığını ve onları dağlara sürdüğünü okudum. Paint Creek bölgesini biliyordum. 1904’te bu bölgedeki maden işçilerinin örgütlenmesine yardım etmiştim ve kavga şimdi yeniden başlamak zorundaydı.
California’daki tüm konuşmalarımı iptal ettim, sahip olduğum her şeyi siyah bir şalın içine bağladım –yolculukta hafif olmayı severim– ve hemen Batı Virginia’ya gittim. Sabah Charleston’a vardım, bir otele gittim, yıkandım ve Paint Creek bölgesine günde bir kez giden trene yetişmek için erkenden kahvaltımı ettim.
Tren, madencilerin terkedilmiş kulübelerinin oraya buraya serpiştirildiği dağların arasında kıvrıla kıvrıla ilerliyordu. Trenin frencisinden ve kondüktöründen grevin öyküsünü öğrendim. Grev, Kanawha tepelerinin öte yüzünde, “Rusya” olarak anılan berbat bir bölgede, Cabin Creek bölgesinde başlamıştı. Burada, maden işçileri yıllardır köleleştirilmiş durumdaydılar; kömür şirketinin silahlı adamları ve işçiler bölgeden ayrılmak isterlerse beş kuruş para alamamalarına neden olan senetle ücret ödeme sistemi sayesinde, kölelik koşulları içinde tutuluyorlardı. Topladıkları kömür tartılırken, ücretleri hileyle kırpılıyordu. Yiyeceklerini satın almaya zorlandıkları şirket dükkânında aldatılıyor; içinde yaşadıkları ve üredikleri köpek kulübesine çok yüksek bir kira ödemeye zorlanıyorlardı. Okul vergisi ve cenaze vergisi için, doktor ve “koruma” için ücretlerinden kesinti yapılıyordu. O “koruma”nın anlamı da, maruz kaldıkları aşırı sömürüye karşı isyan ettiklerinde ya da sadece homurdandıklarında, maden ocaklarına dönmeleri için onlara ateş eden haydutlardı. Yollarda devriye gezen ve hepsi de kömür şirketine bağlı olan haydutlara orada bulunuş nedenini açıklamaksızın Cabin Creek bölgesine hiç kimsenin girmesine izin verilmezdi. Fakat maden işçileri sonunda greve çıktılar, artık bıçak kemiğe dayanmıştı.
Paint Creek bölgesindeki grev, Cabin Creek bölgesine yayılmıştı. Buradaki işletmeciler, kendi kaderlerini Paint Creek bölgesindeki işletmecilerinkiyle birleştirmeye karar vermişlerdi. Tüm yasal ve anayasal haklar hemen askıya alındı. Maden işçilerine namlu doğrultularak, evlerini boşaltmaları söylendi. İşçiler, Holly Grove ve Mossey’de bir çadır kolonisi kurdular. Fakat burada da, büyük şehirlerdeki serserilerden ve sabıkalılardan derlenen haydutların saldırılarına karşı güvende değillerdi.
Maden işçileri, evlerine girilerek itilip kakılan, zehirli mermilerle vurulan karılarını ve çocuklarını korumak için, tıpkı ilk yerleşimcilerin vahşî Yerlilerin saldırıları karşısında yaptığı gibi, silahlanmışlardı.
Trenin frencisi bana, “Ana, Creek bölgesine gitmek senin için kesinlikle ölüm olacaktır” dedi. “Hiçbir örgütçü şimdilerde oraya gitmeye cesaret edemiyor. Anayolda makineli tüfeklerle dolaşıyorlar, kimi öldürdükleri umurlarında bile değil.”
Tren Paint Creek kavşağında durdu ve ben indim. Orada, sağda solda tembelce oturan, tepeden tırnağa silahlı bir sürü haydut vardı. Bu silahların görüntüsü ve herkesin yüzündeki tuhaf, ürkmüş ifade dışında her şey sakindi. Hiç kimse bu sessiz tepelerde kanlı bir savaşın sürdüğünü tahmin edemezdi.
Bir an için sonsuz tepelere dalıp gitmiştim ki, küçük bir oğlan, “Ah Jones Ana! Jones Ana! Bizimle kalmaya mı geldin!” diye bağırıp ağlayarak bana koştu. Ağlıyor ve küçük kirli yumruklarıyla gözlerini siliyordu.
“Evet delikanlı, kalıcıyım” dedim.
Muhafızlardan biri dinliyordu.
“Kalıcısın?” dedi.
“Kalıcıyım!” dedim.
Küçük adam kollarını dizlerimin etrafına doladı ve beni sıkıca tuttu.
“Ah Ana, Ana” dedi, “bunlar benim babamı götürdüler ve onun nerede olduğunu bilmiyoruz, annemi ve tüm çocukları evden attılar, annemi ve beni dövdüler.”
Yeniden ağlamaya başlayınca onu dereye götürdüm. Yol boyunca hıçkıra hıçkıra, yaşadığı acıları, küçük bir çocuğun asla tanımaması, bilmemesi gereken acıları anlattı; hiçbir çocuğun asla tanık olmaması gereken vahşîliklerin öyküsünü.
“Bak, Ana, haydutların vurduğu her yerim yara” dedi ve gömleğini aşağı çekerek, siyah ve mor lekelerle dolu omuzlarını gösterdi.
“Bunu haydutlar mı yaptı?”
“Evet, annemin durumu daha da kötü!” Aniden bağırmaya başladı, “Haydutlar! Haydutlar! Ana, büyüyünce, annemin canını yaktıkları için yirmi haydut öldüreceğim! Hepsini geberteceğim, hepsini!”
Maden işçilerinin Holy Grove’daki kampına gittim. Bu kamp, tüm kış boyunca, kar, buz ve tipi içinde kalan erkek, kadın ve çocukların, Amerika daha yaşanabilir bir ülke olabilsin diye, bezden çadırlarda titreştikleri bir kamptı. Yaşadıklarını dinledim. Kocası iş aramak için dışarıda olduğu sırada, karnındaki çocuğu haydut tekmeleriyle öldürülmüş olan Sevilla hanım ile konuştum. Kocaları haydutlarca vurulan dul kadınlarla; korkulu yüzleri bebek dillerinden daha etkileyici konuşan çocuklarla dertleştim. Şehirlerden nasıl grev kırıcıların toplandıklarını, yük vagonlarına domuzlar gibi doluşturulduklarını ve maden ocaklarına dağıtıldıklarını öğrendim.
“Sanırım grev kaybedildi, Ana” dedi, oğlu öldürülmüş olan yaşlı bir maden işçisi.
“Kaybetmek? Siz ruhunuzu kaybetmedikçe asla!” dedim.
Toplantılar yaparak, maden işçilerinin yorgun ruhlarını canlandırarak, Creek bölgesini baştan aşağı dolaştım. Tavşan gibi korkmuş olan ve bizi vâliliğin merdivenlerinde karşılayan Vâli Glasscock’a bir savaş bildirisi okuduğumuz Charleston’a varıncaya kadar, tepelerde gizlice ilerleyen üç bin kişilik bir silahlı maden işçileri ordusu oluşturdum. Vâliye haydutları def etmesi için sadece 24 saat süre verdik ve aksi halde ortalığın cehenneme döneceğini söyledik. Dediğimizi yaptı. Bölgeye, sadece maden işletmecilerine değil, en azından topluma karşı da sorumlu olan eyalet milisini sevk etti.
Temmuz ayında bir gece, genç bir adam, Frank Keeney, bana geldi. “Ana” dedi, “Cabin Creek’e kadar gidecek birini araya araya Charleston’a kadar geldim, fakat kimseyi bulamadım. Ulusal düzeydeki sendika görevlileri öldürülmek istemediklerini söylüyorlar. Boswell bana, sizin burada Paint Creek’te olduğunuzu ve belki Cabin Creek’e gelebileceğinizi söyledi.”
“Gelirim” dedim. “Bir süredir o bölgeye hücum etmeyi düşünüyordum.”
Eski Rusya denen Cabin Irmağı bölgesi hakkında her şeyi biliyordum. Sendika örgütçüleri, bayıltılıncaya kadar dövülüp ırmağa fırlatılmış, ıssız vadilere atılmışlardı. Irmak, kölelikten kurtulmaya çalışan yürekli insanların, işçilerin kanlarıyla boyanmıştı
“Toplantılarımızı nerede yapabiliriz” diye sordum.
“Bilmiyorum Ana. Şirket 30 kilometrekarelik bir alandaki her şeyin sahibi. Muhafızlar sizi özel mülke tecavüzden tutuklarlar.”
“Yakınlarda bir yerde, şirkete ait olmayan bir köy var mı?”
“Eksdale” dedi Frank, “orası özgürdür.”
“Salı akşamı orada bir toplantı yapacağımı ilân et. İlânları dağıtmak için demiryolu işçileriyle bağlantı kur.”
Pazartesi gecesi, sendikanın genel yönetim kurulu üyesi olan Ben Morris isimli bir adam bana geldi ve “Ana, anlıyorum ki yarın Cabin Creek’e gideceksin. Sence bu akıllıca mı?” dedi.
“Akıllıca değil” dedim, “fakat gerekli.”
“Peki, sen gidersen ben de gideceğim” dedi.
“Hayır, yalnız gitmemin benim için daha iyi olacağını düşünüyorum. Sen genel merkezi temsil ediyorsun. Ben etmiyorum. Kimseye karşı sorumlu değilim. Bir şeyler olur ve sen de orada olursan, işletmeciler sendikaya karşı tazminat davası açabilirler. Ben sade bir vatandaş olarak giderim. Bana tüm yapabilecekleri hapse atmaktır. Buna da alışkınım.”
Morris, yanımdan ayrılıp doğruca vâliye gitmiş ve ona, ben oraya giderken, Cabin Creek’e bir milis bölüğü yollamasını söylemiş. Daha sonra da, şerifi, kendisine bir muhafız vermeye ikna etmiş ve gizlice peşime düşmüş. Onu ya da milisleri, trende ya da trenden indiğimde her nasılsa görmedim.
Eksdale’de, halden anlayan bir tüccar, toplantı başlayıncaya kadar evinde kalmama izin verdi.
Trenden indiğimde birkaç maden işçisi tarafından karşılandım.
“Ana” dediler, “beraberinde bir polis hafiyesinin olduğunu biliyor musun? Şimdi arkanda, şu kırmızı kravatlı herif.”
Çevreye bir göz attım. Adama doğru gittim.
“Senin adın Corcoran değil mi?” dedim.
“Niçin, evet” dedi, şaşırmıştı.
“1902 grevinde beni New River’a kadar takip eden Corcoran sen değil misin? Chesapeake ve Ohio Demiryolları Şirketi ve sonra da kömür şirketi için çalışıyordun.”
“Haa, evet” dedi, “fakat biliyorsunuz, insanlar değişir.”
“Lağım fareleri değil” dedim. “Lağım fareleri asla değişmez!”
O gece bir toplantı yaptık. Konuşmak için kalktığımda, sendikanın ulusal örgütçüsü Ben Morris’in vâliyi göndermeye ikna ettiği milisleri gördüm. Yönetim kurulu üyesi de oradaydı. Sendikanın şube başkanıyla, toplantıda onu kürsüye çağırmak üzere anlaşmış. Adam, orada toplananlara, iyi ve sabırlı olmak ve davalarının haklılığına inanmak üzerine bir şeyler söylemeye başladı.
Ayağa fırladım. “Kes şu aptalca saçmalığı” dedim. Ona bir sandalye gösterdim. İşçiler, “otur! otur!” diye bağırıyorlardı.
Oturdu. Sonra ben konuştum.
“Sizler 15-20 kilometre uzaktan, dağları aşıp geldiniz. Giyecekleriniz incecik. Ayakkabılarınızın burunları yırtık. Karılarınız ve çocuklarınız aç ve üşüyor. Yıllarca soyuldunuz ve köleleştirildiniz! Ve şimdi, Billy Sunday size geliyor, iyi ve sabırlı olmanızı ve adalete güvenmenizi söylüyor. İyilik ve sabrını sağır bir dünyaya haykıran insanlara bunları söylemek ne aptalca bir saçmalık."
Bu yoksul insanların gözlerinin yaşardığını gördüm. Yüzüme, “Tanrım, Ana, bizim için en küçük bir umut var mı?” dercesine bakıyorlardı.
Biri haykırdı, “Ana, örgütle bizi!”
Sonra hep birden bağırmaya başladılar: “Örgütle bizi! Örgütle!”
“Köşedeki şu karanlık kiliseye doğru yürüyün, size üyelik formu vereceğim” dedim.
Yürümeye başladılar. İspiyoncular karanlıkta onları tanıyamadılar.
“Bu adamları örgütleyemezsin” dedi sendika yöneticisi, “çünkü yasal prosedüre uymuyorsun.”
“Prosedürün canı cehenneme” dedim. “Bu sefer böyle olacak.”
“Her bir üyelik formu için 15 dolar ödemek zorundalar” dedi.
“Onlara üyelik formlarını ben temin edeceğim” dedim. “Bu yoksul adamların bir sandviçe verecek 15 sentleri bile yok. Onlar ne halde olursa olsun düşündüğünüz tek şey maaşlarınız.”
Karanlık kilisenin basamaklarında bu adamları örgütledim. Ellerini kaldırdılar ve sendikaya üyeliği kabul ettiler.
“Toplantıdan sonra evlerinize gidin” dedim. “Sendikalı olduğunuza dair hiçbir şey söylemeyin. Sabah tulumlarınızı giyin, sefertaslarınızı alıp madenlere çalışmaya gidin ve diğer adamları defedin.”
Çalışmaya gittiler. Toplantıya katılmış olan herkes işten çıkartıldı. Bu, greve yol açtı; uzun, sert, acımasız bir greve. Gözaltı odaları geldi. Bayraklar geldi. Milisler geldi. Kanawha Dağlarının maden işçileri, zorbalığa karşı savaşan Washington’ın ordusundan daha aç, daha üşümüş, daha perişandı. Ve aynı ölçüde sert, aynı ölçüde yürekliydi. İnsanlar bu dağlarda, kalanlar özgür olabilsin diye öldüler.
Bir gün bir grup adam, oraya gelip bir konuşma yapmamı istemek için, Red Warrior kampından Eksdale’e indi. Sırtında sadece gömlek olan 36 erkek. Beni götürmek için bir katır, iki tekerlekli bir araba ve sürücü olarak da küçük bir madenci delikanlıyı getirmişlerdi. Arabayı, tek kamu yolu olan dere yatağına sürdüm, başka bir yol tutsaydım özel mülke tecavüzden tutuklanabilirdim. Adamlarsa, dereden yukarıda ve dereye paralel olarak Chesapeake-Ohio demiryolu boyunca uzanan daha kısa ve daha kolay bir yolu izlediler.
Sarsıla sarsıla giderken, aniden vahşî bir çığlık duydum. Maden işçilerinin yanında yürümekte olduğu raylara doğru baktım. İşçilerin bağırarak koştuğunu gördüm. Kurşunların vızıltısını işittim. Arabadan atladım ve raylara doğru koştum. İşçilerden biri bağırdı, “Tanrım! Tanrım! Ana, gelme. Öldürecekler…”
“Kımıldamayın” dedim. “Olduğunuz yerde kalın. Geliyorum.”
Raylara tırmandığımda birbirine sokulmuş işçileri ve rayların küçük bir kıvrım yaptığı yerin yakınında, bir makineli tüfekle, bir grup haydudu gördüm.
“Aman Ana, gelme” diye bağırdı işçiler, “bırak, seni değil bizi öldürsünler!”
“Geliyorum ve hiç kimse öldürülmeyecek” dedim.
Silahlı adamlara doğru yürüdüm ve elimi makineli tüfeğin namlusuna dayadım. Sonra bu haydutlara sadece baktım, çok sakince ve hiçbir şey demeden. Başımla, geçmelerini işaret ettim işçilere.
Mayfield isimli bir herif, üzerime atlayacak bir kaplan gibi çömelerek, “Çek ellerini şu silahtan, cadı!” diye bağırdı.
“Elimi namlunun üstünde tutmaya devam ettim. “Bayım” dedim, “maden ocaklarına benim sınıfım girer. Bu silahın yapıldığı metali onlar çıkarır. Bu silah benimdir! Madenleri fırınlarda eriten ve çeliği işleyen benim sınıfımdır. Benim sınıfım sizinle savaşmıyor, savaşı sizinle değil. Onlar çıplak yumrukları ve boş mideleriyle, kendilerini soyan ve çocuklarını çocukluklarından mahrum bırakan adamlara karşı savaşıyorlar. Size verilen paraların kaynağı, işçi sınıfının binbir güçlükle kazanılmış ücretidir. Onlar sizinle savaşmıyor.”
Adamların birkaçı gözlerini yere çevirdiler, fakat bir herif, şu Mayfield, “Umurumda değil!” dedi. “Onların hepsini öldüreceğim, seni de!”
Ona, neredeyse yiyecek gibi baktım. “Genç adam” dedim, “Sana şunu söylemek isterim ki, bu silahtan şu adamlara tek bir mermi atılırsa ve ak saçlarımın bir tek teline dokunursan, şu dere kana boyanacak ve onu kızıla boyayacak olan, ilk senin kanın olacak. Bu adamların çığlıklarını duymak, gözyaşlarını görmek, karılarının ve küçücük çocuklarının ıstıraplarını hissetmek istemiyorum. Bu adamlar silahsız. Bırak geçsinler.”
“Demek bu dere bizim kanlarımızla boyanacak öyle mi!” diye hırladı Mayfield.
Yüksek tepeleri işaret ettim. “Dağda 500 maden işçim var. Silahlı olarak, benim konuşma yapacağım toplantıya gidiyorlar. Ateş etmeye başlarsanız, son sözü onlar söyleyecektir.”
Mayfield’ın dudakları, avı elinden alınmış bir kaplanınki gibi titredi.
“Yaklaşın!” dedi maden işçilerine. İşçiler yaklaştı. Elimi silahın üstünde tutmaya devam ettim. İşçilerin üzerini aradılar. Üzerlerinde hiç silah yoktu. Geçmelerine izin verildi.
Tepenin eteğindeki arabama gittim.
Katır otluyor ve küçük delikanlı, söğütten bir düdük yapıyordu. Yola devam ettim. O gece, toplantımı yaptım.
Oysa dağlarda 500 silahlı adam falan yoktu. Belki birkaç erkek tavşan o kadar. Fakat bu soğukkanlı haydutları, kiralık katilleri korkutmuştum ve Red Warrior kampı örgütlenmişti.
Maden işçileri, Irmak bölgesindeki bir kampa, Wineberg’e gelmemi istediler. Tüm yollar kömür şirketine aitti. Sadece dere yatağı kamu yoluydu. Yılın bu zamanında, baharın başında, deredeki su seviyesi yüksekti.
Baltimore Sun gazetesinden West isimli bir gazeteciyle birlikte Wineberg’e doğru yola çıktım. Demiryolu boyunca yürüdük.
Makineli tüfekleri ve tabancalarıyla, aynı haydutlarla yeniden karşılaştım. Mayfield de oradaydı.
“Burada yürüyemezsiniz!” diye kükredi. “Özel mülk!”
Gazeteci, “Bu yaşlı hanımı, şu buz gibi suda, derede yürüteceğinizi söylemiyorsunuz, değil mi?” dedi.
“Beter olsun! Yürümeyecek!” dedi gülerek.
“Yürümeyecek miyim?” dedim. Ayakkabılarımı çıkardım, eteğimi topladım ve derede yürüdüm.
Wineberg’de beni, derede ya da kıyısında bekleyen maden işçileri karşıladı. Ayaklarımız suyun içinde, bir toplantı yaptık. Ayakkabıları ellerinde, paçaları sıvanmış maden işçileri, sendikaya üye olmayı kabul ettiler.
Çok yorulmuştum. Bir maden işçisi yanıma geldi ve barakasına gelip bir kap çay içmemi rica etti.
“Senin evin özel mülk toprağı üzerinde” diye bağırdı bir haydut. “O giremez.”
“Kirasını ödüyorum” diyerek karşı çıktı işçi.
“Gene de özel mülk. Dereden dışarı adımını atarsa, onu özel mülke tecavüzden tutuklayacağım.”
Mücadele giderek artan bir sertlikle sürdü. Milisler, hem haydutların hem maden işçilerinin silahlarını topladılar, fakat doğal olarak, bölgenin kodamanlarının tarafındaydılar. Bütün toplantıları yasakladılar. Tüm yurttaşlık haklarını askıya aldılar. Despotlaştılar. Çok sayıda maden işçisini tutukladılar, jürinin olmadığı askerî mahkemelerde yargıladılar ve Moundsville hapishanesinde on yıl, on beş yıl hapse mahkûm ettiler.
Ulusal hükümetin dikkatini Batı Virginia’da olanlara çekmeye karar verdim. 100 dolar borç aldım ve Cincinnati, Columbus, Cleveland’a giderek, toplantı afişleri astım ve bu şehirlerden sonra başkent Washington’a gittim. Daha önceden, milletvekili W.B. Wilson’a, bir protesto toplantısı düzenlemesini yazmıştım.
Toplantı talim alanında yapıldı ve tıklım tıklım doluydu: senatörler, milletvekilleri, bakanlar, vatandaşlar. Böyle toplantılarda, salon tabirleri kullanan parlak bir konuşmacının olması âdettendir. Milletvekili Wilson, dinleyicilere, Washington’un işitmeye alışık olmadığı bir dil kullanırsam bana gerekli sabrı göstereceklerini umduğunu söyledi.
Dinleyicilere Batı Virginia’da yaşanmakta olan şeyleri anlattım, Amerika’ya yakışmayan işleri. Yurttaş haklarının ordu tarafından askıya alınmasından söz ettim. Toplu tutuklamalardan ve askerî mahkemelerin verdiği cezalardan...
“Burası, o güzel cumhuriyetçi hükümet biçiminin başkentidir. Eğer Batı Virginia eyaletinin yurttaşlarına karşı işlenen bu türden suçlar hükümetin hiçbir kınaması olmadan sürecekse, anayasal hükümeti temsil eden şu bayrağı indirmeyi ve yerine, üzerinde ‘Bu, Amerikan para oligarşisinin bayrağıdır’ yazan bir bayrak çekmeyi öneririm.”
Ertesi gün, ikisi hariç tüm askerî mahkûmlar hapishane bürosuna çağrıldılar ve tahliyelerini imzaladılar.
Çalışmama devam etmek için, Washington’dan Batı Virginia’ya döndüm. Benim oraya varmamdan bir gün önce, Quinn Morton isimli bir maden işletmecisi, Kanawha County şerifi Bonner Hill, şerif yardımcıları ve muhafızlar, içinde mitralyözlerin olduğu bir zırhlı treni Holly Grove yolundan, uyumakta olan maden işçilerinin çadır kampına soktular. İşçilerin sessiz çadırlarının üzerine mitralyözlerle ateş açılarak, uyuyan insanlar öldürüldü ya da yaralandı. Epstaw isimli bir adam yatağından fırlayıp iki çocuğunu kaptı ve onlara, yaşamak için kaçmalarını söyledi. Kendisi ayağından vurulmuştu. Kadınlar yaralanmıştı. Çocuklar korkuyla bağırıyorlardı. Kimse tutuklanmadı.
Üç gün sonra, bir maden muhafızı, Fred Bobbet, bir tartışma esnasında öldürüldü. 50 grevci ve örgütçü, tutuklama emri olmaksızın derhal tutuklandılar.
Bu askerî zorbalığa bir son vermesi için vâliye başvurmak üzere, tüm yerel sendika örgütlerinden birer temsilci seçtirerek, sendikanın yabancılardan oluştuğu Boomer’a ve Long Acre’a gittim.
Bütün temsilcileri bir kilisede topladım ve onlara bir vâliyle nasıl konuşacaklarını anlattım. Charleston trenine bindik. Temsilcilerin vâliyle ben olmadan görüşmelerinin daha iyi olacağını düşünmüştüm, soğukkanlılıklarını korumalarını da tembih ettikten sonra, görüşmenin ardından buluşacağımız otele gittim.
Caddede yürürken, Dan Cunningham denen koca bir fil, beni silahla durdurdu ve “Seni istiyorum!” dedi. Beni Roughner Hotel’e soktu ve bir tutuklama emri getirtti. Daha sonra Chesapeake-Ohio trenine bindirildim ve Pratt’e götürülüp askerlerin eline teslim edildim. Beni beklemiyorlardı ve bu nedenle de kodesleri henüz hazır değildi. Benimle ve birlikte tutuklandığımız bazı örgütçülerle, doktor Hansford ve karısı ilgilendi. Ertesi gün, kapının önünde bütün gün bütün gece volta atan askerlerin gardiyanlığında, tek başıma bir hücreye kondum. Hiç kimseyi göremiyordum. Bir hususta Batı Virginia ordusunun hakkını vereceğim: Onlar Colorado ordusundan çok daha az vahşîler ve daha vicdanlılar.
Haftalar sonra askerî savcının karşısına çıkarıldık. Mahkeme kodese beni savunmaları için iki avukat yollamıştı, fakat beni bu askerî mahkemede savunmalarına izin vermedim. Bu mahkemenin yargılama yetkisini ve sivil mahkemelerin askıya alınmasını reddettim. Tutuklanmam ve yargılanmam anayasaya aykırıydı. Askerî yargıca görüşümün bu olduğunu söyledim. Savunma yapmayı reddettim.
Adam öldürmekten yargılandım. Diğerleriyle birlikte, eyalet hapishanesinde 20 yıl hapse mahkûm edildim. Hapishaneye hemen yollanmayıp, beş hafta boyunca askerî kampta tutuldum. Bana ne yapacaklarını bilmiyordum. Lafferty denen herif ve adıyla kafamı yormadığım bir başka lağım faresi hariç, gardiyanlarım, kibar ve saygılı gençlerdi.
Daha sonra California’dan destek geldi. San Francisco Bulletin’in aslan yürekli, muhteşem editörü Fremont Older, karısını, kıtanın öbür ucuna, Washington’a yolladı. Bayan Older, orada senatör Kearns’le görüştü ve ardından beni görmeye geldi. Grevin başlamasından benim anayasaya aykırı bir biçimde tutuklanıp hapsedilmeme kadarki sürece ilişkin tüm gerçekleri öğrendi. Bu hikâyeyi, Collier’s Magazine’de yazdı.
Durumu, senatör Kearns’e bildirdi, vakit geçirilmeksizin kapsamlı bir meclis soruşturması yapılmasını talep etti.
Birisi, hapishanedeki penceremden içeri Cincinnati Post gazetesi attı. Gazetede, Wall Street’in bu soruşturmayı engellemek için gösterdiği çabalar anlatılıyordu. “Wall Street bu işten sıyrılmayı başarırsa ve grev kırılırsa” diye düşündüm “bu, endüstriyel köleliğin Batı Virginia madenlerine uzun yıllar sürecek bir biçimde yerleşmesi demek olacaktır”.
Senatör Kearns’e, yeraltı demiryolum aracılığıyla bir telgraf yollamaya karar verdim. Hücremin zemininde bir delik vardı. Küçük bir halı deliği örtüyordu. Halıyı kaldırdım ve iki bira şişesini birbirine vurarak ses verdim. Dostum olan bir asker, ne olduğunu anlamak için emekleyerek binanın altına geldi. O bana daha önce gizlice bazı şeyler vermişti ve ben de ona, bazen bir elma bazen bir dergi gibi küçük şeyler vermiştim. Telgrafı verdim ve onu, anayolun beş kilometre yukarısındaki diğer postaneden yollamasını söyledim. Yapacağını söyledi. “Hassas iş, Ana” dedi.
O akşam, görevi bittiğinde, yorgun argın, anayolun beş kilometre yukarısına yürüdü ve telgrafı yolladı.
Ertesi gün Washington’da, Batı Virginia madenlerine dönük meclis soruşturması meselesi Senato’da tartışmaya açıldı.
Batı Virginia madenlerinde hisse sahibi olan Clarksburg’den senatör Golf söz aldı ve kışkırtıcılar gelinceye kadar Batı Virginia’nın huzurlu bir yer olduğunu söyledi. “Ve bu ülkedeki kışkırtıcıların büyükannesi” diye devam etti, “bu ihtiyar Jones Ana’dır! Vâliden öğrendiğime göre, kesinlikle hapiste değildir, çok şirin bir misafirhanede gözaltındadır!”
Senatör Kearns ayağa kalktı. “Bu pek şirin misafirhanede bulunan 84 yaşındaki şu ihtiyar kadından bir telgraf aldım” dedi. “Onu okuyacağım.”
Senatörlerin ve gazetecilerin şaşkınlıklarına aldırmadan telgrafımı okudu. Onlar, ihtiyar kadının sesinin de bedeniyle birlikte hapiste olduğunu sanıyorlardı.
“84. yaşımı geride bıraktığım Batı Virginia Pratt askerî hapishanesinin duvarlarının ardından, size; erkeklerin, kadınların ve çocukların iniltilerini, gözyaşlarını ve ıstıraplarını, bu durumdayken öğrenebildiğim kadarıyla, gönderiyorum. Bu hapishane duvarlarının ardından, ulusumuzun onuru adına sizden rica ediyorum, bu soruşturmayı başlatın, henüz doğmamış olan çocuklar ayağa kalkacak ve sizi şükranla anacaktır.”
Bunun üzerine Senato harekete geçti. Soruşturma için bir senato komisyonu oluşturuldu.
Bu karardan bir saat sonra, üniformasının dışında sözcüğün tam anlamıyla gerçek bir adam olan yüzbaşı Sherwood, bana, “Ana, vâli seni hemen Charleston’a götürmem için telefon etti, trenin gelmesine kadar sadece 25 dakikan var” dedi.
“Vâli ne istiyormuş?” dedim.
“Söylemedi.”
Vâlinin ofisine vardığımda bir süre beklemek zorunda kaldım, çünkü vâli ve maden sahipleri, kilitli kapılar ardında, Senato araştırması karşısında nasıl davranacaklarını görüşüyorlardı.
Vâli Hatfield, vâli Glasscock’un yerine geçmişti ve beni nihâyet kabul ettiğinde, seçildiğinden beri bu grevi bir çözüme bağlamaya çalıştığını söyledi.
“Ben 24 saatte bu grevi bitirebilirdim” dedim.
Üzüntülü bir şekilde kafasını salladı.
“İşletmecilerin işçilerinin dertlerine kulak vermelerini sağlardım. Bu grev boyunca milisler için harcanan 650 bin doları alır ve Batı Virginia’nın bedensel ve zihinsel olarak çok daha gelişmiş yurttaşlara sahip olabilmesi için, okullara, oyun alanlarına ve kütüphanelere harcardım. O zaman, maden ocaklarında ve fabrikalarda, daha sonra da cezaevi ve tutukevlerinde daha az çocuk olur ve daha az kadın ve erkek, merhametsiz ve Amerika’ya yakışmayan şartlara maruz kalırdı.”
Ertesi gün, vâli, maden işçilerinin Charleston’da başlamış olan kongresine katıldı. Onu, orada gördüm ve “Vâli, yarın şehirden ayrılıyorum” dedim
“Nereye gidiyorsunuz?”
“Bir beyin uzmanına başvurmaya. Kodesteyken beynim dengesini yitirdi de.”
“Doktor olduğumu bilmiyor muydunuz?” dedi.
“Sizin ilaçlarınız bana iyi gelmez” dedim. Maden işçilerinin kongresinden kısa bir süre sonra, vâli Hatfield, tüm askerî mahkeme hükümlerini bir kenara bırakarak, sekizi hariç tüm tutukluları serbest bıraktı. İşletmeciler sendikayı kabul etti ve birçok kötü uygulama düzeltildi.
İşçi sınıfı, senatör Kearns’e müteşekkirdir. O, adaletten ve insaftan yana olan büyük bir adamdı. Buna rağmen Indiana işçileri, Kearns yeniden seçilmek için aday olduğunda, utanılacak biçimde, Watson denen, ilerlemenin kanlı bıçaklı düşmanı bir adamı seçtiler. Kearns’ün hüsranını içimde hissettim ve işçilerin kıymet bilmezliğini tattım. Hapishane kapıları onun etkisiyle açılmış ve iğrenç koşullar günışığına çıkmıştı. Onun hastalanmasına yol açan ve işçi sınıfının az sayıdaki dostlarından birinin, cesur, kahramanca hayatını sona erdiren şeyin, yenilginin yol açtığı bu hüsran olduğunu hissediyorum.
Washington’da olduğum bir gün, General Elliott tarafından gönderildiğini söyleyen bir adam beni görmeye geldi. General Eliot, grev sırasında askerî mahkeme tarafından hapis cezasına çarptırılan mahkûmların sorumluluğunu üstlenmiş olan askerdi. Mahkûmların Moundsville’e götürülüşleri esnasında Pratt istasyonundaki manzarayı asla unutamam: Kadınlar çılgına dönmüş biçimde feryat ediyor; küçüçük çocukların babalarını öpmelerine ya da onlara sarılmalarına izin verilmiyordu. Ne feryatlar ne de hıçkırıklar General Elliott’ın taş kalbini etkileyebilmişti.
Ve şimdi General Elliott, bir arkadaşını bana göndererek, Meclise onu destekleyen bir mektup yazmamı rica ediyordu.
“Demek seni General Elliott yolladı?”
“Evet.”
“Öyleyse General’e söyle, hiçbir şey beni sana bir mektup vermekten daha çok mutlu etmezdi, ama bu mektup cehenneme gitmesi için yazılmış bir mektup olurdu, Meclis’e değil!”
link: Mary Harris Jones, Bölüm 18 - Batı Virginia’da Zafer, 18 Ekim 2012, https://marksist.net/node/3098