Latin Amerika’nın üçüncü büyük ekonomisi sayılan Arjantin derinleşen ekonomik krizle şiddetli bir şekilde sarsılıyor. Son birkaç ayda Arjantin pesosu dolar karşısında %50 değer kaybetti. Arjantin Merkez Bankası pesodaki değer kaybını önlemek için Ekim itibariyle faizleri %72’ye yükseltti. Ancak pesonun dolar karşısındaki düşüşü engellenemedi. Enflasyonun %40’a çıktığı ülkede, büyük bölümü kamu kesimine ait olan dış borçlar 261,5 milyar dolara ulaştı. Ekonomik göstergelerle somutlanan bu kötü gidişat, vadesi gelen borçların geri ödenmesi sorunuyla birlikte çıkışsızlığı daha da derinleştirdi. IMF’nin kapısını çalan Macri hükümeti, 57 milyar dolar değerindeki krediyle IMF tarihindeki en büyük kredi anlaşmasını imzaladı. Gün geçtikçe ağırlaşan ekonomik kriz Arjantin’deki siyasal ve toplumsal yaşamı da derinden etkiliyor.
Elbette bu kötü gidişat kapitalizmin tarihsel sistem krizinden bağımsız değildir. 2008 sürecinde yabancı sermaye akışı sayesinde krizin daha hafif atlatıldığı Arjantin, Türkiye, Brezilya, Hindistan, Endonezya, Güney Afrika ve Meksika gibi ülkeler bugünlerde büyük ekonomik sorunlarla karşı karşıyalar. Hızla değer kaybeden ulusal para birimleri, yükselen enflasyon ve artan dış ticaret açığı ile şiddetli bir şekilde sarsılan ülkelerin başında ise Arjantin ve Türkiye geliyor. 2001 krizinin sonuçlarını da ağır biçimde yaşayan iki ülke 2018’de bir kez daha aynı anda ekonomik krizle sarsılıyor.
2001 Arjantin krizi
SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle kapitalizmin nihai zaferini ilan ettiği yıllarda tüm dünyada ideolojik ve ekonomik bir saldırı dönemi başlatıldı. Yeni pazar alanları, teknolojik gelişmeler ve neoliberal saldırı politikalarıyla kapitalizm geçici bir yükseliş dönemi yaşıyordu. Eğitim ve sağlık paralı hale getiriliyor, sosyal harcamalar kısılıyor, özelleştirmeler yaygınlaşıyordu. İşten çıkarmalar artıyor, çalışma yaşamı esnekleştiriliyor, ücretler düşüyordu. Sermaye kontrolleri gevşetilirken devlet eliyle sermaye sınıfına teşvikler sunuluyor, dış borç ve yabancı sermaye girişiyle finansman ihtiyacı karşılanıyordu. Dizginsiz sömürü ve saldırılar eşliğinde 90’lı yılların sonuna gelindiğinde, kapitalizmin zayıf halklarında peş peşe ekonomik krizler patlak verdi. 1994’te Meksika, 1997’de Doğu Asya ülkeleri, 1998’de Rusya ve Brezilya, 2001’de Arjantin ve Türkiye büyük bir çöküşe sürüklenmişti. “Krizsiz kapitalizm” iddiası yerle bir olurken, bu ülkeler ekonomik ve toplumsal yıkıma uğruyordu.
1980’den 2000’e kadar sıçramalı bir şekilde büyüyen Arjantin ekonomisinde gayrisafi yurt içi hâsıla 77 milyar dolardan 285 milyar dolara yükseldi. Bu büyümeden emekçi sınıfların payına ise yüksek işsizlik, yoksulluk ve düşük ücretler düşüyordu. Sınıflar arasındaki uçurum derinleşiyor, ülkedeki rüşvet ve yolsuzluklar yaygınlaşıyordu. Hızlı bir şekilde uygulamaya konulan özelleştirmelerle fiyat artışları ve denetimsiz karteller oluşuyordu. Bütçe ve dış ticaret açığı artarken bu açık kısa vadeli sermaye girişleriyle kapatılmıştı. Rekor düzeylere ulaşan yabancı sermaye girişi aynı halkada yer alan diğer ülkelere göre katbekat fazlaydı. Örneğin Türkiye’ye 1990-2000 yılları arasında yaklaşık 10 milyar dolar yabancı sermaye girişi gerçekleşirken, Arjantin’e 80 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye, 150 milyar dolar da sıcak para girişi gerçekleşmişti. Ancak Meksika, Doğu Asya ve Rusya’da peş peşe patlak veren ekonomik krizler kırılgan Arjantin ekonomisini de derinden sarstı. Dış borçları ödeme güçlüğü ve ilan edilen moratoryumun ardından 99 seçimleriyle muhalefetin adayı Fernando De la Rua Arjantin Devlet Başkanlığını kazandı.
Ne var ki iktidara gelen De la Rua’nın uyguladığı politikalar sorunları daha da derinleştirmenin ötesine geçmedi. Milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyordu. İşsiz sayısı her geçen gün artıyordu. Sınıfsal çelişkiler gittikçe derinleşiyor, emekçilerin yaşamı her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Durumun giderek kötüleşmesi üzerine, 14 Şubat 2000’de IMF ile 3 yıllık bir stand-by anlaşması yapıldı ve 11 milyar dolar kredi alındı. Çıkışsızlığın devam etmesi üzerine 30 Ağustos 2001’de yeniden IMF kapısı çalındı ve yeni bir 3 yıllık stand-by anlaşması ile 6 milyar dolar kredi daha alındı. Bu arada vergiler, ulaşım ve iletişim hizmetlerindeki KDV oranları arttırılıyor, kemer sıkma politikaları uygulanıyordu. Ancak ödenmeyen 132 milyar dolarlık dış borç nedeniyle uluslararası kredi kuruluşları Arjantin’in notunu indirdi. Gün geçtikçe risk artıyor, ülkeye kredi verilmesi durduruluyordu. Parasız kalan hükümet, gözünü emeklilik fonuna dikti ve bankalardan para çekmeye kısıtlama getirdi. Arjantin’in Kemal Derviş’i sayılan Maliye Bakanı Cavallo’nun talimatıyla emeklilik fonlarındaki paraya el konuldu. İşsizliğin %18,3’e çıkmasının ardından, ülkenin en büyük sendikaları CGC ve CGT genel grev çağrıları yaptı.
19-21 Aralık günlerinde genel greve gidildiğinde eylemler bir ayaklanmaya dönüşmüştü. Devlet Başkanı De la Rua’nın sıkıyönetim ilan etmesi tepkileri daha da arttırırken milyonlar meydanlara akarak krizin bedelini ödemeyi reddediyorlardı. De la Rua istifa ederek helikopterle başkentten kaçarken, kolluk güçleri gerçek mermilerle meydanları dolduran insanlara ateş etmişti. Üç gün süren gösterilerin sonunda 27 kişi öldü, 150’den fazlası yaralandı. Ancak ayağa kalkan Arjantin işçi sınıfı, yönetememe krizine giren burjuva sınıfın karşısında ayaklanarak halk meclislerini kurdu. Fabrikalarda kurulan işyeri komitelerini, kapanan işyerlerinin işgal edilmesi ve üretimin işçilerin denetiminde sürdürülmesi izliyordu. Mücadelenin yükselişe geçtiği Arjantin’de, 17 Şubatta, seçilmiş 2 bin delegeyle Ulusal İşçi Meclisi toplanmıştı. Meclisin talepleri, dış borçların reddedilmesini, bankaların ve stratejik işletmelerin kamulaştırılmasını, işten çıkarmaların yasaklanmasını, kapatılan işletmelerin işçilerin denetiminde üretime devam etmesini, eylemcilere yönelik suçlamaların ve tutuklamaların geri çekilmesini içeriyordu. Böylelikle 1990’ların sonuna doğru hareketlenmeye başlayan Latin Amerika’daki emekçi kitleler, mücadeleyi Arjantin’le birlikte yeni bir düzeye yükseltiyorlardı.
Neoliberal saldırılara ve krizin faturasına karşı öfke büyüyor
21. yüzyılı ekonomik krizlerle karşılayan Latin Amerika ülkelerinde, işçi sınıfının ve yoksul kitlelerin mücadelesiyle devrimci durumlar ortaya çıkmıştı. Ancak bu yükseliş, işçi sınıfının bağımsız siyasal örgütlülüğünden yoksun olduğu koşullarda, burjuva sol partiler eliyle düzen içi kanallara hapsedildi. Arjantin, Ekvador, Bolivya ve Venezuela’da iktidarı işçi sınıfı değil, burjuva sol partiler ele geçirdiler. Sosyal harcamaların arttırılmasından öteye geçemeyen bu iktidarlar, sınıfsal çelişkileri yumuşatma görevi üstlendiler. Arjantin’de nesnel koşulların yarattığı devrimci durum, 2003 seçimleriyle iktidara gelen Peronist lider Nestor Kirchner tarafından düzen içi kanallara yönlendirildi. O yıllarda benzer ekonomik sıkıntılarla sarsılan Türkiye’de ise krizin yarattığı yıkıma karşı gelişen tepkiler, burjuva siyaset sahnesindeki güçler dengesinin tepe taklak olmasıyla sınırlı bir etki yaratmıştı. Krizin bedelini yoksul işçi ve emekçi kitlelere ödeten DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti 2002 seçimlerinde hezimete uğramış, DSP ve ANAP siyaset sahnesinden silinirken MHP Meclis dışında kalmış ve yeni kurulan AKP büyük bir farkla iktidar koltuğuna oturmuştu.
2007 ve 2011 seçimlerini de kazanan Peronist cephenin yükselişi 2015 seçimlerinde kesintiye uğradı. Çünkü Arjantin ekonomisindeki büyüme yavaşlıyor, kamu borçları artıyordu. İhraç edilen hammadde ve tarım ürünlerinin fiyatları dünya piyasasında düşüşe geçmişti. Buna yabancı sermayenin çekilmeye başlaması da eklenince durum iyice kötüleşmişti. Bu kötü gidişat, burjuvaziyi neoliberal saldırı politikalarını daha azgın bir şekilde uygulamaya yönlendiriyordu. 2015 seçimlerinde yerli ve uluslararası sermaye bu amaçla Mauricio Macri’ye destek verdi. Küresel finans kuruluşlarıyla bu temelde yeniden bağ kuran ve seçimleri kazanan Devlet Başkanı Macri’nin ilk icraatları Arjantin’in finansal piyasalarla bütünleştirilmesi, yabancı yatırımcılar için ülkenin cazip hale getirilmesi, pesonun değerinin düşürülmesi oldu. Sözleşmeli işçiliğin, iş güvencesizliğinin, düşük ücretlerin son derece yaygın olduğu çalışma hayatına saldırılar daha da yoğunlaştırıldı.
“Yapısal reform” adı altında uygulanan saldırı politikalarıyla, kamuda 35 bini aşkın işçi işten çıkarıldı. Emeklilik yaşı erkeklerde 65’ten 70’e, kadınlarda 60’tan 63’e çıkarıldı, emekli maaşları düşürüldü. Akaryakıt üzerindeki devlet desteği düşürüldü, benzin ve elektrikte fiyatlar sıçramalı bir şekilde arttı. Kurumlar vergisinde indirime gidilerek sermaye sınıfı koruma altına alındı. Kamu harcamaları kısıldı, özelleştirmelere hız verildi. Bu ağır saldırılara, Arjantin işçi sınıfı Nisan ve Aralık 2017’de örgütledikleri iki genel grevle karşılık verdiler. Ancak Macri hükümeti sermaye sınıfına teşvikler sunmaktan, işçi ve emekçilere kemer sıkma politikaları uygulamaktan geri durmadı. Nihayetinde derinleşen krizle birlikte IMF’nin yolunu tutan hükümet, yeni saldırı politikalarıyla yoluna devam etmeyi amaçlıyor. Kapsamlı yapısal reformlar uygulayacaklarını açıklayan Macri yönetimine karşı tepkiler çığ gibi büyüyor.
Enflasyonun %40’a çıktığı ülkede, barınma, ulaşım ve temel gıda maddelerinin fiyatı hızla artıyor. %10’a yaklaşan işsizlik oranının toplu işten çıkarmalarla daha da artması bekleniyor. Artan enflasyona rağmen ücretler donduruluyor, hatta yeni “tedbirlerle” daha da düşürülüyor. 1956 yılından beri 39 kez kredi alınan IMF’nin acı reçetelerini iyi bilen Arjantinli işçiler, kemer sıkma politikalarına tepki göstererek 12 Eylülde uyarı grevine, 24-25 Eylülde ise genel greve gittiler. Macri döneminde dördüncü kez genel greve giden işçiler, CGT, CTA-A, CTA-T sendikalarının ortak çağrısıyla 36 saat iş durdurdular. Başkent Buenos Aires ve ülke çapındaki meydanlar taleplerini haykıran emekçilerin yürüyüşlerine sahne oldu. İşçiler “Toplu iş sözleşmeleri para birimimizin değerini tahrip eden ekonomik program karşısında yetersiz kalmıştır. Pazarlık masasında kazandığımızı ertesi gün süpermarketlerde kaybediyoruz” diyerek enflasyon karşısında eriyen ücretlere dikkat çektiler. Grev havaalanları, hastaneler, okullar, bankalar, limanlar, marketler ve karayollarında etkili oldu.
2001 ve 2008’de benzer süreçleri yaşayan Arjantin ve Türkiye’nin ekonomik göstergeleri bugün de büyük benzerlikler taşıyor. Krizin daha da derinleşmesiyle Arjantin’de ortaya çıkan gerçeklik Türkiye’nin de yakın geleceğini yansıtıyor. Aradan geçen yıllara rağmen Arjantin işçi sınıfı mücadeleden vazgeçmemiştir. Sorumlusu olmadıkları krizin bedelini ödemeyi reddederek mücadeleyi yükseltmiştir. Geçmişte yaşandığı gibi yükselen mücadelenin düzen içi kanallara hapsedilmemesi için devrimci mücadelenin yakıcı önemi çok daha belirginleşiyor.
link: Ceyhan Duru, Arjantin’de Kriz ve İşçilerin Mücadelesi, 23 Ekim 2018, https://marksist.net/node/6517
Dünyayı Örgütlü İşçi Sınıfı Değiştirecek, Haramiler Değil!
Rahip Evine Döndü, Kriz Baki