The True Cost (Gerçek Bedel), yönetmenliğini ve senaristliğini Andrew Morgan’ın yaptığı 2015 yapımlı bir belgesel. Bilgi toplamak ve röportaj yapmak için 13 ülkeye giden Morgan, belgesel çekimlerine Ekim 2013’te başlamış. Yani dünyadaki en büyük işçi katliamlarından biri olan ve 1134 işçinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan Bangladeş’teki Rana Plaza’nın çökmesinin hemen ardından. Giydiklerimizin neye mal olduğunu sorgulayan belgesel şu sözlerle başlıyor. “Bu bir giyim hikâyesi. Giydiğimiz kıyafetlerin, bu kıyafetleri yapan insanların ve dünyamıza olan etkisinin hikâyesi. Açgözlülüğün ve korkunun, gücün ve yoksulluğun hikâyesi. Karmaşık, dünyanın dört bir yanına yayılmış bir hikâye. Ayrıca bir o kadar da basit.” Bu basit ama anlatması zor hikâyeye başlamadan önce, tekstil ve hazır giyim sektöründeki ağır sömürü koşullarının hangi temeller üzerinde dünyanın dört bir yanına yayıldığını ele almak gerekiyor.
Küresel kapitalizm emeğin sömürüsünü de küreselleştirir
Kapitalist sistemdeki durgunluk eğiliminin belirginleşmesiyle birlikte, 80’li yıllarda, ulusal sınırları aşan neo-liberal saldırı dönemi başlatıldı. Ekonomide, siyasette ve toplumsal yaşamda devreye sokulan saldırı paketleri ile durgunluktan çıkış yolu aranıyordu. Uluslararası piyasaların geliştirilmesi yönünde, tüm dünyada mal, hizmet ve sermaye dolaşımının önündeki yasal engeller ve denetimler kaldırılmaya başlandı. IMF ve Dünya Bankası eliyle, gelişmekte olan ülkelere neo-liberal politikaların uygulanması şartıyla, kapitalist dünyaya entegrasyonu sağlayacak fonlar sağlandı. Amerika’da Reagan, İngiltere’de Thatcher, Türkiye’de Özal ile somutlanan neo-liberal politikalarla tüm dünyada hızlı bir değişim ve dönüşüm süreci yaşandı.
Doğu Bloku ve SSCB’deki bürokratik diktatörlüklerin yıkılması ve kapitalizme entegrasyonun sağlanmasına paralel olarak, 90’lı yıllarda kapitalizmin küreselleşme sürecinde de büyük bir sıçrama görüldü. Mal, hizmet ve sermaye dolaşımının önündeki yasal engellerin kaldırılması doğrultusundaki adımların hızlandırıldığı bu süreçte, daha fazla kâr arayışı içindeki tekeller, üretimlerinin önemli bir bölümünü işgücü maliyetinin son derece düşük olduğu ülkelere kaydırdılar.
Bu gerçeklik, tekstil sektöründe de üretimin ABD ve Avrupa ülkelerinden Çin, Bangladeş, Kamboçya, Hindistan, Haiti gibi ülkelere kaymasıyla somutlandı. Belgeselde de dikkat çekildiği üzere, işgücü maliyetlerinin düşük olduğu ülkelere yönelen kapitalizm, giderek küreselleştirdiği emeğin sömürüsüyle kârlılığını arttırdı. Belgeselde, 60’lı yılların başında Amerika’da satılan kıyafetlerin %95’inin yurtiçinde üretildiğine, bugün ise bu oranın yalnızca %3 olduğuna dikkat çekiliyor. Üretim ihtiyacını nasıl karşıladıklarını Amerikalı bir kapitalist şöyle açıklıyor: “Küresel pazar öyle bir yer ki, iş ihraç edip kendi istediğimiz koşullarda üretim yaptırabiliyoruz. Sonra da bu ürünler bana o kadar ucuza geliyor ki, hiç düşünmeden çöpe atabiliyorum.”
Hızlı moda: “Her gün yeni bir şey alıyorum ama giyecek hiçbir şeyim yok.”
90’lar itibariyle tekstil sektöründe, hızlı moda (fast fashion) denilen yeni bir akım, sektörü belirleyen bir güce dönüştü. Eskiden giyim markaları senede iki sezonluk (bahar/yaz ve sonbahar/kış) koleksiyonlar ile faaliyet gösterirken, şimdi neredeyse her hafta yeni koleksiyonlarla piyasaya çıkıyorlar.
Hızlı moda, hazır giyim markalarının uygun fiyatlarla daha fazla sayıda tüketiciyle buluşmasını hedeflerken, bu gelişme sektörde rekabeti de alabildiğine arttırdı. Ürün fiyatlarını düşürmek için daha düşük maliyetle üretim arayışına giren kapitalistler, Çin, Bangladeş, Kamboçya, Haiti, Hindistan gibi ülkelere yöneldiler. Günümüzde Çin dünyanın en büyük tekstil ihracatçısı konumunda. Ve bugün Amerika’da satılan her 6 kıyafetten biri Çin’de üretiliyor. Çin’in hemen ardından Bangladeş geliyor. Her gün daha ucuza üretim yaptırabilecekleri bölgelere yönelen kapitalistler için elbette tek başına maliyeti düşürmek yeterli değil. Daha fazla sayıda tüketiciye ulaşmak, yani satış rakamlarını arttırmak da hızlı modanın temel kuralları arasında çünkü.
Bu doğrultuda, sektörde yer alan markalar tüketicileri tekrar tekrar mağazalara çekebilmek için, üretilen koleksiyonların değişim hızını arttırdılar. Her mevsim, her ay, hatta her hafta değişen vitrinlerle sektörü yeniden şekillendirdiler. Böylece sektördeki üretim ve tüketim inanılmaz bir hızla ilerledi, ilerlemeye de devam ediyor. Zara, H&M, Primark, Forever 21, Topshop, GAP, Mango, Joe Fresh gibi dev markalar hızlı moda ile büyük bir atılım gerçekleştirerek devasa kârlar elde ettiler.
Belgeselde günlük, haftalık, sezonluk ya da yıllık tüketilen ürünlerle gerçek mutluluk arasındaki çelişki de sorgulanıyor. İnsanların hayatındaki problemleri çözme yolu olarak tüketime yönlendirilmesi, sürekli olarak ihtiyacından fazlasını satın almaya özendirilmesi ele alınıyor. Reklâmlarla her gün, sahip olma arzusunun, yeni şeyler satın almanın insanları mutlu ve tatmin edeceğine dair mesajlar verildiği belirtiliyor. Böylelikle insanların temel ihtiyaçlarından yoksunluğunun görmezden gelindiği anlatılıyor. Tekstil sektörü temel alındığında, her yıl dünyada 80 milyar yeni kıyafet alındığı, bu rakamın 20 yıl öncesinden %400 fazla olduğuna dikkat çekiliyor.
Tekstil sektörü işçilerin kanı üzerinde yükseliyor
Dünyada yaklaşık 40 milyon işçi tekstil fabrikalarında çalışıyor. Bangladeş’te ise yaklaşık 5000 tekstil fabrikası ve 4 milyonu aşkın tekstil işçisi var. Bu işçilerin %85’inden fazlası kadın ve günde 3 dolardan daha az bir ücrete çalışıyorlar. 23 yaşındaki Shima da onlardan yalnızca biri. Dakka’da çalışan Shima, çocuğuna bakacak kimse olmadığı için, 6 yaşındaki kızı Nadia’yı da fabrikaya götürmek zorunda kalıyor. Fabrikanın çok sıcak olmasına ve üretimde tehlikeli kimyasallar kullanılmasına rağmen Shima’nın başka bir seçeneği yok. Uzun yıllar tekstil işçiliği yapan Shima, işyerinde bir sendika kurduğunu ve sendika başkanlığı yaptığını anlatıyor belgeselde. Bir talep listesi oluşturduklarını ve patronlara ilettiklerini dile getiren Shima şöyle devam ediyor, “Patronlar listeyi aldıktan sonra büyük bir tartışma çıktı ve bizi fabrikaya kilitlediler. 30-40 kadar personel bize saldırmaya başladı. Bizi çok fena dövdüler. Sandalyelerle, sopalarla, makaslarla üzerimize geldiler. Kafamızı duvarlara vurdular, göğsümüze ve karnımıza tekme, yumruk atılar. Yani en çok acıtan ve görünmeyen yerlerimize.”
Görüntülerde Kamboçya’daki tekstil işçilerinin asgari ücretin arttırılması için verdikleri mücadeleler de yer alıyor. Kamboçyalı işçilerin düzenledikleri protesto gösterilerinde polisler gerçek mermilerle işçilere ateş ediyor. İki gün boyunca süren eylemlerde, polisler, özel birlikler işçilere saldırıyor. Bir kadın işçi yaşadıklarını şöyle anlatıyor. “Polisler şiddet uygulayıp üzerimize saldırdılar. 5 işçi öldü, 23 işçi tutuklandı, 40’tan fazlası da yaralandı. Biz sadece yeterli bir maaş istiyorduk. Onurumuzla yaşayabilecek kadar. Biz asgari ücret olarak aylık sadece 160 dolar istiyoruz.” Ölen işçilerin cenazesinde bir araya gelen Kamboçyalı tekstil işçileri, mücadelelerine devam edeceklerini dile getiriyorlar.
Çektikleri sıkıntıların bir sınırı olmadığını ifade eden Shima “Bence bu kıyafetler bizim kanımızla üretiliyor” diyor. Nitekim peş peşe gelen felâketler ile sektörün kârlılık düzeyi bu cümleyi doğrulayarak modanın gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştı. Rana Plaza’dan önce bir fabrikada çıkan yangında 100’den fazla işçi yanarak can vermişti. Pakistan’da Al Enterprises tekstil fabrikasında 289 işçi, Bangladeş’te Tazreen Fashion tekstil fabrikasında 112 işçi, Rana Plaza’da 1129 işçi iş güvenliği önlemlerinin alınmaması nedeniyle katledilmişti. Tekstil sektörünün tarihindeki en büyük dört katliamın üçü aynı yıl meydana gelirken, sektör tüm zamanların en kârlı dönemini yaşıyordu. Yıllık 3 trilyon dolarlık büyüklüğe ulaşan sektör, işçilerin kanı üzerinde yükseldi, yükselmeye de devam ediyor.
Kâr odaklı üretim anlayışı insan sağlığını ve doğayı yıkıma sürüklüyor
Tekstil, petrol sektöründen sonra dünyayı en çok kirleten ikinci sektör. Belgeselde Amerika’nın Teksas, Hindistan’ın Delhi ve Pencap eyaletlerindeki GDO’lu pamuk üretimine ve toprak kirliliğine de dikkat çekiliyor. Teksaslı pamuk üreticileri, dünyanın en büyük pamuk tarlalarının Teksas’ta yer aldığını, bu tarlaların toplam alanının 15 milyon dönümü bulduğunu dile getiriyorlar. Sektördeki üretim hızına bağlı olarak, üretilen pamukların %80’inin genetiğinin değiştirildiğini, bunun da son 10 yılda gerçekleştirildiğini belirtiyorlar. Delhi’deki çevre aktivistleri ise, 1950’lerden sonra bölgeye azotlu gübre satışının başladığına, bütün sistemin, bitkilerin daha fazla kimyasalla üretilmesi amacıyla yeniden şekillendirildiğine dikkat çekiyorlar. Genetiği değiştirilmiş tohumların patentini alan Monsanto firmasının, tarihteki en büyük tohum ve kimya şirketi olduğunu belirtiyorlar.
Zararlıları engellemek için, kısa adı BT olan bir bakterinin geninin enjekte edilmesiyle “BT pamuk” elde ediliyor. Monsanto, bütün tohumları kendisi üreterek tohumda tekel haline gelmiş durumda. Çiftçiler daha fazla tohum aldıkça daha fazla pestisit denilen kimyasalı kullanmak zorunda kalıyorlar. Çünkü tohum ve pamuktaki bütün döngü bu işleyişe göre yeniden şekillendirildi. Yüksek fiyatlı tohumlar ve kimyasallar çiftçileri borca sürüklerken, son 16 yılda Hindistan’da 250 binden fazla çiftçi, ödeyemedikleri borçlar nedeniyle intihar etti.
Hindistan’daki pamukların çoğu Pencap bölgesinde yetiştiriliyor. En yüksek pestisit kullanımı ise yine bu bölgede. Kullanılan kimyasallar insan sağlığı üzerinde ciddi zararlara neden oluyor. Son yıllarda, doğum kusurları, kanser, zihinsel hastalıklar yaygınlaşmış durumda. İşçilerin ücretleri bu hastalıkların tedavi masraflarını dahi karşılayamazken, görüntülerde çocuklarının ölümünü bekleyen aileler yer alıyor. Belgeselde bu gerçekliklere dikkat çekilirken, tohumların, kimyasalların ve hastalıkların tedavisi için gerekli ilaçların üretiminin tek bir tekelin elinde olduğu belirtiliyor. Yani tekellerin kazançları, işçi ve emekçilerin kayıpları üzerinde yükseliyor.
Görüntülerde, ucuz deri ihracatında Hindistan’ın merkezi kabul edilen Kanpur da yer alıyor. Kanpur’da her gün 50 milyon litrenin üzerinde zehirli atık su tabakhanelerden Ganj nehrine dökülüyor. Deriyi işlemek için kullanılan ağır kimyasallar çiftliklerdeki toprağa ve içme suyuna karışıyor. Bu durum ise bölgedeki cilt hastalıklarını, mide hastalıklarını, karaciğer kanserini arttırmış durumda. Tekstil sektöründeki “al, giy, at” şekliyle özetlenebilecek dönüşüm, atık giysi sorununa da yol açıyor. Ayrıştırılamayan ve 200 yıldan fazla doğada kalan atık giysiler, çevre kirliliğini hızlı bir biçimde arttırıyor. Belgeselde yalnızca Amerika’da yıllık 11 milyon ton giysi atığı olduğuna dikkat çekiliyor.
Tüm bu sorunların kaynağı, kapitalizmdir. Düşük ücretler, kötü çalışma ve yaşam koşulları, işçi katliamları, çevre kirliliği gibi somutta ortaya çıkan sorunlar, kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucudur. Kâr odaklı üretim sömürüyü yoğunlaştırıp eşitsizliği derinleştiriyor. İnsanlığı ve doğayı yok oluşa sürükleyen bu düzen altında daha iyi bir gelecek seçeneği yok. Sorunları çözüme kavuşturmanın yolu daha adil bir üretim ve tüketim arayışlarından değil kapitalizm bataklığını kurutmaktan geçiyor.
link: Ceyhan Duru, Giydiklerimizin Gerçek Bedeli, 20 Eylül 2018, https://marksist.net/node/6490
Venezuela Ekonomik Yıkımın Pençesinde
İnşaat İşçileri Köle Değildir!