Londra’da bir milyondan fazla, başka yerlerde de milyonlarca insan yürüdü. Korkak ve zayıf İşçi Partisi milletvekilleri bile bölündü ve parlamentodaki oylamada 120’den fazla milletvekili savaşa karşı oy kullandı. İşçi Partili bakanların ve Muhafazakârların çantada keklik oyları olmasa, Tony Blair’in Bush yönetiminin kovboy maceralarını destekleme politikasının bozgunun eşiğine gelmesi işten değildi.
Peki bu, Amerikan imparatorluğu için sonun başlangıcı mıdır? Bazı açılardan evet demek zor. Ne de olsa Amerikan emperyalizmi görünürde hiç bu kadar güçlü olmamıştı. Askeri gücü, dünyanın diğer ülkelerinin toplam gücünden daha fazla. Büyük düşman Stalinist Rusya ve uyduları yenilgiye uğratılmış durumda (tabii Amerikan gücü tarafından değil, kitlelerin yığınsal mücadeleleri sonucu). ABD’ye karşı çıkacak bir güç kalmamış gibi görünüyor (şu ana kadar Blair’in Yeni İşçi Partisi yönetimine karşı bir muhalefetin olmayışı durumuna şaşırtıcı derecede benziyor). Savaş sonrası dönemde Japonya ve Almanya büyük sınai güçler durumuna gelirken, ABD’nin zayıflamış görünen ekonomik gücü, başını çektiği 1990’ların büyük “yüksek teknoloji devrimi” sırasında yeniden canlanmışa benziyordu.
19. yüzyıl, İngiliz emperyalizminin doruğa yükseldiği ve sonra çöküşe geçtiği yüzyıldı. 20. yüzyıl, Amerika’nın, önce ekonomik olarak, ardından Pasifik’te Japon emperyalizmine karşı askeri olarak ve nihayet Stalinizme karşı “hür dünyanın” lideri olarak üstünlüğü ele geçirdiği yüzyıl oldu.
Fakat 20. yüzyılın sonlarında Amerika artık, ayaklarının kartal pençesi olmadığını, aksine kilden yapıldığını gösteren işaretler veriyordu. Büyük Yeni Ekonominin bir efsane olduğu ortaya çıkmış durumda. ABD’nin 1990’lardaki üretkenlik artışı 1980’lerdekinden fazla değildi ve 1950-1973 arası altın çağdakinden de daha düşüktü. Aynı şey, ekonomik büyüme için de geçerli. 1990’larda, 2. Dünya Savaşı sonrası standartlara göre çok zayıf bir büyüme kaydedildi.
Yeni yüzyılın ve binyılın başında, gelecek yüzyılların Pax Americana egemenliğinde geçmeyeceğini gösteren iki olay gerçekleşti. İlkin, kapitalizmin büyük sembolü ve can damarı olan ABD borsası çöktü. Dünya borsaları, neredeyse kesintisiz üç yıl boyunca, %60’a varan bir düşüş yaşadı. ABD imparatorluğunun dört bir köşesindeki şirketlerin ve zengin hanelerin servetleri eridi. Büyük şirketler iflas etti ya da bunların kayıplarını gizlemek için muhasebe hesaplarında hile yaptıkları ortaya çıktı. ABD’de ortalama hane halkı, hisse senedi ve tahvil şeklindeki servetinin %25’ini kaybetti. Kuşkusuz Amerikalı ve İngilizlerin çoğu borsada hisse senedi şeklinde varlığa sahip değil. Çoğunlukla varlıkları evlerinin değerinden ibaret. Ve şu ana kadar evlerin değeri oldukça arttı. Fakat artık ölüm çanları onlar için de çalmaya başladı.
İkinci olarak, ABD’nin ekonomik gücünü simgeleyen dolar gerilemeye başladı. Sadece geçen yıl euro karşısında %15 değer kaybetti. Neredeyse 14 yıldır durgunluk yaşayan bir ekonominin simgesi durumundaki Japon yeni karşısında bile zayıflamış durumda! Belli başlı para birimlerinden sadece sterlin dolarla birlikte değer kaybetti. Nasıl ki Blair İngiliz egemen sınıfının politik çıkarını Bush’un politikalarına bağlamışsa, sterlin de, eski emperyalist güç İngiltere’nin genç ABD emperyalizmiyle birlikte içinde olduğu aynı ekonomik ağa yakalanmış durumda.
Amerikan borsasının ve kur balonlarının patlamasının arkasında yatan gerçek, Amerikan imparatorluğunun ekonomik bünyesini saran kanserdir. Roma imparatorluğunun ömrü yüzyıllar sürdü. Hiçbir ordu onu uzun bir süre boyunca yenemedi. Ona karşı geçici zaferler kazanıldı. Bunların en uzun süreni, Spartaküs’ün köle ordusunun ayaklanması oldu. Fakat o bile askeri olarak yenilgiye uğradı. Roma’ya diz çöktüren, ekonomisindeki nihai düşüş ve zayıflama oldu. Roma cumhuriyeti toprakta çalışan özgür köylülere dayanıyordu. İmparatorluk, birkaç zenginin mülkiyetindeki büyük toprakların gelişmesine yol açtı. Böylece topraklarda çalışacak yığınlara ihtiyaç duyuldu. Bu köleler demekti. Roma’nın askeri fetihleri insan gücünü sağladı. Fakat köle ekonomisi, üretkenliğin ve insan gücünün azalması temelinde kendini eninde sonunda tüketir. Bu ekonomi, teknolojiyi hiç hazzetmez (bir köle de aynı işi yapabildikten sonra zahmete ne gerek var) ve köleler de genellikle iyi üremezler ya da iyi çalışmazlar. Sonunda, imparatorluğun köle ekonomisi, Sezarların, özgür Romalıların aylak şehir nüfusunun ve birbiriyle dalaşıp sürtüşen generallerin askeri seferlerinin savurgan tüketimini daha fazla kaldıramadı. Uzun sürmekle birlikte Roma nihayetinde Hıristiyanlık bölünmesine ve mitolojiye de sürüklenerek içerden çöktü.
ABD de aynı çöküş tohumlarını içinde barındırıyor. Borsa balonu patladı. Çünkü yatırımcılar, düşük fiyatlardan aldıkları şirket hisselerinin, şirketlerin iddia ettikleri kârları getiremeyeceğinin farkına vardılar. ABD’li şirketlerin kârlılıkları aslında 1997’den itibaren düşmeye başlamakla birlikte yatırımcılar için borsa 2000 yılının başlarına kadar yatırım aracı olmaya devam etti. Kârlılık sona erdi, çünkü Yeni Ekonomiye rağmen ABD’nin çokuluslu şirketleri, kendi işçilerinden, yeni teknolojiye yaptıkları muazzam yatırımları karşılayacak kadar artı-değer elde edemediler. “Aşırı yatırım” yaptılar. Kapitalizmin yumuşak karnı budur. İnsan ihtiyaçları için üretim, kâra bağımlı kılınmıştır. Kâr olmaksızın üretim olmaz. Fakat kâr, yatırımların devamını sağlamak üzere sürekli ve yeterli bir şekilde yaratılamaz, çünkü başkalarının emeğinden zorla sızdırılarak ortaya çıkar. Planlama değil anarşi söz konusudur. Maksimum verim için işbirliği değil rekabet söz konusudur. Sonuç, boom’un ardından çöküşün gelmesidir.
Tam da ABD ekonomisi zayıflığını göstermeye başladığında, imparatorlarının askeri sahada kaslarını esnetmeye çalışmaları hiç de tesadüf değildir. Hem dünya kaynakları (petrol) üzerinde politik ve ekonomik kontrolü tekrar kurmak için, hem de İmparatorluğun gerçek doğasını sorgulamaya başlayabilecek kafası karışık durumdaki insanları ikna etmek için, askeri güçlerini kullanmak zorundadırlar. Irak’a karşı bir savaş, insanları “asıl mesele ekonomi, sersem!” düşüncesinden uzaklaştıracak ve onları Orta Doğu’nun Hitler’ine meydan okumak ve onu yenilgiye uğratmak zorunda olduğumuz fikrine yönlendirecektir. Bu Hitler, şimdi onu suçlayan İmparatorluğun tam da kendisi tarafından büyütüldü ve desteklendi. Kendi halkına ve binlerce İranlıya gaz bombalarıyla saldırırken, onu durdurmak için hiçbir şey yapılmadı. Sadece durumu yanlış değerlendirip, aynı derecede demokratik olmayan bir grup hayduttan Kuveyt’i almaya kalkıştığında Hitler oluverdi. Aslına bakılırsa İmparatorluk, kendi petrolüne mukayyet olması için Saddam yerine Kuveyt Şeyhliğini tercih ettiğinden, Saddam’ın gitmesi icap etti.
11 Eylül’den sonra Saddam Hitler’den beter hale geldi. Birdenbire, Şer Ekseninde yer alan diğerleriyle birlikte El-Kaide’nin dostu oluverdi. İşte İmparatorluk için düşüşün başlangıcı bu noktadır (eğer henüz çökmemişse). İmparator Bush ve Senatosu, onun iradesi önünde secdeye durmayan her “barbar”a saldırmayı kafaya koymuş görünüyor. “Gönüllüler ittifakı” aracılığıyla, Irak’tan sonra Kuzey Kore’ye, daha sonra belki İran ve Suriye’ye, hatta Libya ve Küba’ya da saldırmayı kafaya koymuş durumdalar. Görünüşe göre, kabus gibi bir diktatörlüğün varlığına rağmen Burma veya milyonlarca insanın diktatörlük tarafından öldürüldüğü ya da yerlerinden edildiği Çin bu listenin dışındalar. Ama bu “barbarlar”, İmparatorluğun çıkarlarını tehdit etmiyorlar, o yüzden de eksene dahil değiller.
Fakat bu sürekli savaş planı, İmparatorluğun başedebileceğinden daha pahalıya malolmayacak mı? Irak’a karşı yapılacak savaşın maliyeti iyimser rakamlara göre 50 milyar dolar olacak. Bu iyimser tahmin, birkaç hafta içinde kazanılacak hızlı bir zafere ve Batıyla dost yeni bir hükümetin kurulmasından önce Amerikan birliklerinin sadece iki aylık işgaline dayanıyor. Daha kötümser bir görüş ise savaşın birkaç ay sürmesi ve işgalci kuvvetlerin en azından iki yıl kalmak zorunda olmasıdır (o zaman Afganistan’dakine benzer bir durum ortaya çıkacaktır). Ve dost bir hükümetin yaşaması isteniyorsa, o takdirde yıkılmış bir ekonominin yeniden inşa maliyetini de eklemek gerekir. Bu da 150 milyar dolar civarında bir maliyet demektir; büyük ama altından kalkılabilir bir rakam.
Gerçek sorun şudur. Eğer savaş ve dolayısıyla işgal uzarsa, petrol fiyatları çok yüksek seyretmeye devam eder (şu an varil başına 40 dolar civarındadır). Bu da İmparatorlukta ve onun Batıdaki uydularında maliyetleri dramatik ölçüde arttıracaktır. Harcamalar düşecek ve dünya ekonomisi resesyona sürüklenebilecektir. Bu üretim kaybının maliyeti yaklaşık 1,5 trilyon dolardır. Bu rakam, gelecek beş yıl içindeki dünya yıllık GSMH büyümesinden %1’lik bir eksilmeye eşdeğerdir.
Mevcut durumda bile dünya ekonomisi pek hızlı büyümemektedir. İmparatorluğun kendi ekonomisi 2002 sonlarında yatay bir seyir izledi. İngiliz ekonomisi sadece %1’den biraz fazla büyüdü. Alman ve Japon ekonomileri kıpırdamadı. Eğer gelecek birkaç yılda yıllık büyümeden %1 daha eksilirse, resesyon ve durgunluk kaçınılmaz olacaktır. Üstelik bu, İmparatorluğun bir sonraki kapışmaya (nükleer silahlara sahip Kuzey Kore’yle ya da başka bir ülkeyle) geçmesinden önce böyledir.
İmparatorluk, tam da her şeye gücünün yeter göründüğü bir zamanda adeta kendisini aşan ölçüde sağa sola uzanmış bir halde bulabilir. Roma imparatorluğunun ekonomik iflası, politik bölünmeyi ve çöküşü de beraberinde getirmişti. Aynısı 21. yüzyılın bu başlangıç döneminde Amerikan imparatorluğunun başına da gelebilir, tıpkı 20. yüzyılın başlarında İngiliz imparatorluğuna olduğu gibi. Şu anki durumla köleci Roma imparatorluğu arasındaki fark, dünyada Amerikan kapitalist imparatorluğunun yerine değişim için yeni bir örgütlenmeyi koyabilecek bir gücün olmasıdır: işçi sınıfı. Amerika’nın gerilemesi ve nihayetinde çöküşü, eğer işçi sınıfı başarırsa anarşi ve barbarlık anlamına gelmeyecektir.
Bu yazının İngilizce Orijinali www.marxist.com sitesinde yer almaktadır
link: Michael Roberts, ABD İmparatorluğu İçin Sonun Başlangıcı mı?, 28 Şubat 2003, https://marksist.net/node/867
15 Şubat: Dünya ve Türkiye
İşçi Sınıfı ve Varoşlar