Öncelikle belirtmeliyiz ki, burada konumuz zaten oldum olası “varoşçuluğu” kendilerine temel alan popülistleri eleştirmek değildir. Hayır! Yapmak istediğimiz şey, kendilerini komünist olarak nitelemelerine ve önceliği işçi sınıfı içinde çalışmaya vermelerine rağmen, işçi sınıfının örgütlerindeki ve büyük işyerlerindeki faaliyeti es geçip, varoşçuluğu savunanların teorik cambazlıklarını sergilemektir.
Bu tür sabırsız solcuların işçi sınıfına yönelik değerlendirmeleri farklılıklar taşıyor olsa da bu tür yaklaşımların üç ayağı var: İlkin, işçi sınıfının sadece fabrika işçileriyle sınırlı olmadığı vurgulanır, ki bu doğrudur. Ardından, sınıfın en dinamik kesiminin büyük fabrika ve işletmelerdeki işçilerden değil, küçük işletmelerdeki işçilerden oluştuğu ileri sürülür. Ve son olarak küçük işletmelerde çalışanların varoşlarda yaşadıklarından yola çıkarak devrimci faaliyetin temel ekseninin fabrikalardan varoşlara kaydırılması gerektiğinin propagandası yapılır. Yani fabrikalar ve büyük işletmeler değil, varoşlar kalelerimiz olmalıdır denilir.
İşçi sınıfı hakkında yanılsamaları olanlar kimlerdir?
İşçi sınıfı ne yalnızca büyük fabrika işçilerinden, ne de salt maddi üretim yapan ya da artı-değer üreten işçilerden (yani üretken emekçiler) ibarettir. Ne var ki işçi sınıfına dair bu temel Marksist saptama yinelenirken, sanki sol hareketin önemli bir bölümü devrimci faaliyeti yalnızca sanayi işçileriyle sınırlıyormuşçasına bir izlenim oluşturuluyor. Eğer gerçekten durum bu olsaydı, küçük işletmelere vurgu yapmak belli bir politik anlama sahip olurdu. Ama neredeyse hiçbir siyasal akımın, sanayi işçilerinin örgütlenmesi görevini pratikte yeterince ciddiye almadığı bu topraklarda, belli bir hava yaratılarak, varoşlara ve küçük işletmelere özel bir vurgu yapmak niyetin ne olduğunu açığa vuruyor.
Aslında işçi sınıfının yalnızca sanayi işçilerinden ya da sadece artı-değer üretenlerden oluştuğu fikri, tümüyle Stalinist bir bakış açısının ürünüdür. Kendi statükosunu korumak üzere dünya devrimine ihanet eden Sovyet bürokrasisi, Avrupa’da bile sosyalist devrim için gerekli koşulların olgunlaşmadığını iddia ediyordu. Bu iddiayı ispat etmek üzere işçi sınıfının niceliği olduğundan da az gösterilmeye çalışıldı ve işçi sınıfı sanayide çalışan kol işçileriyle sınırlı tutuldu. Proleter devrimin koşullarını, toplumun bağrında, sınıfların karşılıklı kutuplaşmasında ve işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinde değil de, çalışma masalarının çekmecelerindeki istatistiklerde arayan İkinci Enternasyonal’den devşirilmiş bu anlayış, farklı bir düzeyde ve yeni argümanlarla Stalinizmin hortlattığı ve dikte ettiği bir anlayıştır.
Küçük-burjuva sosyalistleri ya da devrimci popülistler olarak adlandırdığımız grupların bu aynı ortak paydada toplanmalarının nedeni budur. Ama söz konusu gruplar, işçi sınıfının temel örgütleri olan sendikalarda en küçük bir etkiye bile sahip değildirler. Buna rağmen kendilerinin işçi sınıfının öncü partisi ya da örgütü olduğu iddialarından da vazgeçmeyen bu gruplar, söz konusu boşluğu genelde küçük-burjuva katmanlar ve öğrencilerle ve en iyi durumda da sınıfın en geri ve örgütsüz bileşenleriyle doldurmaya çabalıyorlar. Benzer tüm gruplar neredeyse bütünüyle sanayi proletaryasına sırt çevirmişken ve sendikaları bütünüyle sendika bürokratlarının insafına bırakmışlarken, onlara sendikaları değil, varoşları hedef alın demek, küçük-burjuva devrimciliğinin önyargılarını pekiştirmekten başka bir şey değildir.
İkinci bir durum, milliyetçi ve bürokratik bir kalkınma anlayışını savunan ve buna da sosyalizm etiketini yapıştıran reformist nitelikteki örgütler için düşünülebilir. Esasen bu anlayışla hareket eden ve Stalinist bürokratik ikameciliği içlerine bütünüyle sindirmiş bu yapıların sendikalara yönelişinde bir yanlış varsa, bu söz konusu yönelişin kendisinde değil, onun biçim ve yöntemlerinde aranmalıdır. Keza, bu çevreler sınıfın en militan kesimlerine doğrudan ve tabandan ulaşmak ve onları enternasyonalist bir ruh ve bilinçle örgütlemek anlayışından uzaktırlar; sendika bürokratlarına karşı sendikalı işçilere, tabana yönelmek yerine, işçilere karşı sendika bürokratlarına yönelmektedirler. Sınıfın en ileri kesiminin tabanında gerçekten devrimci bir mücadelenin tohumlarını atarak onda gerek anti-kapitalist gerekse de anti-bürokrat bir militan ruh geliştirme perspektifinden uzak ve bunu geliştirebilecek bir hazırlıktan da bütünüyle yoksun olan bu yapılar, sendika bürokrasisinin örgütsel düzeyde yalâkalığını, politik ve ideolojik düzeyde de kuyrukçuluğunu yaparak, kendi söylem ve perspektiflerini bürokrasinin milliyetçiliğine ve sınıf işbirlikçiliğine uyarlıyorlar. Onlarda eleştirilmesi ve teşhir edilmesi gereken yan budur.
İşçi sınıfının yalnızca büyük fabrikalardaki işçilerden oluşmadığını, küçük ve orta ölçekli fabrika ve işletmelerdeki işçileri, hizmet sektöründe istihdam edilen milyonları, devlette memur adı altında çalıştırılan milyonlarca işçiyi, tarım işçilerini, geçici işçileri, evde çalışanların önemli bir bölümünü ve en önemlisi işsizleri de içerdiğini vurgulamak çok büyük önem taşıyor şüphesiz. Fakat sadece sınıfın nesnel açıdan parçalı, heterojen yapısını değil, aynı zamanda bu yapının sınıf bilincinin gelişiminde önemli sonuçlar doğurduğunu da gözden kaçırmamak gerekir.
Özellikle çalışanlara birer işçi değil “eleman” gözüyle bakılan ve genellikle işçilerin de kendilerini öyle gördükleri hizmet sektöründe, çalışanların genellikle yaptıkları işi geçici nitelikte gördüğü küçük işletmelerde, işçi sınıfının üyelerinin muazzam bir dağınıklık, parçalanmışlık, patronların da çabalarıyla son derece gelişmiş bir iç rekabet, son derece küçük-burjuva önyargı ve beklentiler içinde olması, onların kolektif davranmalarının ve böylece kolektif bir sınıfın üyeleri olduğu bilincinin en temel basamaklarına ulaşmalarının önünde duran nesnel engellerdir.
Bu engellerin aşılması, buralarda kendiliğinden gerçekleşecek bir yükselişle ya da salt komünistlerin müdahalesiyle değil, tarihin de gösterdiği gibi, işçi sınıfının büyük fabrikalardaki devrimci yükselişinin buralara da yansımasıyla mümkün olabilir.
İşçi sınıfının farklı kesimleri, sınıf mücadelesine de farklı düzeylerden girdiler bugüne kadar. Dolayısıyla, sınıf içi farklılıkları dile getirirken, komünistlerin gerçek amacı sınıf faaliyetinde tutulması gereken ana halkayı saptamaktır: Sınıf içersinde bilinçce en önde gelenlerden dışarıya doğru genişleyen bir çizgide komünist bir faaliyet yürütmek!
Marksistler için işçi sınıfının kalbi, çekirdeği, özü ve ruhu sanayi proletaryasıdır. Bir bütün olarak işçi sınıfını ayağa kaldırmak, çevreden merkeze doğru bir süreç değil, merkezden çevreye dalga dalga yayılacak bir süreç olarak algılanmalıdır. Burada kilit sorun sayılar değil bilinç ve örgütlülük unsurudur.
“İşçi sınıfının en dinamik kesimleri”
Tüm bu gerçeklere dikkat çekmeyi sendikalizm ve ekonomizm olarak görenler var. Böylelerine göre büyük fabrika işçileri aristokrattır, reformisttir, statükolarına en bağlı kesimdir. Peki o zaman sınıfın öncü kesimi nerede toplanmıştır? Tek bir yanıtı var: küçük işletmelerde!
Bu noktada tarihin bugüne dek gördüğü tek başarılı proleter devrimin ülkesindeki deneyimlere döne döne bakmak yararlı olacaktır. Örneğin Rusya’da 1905 kitle grevlerinin öncüleri, küçük işletmelerde çalışan işçiler miydi yoksa Petersburg’un en büyük metalürji fabrikalarından biri olan Putilov’daki 12.000 grevci işçi mi? Fazla değil iki kişinin işten atılmasıyla başlayan bu grev, diğer büyük fabrikaları da hızla sararak Rosa Luxemburg’un aktardığına göre 140.000 kişilik bir kitle grevine ve ardından da papaz Gapon’un önderliğinde 200.000 kişilik bir topluluğun Kışlık Saraya yürüyüşüne dönüşüyordu. Bu deneyimi Lenin’in nasıl değerlendirdiğini merak edenlere Lenin’in “1905 Devrimi Üzerine Bir Konferans” adlı makalesini öneririz. Lenin bu yazısında metalürji işçilerinin ve büyük fabrikaların “sadece Rusya’da değil tüm kapitalist ülkelerde” nasıl sınıfın öncüsü olduğunu ve diğer işçileri nasıl peşlerinden sürüklediğini sayfalar boyunca anlatmaktadır. Çok önemli olması bakımından bu değerlendirmelerin bir kısmını aktarmak istiyoruz:
Rus devriminin tarihi bize, mücadeleyi en büyük direşkenlik ve en büyük fedakârlık ruhuyla yürütenin tam da ücretli işçilerin öncü müfrezesi, elit kesimi olduğunu gösteriyor. Fabrikaların çapı ne kadar büyükse, grevler o kadar uzun solukluydu, bir ve aynı yıl içinde grevlerin tekrarlanması o kadar sık oluyordu. Kentler ne kadar büyükse, proletaryanın mücadeledeki rolü o kadar yüksekti ... [1]
Büyük fabrika işçileri, Lenin’e göre “işçilerin öncü müfrezesi, elit kesimi”dir. Fabrikaların ve dahası kentlerin büyüklüğü ile mücadelenin büyüklüğü arasında doğrudan bir bağ kuran ve bunu tarihsel bir ders olarak sunan Lenin, lafazanların sendikalist-ekonomist suçlamasını hak etmiştir kuşkusuz!
Devam edelim. “Statükolarına en fazla bağlı olan” bu kesimleri bakın Lenin nasıl en fedakar kesim olarak adlandırıyor:
Rusya’da –diğer kapitalist ülkelerde de olduğu gibi– metal işçileri, proletaryanın ileri müfrezesini oluştururlar ... 1905 yılında her Rus fabrika işçisinin, grevler sonucunda ortalama 10 Ruble –savaş öncesi kura göre yaklaşık 26 Frank– kayba uğradığı, deyim yerindeyse mücadeleye feda ettiği saptanmıştır. Fakat tek başına metal işçilerini aldığımızda, bu rakamın üç kat fazlasını elde ederiz! İşçi sınıfının en iyi unsurları, müteredditleri peşinden sürükleyerek, uyuyanları uyandırarak, güçsüzleri cesaretlendirerek en önde yürüdüler. [2] (abç)
Lafazanların kriterlerini dikkate alacak olursak; Lenin, bir sektörün işçilerini proletaryanın ileri müfrezesi olarak değerlendirdiğine göre, “stratejik sektör saplantısıyla malûl” ve dahası bu tip sektörleri sendikalist bir bakış açısıyla değerlendiren biri olmalıdır! Lafazanların huzurunu daha da kaçıracak şu satırlara bakalım:
1905 yılındaki grev mücadeleleri sırasında Rusya’da metal işçileriyle tekstil işçilerinin durumuna daha yakından bakalım. Metal işçileri en iyi ücret alan, en aydın, kültür seviyesi en yüksek proleterlerdir.[3]
Yani lafazanların terminolojisini kullanırsak, metal işçileri ayrıcalıklı-aristokrat ve azınlıkta kalan unsurlardır ve bu nedenle (?) reformist olmalıdırlar! Ve devrimci fikirlere daha teşne olan çoğunluk başka yerde aranmalıdır! Ama Lenin öyle düşünmüyor. En iyi ücreti almalarına rağmen en fedakâr olanlar onlardı diyor. “Eğitimli” olmaları da bir dezavantaj değil avantajdı diye ekliyor. Tekstil işçileri, diyor Lenin, sayıca metal işçilerinin iki buçuk katıydı ve dahası:
1905 yılında Rusya’da sayıları metal işçilerinin sayısının iki buçuk katı olan tekstil işçileri ise en geri, en az ücret alan ve köydeki aileleriyle çok yönlü bağlarını kesin olarak kesmemiş yığını oluşturmaktadır...[4]
Yani lafazanların terminolojisine göre “sınıfın en dinamik kesimi” olarak adlandırılmak için tüm özelliklere sahiptirler. Onlara göre bu tip unsurlar, “aristokrat büyük fabrika işçileri” gibi sadece kendi ayrıcalıklarını geliştirmek üzere sendikal sınırlara hapsolmuş bir mücadele için değil, düzen dışına sarkan bir mücadele için de en hazır, en politize olmuş unsurlardır. Ama Lenin, onlar gibi düşünmüyor:
...Ve burada şu çok önemli olguyu görürüz. Metal işçilerinin grevlerinde bütün 1905 yılı boyunca, politik grevlerin ekonomik grevlere üstünlük sağladığını görürüz, yılın başında bu üstünlük özellikle yılın sonunda olduğu kadar büyük olmamasına rağmen. Buna karşılık tekstil işçilerinde 1905 yılı başında ekonomik grevlerin çok daha ağırlıklı olduğunu görürüz, ve ancak yıl sonunda politik grevler üstünlük sağlamaya başladılar.[5]
Demek ki, “dinamik kesimler” yine “aristokrat kesimler”in ardından mücadeleye atıldılar ve yine bu ikincilerin açtığı yoldan ilerlediler.
Şimdi de tüm taban tabana zıt yaklaşımlarına rağmen Leninist parti anlayışını sahiplendiği iddiasında olanların, sınıfın esas bileşenlerinin, en dinamik kesimlerinin ve dahası parti inşasının kilit öğesi olarak gösterdiği kesimlerin kimlerden ibaret olduğunu hatırlatalım: orman işçileri, balıkçılar, tarım işçileri, evde çalışan işçiler, taşeronda çalışanlar, küçük atölye ve sanayi sitesi işçileri, ev işlerinde çalışanlar, temizlik işlerinde çalışanlar, inşaat ve yan dallarında çalışan işçiler, göçmen işçiler, çıraklar vb.
Bu kesimleri dinamik ve devrimci fikirlere en teşne kesim olarak gösterenler, tüm bu kesimlerin ortak özelliği olarak, bilinçsiz, vasıfsız olmalarını, işçi sınıfının en yoksul kesimini oluşturmalarını, daha fazla eşitsizlik, baskı ve sömürüyle karşı karşıya olmalarını, parçalanma ve tecrit edilme gibi sorunlar yaşamalarını vb. öne çıkarıyorlar. Bu kesimler, bizzat onları öne çıkaranların da ifade ettiği gibi, baskı ve güvensizlik içindeler, hem kendi aralarında, hem de işçi sınıfının diğer kesimleriyle iletişimleri yok, dağınıklar ve bazen sürekli ikametleri yok, çalışma saatlerinin uzunluğu nedeniyle örgütlenme ve eğitim için zamanları yok, örgütlenmenin yararından ve hatta çoğunlukla işçi olduklarından habersizler.
İşçi sınıfının bu kesimlerinin sözü edilen özellikleri gerçekten de nesnel bir olguyu dile getirir. Ama tam da bu özelliklerinden dolayı, bu kesimlerin bıraktık devrimci komünist siyasal bilinci, sıradan ortalama bir sınıf bilincini edinmesinin bile önünde ciddi engeller olduğunu söylemek zorundayız. Çünkü büyük fabrika işçilerine kolektif davranabilme özelliğini veren nesnellikten yoksundurlar: Tecrit edilmişlerdir, parçalanmışlardır, atomize olmuşlardır, ne birbirleriyle ne de diğer işçilerle iletişim ve ilişkileri vardır, muazzam ölçüde çalıştırılmakta ve geriye hemen hiç zamanları kalmamaktadır ve en önemlisi işçi olduklarından bile habersizdirler. Tüm bunların farkında olan bir komünist buradan tek bir sonuç çıkarır: İşçi sınıfının bu kesimleri devrimci mücadeleye öncülük edemezler. Yukarıdaki pasajda anılan özellikler, küçük işletme işçilerinden de öte neredeyse bütünüyle şekilsiz bir işçi yığınını anlatmaktadır. Bu denli şekilsiz bir işçi yığını, ancak muazzam büyüklükteki bir altüst oluşun içinde, öncü değil, öncünün yardımıyla onu örnek alan, onun peşinden giden bir tutum izlediği sürece devrim davasına anlamlı bir katkı yapabilir.
Oysa sol lafazanların iddiasına göre, yukarıda tanımlanan “görünmeyen işçiler” işçi sınıfının en politize kesimlerini oluşturmaktadır! Bu iddia, bıraktık doğruluğu ya da yanlışlığını, her şeyden önce sunulan diğer argümanlarla çelişki içindedir. Bir yandan “görünmeyen işçilerin” sınıfın en politize kesimi olduğunu dile getireceksiniz, diğer yandan da yine bu aynı kesimin “örgütlenmenin yararlarından habersiz” olduğunu ve hatta “daha işçi olduğundan bile haberi olmadığı”nı ifade edeceksiniz. Bu ne tür bir politikleşmedir? Lafazanlar işçi sınıfıyla bağ kurma adına, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük bakımından en geri ve dağınık kesimlerine yöneliyorlar. Daha fabrikalar ve büyük işletmelerde hiçbir örgütsel temeli olmadan, daha sendikalı işçilerle ciddiye alınabilir hiçbir bağı olmadan ve her şeyden önemlisi daha bu işin altından kalkabilecek bir örgütsel ve kadrosal birikime kesinlikle sahip değilken, sanki bu görevler çözülmüşçesine işçi sınıfının işsiz ve küçük işletmelere dağılmış kesimlerini üstelik de devrimci bir partinin inşasına dönük stratejik bir yönelim olarak hedef göstermek, son derece tehlikeli bir ciddiyetsizlik göstergesidir.
İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğe sahip kesimlerini, büyük ve orta ölçekli işletmelerde çalışan kesimlerini asla dışlamaksızın ve onlara dönük bir faaliyetin önceliğini unutmaksızın ve dahası tam da bu faaliyetten alınacak güçle, sınıfın örgütsüz, dağınık kesimlerine yönelmek elbette sınıf hareketinin önderliğine soyunan bir devrimci hareketin görevidir. Ne var ki, bu noktada birincisi, işçi sınıfının çeşitli kesimlerini birbirine düşman edecek tutumlardan kaçınmak; ikincisi, dar grupsal çıkarlar uğruna bu görevlerden birini diğerlerini dışlayacak tarzda ortaya koymaktan uzak durmak ve üçüncüsü, sınıfa ulaşılabilecek her alanda bunu, bir reklam ve rekabet malzemesi haline getirmekten kaçınarak, çabanın politik bir kendini tatmin değil, sınıf örgütlenmesi olduğunu faaliyet tarzımızla ortaya koymak gerekir. İşte lafazanların yapmadığı şey de budur.
“Varoşlar”
Varoşlar ve varoş kitleleri üzerine ileri sürülen tezler genellikle tek yanlı bir bakışın ürünüdür. Varoşların işçi sınıfının gerçekten de en örgütsüz, en bilinçsiz, en eğitimsiz, en çok sömürülen kesimlerini de barındırdıklarına kimsenin bir söyleyeceği olamaz. Ama unutmamalı ki, varoşlarda yalnızca “en dinamik” diye adlandırılan işçiler değil, aynı zamanda sendikalı işçiler ve hatta küçük-burjuvazinin bazı kesimleri de ikamet ediyorlar.
İşçi sınıfının Enternasyonal düzeyde örgütlülüğünün olmadığı bir durumda, dünya burjuvazisinin işçi sınıfına saldırılarının en üst düzeyde organize edildiği bir dönemde bu saldırılardan en fazla nasibini alanların örgütsüz ve korunmasız durumdakiler olduğu bir vakıadır. Ne var ki, bu kesimlerin kapitalizm tarafından en ezilen kesimler olmasıyla, yine bu kesimlerin en politize ve devrimci potansiyeli en fazla barındıran kesimler olması arasında doğrudan bir bağ yoktur. Sol lafazanların ısrarla tekrarladığı hata budur. “Sınıfın görünmeyen kesimleri” hakkında ileri sürülen olgusal gerçeklere şüphesiz katılıyoruz, bizim reddettiğimiz şey sol lafazanların bu saptamalar üzerinden kendiliğindenci ve ekonomik-determinist bir bakış açısıyla çıkardığı politik sonuçlar ve dahası komünistlerin acil stratejik görevlerini bulandırıcı tezlerdir. Kendiliğinden kabarmalardan gözü kamaşarak varoşlara yönelmeyi isteyen ve bu yönelimi haklı göstermek için, en çok ezilenlerin en devrimci oldukları şeklindeki eski ve eski olduğu kadar kaba ekonomik-determinist tezlere sarılınmaktadır. Dahası ancak inşa edilmiş bir devrimci partinin altından kalkabileceği sorunları ve örgütleyebileceği kesimleri, devrimci bir partinin inşa sürecinin temel bileşenleri olarak saptamak, söz konusu ekonomist yaklaşımı en absürd sonuçlarına kadar götürmek anlamına geliyor.
Küçük işletmelerde çalışanların sınıfın en dinamik kesimi olduğu şeklindeki yanlış saptamadan bir çırpıda varoşlara sıçranıyor. Çünkü bu işçiler varoşlarda yaşamaktadırlar! Türkiye’de, küçük ve orta ölçekli işletmelerde ve hizmet sektöründe çalışan işçilerin, işsizlerin vb. sınıfın en geniş kesimlerini oluşturduğu doğrudur. Bu kesimlerin, varoşlarda yaşadığı da doğrudur. Ancak bu iki gerçekten yola çıkarak örgütlenme faaliyetinde fabrikaların karşısına varoşların çıkarılması saçmalıktır. Eğer bu tarz düşünenler, bu gerçeklerden yola çıkarak küçük işletmelerde çalışan işçilerin yaşam alanlarını değil, üretim alanlarını kendilerine temel alsalardı, sorunun boyutları daha farklı olurdu. Bu durumda tartışılması gereken tek şey, küçük işletmelerin tutulması gereken ana halka olup olmadığıdır. Ne var ki, sınıfı örgütlemek için onu üretim alanının dışında ve en atomize halde bulunduğu yaşam alanında kucaklamaya dönük bu yaklaşım diğer tüm küçük-burjuva devrimcilerinin yaklaşımıyla üstüste gelmektedir.
Leninist temellerde örgütlenmiş ya da örgütlenme hedefinde olan bir komünist parti için, faaliyetin temel birimi işyerleridir. Örgütlenmeyi coğrafi ölçütler ya da burjuvazinin belirlediği siyasi-idari birimler (il, ilçe, mahalle vb.) üzerinden yapan legalist ve anti-Leninist çeşitli akımların tersine, komünistler kendi örgütlenme faaliyetlerinde fabrika ve işyerlerini temel alırlar. İşçi semtleri denebilirse sınıf mücadelesinin cephe gerisidir. Bu alanda gerçekleştirilecek bir örgütlenme, komünist faaliyetin bir noktasında zorunlu olsa bile, bu çalışma esas olarak işyerlerinde yürütülen faaliyetin tamamlayıcı bir unsuru anlamını taşır. İşyeri ve mahalli örgütlenme birbirini dışlamaz, tersine tamamlar. Ancak yine de bu bütünsel faaliyetin, hele ki içinden geçtiğimiz dönem gibi, devrimci bir önderliğin henüz yaratılamadığı koşullarda, öncelik taşıyan parçası, bu bütünün ana halkası işyeri örgütlülüğüdür.
Komünist faaliyetin belli bir gelişim düzeyinde, yalnızca işçi sınıfının değil, kapitalist topluma şu veya bu düzeyde muhalif olan diğer kesimlerin de örgütlenmesine girişmek, kapitalist topluma ya da genel olarak sınıflı toplumlara has bir takım egemenlik ilişkilerinin kırılmasına dönük potansiyelleri değerlendirmek şüphesiz işyerlerinin ötesine taşan bir faaliyeti zorunlu kılar. Ancak komünistler açısından unutulmaması gereken nokta, tüm bu muhalif dereciklerin işçi sınıfı hareketine akmalarını sağlamaksa, bunun ancak ve her şeyden önce işçi sınıfını bizzat sınıfsal bir temelde örgütlemekten geçtiğidir.
“Büyük fabrikalar kalelerimiz olmalı” diyen Lenin’in örgüt anlayışının, fabrika hücreleri temelinde şekillendiği gerçeği unutturulmuştur. Oysa bu gerçek, işçilerin en başta üretim alanlarında örgütlenebileceği ve örgütlendirilmesi gerektiğini anlatır.
Varoşları öne çıkaranlar, teorik düzeyde, işçi sınıfının devrimci niteliğini üretim alanından koparmakla işe başlamışlardı. Onlara göre, işçi sınıfının devrimci potansiyelinin onun kapitalist üretim içerisinde tuttuğu yerle doğrudan bir bağı yoktu. İşte böylece bu inkârın neden yapıldığını görmüş oluyoruz. Eğer işçilerin devrimci niteliği ve potansiyeli üretim alanlarındaki konumlarından kaynaklanmıyorsa, bu durumda sınıfın komünist örgütlülüğünü, fabrika ya da işyerini temel alan bir yaklaşımla gerçekleştirmek ve sınıfın yaşam alanlarında yürütülen faaliyeti, üretim alanlarında yürütülen faaliyetle birleştirmek hiç de zorunlu değildir. Böylece sorun işçilere hangi mekândan ulaşılabileceğine indirgenmiştir.
Oysa sorun bu değildir. İşçi sınıfının örgütlenmesinin temel sorunu, bu sınıfın gücünü, birlikteliğini üretim alanından alması ve bu nedenle kapitalizmin devrilmesi mücadelesinde üzerine düşen öncü görevini ancak bu alana ayaklarını basarak yerine getirebilmesidir. İşçi sınıfı bizzat üretim alanında işyeri hücreleri temelinde örgütlenmediği ve bu alanda harekete geçirilemediği sürece, toplumun herhangi bir bireyi olarak kendi yaşam alanlarında öncü rolü değil sıradan bir rol oynayacaktır. İşçi, emek-sermaye çelişkisini doğrudan, ilkin ve her şeyden önce işyerinde yaşar. Bunun nedeni kapitalizmin temel çelişkisinin, malların ve hizmetlerin bölüşüm alanında değil üretim alanında olmasından kaynaklanır. Keza bölüşüm alanında kimi reformların yapılmasıyla, işçi semtlerinin daha yaşanabilir hale getirilmesiyle bu alanlardaki sorunlar ve çelişkiler hafifletilebilir ama kapitalizm kapitalizm olarak kaldığı sürece üretim alanındaki çelişki ortadan kaldırılamaz. İşçi sınıfını vareden ve onun savaşması gereken çelişki de bu çelişkidir. Proletarya bunu yok etmek için gereksindiği gücü ancak bu çelişkinin her an yeniden üretildiği alanda bulabilir.
İşçi işyerinde bütünüyle çıplak bir hale gelmiş ve her türlü yapay ayrımı aşmış bir sınıf kimliğine sahiptir. Oysa buradan çıkıp yaşadığı mahalleye gittiğinde, burjuvazi ona türlü türlü yeni kimlikler sunacak ve bu kimliklere göre hareket etmesini empoze edecektir. O fabrikasında bir işçidir, evinde ise diğer herkes gibi halkın sıradan üyelerinden biri, bir bireydir: Bir baba, bir ana ya da bir evlattır, koca ya da karıdır, Kürttür ya da Türktür, sünnidir ya da alevidir, A partilidir ya da B partilidir, Fenerlidir ya da Cimbomludur vs.
Büyük işyerlerinde örgütlenmeyi bütünüyle bir tarafa bırakan ve dahası buna bir alternatif olarak sunulan, işçileri yaşadıkları alanda bireyler olarak kazanma anlayışı, işçileri toplumun diğer katman ve sınıflarından ayırmayan bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış, toplumun önem dereceleri ve çıkarları birbirinden farklı sınıflardan değil de mevcut iktidara kin duyan eşit niteliklere sahip ve bu açıdan da homojen bir halktan oluştuğunu ileri süren popülist anlayışın özüdür. Bu topraklarda egemenlik süren bu popülist anlayış da işçileri örgütlemeye karşı değildir ama onları işçi olarak değil halkın bir parçası olarak örgütler. Ve bu anlayışların işyerlerinde değil varoşlarda yoğunlaşmalarının nedeni tam da budur.
Defalarca yazdık, işçi sınıfı hareketinin devrimci bir temelde yükselişi ne küçük işletmelerden büyük işletmelere doğru bir çizgi izler ne de varoşlardan fabrikalara doğru uzanır. Tam tersi geçerlidir. Varoşlarda biriken muazzam yıkıcı potansiyelin kendiliğinden patlamalara yol açabileceğini ve açtığını reddetmek şüphesiz mümkün değildir. Ama proleter devrim sorunu örgütsüz durumdaki yığınların öfke patlamalarından ibaret değildir. Ayağa kalkan kitleler, ancak devrimci bir talepler programının bayrağı altında birleştiklerinde ve kitlelere önderlik edebilecek devrimci bir örgütlülüğün peşine takıldıklarında gerçek devrimci potansiyellerini açığa çıkarabilirler. İşçi sınıfı yeni bir toplum yaratma potansiyelini ancak kolektif olarak yani örgütlü ve bilinçli bir temelde açığa çıkarabilir. Bu olmadığı sürece, tarihin defalarca kanıtladığı gibi, sınıfın geniş kitlelerinin isyanı şu ya da bu egemen sınıf kesiminin peşine takılarak onların payandası olmaktan veya ezici bir yenilgi yaşamaktan kurtulamaz.
Sınıfın örgütlenmeye, disiplinli ve kolektif davranma yeteneğine en fazla sahip olan kesiminin örgütlü kesimler olduğunu anlamak o denli karmaşık bir şey değildir. İşte bu nedenle diyebiliriz ki, sınıfın dağınık ve örgütsüz kesimlerinin kendiliğinden patlamaları gayet mümkün olsa bile, sonuç alıcı kavgayı verecek, belirleyici olacak olan güç her zaman işçi sınıfının çekirdeği olan, örgütlü sanayi işçileri olmuştur. Geniş ve son derece heterojen olan işçi sınıfının savaş kurmayı bu kesim içinden çıkacaktır. Demek ki sınıfın diğer kesimlerinin devrimci potansiyelini proleter devrim doğrultusunda açığa çıkarabilmesi ve yine işçi semtlerinde ciddi, istikrarlı, örgütlü ve disiplinli bir yükselişin olabilmesi için tam da bu özelliklere sahip bir mücadelenin fabrikalarda ve büyük işyerlerinde patlak vermesi gerekir. Böyle bir mücadele bir kez patlak verdiğinde kaçınılmaz olarak işçilerin yaşam alanlarına da sıçrayacaktır. Semtlerdeki yükseliş fabrikalardan beslenecektir ve dönüp oradaki yükselişi daha da ilerletecektir. Zonguldak grevini hatırlayalım. Madenlerden başlayan mücadele yerüstündeki işletmeleri de kucaklayıp sadece işçileri değil, öğrencileri, esnafları vb. de kapsayarak bir anda tüm şehre yayılmıştı. Ama işçilerle birlikte ayağa kalkan tüm Zonguldak, işçilerin normal çalışma rutinine geri dönmesiyle yine onlarla birlikte yerine oturuyordu. Ders çıkarmayı bilenler için geride bıraktığımız şu kısır dönem bile yeterli malzemeyi sunmaktadır.
Anlaşılması pek de zor olmayan tüm bu gerçekliği kavrayamayanlar, her türlü sorunu nesnel zemininden koparmakla ve iradeye havale etmekle aslında popülizmle ne kadar iç içe geçtiklerini sergilemektedirler. Varoşlarda gelişen kimi geçici, istikrarsız, örgütsüz, disiplinsiz ve kendiliğinden yükselişlerin fabrikalara yansımadığı dile getirildiğinde bile burada bir nesnellik yerine bir ihanet aranıyor. Ve yine kısır bir döngüye girilip, bu ihanetin esas olarak sendika bürokratlarına atfedildiğini görüyoruz. Bürokratlar şüphesiz ihanet içerisindedirler, ama onlardan başka türlüsünü beklemek büyük bir yanılsama olurdu. Çünkü sorun bürokratların ihanetinden ibaretse, işçi sınıfı hiçbir zaman kurtuluş mücadelesini başarıya ulaştıramayacaktır. Bürokratlar, adı üstünde, o koltuklarda oturabildikleri sürece ihanet etmeye devam edecekler. Biz onlara rağmen yapmamız gerekenleri yapıyor muyuz? İşte mesele budur!
Yapısal Reformizm, Konjonktürel Gericilik!
Özellikle 1995 Gazi direnişinden beri, varoşları övmenin ve sendikaları yermenin yeni gerekçeleri uyduruldu. “Sendikalı kesimler kendi hallerine bırakıldıklarında, hakim ideolojinin … bekçisi konumuna” düşüyorlardı. “İşçi sınıfının bu kesimlerinin çoğunlukla reformizmin güç kaynağı olması tesadüf değildi” ve dolayısıyla “radikal bir devrimci çıkışın kendiliğinden” sendikalarda filizlenmesi de mümkün değildi. Tüm bu doğru tespitler, komünistlerin sendikalardaki yeri doldurulmaz görevlerine vurgu yapmak için değil, varoşlarda bu tip “kendiliğinden” patlamaların mümkün olduğunu, dolayısıyla sendikaları bırakıp varoşlara yüklenmek gerektiğini ileri sürmek için yapılıyor. Sorun da burada.
Bu yanlış anlayış, sanayi proletaryasının içinden geçtiğimiz dönemdeki durumunu konjonktürel ve geçici bir durum olarak değil, yapısal ve kalıcı bir durum olarak ele alır. Sendikaları küçümsemek için bu tespitleri yapanlar, “radikal bir devrimci çıkışın kendiliğinden filizlendiği” bir yer göstermek zorundadırlar. Komünistler bıraktık işçi sınıfının en alt tabakalarını, ne zamandan beri sendikalı işçilerden kendiliğinden proleter devrimci bir çıkış bekler oldular? Komünist bir parti önderliğinin olmadığı durumlarda radikal bir proleter devrimci çıkışın mümkün olmadığını Lenin’den bu yana tüm komünistler defalarca dile getirdi, ama hiç kimse bu çıkışın kendiliğinden sendikalarda filizlenemeyeceği gerçeğinden ne sendikaları küçümsemek için yararlandı ne de proleter bir devrimci çıkışın varoşlarda kendiliğinden patlak vereceği sonucunu türetti. Kendi haline bırakıldığında işçi sınıfının egemen ideolojinin etkisi altına girdiğini yeni bir olgu ve stratejik bir değişimin gerekçesi olarak ileri sürmek, sınıf bilincinin Marksist kavranışından büsbütün uzaklaşmak, Lenin’in sınıf bilincinin gelişimine dair tezlerini kaldırıp bir tarafa atmaktan başka bir şey değildir.
Varoşlarda kendiliğinden patlamaların gerçekleşmesi elbette ki olanaklıdır. Ama her kendiliğinden patlama proleter devrimci bir patlama değildir. İşçi hareketinde bu tip patlamaları bulamadıklarından varoşlara yelken açanlar bu yorumlarıyla kendiliğindenliğin nasıl esiri durumuna geldiklerini bir kez daha sergilemiş oluyorlar.
Sendikalı işçilerin devrimci bir partinin yokluğunda reformizmin tabanını oluşturduğu olgusu ortaya konulurken, bunun karşıtı olarak yine devrimci bir partinin yokluğunda küçük işletmelerde çalışanların devrimciliğin tabanını oluşturduğu ileri sürülüyor. Sendikalı işçiler yapısal nedenlerle reformisttirler, sendikasız olanlar aynı nedenlerle devrimcidirler! İşte sonuç. Bu “devrimciliğin” ne menem bir devrimcilik olduğu da belirsiz bırakılıyor. Oysaki, komünistlerin etkisinin yok denecek kadar az olduğu bir konjonktürde, sendikalı işçilerin genellikle reformizme meyletmesine karşın, sınıfın örgütsüz en alt kesimleri reformizmin bile gerisine düşerek gericiliğin peşine takılmaktadırlar.
Elbette ki, öncü işçiler bile kendi haline bırakıldığında burjuva ideolojisinin etkisine bütünüyle açık hale gelir. Bu onların yetersizliği ve yeteneksizliğinden değil, bir toplumda egemen olan düşüncelerin egemen sınıfın düşünceleri olduğu basit ve çıplak gerçeğinden kaynaklanır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, işçi sınıfının ekonomik mücadele düzeyinde bile örgütsüz, bilinçsiz kesimleri bu etkiye öncekilere oranla kat be kat daha fazla açıktır. Kendi haline bırakıldığında işçi sınıfının sendikalı kesimlerinin reformizmin tabanı haline geldiği gerçeğinin altında buzağı arayanlar, bel bağladıkları “sınıfın görünmeyen kesimleri”nin kendi haline bırakıldığında nasıl faşist, dinci ve muhafazakâr partilerin güdümüne girebildiğini çabucak unutuveriyorlar.
Sınıfın “en örgütsüz, sendikasız, sigortasız, en ezilen, en sömürülen, en ... vs.” kesimlerinin normal dönemlerde gericiliğin payandası haline gelmesi konjonktüre bağlanıyor. Varoşlarda yaşayanların gerici partilerin oy deposu oldukları gerçeğine bakarak, bu kitlelerin kemikleşmiş gericiler olduğuna, gericiliklerinin yapısal nedenleri bulunduğuna dair bir sonuç çıkarmak şüphesiz son derece yanlıştır. Dahası varoşlara ilişkin hiçbir genelleme yapılamaz, çünkü buralarda yaşayanlar bütünüyle heterojendir. Bunların bir kısmı, özellikle geleneksel küçük-burjuva katmanlar elbette ki gericilik açısından çok daha elverişli bir sosyal zemin oluşturuyorlar. Ancak varoşlar bunlardan ibaret değildir ve büyük bir çoğunlukla işçileri barındırmaktadır.
Geleneksel partilerin bunalımı nedeniyle varoş kitlelerinin, dün Refah’ın, Fazilet’in, Saadet’in bugünse AKP’nin arkasına takıldıklarını ifade etmek ve bunu devrimci önderlik eksikliğine, komünistlerin yetersizliğine ve konjonktüre bağlayarak açıklamak doğrudur. Ama sınıfın sendikalı kesimlerinin de reformizmin ya da sosyal-demokrasinin arkasına takılmaları yine aynı nedenlere bağlı değil midir? O halde bu olguyu sendikalı kesimlerin aristokratlaştığı yolundaki sosyolojik değerlendirmelere bağlamak, seçmeci, eklektik bir yaklaşım değil de nedir? Varoşlar söz konusu olduğunda gerici partilere meyletmeyi politik konjonktüre bağlı olarak ele alanların, sendikalı kesimlere gelince yapısal nedenler bulma gayretkeşliği, çabuk güç toplama kaygısınca güdülenen “varoşçu” bir manipülasyondan başka bir şey değildir.
[1] Lenin, “1905 Devrimi Üzerine Bir Konferans”, Seçme Eserler, İnter Yay., c.3, s.16-17
[2] Lenin, age, s.17
[3] Lenin, age, s.18
[4] Lenin, age, s.18
[5] Lenin, age, s.18
link: Özgür Doğan, İşçi Sınıfı ve Varoşlar, 25 Şubat 2003, https://marksist.net/node/134
ABD İmparatorluğu İçin Sonun Başlangıcı mı?
Feminizme Karşı Marksizm