Yıl 1950. Demokrat Parti hükümeti NATO’ya girebilmek için ABD egemenlerinin çağrısını fırsat bilip 5000’in üzerinde Türk askerini Kore savaşına gönderdi. Savaşa asker göndermenin toplumda meşru görülebilmesi için dönemin hükümet yanlısı gazeteleri “dinsiz, imansız kızıl komünistlere” savaş açan “hürriyet savaşçısı Amerika’ya” övgüler diziyorlardı. Ankara radyosundaki “NATO Saati”, “Marshall Saati”, “Birleşmiş Milletler Saati” adlı programlarda, “hür dünya”nın lideri ABD’nin sadık müttefik Türkiye’ye yardımlarından övgüyle bahsediliyordu. Yalnızca bir ses duyulmuyordu o gazetelerden ve radyolardan: Bu savaşın gerçek mağdurlarının sesi. Evlatlarını yitiren anaların ve barış isteyenlerin sesi. Savaşa karşı çıkmak yasaktı. Savaşa karşı çıkanlar vatan haini ilan ediliyor ve tutuklanıyorlardı. Barış yanlısı gazeteler ve dernekler kapatılıyordu.
Kore nereydi? Askerin ne işi var Kore’de diyen anaların yandı yüreği ama ne çare, devlete karşı gelinmezdi! Yüzlerce asker öldü, esir alındı ve çoğunun akıbeti belli bile olmadı. İşte bu nedenle nice ana acılarını ağıtlarla dile getirdi gencecik evladının ardından. Erzurum’dan da bir ses, bir feryat yükseldi. Bu ses yaralı yüreklerin tercümanı oldu:
Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte canan bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Yandı ciğerim de canan buna ne çare
Analar yitirdikleri canlarının ardından çaresizce gözyaşı dökerken, Demokrat Parti bakanlarından Samet Ağaoğlu övünerek şöyle bir demeç veriyordu gazetelere: “Kore’de bir avuç kan verdik ama büyük devletler arasına girdik.” Utanmadan bunları söyleyebiliyordu çünkü o bir avuç kan, kendi evlatlarının değil yoksulların kanıydı. Ölenler yoksulların çocuğuydu ve egemenlerin gözünde çok kolay harcanabilirlerdi. Dönemin ABD Savunma Bakanının maliyeti sudan ucuz dediği 23 sentlik askerlerdi onlar.
Kore dağlarında ot bucak bucak
Ne bilsin analar oy oy böyle olacak
Rahmet yerine kurşun yağacak
Gitti de gelmez canan buna ne çare
Yandı ciğerim de canan buna ne çare
Ağıdı hepimiz bilsek de bu ikinci bölümünü çoğumuz ilk kez duyuyor olabiliriz. Çünkü gerçekleri gizlemek isteyen egemenler, ezilenin feryadını, sesini boğmak isteyen devlet, anaların ağıdına da sansür uyguladı. TRT tarafından pek çok kez yapıldığı gibi, ağıdın gerçek sözleri çıkartılıp uydurma bir aşk hikâyesine çevrilen yeni bir bölüm eklendi. İşte gerçek hikâyesi, yıllarca bir aşk türküsü olarak dinlenip söylenen türkünün uydurma bölümü:
Bir güzel simadır aklımı alan
Aşkın sevdasını canan sineme saran
Bizi kınamasın ehli-din olan
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Yandı ciğerim de canan buna ne çare
Devlet “gerekeni” yapmıştı, çünkü anaların ağıtları, ezilenlerin acılarını dile getirmeleri, gerçekleri görmeleri, isyan etmeleri her şeyden daha tehlikeli görülüyordu. Sansürlediler anaların sözlerini. Dilden dile dolaşmasını istemediler. Anaların, kardeş halkların dert ortağı olup aynı duyguları paylaşmalarını istemediler. Söze kelepçe vurdular insanları yan yana getirmesin diye. İki milyon Korelinin ve yüzlerce Türk askerinin ölümüne sebep olan savaşın ortağı devlet, yalanlarını topluma yutturmaya çalışırken anaların haykırışları duyulmamalıydı elbet. Yoksul halkın evlatlarının burjuvazinin çıkarları uğruna öldükleri bilinmemeliydi. Ne de olsa önemli olan burjuvazinin elde ettiği ayrıcalıklar ve anlaşmalardı.
Ne acıdır ki bugün de aynı şeyler tekerrür ediyor. Egemenlerin kendi çıkarları uğruna yürüttükleri savaşları topluma onaylatabilmeleri gerekiyor. Bunun için toplum milliyetçi fikirlerle ve yabancı düşmanlığıyla besleniyor. Sonuç olarak halklar birbirlerine düşman hale getiriliyor. İçinden geçtiğimiz zamansa savaşın yarattığı yıkımı ve acıları daha yakıcı bir şekilde hissettiriyor bizlere. Yerle bir ediliyor Filistin. Binlerce insan çoluk çocuk, kadın, erkek, yaşlı demeden katlediliyor. Bugünse vatan haini ilan edilenler, Filistin halkının yanında olduklarını söyleyen ve kendi ülkelerinin başlattığı katliama dur diyen İsrailli barış yanlıları oldu. Onlar da Filistinli anaların acılarını duyurmaya çalışıyorlar. Çok tanıdık değil mi? Türkiye’de de susturulmak, boğulmak istenen Kürt anaların feryatlarını duyanlar, acılarının dinmesi için mücadele edenler yine hainlikle, teröristlikle damgalanmıyor mu? Dün Kore’de savaşa karşı çıkanlara yapıldığı gibi bugün de Kürt halkına yönelik savaşa karşı çıkanlar cezalandırılmıyor mu? Analara da, evlatları hapiste olan, evlatları kaybedilen anaların sesine ses verenlere de nice acılar yaşatılmıyor mu?
Bizim sesimiz zalime karşı mazlumun, ezene karşı ezilenin, kötülüğe karşı haklının, güzelin, doğrunun sesidir. Dünyanın neresinde olursak olalım dilimize, sözümüze kelepçe vurmaya çalışanların karşısında olduk ve olacağız. Hep bir ağızdan barışın türkülerini şarkılarını söylemeye devam ettik ve edeceğiz. Sansür de uygulasalar, yasak da koysalar bu şarkılar ve türküler söyleniyor, söylenecek. Gerçek özgürlüğün ve kardeşliğin olduğu bir dünya özlemini boğamayacaklar.
link: Ayşe Çelik, Anaların Ağıtlarına Sansür, 26 Haziran 2024, https://marksist.net/node/8296
“The Old Oak”: Düşmanı Görmek İçin Tepedekilere Bak
Talan Edilen Doğa ve Muktedirlerin Yüzsüzlüğü