Erdoğan daha cumhurbaşkanı seçilmeden önce alışılagelmiş bir cumhurbaşkanı olmayacağını söylemiş, seçildikten sonra da bunun pratik adımlarını atmıştı. 14 Ağustos 2015’te ise “Cumhurbaşkanı elbette yetkiler çerçevesinde, ama doğrudan millete karşı sorumlu olarak görevini yürütmek durumundadır, ister kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun Anayasal olarak kesinleştirilmesidir” demişti. O zamandan beri iktidarın otoriter çizgisi bu fiili durumu kesinleştirmek için daha da kalınlaştı ve faşist tırmanış sürecine girildi. Bu süreç çelişkilerle de yüklü olsa çeşitli alanlarda atılan yeni adımlarla devam ediyor.
Sürecin önemli aşamalarından biri olan dokunulmazlıkların kaldırılmasından sonra, HDP’li vekiller hakkındaki fezlekeler jet hızıyla savcılıklara ulaştırıldı. İki vekil ifadeye çağrıldı bile. Anayasaya göre hakkında mahkûmiyet kararı çıkan isimlerin milletvekillikleri, kararın Meclis Genel Kuruluna bildirilmesiyle düşecek. Bunun sonuçlarının, henüz hafızalardan silinmemiş olan DEP’li vekillerin Meclis’ten yaka paça alınarak tutuklanmasından daha ağır olacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Daha önce çokça yazdığımız üzere, olağanüstü koşullar olağanüstü rejimlerin yolunu döşer. Ama bu demek değildir ki, siyasal süreçleri sadece nesnel faktörler belirler. Tersine, olağanüstü koşullar kişilere, süreci kendi politik emelleri doğrultusunda yönetebilmelerini sağlayan tepeden kriz yaratma olanaklarını da verir. Bonapartlar ve Führerler bu olağanüstü koşullardan istifade ederek yarattıkları krizler sayesinde iktidar koltuğunda oturabilirler. Erdoğan da tarihteki diğer benzerleri gibi, düzenin çivilerini yerinden oynatmak pahasına, sürekli minyatür darbeler yaparak, istikrar adına istikrarsızlık yaratarak, düzen adına kaos yaratarak istediği başkanlık rejimini tesis etmeye çalışıyor.
Bu kapsamda, başkanlığının önündeki en önemli engellerden birisi Kürt halkının direnişi ve HDP’nin varlığı olduğu için, burayı kaşımaktan imtina etmiyor. DBP’li belediyeler[*] de uzun zamandır iktidarın özel ilgisine mazhar olmuş durumda. Hatta sabık başbakan Davutoğlu Mardin’de Master Planını açıklarken açıkça yalan söylemiş, Mardin belediyesinin personel giderinin Türkiye ortalamasının çok üzerinde olduğunu iddia ederek bu paraların nerelere harcandığının hesabını sormakla tehdit etmişti. İktidarın sözcülerine ve medyasına göre DBP’li belediyeler, halkın parasını belediye hizmetleri için kullanmıyor, PKK’yi finanse ediyor. Bölgedeki 102 belediye, bazısı iki yıldan beri müfettişler tarafından sıkı bir şekilde denetleniyor. Bir açık bulmak için belediyelerin tüm kayıtlarını inceleyen müfettişler olağandışı bir harcama, yolsuzluk veya usulsüzlük bulamadılar. Buna rağmen AKP’lilerin ve medyanın karalamalarından, iftiralarından kurtulamıyorlar. Belediyelerde DBP olmasına rağmen, HDP’ye karşı antipatiyi arttırmak için “HDP’li belediyeler dağ kadrosundan işçi alıyor”, “HDP’li belediyeler PKK’ya para aktarmışlar” manşetleri atılıyor. Teftişlerden istediği sonucu elde edemeyen AKP, DBP’li belediyelere darbe vurabilmek için yasal bir düzenleme yapmayı planlıyor. Henüz detayları belli olmasa da, AKP medyasına yansıdığı kadarıyla, yeni düzenlemeyle “teröre destek verdiği” tespit edilen belediye başkanları görevden alınacak ve yerlerine mülki amirlerin önerileri doğrultusunda İçişleri Bakanlığı tarafından yeni atamalar yapılacak. Mevcut durumda da tutuklanan veya görevden uzaklaştırılan çok sayıda belediye başkanı var. Ancak bunların yerine vekilleri başkanlık görevini devralıyor. İşte yeni yasa başkanın yerine merkezden birisinin atanmasını sağlayarak belediyelerin resmen işgal edilmesini amaçlıyor.
“Kürt kapanı” ile düzen içi muhalefeti felçleştiren Erdoğan, her alanda gerilimi ve kutuplaşmayı tırmandıracak adımlar atıyor. Erdoğan tipi başkanlık sistemi için Anayasa hiçe sayılıyor, yasasından tüzüğüne kadar mevzuatta ihtiyaç duyulan tüm değişiklikler yapılıyor. Keyfiliğin kılıfı hazırlanıyor, kılıf hazırlanamıyorsa bile kimsenin yapılanları engellemeye gücü yetmiyor. Böylece düzenin çivisi yerinden oynadıkça oynuyor. Ancak bu da yetmiyor arzulanan başkanlık sistemi için. Meclisin iktidarın istediği kadar hızlı ve sorunsuz çalışamamasının ve bazı fiili uygulamalara yasal çerçeve kazandırılamamasının önemli sebeplerinden birisi olarak Meclis İç Tüzüğünü gören Erdoğan, bu konuda gerekli değişikliklerin yapılmasını buyurdu. İç Tüzüğün Meclis’in çalışmasına ilkellik getirdiğini söyleyen Erdoğan, “kutlu yürüyüşün” hızlanması için ilk iş olarak bunun Meclis’in çalışma takvimine alınmasının talimatını verdi.
Erdoğan, aslında parlamenter sistemin kendisini ilkellik olarak görüyor. Yıllardır “Yeni Türkiye” için başkanlık sistemine ihtiyaç olduğunu söyleyerek parlamenter rejimi hedef tahtasına oturtuyor. Yaptığı hamlelerle yürütme gücünü mutlaklaştırıyor ve kendi elinde topluyor. Bonaparte da hükümet darbesi için uygun koşulları hazırlarken, parlamentonun aczini sergileyecek adımlar atıyor ve yalnızca hiç bilinmeyen, önemsiz kişilerden oluşan sıradan yazıcılar ve memurlar kabinesi ile tüm yürütme gücünü kendi şahsında topluyordu. Erdoğan da ağzından çıkanların tereddütsüz, sorgusuz, sualsiz yerine getirildiği bir sistem hayaliyle öncüllerinin yolunda ilerliyor. Şu parlamenter saçmalıklar olmasa onu ve Türkiye’yi kimse tutamayacak! Olağanüstü rejimlerin tipik özelliklerinden birisidir parlamentonun günah keçisi ilan edilmesi. Elif Çağlı, olağanüstü burjuva rejimleri incelediği Bonapartizmden Faşizme kitabında bu durumu şu cümlelerle ifade ediyordu:
“Parlamenter demokrasi esasen kuvvetler ayrılığını kabul eder ve yasamanın yürütme üzerindeki üstünlüğü prensibine dayanır. Parlamenter rejimin siyasal güç dağılımında, parlamento devlet başkanından ve hükümetten önde gelir. Olağanüstü rejimlerde ise parlamentonun üstünlüğü ve iradesi çiğnenir; siyasal iktidar baskıcı bir yürütme gücünün elinde merkezileşir. Siyasal erkin olağan ve olağanüstü kullanılış biçimleri arasındaki bu farklılık, yasama ve yürütme gücünün topluma yansıma biçimleri arasındaki ayrımdan da anlaşılabilir.”
Nitekim kâğıt üstünde bile olsa Meclis’in varlığı olağanüstü bir rejim inşa edildiğinin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Çünkü ulusun oylarıyla oluşmuş olan Meclis “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yalanına kitlelerin inanmasını sağlıyor. Anti-demokratik yasalardan işçi sınıfının ekonomik haklarına saldırıları içeren yasalara kadar tüm saldırılar şu anda “ulusun oylarıyla seçilmiş” vekillerin o Meclis’te ellerini indirip kaldırmasıyla gerçekleşiyor. Kürt sorununda izlenen politika ve muazzam bir medya gücü ile söylenen yalanlar üzerinden esir alınan toplumun önemli bir çoğunluğu bu gerçekliğin farkına varmaktan uzak.
Şu anda Meclis’te salt çoğunluğu elinde bulunduran AKP, Anayasa hariç mevzuatı istediği gibi değiştirme gücüne sahip. Ancak muhalefet partilerinin bazen halen kaldırılmamış olan prosedür ve teamüllerden faydalanarak iktidarın ajandasını sekteye uğratması Erdoğan’ın canını sıkıyor. İç Tüzük değişikliğinin amacı zaten işlevsiz durumda olan Meclis’i tamamıyla iktidarın güdümüne sokmaktır. İç Tüzük değişikliğiyle birlikte vekillerin konuşma süreleri kısalacak, muhalefetin İç Tüzüğü kullanarak gündeme gelen yasa tasarılarının Genel Kurula gelmesini ve onaylanmasını uzatması engellenecek. Elbette, özel olarak, önümüzdeki dönem Anayasada yapılmak istenen değişikliklerin pürüz çıkmadan kısa sürede Meclis’te onaylanması hedefleniyor bu tasarıyla. Bilindiği üzere, başkanlık sistemini getirecek anayasal değişiklik için istediği ortamı henüz tam olarak sağlayamamış olan Erdoğan, geçici çözüm olarak partili cumhurbaşkanlığı formülünü gündeme getirmişti. Anayasa değişikliğinin pürüzsüz ve hızlı bir şekilde Meclis’ten geçebilmesi için Meclis’in gündemine önce İç Tüzük değişikliği getirilecek. Geçmiş yıllarda da İç Tüzük değişikliği gündeme gelmiş, oluşturulan komisyonlar dünyanın farklı ülkelerindeki örnekleri inceleyerek bir taslak oluşturmuş, ancak uzlaşma sağlanamayınca AKP geri adım atmıştı. Köprünün altından çok sular aktığı için bugün Erdoğan’ın verdiği talimatın yerine getirilmesinin engellenmesi düşük bir olasılık gibi görünüyor. Ne pahasına olursa olsun İç Tüzüğü değiştirmeye çalışacaklar. Mesele Kürtler olunca devlet partisi refleksiyle AKP ve Erdoğan’ın yanında yer alan CHP, İç Tüzük konusunda farklı tutum gösterse bile sonucu değiştirmesi pek mümkün gözükmüyor.
Başkanlık yolunda minyatür darbeler
Elif Çağlı, aynı eserinde şu satırları yazmıştı: “1848 Fransız Anayasası, kuvvetler ayrılığını, farklı iktidar odaklarının doğması noktasına dek genişletmişti. Bu anayasa gereğince halkoyuyla seçilen cumhurbaşkanı, aslında yasama gücü karşısında bir başka güç odağıydı. Günümüzde de sıkça tartışma konusu edilen ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine dayanan Başkanlık sisteminin anlamı işte budur. Bu sistem devlet başkanına, parlamentoyu gölgeleme, icabında anayasayı bile rafa kaldırarak mutlak anlamda egemen olabilme yolunu açmaktadır. Marx’ın dediği gibi, böyle bir sistemde devlet başkanı meclis karşısında bir çeşit tanrısal hakka sahiptir. Nitekim 2 Aralık 1851’de parlamentoyu bir kenara iterek iktidara çöreklenen Louis Bonaparte’ın yolunu açan da bu başkanlık sistemi olmuştur.”
2000’li yılların başında yazılmış olan bu satırlar bugünkü siyasi süreç hakkında önemli ipuçları vermektedir. Erdoğan da halkoyuyla seçilmesini bahane ederek yetkilerinin üzerine çıkmakta, Anayasayı tanımamakta, sözleri hükümet tarafından talimat olarak anında yerine getirilmektedir. Parlamentonun ise esamisi bile okunmamaktadır. Beğenmediği hükümeti değiştirebilecek kadar ipleri elinde tutan Erdoğan’a bunlar bile yetmiyor. Fiili gücünü resmileştirmek ve böylece garanti altına alabilmek için ajandasını bir bir hayata geçiriyor. Her gün yeni bir gelişme veya yeni bir hamleyle karşılaşıyoruz. Marx, Bonaparte’ın iktidara tırmandığı süreci anlatırken “Parisliler için hükümet darbesinin gölgesi artık o kadar çok içli dışlı oldukları bir hayalet haline gelmişti ki” der, “sonunda etten ve kemikten sahicisi göründüğü zaman ona inanmak istemediler.”
Tek adam rejiminin kurulması için yapılması planlanan önemli değişikliklerden birisi de üst yargı ile alâkalı. Meclise sunulan tasarı yasalaştığında Yargıtay ve Danıştay’ın yapısında önemli değişiklikler olacak. Yargıtay’ın daire sayısı 46’dan 24’e, üye sayısı kademeli olarak 516’dan 200’e; Danıştay’ın daire sayısı ise 17’den 10’a, üye sayısı yine kademeli olarak 195’ten 90’a düşürülecek. Yasanın yürürlüğe girdiği tarihte Danıştay ve Yargıtay Başkanları, Başsavcı Vekilleri, Başkanvekilleri, Daire Başkanları ve HSYK’nın Danıştay ve Yargıtay kökenli üyeleri haricindeki Danıştay ve Yargıtay üyelerinin görevi sona erecek. (Yargıtay ve Danıştay başkanlarının neden Erdoğan’la çay topladıklarını da böylece anlıyoruz!) Tasarının püf noktası yeni üyelerin kimler olacağı. Yeni üyelerin listesinin çoktan Saray’da hazırlandığı söyleniyor. Yargı için AKP’liler “oğlan bizim kız bizim” deseler de, üst yargıda az da olsa AKP’li olmayan üyeler var. Yasayla, iktidarın istediği doğrultuda karar almama olasılığı olanları tasfiye etmeyi amaçlıyorlar. Böylece yüzde yüz biat etmiş bir üst yargıyla yola devam edilecek.
Minyatür darbeler bununla sınırlı değil. EMASYA Protokolünü andıran bir yasa tasarısı ile askerin herhangi bir fiilinden dolayı suçlanmasının ve yargılanmasının Başbakanlık veya ilgili bakanların iznine bağlanması, DBP’nin elindeki belediyelere kayyum atanarak Kürt hareketine buradan da bir darbe vurma girişimleri, MİT’teki görev değişiklikleri, üniversitelere kayyum atanması, yurtdışında eğitim kurumu ve yurt açma yetkisinin kurulacak Maarif Vakfına verilmesi, öğretmenlerin rotasyon uygulamasına tâbi tutularak okullarda AKP karşıtı protestoların engellenmesi faşist tırmanış sürecinin minyatür darbelerinden bazıları. Yargı, yürütme ve yasama “tek adam” rejimine uygun bir biçimde elden geçirilerek Başkanlık sistemi için ön hazırlık yapılıyor. Ne yasalar ne de anayasa dikkate alınıyor.
Öyle ki, yandaş kalemler, AKP’nin ileri gelenleri, Cumhurbaşkanı’nın danışmanları vb. “bu kadar da olmaz” dedirten cinsten açıklamalar yapıyorlar. Örneğin Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İlnur Çevik “Avrupa’da ciddi bir liderlik krizi var. Biz en iyisi bu Tayyip Erdoğan’ı klonlayalım, her ülkeye bir tane verelim” derken, çift tabancasıyla Erdoğan’ı savunacak kadar cesur ve vefalı olan Yiğit Bulut ise “Hiç kimse hikâye anlatmasın. Bu ülkede zaten lider var, siyaseti yapıyor. Başka kimsenin siyaset yapmasına da ihtiyaç yok. İçeride de siyaset yapıyor, dışarıda da siyaset yapıyor. Bizim amacımız, görevimiz bu ülkede lidere destek olmak. Nasıl? Üreterek destek olmak” diyor. Son bombayı da Star yazarı Taşgetiren patlattı: “Eğitimde bir lidere ihtiyaç var ve neden Tayyip Bey olmasın?” Hatta Aydın Doğan ve Ertuğrul Özkök’ün bile “başöğretmen” Erdoğan ile birlikte yürüyeceklerini düşündüğünü yazdı. Doğan grubunun önemli kalemlerinden olan Özkök gecikmeden bir teşekkür yazısı kaleme aldı ve “kindar nesil” projesinden vazgeçilirse Aydın Doğan’ın da bu eğitim projesinde yer alacağına inandığını söyledi.
Süreç akamete uğratılamazsa emekçilerin nasıl bir rejim ile karşı karşıya kalacağını Hava-İş başkanının, eşinin işçilere sorulmadan imzalanan TİS sonrasında terfi ettirilmesine gelen tepkilere cevaben söyledikleri çok “güzel” anlatıyor: “Artık 14 yıldır biz iktidardayız, artık biz yiyoruz işinize gelirse. Siz kimsiniz? Biriniz şoför irisi, biriniz garson irisi, biriniz tornacı irisi. Boş boş konuşmayın, oruç ağızla adamı günaha sokmayın. Haddinizi bilin, defolup giderseniz yerinize çok adam var. Çok konuşmayın, önünüze atılan neyinize yetmiyor. Kimin ne olduğunu çok iyi biliyoruz, akıllı olun. Maçası yiyen seneye başka adaylara oy verir, kendini de anında kapı önünde bulur, bu kadar. Burası Yeni Türkiye, burda bizim borumuz öter. Biz reisin adamıyız, kapiş. Hadi şimdi seve seve uçaklara, hangarlara, çok konuşmayın!”
Örnekler çoğaltılabilir. En tepeden en aşağıya kadar iktidarın sahipleri ve sözcüleri fütursuzca nasıl bir düzen istediklerini söylüyorlar. “Tek adam” konuştukça “küçük adamlar” cesaret ve feyiz alıyorlar. “Küçük adamlar” konuştukça da “tek adam” daha da şişiniyor. Örgütsüz milyonlar ise bu gidişatı durdurabilecek durumda değiller verili koşullarda. Fakat unutmayalım, ne kitlelerin örgütsüzlük durumu kalıcıdır ne de faşist tırmanış süreci tamamlanmıştır. Tarihte yalnızca Bonapartlar, Führerler, Duçeler yok. Adları tarihe geçmese de, bilsek de bilmesek de, bunlara ve bunların kokuşmuş düzenlerine karşı mücadeleyi ve umudu büyüten sayısız insan da var. Bugün de, henüz sayıları az da olsa, Gobbels’in propagandalarını teknolojik imkânlar sayesinde fersah fersah aşan çapta bir Erdoğan taraftarı medya yüzünden sesleri henüz yeterince duyulmasa da, faşist tırmanış sürecine karşı gelen onurlu akademisyenler, gerçek demokratlar, devrimci işçiler var. Umudu büyütmek için örgütlü mücadeleye!
[*] Kürt siyasi hareketi, BDP kapandıktan sonra doğuda DBP (Demokratik Bölgeler Partisi) ile, batıda ise HDP’yle devam etme kararı almış ve Kürt illlerinde belediye seçimlerine DBP olarak katılmıştı.
link: Suphi Koray, Faşist Tırmanışta Yeni Adımlar, 25 Haziran 2016, https://marksist.net/node/5160
Fransa’da İşçi Sınıfının İsyanı Büyüyor
“Güçlü Devlet” ve Faşizm