Elazığ’da askeri birlikte meydana gelen ve 4 askerin ölümüyle sonuçlanan olay, ordu içerisinde insan hayatına ne kadar önem verildiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Bugüne kadar benzer şekilde düzinelerce vaka yaşandığı halde, hepsi “eğitim zayiatı” olarak gösterilerek üzerleri örtülmüştü. 17 Ağustosta yaşanan bu olay, 27 Ağustosta bir gazetede haber yapılmamış olsaydı, diğerleri gibi örtbas edilecekti.
Anlatılanlara göre, 17 Ağustosta devriye görevi yapan uzman çavuş Şakir Akçan, sabah saat 6’da kontrol ettiği mevzide erlerin uyuduğunu gördü. Erlerden İbrahim Öztürk’ün el bombasını, Ahmet Şensoy’unsa silahının alev gizleyenini alarak komutanı teğmen Mehmet Tümer’e teslim etti ve askerlerin uyuduğunu ihbar etti. Nöbet tutulan mevziye hışımla giden Tümer, Öztürk’e el bombasının pimini çekerek geri verdi ve nöbet yerine gitmesini emretti. Er Öztürk’ün “75 gün askerliğim kaldı, beni öldüreceksiniz” sözleri, gözü kararmış komutanı insafa getirmeye yetmedi.
Mevzi mevzi dolaşıp pim aramaya koyulan Öztürk, dolaştığı son mevzide bombanın mandalının elinden kayması sonucu 3 arkadaşıyla birlikte hayatını kaybetti. Patlamadan sonra olay tez zamanda “eğitim zayiatı” olarak sunuldu ve askerlerin şehit olduğu duyuruldu. Gerçeklik Taraf gazetesinin yayınıyla halka duyurulduktan sonra ise, Genelkurmay teğmen hakkında soruşturma başlatıldığı ve teğmenin tutuklandığı açıklamasını yaptı.
İbrahim Öztürk, İbrahim Yaman, Ali Osman Altın ve Mesut Bulut, Türk devletinin kendilerine dayattığı “mecburi” askerlik hizmetini ifa ederken, bir üst rütbelinin verdiği akla ziyan ceza sonucu yaşamlarını yitirdiler. Bu cezanın, kendisini devletin sahibi olarak gören, halk kitlelerini hor görüp aşağılayan elit askeri bürokrasinin bir parçası olan teğmen tarafından verilmesi oldukça anlamlıdır. Daha nice böyle olay meydana gelmiştir. Mayıs ayında Çukurca’da 6 askerin mayın patlaması sonucunda ölmesinin sorumluluğu PKK’nin üzerine yıkılmıştı. Üstelik bu mayınları bizzat bir generalin döşettiği, generaller arasındaki ses kaydının yayınlanmasıyla ortaya çıktığı halde, bu gerçek bir iki internet sitesi dışında hiçbir medya organında yer almamıştı. Sonuçta askerlerin ölümüyle büyük bir gürültü kopartılmış, “şehitler” retoriği üzerinden şovenizm şişirilmiş ve Başbakan Erdoğan DTP’ye verdiği randevuyu iptal etmişti.
İşçi sınıfının gençleri askere alındıklarında yaşam güvenceleri kendilerini efendi sanan subayların insafına kalıyor. Sivil hayattaysa patronların insafına... Nerede olursa olsun, eğer işçi sınıfının bir parçası isek ve örgütsüzsek, dağınıksak; egemen sınıfın bize reva gördüğü şekilde yaşamaya mahkûmuz. Hiç duyduk mu bir patronun veya bir komutanın oğlunun çatışmanın ortasında kaldığını? Onlar “kutsal” toprakların “koruması” işini, sivil hayatta emeklerini sömürdükleri, işsiz, aşsız bıraktıkları biz işçilere yıkıyorlar. “Asker ocağı ana kucağı” diye fetva veren devletlûlar, sıra kendi çocuklarına geldiğinde yan çizmenin binbir yolunu bulurlar. O devletlûdur, biz tebaayız. O konağında, biz kulübedeyiz. O korunmalıdır, kim koruyacak, biz!
Oysa onların bu rahatını ancak biz bozabiliriz. Bizim yaşama hakkımız üzerinde tasarrufu olduğunu iddia eden bu egemen güruha karşı örgütlenerek ve mücadelemizi yükselterek karşı koyabiliriz. Akıl dışılığı üreten kapitalizmdir. Onun bataklığını kurutacak olansa biz!
link: Kadıköy’den bir işçi, “Mandalı Bırakırsan Ölürsün, Bırakmazsan Yaşarsın”, 29 Ağustos 2009, https://marksist.net/node/2231
Devrimci Sosyalist Basına Baskılar Sürüyor!
Avusturya’da Ekonomik Krizin Yeni Boyutları