The True Cost (Gerçek Bedel) belgeseli üzerine yazılmıştır.
Gerçek bedel, çürümüş ve yıkılmayı kesinkes hak eden kapitalizmin inkâr ettiği bedeldir. Günlük 2 dolara canları pahasına çalıştırılan insanların ahıdır. Doğanın hunharca ve şuursuzca tükenişe sürüklenmesidir. Üretim tek bir gün durmasın diye hiç umursanmadan çalıştırılan işçilere mezar olan işyerleridir. Işıltılı gösterilere, moda defilelerine harcanan uçuk miktarda paralar ile bir yüzünü özgürlük ve gelişmişlik diye kitlelere yuttururken diğer tarafta da bu zenginliği yaratan fakat karnını bile doyuramayacak sefil hayatlar üreten çelişkidir. Tüketimden başka tatmin duygusu olmayan insanların yetiştirilmesi ve toplumun topluca bir yok oluşa sürüklenmesidir. Gerçek bedeli ödemek zorunda bırakılan tüm insanlara...
Güneş doğdu. Cılız ve yumuşak ışınlar sac evlerimizden yansımakta
Fakat selamlayacak kimse yok ortalıkta
Güneşe seslenmek, selama durmak, yasak olduğu kadar lüks bize
Geceden devraldık yeni günü, güneş doğmadan uyandık, düştük yola
Bir yok oluş sahnesi gibi akın akın
Bir lokma ekmeğin peşinde koşuyoruz, çaresiz
Kirli, pasaklı sokaklar yarı giyinik bizlerin meskeni
Bizler dünyanın fabrikası, bizler çalışkan köleler
Geçmiş günün yorgunluğu hırpalarken daha bizi,
Yeni günün eziyeti başladı çoktan, çünkü ekmeğimiz zulmün ağzında
Gün yirmi dört saat, bize kalan dört beş
Üretmekten yorgun düşen ellerimiz hep boş
Uyku bilmez gözlerimiz, ışıltılı dünyaların mimarı
Gözümüzün feri doyulmaz hırsların kurbanı
Alın terimiz ile sulanır, canımızla beslenir dünyanın varı...
O kadar uzağız ki her şeye, yabancısıyız üstelik yaşamanın
Bir makine kadar soğuk, bir duvar kadar katılaşmış
Karınca sürüsü kadar çok, çocuklar kadar safız
Bundandır bu çoklukta bunca yokluğumuz
Bundandır ellerimizin birbirinden ayrı kalışı...
Çalışmak için doğarız, borçtan ibaret tüm hayatımız
Doğup, büyüyüp, ölsek de sıradan değildir bizim kısır döngümüz
Erken büyürüz misal, erken ölürüz; çok doymuş gibi yaşamaya
Çatlaklarına gömülürüz binaların, sıradan değildir mezarlarımız
Çocuklarımıza hastalık, açlık, ölüm vaat ederiz, acımasızdır gerçekliğimiz
Susarız canımız çıksa dahi, susarız da büyütürüz öfkeyi. Budur ölçüsü sabrımızın
Gecelerimiz daha hüzünlü ve gürültülü, sokaklarımız kapkara ve varsa, cılız parlaklıktadır ampullerimiz.
Ay sonunu çıkartmaktır en büyük hayalimiz. Planımız çok belli, hesabımız hep net. Yoktur bizden iyisi!
Bu akılsız, akıllara ziyan, çıldırtan işleyişe bile katlanırdım,
Evime ekmek, bir de eşime çiçek götürebilseydim.
Gözümü fabrikada açtım. Annemin bedenini çürüten makinenin sesi, kötü bestelenmiş bir ninni.
Gözden çıkartılan, yaşam hakkı tanınmayan, ninnilerle uyutulan insanlarız bizler.
Üstelik biliriz. Hayatın dört bir yanında bizden hallice bir yığın emekçi
Tanışırız... Feri sönen gözlerimiz bir sınıfın namuslu işareti.
Tanışırız da, bu düzen sürsün diye düşmanı bellemiş birçoğu beni!
Her günümüz bir önceki berbat günün kopyası.
Gün adlarının bile öğretilmediği yaşamlarımızın sahipleriyken
Neden bunca ısrarımız?
Böylesine yaşamak mı denir eyy?? Açın gözlerinizi, demleyelim öfkeyi.
Göremeyebilirsin karanlık sokaklarda biriken öfkeyi,
Peki farkında değil misin hızlanıp gelmekte olan hırçın akarsuyun?
Onlar bentleri yükseltmekte, sen güç ver akarsuya. Yoktur başka yolumuz.
Çamurlu ve karanlık sokakların üretkenliği, tertemiz bir çarşaf gibi serilecek çelişkilerin üzerine.
Bentler çürümüş, su ise toplanmakta.
Güç ver akarsuya, yeşilliğe hasretiz.
link: Mersin’den bir işçi, Gerçek Bedel, 22 Eylül 2018, https://marksist.net/node/6494
Beni Bul Anne!
Yeşilin Yağması, Ayder’in Gözyaşları!