İşçi sınıfının mücadele tarihine baktığımızda sendikaların, ilk olarak, işçiler arasında dayanışmayı sağlamak için kurulan öz örgütlülükler olduğunu görürüz. Uğrunda savaşılan ve emek verilen bu öz örgütlülükler, o günden bugüne, işçi sınıfının en yaygın ve en önemli ekonomik, demokratik savaşım araçlarıdırlar.
İşçi sınıfını ekonomik, demokratik ve siyasal çıkarları uğrunda eğitip, örgütlendirmesi gereken sendikalar, bugün ilk ortaya çıktıkları günden çok farklılaşmışlardır. İşçi sınıfı, sermaye tarafından sindirildikçe, güç yitirdikçe, örgütlerinin de işlevsizleşmemesi beklenemez. Sendikalarımız muazzam bir daralma yaşıyor. Sendikalarımızın başına çöreklenen bir avuç sendika bürokratı için bu örgütler, çok kârlı işyerlerine dönüşmüştür. Bizim ücretlerimizden kesilen aidatlarla gayrimenkuller, oteller, restoranlar satın alınıyor, ihtişamlı sendika binaları yükseliyor. Saygıdeğer bürokratlarımız için bu zenginliklerden vazgeçmek, bu imkânlardan yararlanmamak elbette mümkün değildir. Mesleği biz işçilerin ücretlerinden kesilen paralarla, bizim için sendikacılık yapmak olan bu bir avuç bürokrat, ayrıcalıklarını kaybetmemek için “çalışma barışı” çığırtkanlığı yapıyor. Onlara göre iki tarafın yani, hem işveren hem de iş görenin barış içinde olması, çalışmanın hiçbir koşulda aksamaması demektir. Peki bizce bu “iki taraf” kimlerdir ve bunlar arasında barış sağlanabilir mi? “çalışma barışı” nedir, kimlere, neye hizmet eder?
Bizler açısından taraflar işveren-iş gören değil, işçi ve patrondur. Yani sömürülen ve sömüren, yani emek ve sermaye. Sendika bürokratlarının bize telkin ettiği bu “barış”, sermayenin bizim aleyhimize artması ve yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. “çalışma barışı” işçi sınıfının yenilgisinin devamının sağlanmasından başka bir şey değildir.
Sermaye bizim emeğimiz üzerinde yükselir. Dünyadaki tüm zenginlikleri sermaye sahipleri için üretiyoruz. ürettiğimiz her şeye el koyarak yoğunlaşan sermaye bize daha yetkin silahlarla saldırıyor.
Sermaye bizim açlığımız üzerinde yükselir. Zenginlik yarattıkça aç kalırız, işsiz kalırız, derin bir maddi ve manevi mahrumiyet yaşarız. Bir avuç patron takımının ömür boyu zevk-ü sefa içinde yaşaması için aç kalırız.
Sermaye bizim manevi çöküntümüz üzerinde yükselir. Ağır çalışma koşulları ve açlık korkusuyla dünyadaki güzelliklerden nasibimizi almak için mücadele etmemiz, bir araya gelmemiz her yolla engellenir. Eğitimsiz bir güruh haline getiriliriz.
Sermaye bizim kanımız üzerinde yükselir. Kimimiz açlıktan, kimimiz bizim olmayan savaşlarda, kimimiz iş “kazasında” ölürüz. Bazılarımız otuz katlı otel inşaatının iskelesinden kurumuş betona düşer. Cesedimiz üzerinde mülk sahipleri balolar düzenler, dans ederler. Kimimiz 1800 derecelik metal eritme kazanlarına düşer ölürüz. Onlar, bizden yapılan kaşıklarla, çatallarla, tadına bile bakamadığımız lüks yiyecekleri tıkınırlar.
Sermaye bizim geleceğimiz üzerinden yükselir. çalıştıkça patronlara, patronların çocuklarına ve torunlarına yetecek kadar sefahat, kendi çocuklarımıza ve torunlarımızaysa sefalet, açlık, yozlaşma, derin bir çöküntü üretiriz.
Sermaye bizlerin, geleceğimizin ve umutlarımızın düşmanıyken onunla barışmak nasıl mümkün olabilir? Kulaklara hoş gelen barış bu şekilde mümkün olabilir mi? Asla! Bizim için asıl olan sınıf kardeşlerimizle tam bir uyum ve ahenkle örgütlenerek, tüm insanlık için kalıcı barışı yaratmaya çalışmaktır. Bunun için işe bize dayatılan insanlık dışı çalışma koşullarına karşı çıkmakla başlamalıyız. Sermaye ile asla barışmamalı, düşmanımız olduğunu, bizim artı-değerimize el koyup, bizle beraber tüm insanlığı mahva sürüklediğini unutmadan “çalışma barışı”nı sağlama yalanlarına karşı çıkmalıyız. Bunun için diyoruz ki:
ücretler düşürülmeden iş saatleri kısaltılsın!
Sendikalaşmanın önündeki tüm hukuki ve fiili engeller kaldırılsın.!
link: Kartal'dan MT okuru bir metal işçisi, Çalışma Barışı, 22 Aralık 2004, https://marksist.net/node/328
Devrimci Öğrenciler Yine Durmuyor, Durmayacak!
Günü Kurtaramayan Sendikal Bürokrasi