Biz işçiler için çok önemli olan bir şeyi, işçi sınıfının kendi bağımsız siyasetini net, sade ve anlaşılır bir biçimde bizlere aktaran, biricik Marksist Tutum, iyi ki varsın.Yeni yıla girdiğimiz şu günlerde, geriye dönüp geçtiğimiz yıla baktığımızda, hafızalarımızdan silinmemesi gereken birçok olayla karşılaştık. Her gün yazılı ve görsel basından, sınır tanımaz bir biçimde devam eden emperyalist savaş yüzünden onlarca insanın ölüm haberlerini duyduk. Silahların ucundan çıkan ölüm yağmuruyla, son bir yılda resmi rakama göre 5713 Iraklı öldürüldü. Ölmeleri için bir suç işlemeleri gerekmiyordu, Iraklı olmaları dışında. Savaş denilince akla ilk silahlar aracılığıyla olanı geliyor, aynı zamanda silahlar aracılığıyla olmayan fakat savaşlarda ölen insan sayısından kat be kat fazla insanın yaşamını yitirdiği ve yitirmeye devam ettiği, bitmeyen bir savaş, iş (cinayetleri) kazaları savaşı da var.
Üç kuruş ekmek parası kazanıp, yaşamını devam ettirmek için işyerlerinde çalışan bütün işçilerin bu savaştan etkilenmemesi söz konusu bile olamaz. Bu yüzdendir ki bu sorun tüm işçileri ilgilendirir. Neredeyse her gün iş kazalarının ve ölümlerin yaşandığı ve her köşesinde işçi kardeşlerimizin dökülen kanının bulunduğu tersanelerdeki çalışma koşullarını siz işçi kardeşlerimle paylaşmak istiyorum. Tuzla ve İçmeler bölgesinde bulunan tersanelerde, binlerce işçi kardeşimiz, hiçbir sigortaları ve can güvenlikleri olmaksızın çalışıyor. İşçilerin hemen hemen hepsi, taşeronun taşeronlarına bağlı geçici işçi olarak çalışıyor. Tüm bunları bir yana bıraktık, çoğu işçi anlaştığı ücreti alabilmek için günlerce oyalanıyor, ücretini alamayan işçi sayısıysa hiç de az değil. Tersanelerde iş kazası geçiren işçi sayısını buraya yazmakla bitmez, iş kazaları neredeyse her gün yaşanıyor.
Tersanede iş kazası geçiren bir işçinin oğluyla konuşma fırsatı buldum, işçi kardeşimizin geçirdiği kazayı dinlerken tüylerim ürperdi. Kazan dairesinin patlamasıyla beş işçinin vücutlarındaki derinin neredeyse yarısı yanmış. İşçiler kazanın şokunu hâlâ üzerlerinden atamamış durumdalar ve ne hikmetse açılan davaların hiçbiri kazanılamıyor ya da dava bile açılamıyor. Yasalar o alanda farklı işliyor, veya işlemiyor. Deniz bambaşka bir alan. Birçok işçinin çalışmayı göze alamadığı tersanelerde ölümü bile göze alıp ekmek parası kazanayım diye çalışan işçi kardeşlerimizin durumu hiç de iç açıcı değil. Ölümle burun burunalar. Biz işçilerin sırtından kârlarına kâr katan açgözlü patronlar bizleri insan olarak görmezler, bizler onlar için kâr getiren makinelerden başka bir şey değiliz.
İşyerinde üretimin düştüğünü gören ya da daha az saatte çok fazla ürün çıkarmak isteyen gözü dönmüş patronlar, öğle saatinde ya da mesai saati bitiminde işçileri toplantıya çağırırlar. Çünkü patron bir saniye bile kaybetmek istemez. İlk lafa biz bir aileyizle başlar ve devam eder. “Biliyorsunuz size her zaman daha fazla ücret vermek istiyorum, ama şu yabancı rakiplerimiz yüzünden çok kazanamıyorum, bizden daha güçlüler, ama arkadaşlar bunu tek şekilde aşarız, bir aile gibi olup her işçinin büyük bir azimle çalışmasıyla. Önce benim kazanmam lazım ki sonra size daha iyi bir ücret vereyim vs.” Tabiri caizse gaz verir, kolay gelsin diye bitirir. Ve fazla mesai başlar. Böylesi bir durumda sınıf bilincinden yoksun olan işçi doğal olarak şunu düşünür: patron aslında doğru söylüyor, iyi bir insan, bize ekmek veriyor, aslında çok kazansa bize de çok para verir. Ve yüz ürün üretiyorsa daha fazlasını üretmek için var gücüyle çalışır. Diğer işçi kardeşiyle rekabet etmeye itilir, makinelerin kademeleri ustabaşlarına verilen emirle yükseltilir. Ve alsana bir iş kazası geçirmenin koşulu. Sınıf bilincinden yoksun olan işçi, iş kazası geçirir. Çoğunlukla patronun yalanlarına kanarız, suçu da kaza geçiren işçide bulurlar. Bilinçsiz işçi kardeşlerimiz aynı şeyin kendi başına geleceğini düşünmez. Patronların istediği şey de bu değil mi zaten!
Metal fabrikalarında üzerine tonlarca ağırlıkta demirin düşmesiyle kâğıt gibi ezilen işçi, kafasına baret takmadığı için suçlu olarak gösterilir, sanki baret onu kurtaracakmış gibi. Oysa iş cinayetlerinin yaşanmasındaki suçlu işçi değil sermayenin kendisidir. Hemen hemen her işletmede göstermelik olarak sözde güvenliğimiz için asılan yazılar olmasına karşın, bu malzemeleri istediğimizde, malzememiz kalmadı deniliyor. Gerçekte bunlar üretim hızını yavaşlattığı için bilinçli bir şekilde verilmiyor. Fabrikaların duvarlarına süs olsun diye asılan yazılara inanmamalıyız, onlar bizim güvenliğimizi değil çıkarılan ürünün güvenliğini düşünür. İşçi kardeşlerim, kan emici patronların türlü türlü uydurduğu yalanlara, bizlerin beynini yıkamak için bin bir türlü taklalar atıp söylediklerine güvenmeyin. Patronlar her zaman kendi çıkarlarını düşünürler. Sonuçta yine patron kârına kâr katar. Asla, ama asla biz yaşamak için emek gücünden başka satacak şeyi olmayan işçilerle patronlar kesinlikle bir aile olamazlar. Patronlar yaşamak için emek güçlerini satmazlar, tersine biz işçilerin artı değerine el koyarlar. Patron patronla, işçi ise bir bütün olarak dünya işçileriyle bir ailedir.
Şu hiçbir zaman aklımızdan çıkmamalı, yaşadığımız her gün iş kazaları yüzünden onlarca işçi kardeşimiz ya sakatlanıyor ya ölüyor. Bu sadece yaşadığımız ülkede değil dünyanın her yerinde böyle. Dünyanın bir ucu olan Çin’de bir yıl içinde maden kazaları sonucunda resmi rakamlara göre 6000 işçi ölüyor, “bağımsız” kuruluşlara göre ise bu rakam 20 binden fazla. Yine Çin’de geçtiğimiz günlerde bir işçi 24 saatten fazla çalıştığı için yaşamını yitirdi. İş kazalarının yaşanmasına vesile olan uzun çalışma saatleri işçinin bütün yaşantısını altüst ediyor, ona hiçbir boş zaman bırakmıyor, uyuyup dinlenmeden başka, kendisini var edeceği sosyal alanlardan uzaklaştırıp körleştiriyor ve işçileri öldürüyor.
Yılgınlığa kapılmadan büyük bir azim ve kararlılıkla grevlerini sürdürüp mücadele bayrağını dalgalandıran Serna-Seral işçisi bir kadının söyledikleri, tüm gerçekliği ortaya seriyor: Çocuğum şu an beş yaşında, uzun çalışma saatleri yüzünden çocuğumun nasıl büyüdüğünü göremedim. Aynı zamanda çalıştığımız fabrikanın yanındaki işyerinin ne iş yaptığını greve çıktığımda fark ettim.
İş cinayetleri kelimenin gerçek anlamıyla bir savaştır, bu savaştan hiçbir işçi sağlam çıkamıyor. Benim başıma gelmedi ya da gelmez deme. Ya ailenin ya arkadaşlarını ya en çok sevdiğin dostlarının başına bu gelecektir. Bu sorun bütün işçileri ilgilendirdiğinden, bilinçlenip örgütlenmeli ve mücadele saflarında yerimizi almalıyız. İşçi sınıfının bilimine, Marksizme olan ihtiyacımız su-ekmek gibi hayati önem taşıyor. Şurası çok açık ki kahrolası kapitalist sömürü sistemi ortadan kalkmadan iş cinayetleri de ortadan kalkmayacak. İş kazaları bir sonuçtur, bu zemini hazırlayansa işçiler değil kapitalizmdir.
Fabrikanın içerisine adımımızı attığımızdan itibaren makinenin bir parçası olduğumuzdan, yaptığımız işe yabancılaşmışız. Bedenimiz orada fakat aklımız değil. İşçi işin kendisini değil, ödeyemediği borcunu, kira parasını, çocuklarının okul masraflarını, kötü giden yaşamını vs. düşünür. İşte bunları yaratan kapitalizmin çürümüşlüğüdür.
Kapitalizm demek ölüm demektir. İş kazalarını bir nebze de olsa azaltmanın yolları var. İşçi kardeşlerimizi bilinçlendirip işyerinde işçi sağlığı ve güvenliği için mücadele edip, önlemlerin alınması için kolektif bir çaba vermeliyiz. Biz işçilerin tek düşmanı sermaye sınıfının ta kendisidir, onu ortadan kaldırmaktan başka tek çıkar yolumuz yok. İnsanlığın özgürce yaşadığı, açlığın, savaşların, sömürünün olmadığı bir dünyayı kurmak biz işçilerin elinde. Tarihin çöp tenekesi kapitalizmi bekliyor, onu göndermenin yolu örgütlü mücadelede. Birleşen işçiler yenilmezler!
Kapitalizmi Öldür, O Seni Öldürmeden!
link: Gebze’den bir işçi, Bilinç, mücadele, 20 Şubat 2006, https://marksist.net/node/939
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /5
İşçi Hareketinden: Şubat 2006