İzlediği savaş yanlısı politikayı parlamentoya onaylatmak için 1 Martta girişimde bulunan AKP hükümeti, beklediği sonuca şimdilik ulaşamadı. Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarında bulundurulması ve Türk ordusunun yurtdışına gönderilmesi için düzenlenmiş olan hükümet tezkeresi, yapılan kapalı oturumda yeterli kabul oyuna ulaşamadı. 250 ret oyuna karşılık 19 çekimser ve 264 kabul oyu verilen tezkere, kabul oyları daha çok olmakla beraber, gerekli salt çoğunluk olan 267 sayısını sağlayamadığı için kabul edilmemiş oldu.
Mecliste oylamaya katılacak 361 milletvekili bulunan AKP’nin, çeşitli tahminlerde 30 ilâ 60 arasında öngörülen fire sayısını aşarak, 97 fire verdiği ortaya çıktı. Bu beklenmedik sonuç karşısında, ABD’nin savaş arabasına çoktan binmiş burjuva medya öfkeye kapıldı. Savaşa hayır oyu veren milletvekilleri “sorumsuzlukla”, “romantiklikle”, “çocukluk” etmekle suçlandı.
Sebepler
Bu sonuç nasıl ortaya çıktı? Türkiye’de burjuva partilerine mensup milletvekillerinin liderlik karşısında geleneksel itaatkâr tutumları düşünüldüğünde, bu sonuç daha da merak uyandırıcı oluyor. AKP milletvekilleri nasıl olup da kendi hükümetlerini böyle ters köşeye yatırabilmişlerdi? Bu konuda burjuva basında çıkan yorumlarda kimi haklılık payları olsa da, bu yorumlar genelde oldukça dar görüşlü bir perspektiften yapılmaktadır.
Oysa yaşanmakta olan gelişmeler böyle dar görüşlü yorumlarla açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Dünya çapında olağanüstü bir döneme girilmiştir ve meclisteki bu sıradışı gelişme de aslında yalnızca bunun yansımalarından biridir. Kapitalist dünya ekonomisi belki de tarihte görülmemiş ölçüde derin bir krize girmiş durumda. Henüz bu genel krizin ilk aşamalarındayız. Ancak bu krizin daha da derinleşeceği kesin gibidir. Bu kriz aynı zamanda emperyalistler arası bir hegemonya krizine de yol açmakta ve bu durum kaçınılmaz olarak hegemonya savaşlarını beraberinde getirmektedir. Artık soğuk savaşın o göreli istikrar dönemi geride kalmış ve dünya yeni bir savaşlar ve devrimler çağına girmiştir. Bu dönem, daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi, dünya çapında olağanüstü çalkantıların yaşanacağı bir dönemdir. Bunun hemen her alanda belirtileri mevcuttur.
ABD emperyalizmi bu hegemonya mücadelesinde kendi imparatorluğunu yeni bir düzlemde tekrar dayatmak için yürüttüğü uzun vadeli strateji çerçevesinde, şu anda Irak’a karşı emperyalist bir sefer hazırlığı içinde. Ancak bu haksız savaş tüm dünya halklarının tepkisini uyandırmış durumda. Tarihte görülmemiş ölçüde büyük savaş karşıtı gösteriler, eylemler düzenleniyor. Bu büyük halk tepkisi dünya çapında hükümetlerin elini zora sokan bir faktör oluşturuyor. Örneğin, Türkiye’deki bu meclis oylamasından çok değil sadece bir hafta önce, savaş yanlısı İngiliz hükümetinin parlamentoda yaptığı oylamada da, hükümetteki İşçi Partisinin 121 milletvekili kendi hükümetleri aleyhine oy verdiler.
Bu büyük kamuoyu baskısının yanısıra, emperyalist güçler cephesinde de ABD (ve İngiltere) hemen hemen yalnızlaşmış durumdadır. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere diğer belli başlı büyük güçler bu sorunda ABD’nin karşısında yer alıyorlar. Bu da genel olarak ABD saldırısına karşı çıkışı belirli ölçülerde kolaylaştırıcı bir etki yaratmaktadır.
Dünya çapındaki bu genel atmosfer kaçınılmaz olarak Türkiye’yi de etkilediği gibi, bu genel koşulların üzerine Türkiye’nin özgül şartları da eklenmektedir. Türkiye her şeyden önce doğrudan savaş cephesinde yer alan bir ülkedir. Yani savaşı tüm yakıcı sonuçlarıyla yaşayacak başlıca ülkelerden birisidir. Nüfusunun tamamına yakını Müslüman olan bir ülke olarak, yine büyük bölümü Müslüman olan bir komşu ülkeye, hem de ABD marifetiyle saldırma konumundadır. Bu durum, burjuva medyadaki tüm savaş çığırtkanı propagandaya rağmen, halkta yüzde 95’e varan oranda savaş karşıtı bir hissiyat doğurmuştur. Dünyadaki savaş karşıtı hareketle karşılaştırıldığında biraz geriden geliyor olmakla beraber, giderek etkisi ve özgüveni artmaya başlayan bir savaş karşıtı hareket de gelişmekte. Genel olarak tüm bu savaş karşıtı gelişmeler, milletvekilleri üzerinde özellikle parti tabanları ve seçim bölgelerinden gelen büyük bir basınca dönüşmektedir.
Öte yandan özellikle Kürt illerini temsilen meclise girmiş AKP milletvekillerinin, son dönemde azdırılmaya başlayan Kürt düşmanlığı karşısında hassasiyetlerinin artması da önemli bir faktördür. Genel olarak Kürt hareketi ve bölge üzerindeki baskı daha savaş başlamadan tırmandırılmaktadır. Abdullah Öcalan’ın tutsaklık koşullarını ağırlaştıran tecrit politikası bunun en bariz göstergesidir. Kürt hareketi açıkça taciz edilmeye, kışkırtılmaya çalışılmaktadır. Savaş başladıktan sonra baskıların özellikle bölgede çok daha vahim boyutlara çıkacağına şüphe yok. Ve bu olası gelişmeler bölge halkını ve onların basıncını hisseden bölge milletvekillerini tedirgin etmekte.
Bir faktör de, Cumhurbaşkanının ve kendisi de AKP’li olup parti içinde belirli bir etkisi olan Meclis Başkanının tezkere aleyhinde bir tutum sergilemiş olmalarıdır. Bu iki önemli figürün tavrı bazı milletvekillerinin oyları üzerinde etki yaratmış olabilir. Bunun yanı sıra, tezkerenin nasıl olsa geçeceğini hesap eden ordunun, halkın önünde tüm sorumluluğu hükümetin sırtına yıkmak amacıyla renk vermemesi de, mecliste bir belirsizliğin oluşmasına katkıda bulunmuştur.
ABD’nin giderek küstah biçimler alan dayanılmaz baskısının da, bazı milletvekilleri üzerinde ters tepki yapmış olması muhtemeldir. Oylama öncesinde ABD büyükelçiliğinden bazı görevlilerin, meclis koridorlarında fütursuzca tezkere lehinde oy verilmesi yönünde kulis yapmaya kadar işi vardırması bunun açık bir göstergesidir.
Son bir faktör olarak, bazı milletvekillerinin, aslında tezkerenin geçmesini önlemek amacıyla değil, fakat ikiyüzlü bir hesapla, daha sonra kendilerini bireysel olarak sorumluluktan sıyırabilmek maksadıyla, yani “nasıl olsa tezkere geçecek” varsayımıyla, aleyhte ya da çekimser oy vermiş olması da pekala mümkündür.
Nihayetinde tüm bu faktörlerin toplam sonucu olarak hükümet, üç oy farkla da olsa, tezkereyi geçirememiştir. Hükümetin durduğu noktadan işin özeti şudur: ABD’nin kendi takvimi uyarınca tırmandırdığı gerilim altında, hükümet, kamuoyunu ve milletvekillerini yeteri kadar hazırlayamadan bir oylamaya gitmek zorunda kalmış ve bu rauntta yenilmiştir.
Ne anlama geliyor?
Bu sonuç ne ifade ediyor? Bunun değerlendirmesini, birbirine karıştırılmaması gereken iki ayrı yönden yapmak gerekir. Birincisi, bu sonucun mevcut şartlar içinde savaşa doğru gidişat üzerinde bir etkisinin olup olmadığı hususudur. İkincisi ise, bu beklenmedik sonucu doğuran nedenlerin ifade ettiği anlamdır.
Birinci husus bakımından söylenebilecek temel nokta şudur: bu sonuç tek başına, ne ABD emperyalizminin hazırladığı savaşı durdurmada, ne de bölgede nicedir alt-emperyalist bir rol oynamaya soyunan Türkiye’nin Irak’a yönelik askeri harekât yapmasını engellemede ciddi bir etken olabilir. Bazı burjuva yorumcular, Türkiye ayak sürür ve sürece dahil olmayı reddederse savaşın önlenebileceği palavrasını savunsa da, gerçekte bu, en hafif deyimle budalaca bir hayalden ibarettir.
Başta Amerikan işçi sınıfı olmak üzere, tüm dünya işçi sınıfı kararlı bir direniş sergilemedikçe ve kendi ülkelerindeki egemen sınıfa karşı devrimci bir mücadeleye atılmadıkça bu savaş kaçınılmazdır. Bu savaş diplomatik manevralarla, BM denen tiyatrodaki gösterilerle ya da parlamento önergeleriyle önlenebilecek bir savaş değildir. Uluslararası ilişkilerde bazı anlaşmazlıkların diplomatik yöntemlerle çözülebilmesi, hatta zaman zaman savaşların da önlenebilmesi ya da ertelenebilmesi mümkündür. Ancak bu durumlar genellikle dünyanın göreli istikrar ve denge şartlarında olduğu, ağır krizlerin gündemde olmadığı, çelişkilerin ağırlaşmadığı koşullarda gerçekleşebilir. Bugün böyle bir dünyada yaşamıyoruz. Defalarca söylediğimiz gibi, dünya çapında çelişkilerin keskinleştiği, ağır bir krizin içine yuvarlanıldığı, savaş ve devrimlerle karakterize olacak bir çalkantı dönemine girmiş bulunuyoruz. Kapitalizmin bugün içinde bulunduğu bu çok boyutlu derin bunalımı anlamayan hiçbir şeyi anlamaz. Bugün ABD emperyalizminin adeta demirden bir zorunlulukla bu savaşı dayatmasının altında yatan nedenler bunlardır.
Hükümet tezkeresinin mecliste kabul edilmemesinin, yalnız ve yalnızca ABD’nin savaş planlaması ve hazırlıkları açısından muhtemel bir etkisi olabilirdi. Eğer meclis kararı bu konuya bir nokta konulması anlamına gelseydi, ABD’nin, planladığı türden etkili bir kuzey cephesi açması zorlaşabilecekti. Ciddiye alınabilir tüm askeri değerlendirmeler bu doğrultuda. Şüphesiz böylesi bir durumda bile ABD, esas olarak hava indirme harekâtıyla, yine de bir biçimde kuzey cephesini açacaktı. Ancak bunun ABD açısından her bakımdan çok daha maliyetli olacağı bariz bir şekilde görülmektedir. Meclis oylaması öncesinde ABD ile Türkiye arasında yürüyen pazarlık sürecinde, ABD’nin şayet Türkiye olmazsa bir “B Planı” olduğuna dair kozunun büyük ölçüde bir blöf olduğu hemen hemen kesin gibidir. Zira oylamanın olumsuz sonuçlanması durumunda, ABD’nin derhal bu “B Planı”nı devreye sokacağı, İskenderun açıklarında bekleyen yüzlerce geminin derhal Basra’ya hareket edeceği vs. hemen herkes tarafından söyleniyordu. Oysa oylamanın ardından ne ABD gemileri yerinden oynadı, ne de ABD Türkiye’ye karşı beklendiği gibi sert bir üslûp tutturdu.
Dolayısıyla ABD açısından, planladığı tarzda bir kuzey cephesinin açılmasının, savaşı en az kayıpla atlatması bakımından çok büyük bir önemi olduğu şüpheye yer bırakmayacak şekilde açığa çıktı. Diğer taraftan tezkerenin şimdilik onaylanmamasına rağmen, ABD’nin bu savaşta Türkiye’den bir biçimde yardım almayacağını düşünmek için hiçbir sebep yoktur. Her şeyden önce ABD, halihazırda Türkiye’deki birçok üste fiilen çalışma yapmaktadır. Çünkü meclis daha birkaç hafta önce başka bir tezkereyle zaten bu üsleri ABD kullanımına açmıştı. Dolayısıyla bu üsler her halükârda Irak’a karşı kullanılacaktır. Ancak salt üslerin kullanımının ABD’ye yetmediği açıktır. Bununla sınırlı bir Türkiye desteği, sözünü ettiğimiz gibi, ABD açısından güçlü bir kuzey cephesini zora sokmaktadır. ABD’nin Türkiye topraklarına on binlerce askerle ve belirsiz bir süre boyunca yerleşme ihtiyacı duyduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca ABD’nin Türkiye topraklarına on binlerce asker konuşlandırmak istemesinin yalnız ve yalnızca Irak’ta etkili bir kuzey cephesi açma amacıyla sınırlı olduğunu da düşünmemek gerekir. ABD emperyalizminin çok daha büyük ve uzun vadeli stratejik bir planı mevcuttur ve hamlelerini buna göre yapmaktadır. Bu planlar çerçevesinde ABD’nin bölgede çok daha uzun süre kalma niyetinde olduğunu ve Orta Doğu’yu da aşan daha sonraki yeni hamlelere hazırlık yaptığını görebiliriz. ABD’nin, Türkiye’nin doğu Karadeniz kıyılarından liman talep etmesi bunun en dikkat çekici göstergelerinden birisidir. Bu sahil şeridinin Irak’la hiçbir ilgisi yoktur. Ciddi birtakım stratejistler burasının Kafkaslar için düşünülen bir şey olduğunu, zaten daha önce Gürcistan’a yerleşmiş olan ABD’nin, bu limanlarla birlikte buraya yönelik gelecekteki harekâtları için konumunu daha da tahkim etme niyetinde olduğunu belirtiyorlar.
Türkiye’nin Irak’taki savaşa dahil olup olmayacağına gelince, tezkerenin kabul edilmemiş olması bu konuda kesin bir engel teşkil edemez. Bir kere Türkiye zaten yıllardır fiilen Irak topraklarında binlerce asker bulundurmaktadır. Türkiye-Irak sınırı fiiliyatta yoktur. Türk ordusu orada kendi toprağıymışçasına at oynatmaktadır. Daha şimdiden bölgeye muazzam ölçüde sevkıyat ve yığınak yapılmıştır. Bunun daha da artacağı bellidir. Savaşın başlamasıyla Türk ordusu, bir meclis kararı olsun olmasın, “ulusal güvenlik” bahanesiyle Irak topraklarına tüm gücüyle girmeye çalışacaktır. Şüphesiz bu kapsamda bir askeri operasyon için taze bir meclis kararının olması daha “şık” olurdu, ama olmaması hiç dert değildir. Kaldı ki, sadece bununla sınırlı yeni bir tezkerenin meclise gelmesi durumunda kabul göreceği de şüphesizdir. Dolayısıyla Türkiye her halükârda bu emperyalist savaşa sürüklenecektir.
Tüm bu verileri hesaba kattığımızda, Türk burjuvazisinin yeni bir tezkereyi gündeme getirip meclisten geçireceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Hatta ve hatta, azgın Türk ve Amerikan burjuvazisinin, bir tezkere bile olmadan bu işi fütursuzca kotarmaları dahi mümkündür. Bunun Türkiye’deki mevcut siyasal yapı açısından ciddi sıkıntılar yaratacağına şüphe yoktur. Ama işlerin böylesine kızıştığı bir ortamda, egemenlerin, bu tür hukuki engellerin bir çuval inciri berbat etmesine izin vermek istemeyeceklerini de unutmamak gerekir. Elbette öncelikle yeni bir tezkere yoluyla bu iş denenecektir, ancak bunun da başarısız olması durumunda savaşın gündemden çıkacağı vehmine kapılmamak gerekir.
Şimdi yeni bir tezkerenin gündeme gelmesi için burjuvazi dört bir koldan faaliyete geçmiş bulunuyor. Her şeyden önce burjuva medya ve hükümet halka gözdağı vererek, bunun “bir bedeli olduğunu” başımıza kakıyorlar. Hükümet, sözlerinin bir blöf olmadığını ispatlamak için, aslında zaten mevcut ekonomik durum nedeniyle uygulamak üzere elinin altında beklettiği yeni bir olağanüstü vergiler ve zamlar paketini derhal açıklamış ve bu “bedelin” nasıl bir şey olduğuna dair sopasını göstermiştir. Onlar bunun halk kitlelerindeki muhalif havayı belirli ölçüde kıracağını hesap ediyorlar. Öte yandan burjuva medya her gün elinin altındaki beyin yıkama makinesiyle meclisin tezkereyi kabul etmemesinin “sorumsuz” bir karar olduğunu, bunun başımıza büyük felâketler getireceğini ve mutlaka yeni bir tezkereyle durumun düzeltilmesi gerektiğini telkin ediyor.
Yeni tezkerenin yolunun döşenmesinde başka bazı gelişmeler de yaşanıyor. Tezkere konusundaki fikrini daha önce ilân etmekten kaçınmış ve tüm sorumluluğu hükümetin sırtına atmış olan ordu, yaşanan sürpriz gelişme karşısında telâşa kapılarak, tezkere hakkında hükümetle aynı fikirde olduğunu açıkladı. Bunun yanında daha önce tezkere aleyhinde tavır alarak AKP’li bir kısım milletvekilini etkilemiş olduğu anlaşılan Meclis Başkanı da, yeni bir tezkere ihtimali karşısında başlangıçtaki olumsuz tavrını değiştirdiğinin işaretlerini verdi. ABD de kendi payına düşeni yaparak, tezkere öncesinde izlediği bunaltıcı ve halkı ve milletvekillerini tahrik edici üslûbunu yumuşatarak, “Türkiye’deki demokratik sürece saygı duyduklarını” belirten mülayim ve müsekkin açıklamalar yapmakla yetindi.
Sonuç olarak, ABD’nin aceleci baskısı nedeniyle kamuoyunu ve milletvekillerini yeterli ölçüde hazırlayamadan meclise yüklenmiş olan hükümet, şimdi bu gelişmelerle eli nispeten daha güçlenmiş olarak, meclise gelip bu işi büyük bir olasılıkla bitirecektir. Hükümetin, önceki oylamayı yalnızca üç oyla kaybettiğini unutmayalım. Dolayısıyla ABD’nin istediği tarzda bir kuzey cephesi açılacak ve savaş buna göre yürütülecektir diyebiliriz.
Tüm bu verilerin ışığında, tezkerenin geçmemiş olmasının, yürümekte olan savaş süreci açısından pratikte pek bir hükmünün olmadığını görmüş bulunuyoruz. Olsa olsa ABD’nin savaş hazırlıkları açısından küçük bir gecikme sorunu doğmuş olabilirdi. Ancak gelen son haberlerden anlaşıldığı kadarıyla tezkere henüz kabul edilmediği halde, ABD’nin Türkiye topraklarındaki askeri faaliyetleri daha da hız kazanarak artmış bulunuyor. Her ne kadar Genelkurmay, yürüyen faaliyetlerin daha önceki tezkere kapsamını aşan faaliyetler olmadığını ilân etmiş olsa da, burjuva medya bile işin çığırdan çıktığını tespit etmekten kendini alamıyor. Besbelli ki, tüm hazırlıklar adeta tezkere çıkmışçasına yürütülmektedir.
Hava dönüyor
Dolayısıyla tezkerenin kabul edilmeyişinin, savaşa doğru gidiş açısından ciddi bir hükmü olmadığını, burjuva ve küçük-burjuva pasifistlerin attığı sevinç çığlıklarının hoş ama boş olduğunu görüyoruz. Ancak yukarıda belirttiğimiz diğer boyut açısından, yani her şeye rağmen tezkerenin kabul edilmemesine yol açan faktörlerin ifade ettiği anlam açısından, bu sonucun bir kıymeti harbiyesi vardır. Yukarıda bu sonucun nasıl olup da çıkabildiğini açıkladık. Ancak unutmamak gerekir ki, bu faktörler zinciri içinde ana halka, tüm dünyada halk kitlelerinin yabana atılmayacak bir duyarlılıkla bu savaşa karşı bir mücadeleye başlamış olmasıdır. Bu durum, dünya çapında kitlelerin havasında köklü bir değişimin başlamış olduğunu gösteriyor. Bu değişimin her ülkedeki siyasal gelişmeleri şöyle ya da böyle etkilemeye başlaması kaçınılmazdır. Mecliste oylama yapılırken, bir kilometre ötede 100.000 kişinin canlı bir gösteriyle haykırıyor olması, bir milyon imzanın meclise gönderilmesi, biraz geriden geliyor olmakla beraber Türkiye’de de savaş karşıtı harekette bir kıpırdanma olduğunu göstermektedir.
Dünya çapında hareketin geneli açısından konuşacak olursak, bunun henüz büyük ölçüde pasifist kanallardan aktığı, bünyesinde çeşitli zaaflar barındırdığı bir gerçektir. Ancak hiç kimse, çok ciddi boyutlarda ve daha önce görülmemiş ölçüde bir hareketin başlamış olduğu gerçeğine gözlerini kapayamaz. Çok derin ve dipten gelen bir dalga söz konusudur. Bunu ancak iflah olmaz küçük burjuva sekterler görmezden gelebilirler. Hareketin bu hayret uyandıran engin genişliği sadece savaş karşıtlığıyla açıklanamaz. Arada bazı farklar olmakla beraber son on yılı aşkın süredir benzer emperyalist müdahaleler yaşanmakta, haksız savaşlarla kitleler yine katledilmekteydi. Daha on yıl kadar önce yine Irak’a aynı saldırı düzenlendi. Ne o zaman, ne de bu on yıl zarfında böylesine geniş bir savaş karşıtı hareket vardı. Ne oldu da bu kez kitleler bu kadar yaygın ölçüde ayağa kalkmaya başladılar?
Bunun cevabı salt savaşın kendisinde değil, son çeyrek yüzyılda kapitalizmin tüm dünyada işçi sınıfını ve diğer emekçi sınıfları içine sürüklediği koşullarda yatmaktadır. Bu süreçte işçi sınıfının daha önce elde etmiş olduğu pek çok kazanım vahşi saldırılarla elinden alınmakta ve işçi sınıfı adım adım geriye itilmektedir. Sömürü ve baskı koşulları tüm dünyada ağırlaşmakta ve işçi sınıfının teri ve kanı adeta son damlasına dek sıkılmak istenmektedir. Bu kayıplar silsilesinin sonsuza kadar gitmeyeceği ve günün birinde bu sürecin sıçramalı olarak işçilerin tepkisini doğuracağı açıktı. Kitlelerin bilincinde kesin bir biçimde bir değişim süreci başlamıştır. Kitleler, geçmiş döneme damgasını vuran ezik, karamsar, yenilgi yorgunu ruh halinden çıkmaya, silkelenmeye ve yavaş yavaş kaslarını esnetmeye başlamıştır. Emperyalist savaş tehdidine karşı verilen mücadele, yalnızca bu dipten gelen tepkinin mevcut konjonktürde kendisine bulduğu kanaldır.
Aslına bakılırsa son yıllarda başlamış olan dünya çapındaki küreselleşme karşıtı, anti-kapitalist hareket bunun bir ön habercisiydi. Latin Amerika’da kitlelerin birbiri ardına devrimci atılımlar yapması, tayin edici bir önderlikten yoksun oldukları halde, Ekvador’da, Arjantin’de, Venezuela’da devrimci durumların doğmasına yol açacak düzeyde eylemlilik sergilemesi tesadüf değildi. Tüm dünyada patlayıcı dinamiklerin gelişmekte olduğu ve bu dinamiklerin kendisini, dünyanın şu ya da bu bölgesinde, şu ya da bu sorun üzerinden ifade ettiği gerçeği, gören gözler için açıktır.
İşte mecliste tezkere oylamasının sürpriz yaratan sonucu, kitlelerin hareketinin yükselişinin yarattığı basıncın sadece soluk bir yankısından ibarettir. Milletvekillerinin burjuvazinin temsilcileri olduğuna ve bu konuda hiçbir hayale kapılmamak gerektiğine şüphe yoktur. Burada asıl önemli olan, uzunca zamandır varlığı unutulmuş görünen kitlelerin yavaş yavaş politize olmaya ve siyaset sahnesinin gerçek gücü olduğunu göstermeye başlamalarıdır.
Ancak komünistlerin hayati görevi ve sorumluluğu tam da bu noktadadır: harekette bilinçsiz ya da yarı-bilinç düzeyinde varolanı, devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyine çıkarmak, işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesini kapitalizmi yıkmayı hedefleyen örgütlü bir mücadeleye dönüştürmek! Bu da ancak işçi sınıfına uluslararası düzeyde önderlik edecek devrimci bir örgütlülüğün yaratılmasıyla mümkündür.
link: Deniz Moralı, Postal Sesleri ve Bir Tezkere Müsameresi, 6 Mart 2003, https://marksist.net/node/864
Kadınlar Mücadeleye Katılmadan İşçi Sınıfı Kazanamaz!
8 Mart İstanbul Mitingi