“Yıl 1922. Anadolu her zaman lirik dizeler için en tatlı ilham olmuştur - öyle bir şey. Her şey uysal, zararsız, hoş ve latifti o sonbahar. Düşman, şehrimiz Ayvalık’a inmişti. Limana da, Amerikan bandıralı vapurlar demir atmıştı. Buyruk: Çürük, dayanıksız mallar -çocuklar ve kadınlar Yunanistan’a yollanmak üzere gemilere bindirilecekti. Ama adamlar, on sekiz yaştan kırk beşe kadar olanlar, içerlere, oradaki amele taburlarına yollanacaktı.” İlias Venezis “Numero 31328 Amele Taburu” adlı kitabına bu sözlerle giriş yapar. 1922 yılını, çalışma taburlarına alınışını ve mübadeleye kadar olan süreci anlatmaya başlar. 1904 Ayvalık doğumlu İlias, kitabından duyduğu gururu şu sözlerle ifade eder: “Kitabımın yayınlandığı yabancı ülkelerde yaratmış olduğu izlenimlerden sadece biriyle gurur duyuyorum. Bütün eleştirmenler bu ıstırap kitabında nefretten eser bulunmadığını şaşırarak gördüler. Böyle bir şey olabilir miydi? Demek ki olabiliyormuş.”
Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte gayrimüslimler zorunlu olarak askere alınmaya başlar, Hıristiyanlar Amele Taburlarında güç koşullarda zorla çalıştırılarak yok edilmeye çalışılır. Yaş aralığı onun için özellikle 18-45 olarak belirlenmiştir. İlias da 18 yaşında olduğu için bu kafileye dâhil edilir. “Çünkü” der, “Yunanistan’a yollanacak gibi bir mal değildim, ne yarım okkalık ne de biraz çürük mal, hiçbiri.” Binlerce insan çok kötü koşullarda çalıştırılır, binlercesi yollara düşürülür. Ayvalık’tan Bergama’ya, oradan Kırkağaç’a yürümeye devam ederler. Her götürüldükleri yerde askeri yerleşim yeri, yol, kanal gibi çeşitli işler yaptırılır. Kimi subaylar gece saatlerinde esirleri kendi hesaplarına çalıştırırlar. Savaşın, milliyetçiliğin tırmandırılmasıyla emekçilerin nasıl körleştirildiğinin, gerçeklikten koptuğunun örneklerini yansıtır fakat aynı zamanda Rumlarla Türklerin birlikte nasıl kardeşçe yaşadıklarını da anlatır yazar. Henüz umut vardır. Kafilenin geçtiği yerlerde onlara saldırmak, taş atmak serbesttir fakat yaklaşmak, sevgi göstermek kabul edilemez görülür. İlias gizlice yanına gelen bir anadan bahseder; çocukları seven, milleti ayırmayan bir anadan. “Peçesini yarım örtmüş bir nenecikti. Kaldırımda, etrafına tedirgin bir bakış attı. Sonra aceleyle, bana doğru koca bir ekmek parçasıyla bir ayva fırlattı. ‘Bir şey istiyor musun oğul?’ Yaşmağının altında titreyerek, korku dolu sesle bana soruyordu.” Nefretin yayıldığı bu dönemde eski günler hatırlanır. Nasıl da birlikte yaşadıklarını, birbirlerini sevdiklerini anımsarlar. “Birbirlerini kardeş gibi severdi. Yazları iki aile ovada birlikte kalırdı. Ayrılmazlardı. Sadece gece olduğu zaman, her biri kendi Tanrısına dua için bir yana çekilirdi.”
“Barış”, “mübadele” sözcükleri o kadar yabancıdır ki onlar için, hiçbir şey çağrıştırmaz. “Barış. Ne biçim şeydi bu? İlk defa onu ağzımıza alıyorduk. Fakat fazla sürmüyor. Biz sadece bir şey için yalvarıyorduk: Arada bir duralım! Duralım!” Yollarda başka taburlarla denk gelirler. Esir asker taburlarıdır bunlar, numaraları vardır bu askerlerin. Onlar kısmen daha kıymetlidirler Amele Taburlarından. Amele Taburundakiler çıplaktılar, yalınayaktılar, “çıplaklığımızı kapamaya çalışıyorduk. Atılmış bir çuval yarısını bulmuştum. Ortasından bir delik açtım, içinden kafamı geçirdim, bir sicimle belime bağladım. İyi olmuştu.” Karşılarında bilekleri sicimle bağlı, dört köşe tenekeden, Türkçe rakamlar yazılı plakalar vardı. Soruyor amele taburundan biri, bunlar ne diye, “bizim numaramız, diyor biri şaşkınlıkla. Sizin yok mu?” Bir ay öncesinde onlara numara verilmiş. Oysa daha önce kayıtları yokmuş ve onu yirmisi bir gecede askeri kamptan kaybolurmuş, onları kim soruyordu ki? Bir numaraları dahi yoktu. Önemi yoktu baştakiler için. Amele taburundakiler de öyle. Amele Taburları katıksız esir taburu olarak bilinirdi çünkü. Bir anlam veremediler önce. Fakat onların rakamlarına bakmaya devam ettiler, “bizim bir dayanağımız yok. Kim arayıp soracaktı bizi, şayet… Onları kıskanıyoruz, ona sahip olma mutluluğundan yoksunuz.”
Savaş uzaklaştıkça Anadolu’nun tatlı tatlı yakan güneşi insanları tekrar sabırla ısıtmaya başlar. Mübadele sözü duyulur. Anlamı ilk başlarda pek bilinmez. Fakat zamanla anlaşılmaya başlar. Çektikleri acılar bitecek, gemilerle Yunanistan’a gönderileceklerdi; oralardan da Türkler getirilecekti. Gidiş tarihi yaklaşır. Muhafızların birini bir hüzün kaplar, şayet size bir kere vurduysak diye konuşmaya başlar: “Ne yapalım biz, arkadaş? Kim bunu isterdi?” Egemenler tarafından yalanlarla boğulmayan, milliyetçilikten zehirlenmeyen emekçilerin birlikte dostça yaşadıklarını anlatır bize İlias. Türkün de Yunanın da milliyetçilikle zehirlendiğinde nasıl da birbirine kırdırılabileceğini gösterir. Ama bu nefret yapaydır. Bugün de görüyoruz ki egemenler kendi çıkarları için Yunanistan egemenleriyle kimi zaman dost görünürken kimi zaman nefret söylemini yaymaktadır. Tarih ders çıkarmasını bilenler için nice dersler veriyor. Bizler örgütlü işçiler olarak tarihsel iyimserliğimizi koruyarak ve egemenlerin yükseltmeye çalıştığı nefrete karşı mücadele ederek yolumuzda yürümeye devam edeceğiz. Şovenizmde yarışan muktedirlerin karşısında biz örgütlü işçiler enternasyonalizmin bayrağını daha da yükselteceğiz.
link: Kocaeli’den bir MT okuru, Savaşın Bir Diğer Yüzü: “Amele Taburu”, 10 Kasım 2022, https://marksist.net/node/7793
Ekim Devriminin 105. Yıldönümünde…
Faşizmin Kadın ve LGBT Düşmanlığı