Geçmiş yıllarda bizler gibi Marksist Tutum okurları olan sınıf kardeşlerimiz İmroz’a tatile gittiklerinde gezip gördüklerini yazmışlardı. Adanın Gökçeada olan adının geçmişte İmroz olduğunu ve adayı kendilerine mekân edinen Rumların kökünden sökülen zeytin ağaçları gibi topraklarından sökülüp atıldıklarını anlatmışlardı. Bu yaz da bir grup arkadaş olarak biz İmroz’a tatile gittik.
Gittiğimiz gibi değil, algılarımızı sınıf temelinde genişleterek döndük hepimiz. İmrozlulara yapılanlarla başka yerlerde başka halklara uygulanan zalimliklerin ne kadar birbirine benzediğini konuştuk. Başka bir deyişle yıkılmaya yüz tutmuş taş evleri gezerken yüzlerini hiç görmediğimiz İmrozlu Rumlarla duygudaşlık kurduk. Evlerin usta işi ahşap pencerelerinden bir zamanlar insanların sevinç ve umutla baktığını düşünmek gerçek manada hüzün vericiydi.
Feribotla İmroz’a doğru yol aldığımız sırada arkadaşlarımın hepsinin bir yandan martılarla ekmeklerimizi paylaşmanın mutluluğunu yaşadıklarını gözledim; diğer yandansa daha önce İmroz’a gitmiş olanlarımız ilk kez gidenlere İmroz’u ve köylerini anlatıyorlardı. Ben de anlatılanları dinliyordum. İki minik kızımızdan birinin de anlatılanları taze beynine kaydettiği dikkatimi çekti. “Biz nereye gidiyoruz?” diye sordum. Tiz sesiyle uzatarak “İmroz’a gidiyoruz İmroz’a” dedi.
Zamanımız el verdiği ölçüde İmroz’un her yanını gezmeye çalıştık. Özellikle Zeytinli köyünde önünden geçtiğimiz evleri gezerken bir zamanlar o evlerde yaşamış insanların sayısız hatıralarıyla karşılaştık. Asırlar evvel yapılmış ve geriye kalıntıları kalmış iki kalenin ta tepesine çıktık. Göz alabildiğine masmavi denizin insanı büyüleyen ve içini huzurla dolduran manzarası bambaşkaydı. Gözlerimizi kalelerin tarafına çevirdiğimizde ise o iki kalenin taşlarını taşıyan ve ören sınıfımızın insanlarını görür gibi olduk. İki kalenin orta yerinde yani dağın başında bir kaktüs çiçeği gördük. Kökünden kopartılmış ve başka bir yerden getirilip bırakıldığı belli olan biri büyük, iki dalı küçük kaktüsü hatıra olsun diye yanımıza aldık. Bu kaktüs yüzyıllarca yaşadıkları İmroz’dan sökülüp başka yerlere atılan insanları anımsattı bize.
Gezimiz sırasında Rum okulunu görünce kapısına gittik. Tahta kapısı açıktı. Ancak demir parmaklı kapı içeriden kilitliydi. İçeriye seslendik. Genç bir kadın gayet düzgün Türkçeyle “ne istiyorsunuz?” diye sordu. “İlk kez bir Rum Okulu görüyoruz. İçeri girip gezebilir miyiz?” diye sorduk. “Pandemi nedeniyle içeri almıyoruz” dedi. Acaba bu okulda çocuklara ne anlatılıyordu kendi tarihlerine ilişkin? Acaba İmroz’un nasıl Gökçeada olduğu, bu dönüşüm sırasında ne acılar yaşandığı anlatılıyor muydu? “Rumca değil, Türkçe konuşun” deniliyor muydu mesela?
Elbette egemenlerin asimilasyoncu zihniyetinin dünyanın her yerinde aynı olduğunu çok iyi biliyoruz. “Vatandaş Türkçe konuş, çok konuş” paslı çivisi zihnimizden çıkıp gözlerimizin önünde durdu. Ayrıca bu topraklardan Yunanistan’a sürülen insanları oranın egemenlerinin “pis Türk” diye aşağılandıklarını da Dido Sotiriou’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya kitabındaki zihnimize ve yüreklerimize dokunan o içten anlatımlardan biliyoruz.
Sohbetlerimizde Osmanlı egemenleri tarafından Ermeni halkının yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan kopartılıp soykırıma uğratıldıklarında yaşadıklarından da söz ettik ve onlarla empati kurmaya çalıştık. Sürgün edildikleri Suriye çöllerinde 1916 yılında dünyaya gelen Sarkis Çerkezyan Dünya Hepimize Yeter isimli kitabında bir komünistin gözüyle kaleme almıştı anılarını. Sarkis amca, ağaca şekli ustaca veren bir marangozdu. Elinin emeği, gözünün nuru ve zihninin derinliğiyle yaptığı masa sadece bir masa değildi. O her yaptığı işi sağlam yetişmiş bir komünist olarak yapardı. Ve bizlere de iyi ve sağlam bir komünist olmak için yaptığımız işi en iyi şekilde yapmamızı öğütlüyordu Sarkis usta. Sarkis amca acılara alışılmayacağını ve bir şeylerin değiştirilmesi gerektiğini düşünerek yaşamış. Çocukluğunun başladığı Halep çöllerindeki bir anısını anlatır. Anneleri çocukların ilk kez gülerek oynadıklarını görünce pek şaşırır ve kendisi de çocukların mutluluğundan mutlu olur. Babalarının çalıştığı yerden getirdiği bir parça helvayı yedikten sonra çocukların yüzlerinin güldüğünü, mutlu olmalarının sırrının bu olduğunu anlar. Bir parça helva ile mutlu olan Sarkis amca dünya hepimizin olduğunda tüm insanlığın ne denli mutlu olacağını bilerek yaşadı son nefesine dek. Boyun eğmeyen insanlığın pek çok neferi gibi onu da andık İmroz’da geçirdiğimiz süre boyunca.
Gezip dolaşırken bir Rumla karşılaştık. Tek katlı evinin balkonunda oturan abimizle selamlaşıp tanıştık. 1956 doğumlu olduğunu, çocukken Yunanistan’a gittiklerini söyledi. Yunanistan’da gemi kaptanı olarak çalışıp emekli olduğunu ve yaşlı annesiyle yazın İmroz’da, kışınsa Yunanistan’da yaşadıklarını söyledi. Kısacık bir süre bizimle konuşurken, beş kez yan dönerek evin içine doğru baktı. Uzun boylu konuşmaktan çekindiğini fark ettik.
Saatlerce gezdikten sonra Zeytinli köyünde bir kafeye girdik. Kafenin sahibinin kırık Türkçeyle konuşmasından Rum olduğu belliydi. Kendi aramızda sohbet etmeye başladık. Eskiden “huzur adası” denen İmroz’a sonra “hüzün adası” denmesi bizleri de hüzünlendirmişti. Küçücük çocukken köyleri devlet tarafından yakılıp yıkıldığı için ailesiyle İstanbul’a göçen bir Kürt arkadaşımıza “sen ne gördün?” diye sorduk. “Burada gördüklerim gözümün önüne bizim köyü getirdi. Hiçbir farkı yok” derken ne kadar hüzünlendiği gözlerinden okunuyordu. Genç arkadaşımız İmroz’un adının yüzyıllar sonra Gökçeada olarak değiştirilmesinin nedenini sormuştu. Ne zaman ve niçin değiştirildiği üzerine sohbet ettik. Kendi adında W harfi olduğu için kimlik kartına adı değiştirilerek kayıt yapıldığını anlattı. Aynı şekilde kardeşinin de adının değiştirildiğini ekledi.
İmroz’da yaşananlara geçmişten bugüne yaşatılan acıların bir parçası olduğunu kendi gözlerimizle görerek tanıklık ettik. Bugünden dönüp tarihe kendi sınıfımızın gözünden bakmaya başladığımızda, topraklarından sökülen Rumları, kıyımdan geçirilen Ermeni halkını düşünelim. Hitler faşizminin fırınlarda yaktığı Yahudilerin, Romanların yerine koyalım kendimizi. Kendi topraklarında onlarca yıldır İsrail zulmü altında inim inim inletilen Filistin halkına yaşatılanları hissedelim. Bir asırdan fazladır yanı başımızda, dilleri inkâr edilen kapı komşumuz ve iş arkadaşımız Kürt halkıyla empati kurarak kendi dilimizin ve adımızın yasaklandığını bir düşünelim. Dünyanın dört bir tarafı geçmişten günümüze egemenlerin zulmüne maruz kaldı, nice acıya ve hüzne boğuldu. Bu devranın değişip halkların kardeşleşmesinin, insanlığın huzura ermesinin yolu işçi sınıfının sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya kurmasından geçiyor.
link: İzmir’den bir MT okuru, “Huzur Adası” İmroz’dan “Hüzün Adası” Gökçeada’ya, 15 Ağustos 2022, https://marksist.net/node/7727
KPSS Rezaletinin Anlattıkları
Nesin?