Kapitalist sistemin insanlık için en büyük tehdit olduğu koronavirüs salgınıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır. Covid-19’un ortaya çıkışı, aylar içinde küresel bir salgın (pandemi) haline dönüşmesi, sağlık sisteminin orta yere serilen içler acısı durumu, hastalığa karşı önlem adı altında ortaya koyulan uygulamalar vs. kapitalizmin nasıl da çürüdüğünün birer örneğinden başka bir şey değildir. Bir yandan mütemadiyen insanlığın çok büyük bir tehdit ile karşı karşıya olduğu ilan ediliyor, diğer yandan yasaklar ve kısıtlamalar getirilip maske, “sosyal mesafe” vb. ile çözüm bireylerin sırtına yükleniyor. Gerçekte burjuvazi koronavirüsü kapitalizmin tarihsel krizinden çıkış bileti olarak kullanmak istiyor. Koronavirüs aşısı çalışmaları ile ilgili gelişmeler ve tartışmalar da burjuvazinin insanlığı değil kapitalizmi kurtarmaya çalıştığını ortaya koyuyor.
Salgının durdurulabilmesinin yolu olarak görülen ve büyük umutlar bağlanan aşının bulunması için aylardır rekabet halinde hummalı çalışmalar yürüyor. Aşı çalışmalarına daha önceki hiçbir salgında olmadığı kadar hızlı bir şekilde start verildi. Olağan koşullarda bir aşının bulunması minimum 3-4 yılı bulurken, etkili ve yaygın bir şekilde kullanımı ise ortalama 10 yılı buluyor. Korona aşısı çalışmalarında ise yine daha önce hiçbir aşıda olmadığı kadar kısa bir süre içerisinde önemli mesafeler kaydedildi. Elbette bu yoğun çalışmaları ivmelendiren bir an evvel kitlelere Covid-19 bağışıklığı kazandırma arzusu değildir. Daha baştan söylemek gerekir ki tekellerin ve emperyalist güçlerin aşıya bu kadar ilgi göstermesinin ekonomik ve politik sebepleri vardır. İlaç tekelleri küresel salgını küresel vurguna çevirmek isterken, emperyalist güçler hegemonya mücadelesinde korona aşısını bir araç olarak kullanmak istiyorlar. Aşı çalışmalarına dair veriler ve gelişmeler bu konuda epey malzeme sunuyor. Şu anda çok sayıda ülkenin dâhil olduğu toplamda 100’ün üstünde aşı çalışması yürüyor. ABD ve Çin aşı çalışmalarında başı çeken ülkeler olarak dikkat çekiyor. Çin’in 9, ABD’nin ise 8 aşı adayı klinik aşamalarda test ediliyor.[1] Ağustos ayı verilerine göre üçüncü aşamada bulunan toplam 8 aşı adayının 4’ü Çinli firmalar tarafından geliştirilen aşılar. ABD, Avustralya, İngiltere’nin birer aşısının yanı sıra Çin-Almanya-ABD ortaklığında yürüyen bir aşı çalışması daha var. Bunların dışında, bir de Putin’in ilk onaylanmış koronavirüs aşısı olarak duyurduğu “Sputnik V” aşısı var. DSÖ bu aşı hakkında temkinli açıklamalar yaparken, Batılı emperyalistlerse karalama kampanyası başlattılar.
Bu tablo emperyalist kapitalist sistemin genel çelişkilerini ve konjonktürel durumunu, tekelleşmenin ulaştığı düzeyi ortaya koymaktadır. Hemen dikkat çekeceği üzere, korona aşısı çalışmalarında önemli mesafe kaydedebilen ülkeler sermaye birikim düzeyi yüksek olan emperyalist ülkeler veya merkezleri bu ülkeler olan uluslararası tekellerdir. Kapitalizmin eşitsiz gelişiminin sonucu olarak bazı ülkelerin sermaye birikim düzeyi diğerlerine oranla çok daha yüksek olur. Dolayısıyla yüksek teknoloji ve bilim gerektiren yeni metaların üretimi ancak emperyalist piramidin tepesinde bulunan bu ülkelerde kurulu tekeller tarafından gerçekleştirilebiliyor. Bu eşitsiz gelişimin sonuçlarını toplam dünya üretiminin dağılımına baktığımızda rahatlıkla görebiliriz. Dünya Bankası verilerine göre G-20 ülkelerinin dünya hasılasındaki payı yaklaşık %80 iken, bunların dışında kalan 173 ülkenin payı ise %20’nin biraz üzerindedir. Emperyalist piramidin tepesindeki dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD’nin toplam hasıladaki payı %24, peşinden gelen Çin’in payı ise %16’dır. Aşı çalışmalarındaki tablo da buna paraleldir. Dünya üretiminin %40’ını gerçekleştiren ABD ve Çin’in aynı zamanda aşı çalışmalarında da başı çekmesi şaşırtıcı değildir.
Kapitalist dünya ulus-devletlere bölünmüş olsa da sermaye bu ulusal sınırlara hapsolmaz. Sermaye, başından beri sahip olduğu bu ulusal sınırları aşıp küreye yayılma eğilimiyle zaman içerisinde ulus-devletle çelişkili bir biçimde uluslararası formlar almıştır. Sağlık da dâhil olmak üzere birçok alanda bu uluslararası tekellerin borusu ötmektedir. Mesela aşı çalışmalarına devam eden Sanofi, Fransız ilaç şirketi olarak bilinse de aslında uluslararası bir ilaç tekelidir. Ve genelde tıpkı diğer tekeller gibi o da faaliyetlerini ulusalcı sığ bir perspektifle yürütmez. Nitekim Sanofi ABD ile 2,1 milyar dolarlık bir aşı anlaşması yaptı bile. Buna göre aşı geliştirilip onaylandığında ABD Sanofi’nin öncelikli müşterisi olacak. Macron, finans yöneticiliği geçmişine rağmen aşının serbest piyasa kurallarına tabi olamayacağını iddia ederken, Sanofi CEO’su ona kapitalizmin yasasını hatırlattı ve ABD hükümetinin risk alıp bu şirkete yatırım yapması nedeniyle en büyük sipariş hakkına sahip olacağını söyledi. Yani parayı veren düdüğü çalar, serbest piyasanın kanunu bu! Bu arada elbette serbest piyasanın diğer kanunları da tıkır tıkır işlemektedir ve kâr uğruna rekabet içinde birliktelikten de kaçınılmamaktadır. ABD, Çin ve Almanya aşı yarışında birbirlerinin rakibi olsalar da, ABD’li Pfizer, Alman BioNTech ve Çinli Fosun Pharma bir aşı çalışmasını da birlikte yürütmektedirler.
Hegemonya mücadelesinin aracı olarak aşı
Koronavirüs salgınının olağan bir sağlık sorunu olmanın ötesine geçirildiğini, bunun kapitalizmin tarihsel kriziyle bağlarını çeşitli yazılarımızda ele aldık. Emperyalist güçler salgını hegemonya mücadelesinde kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda bugüne kadar kullandılar, kullanmaya da devam ediyorlar. Emperyalist piramidin tepesinde karşılıklı suçlamalarla başlayan korona kavgası aşı meselesiyle devam etti. Trump, hastalığı “Çin virüsü” diye tanımlayarak hastalığın bizzat Çin tarafından çıkarıldığını savundu. Çin ise, ABD’li askerlerin virüsü Çin’e soktuğunu iddia etti. ABD medyasına bol bol Çinli veya Rus hackerların ABD’nin laboratuvarlarından aşı çalışmalarına dair verileri çaldığı haberleri düştü. ABD ve Çin resmi ağızlardan birbirlerini aşı çalışmalarıyla ilgili bilgileri çalmakla suçladı.
Ağustos ayında Putin Rusların üzerinde çalıştığı koronavirüs aşısının başarılı olduğunu ve onaylandığını açıkladıktan iki hafta sonra Trump da yılsonuna kadar aşının hazır olacağını, hatta seçimlere yetişebileceğini duyurdu. Çin ise “sessiz sedasız” çalışmalarını sürdürüyor. Aşıya sahip olan gücün bunu ekonomik bir fırsata çevireceği malûm. Bununla birlikte, emperyalist güçlerin nüfuz alanlarının paylaşımında önemli bir silah olarak da işlev görecektir. Haziran ayında Afrikalı liderlerle yapılan bir video konferansta konuşan Xi Jinping aşıyı bulduklarında Afrika ülkelerinin öncelikli olacağı sözünü verdi. Ardından Latin Amerikalı liderlerle yapılan benzer bir toplantıda ise aşıya evrensel erişimin kamu yararı olacağını ve aşıya erişimi desteklemek için bölge uluslarına 1 milyar dolar kredi tahsis edeceğini söyledi. Elbette emperyalist ülkelerin nüfuz alanları paylaşımında “kamu yararı”, “hayırseverlik”, “insani yardım” kılıfları altında neler yaptıklarını burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Afrika’da, Latin Amerika’da ekonomik, askeri ve diplomatik etkisini giderek arttıran Çin, aşı ile bu bölgelerdeki nüfuzunu daha da arttırmak istiyor. Çin’in bu faaliyetlerini gören ve nüfuz alanlarını Çin’e kaptırmak istemeyen Batılı emperyalistler ise, Çin’in ve onunla birlikte Rusya’nın aşı çalışmaları konusunda şüphe ve güvensizlik yaratmak için karalama kampanyaları yürütüyorlar.
Tıpkı ticaret savaşlarında olduğu gibi salgın da kendine has özgünlükleriyle ilerleyen Üçüncü Dünya Savaşının bir muharebe alanına dönüştürüldü. Aslında ticaret savaşlarının da aşı savaşlarının da sebebi aynıdır. Kapitalizmin tarihsel krizine bir hegemonya mücadelesi eşlik etmektedir. Bir dönemin tartışmasız hegemon gücü olan ABD, SSCB’nin yıkılmasından sonra doğan koşullarda karşısında yükselen yeni güçler bulmuştur. AB ülkeleri Almanya ve Fransa ABD’nin artık eski pozisyonda olmadığına işaret eden tutumlar alıyorlardı. Elif Çağlı daha 2005’te hegemonya mücadelesine dair yaptığı analizlerde bugünü görürcesine aşağıdaki tespitlerde bulunmuştu:
“Kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki görece sorunsuz yükseliş dönemini kapatmış olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, ABD ile AB arasındaki gerilim de iyice tırmanmaya başladı. Bugün sanki bu iki güç odağı arasında cereyan ediyor görünen hegemonya kapışmasına rağmen, dünya üzerinde egemenlik kurabilmek bakımından Avrupa, ABD ile eşit bir iktisadi ve askeri güce sahip bulunmuyor. ABD’ye rakip Avrupalı güçlerin bir araya gelerek oluşturduğu AB paktının geleceğinin ne olacağı bile belli değil. Bir zamanlar kapitalizmin yarattığı son mucize olarak tapınılan Japonya uzun süredir kendi derdine düşmüş vaziyette. Dünya hegemonyasına göz dikmeye namzet yeni odaklardan Rusya, daha bir süre güç toplamaya ihtiyaç duyuyor ve bu nedenle ABD’ye açıktan kafa tutmak henüz işine gelmiyor. Diğer namzetlerden Çin ise, asyatik geleneklerin simgesi olan yüksek duvarların ardında sinsice gelecekteki ataklara hazırlanıyor.
“Bu gibi nedenlerle şimdilik görünürde daha ziyade AB ve ABD çatışması yer alıyor. Oysa her bir güç odağı esasında yalnızca bugünün koşullarını değil, yarının olası koşullarını da hesaba katmaktadır. Asıl kavga, Rusya ve Çin gibi iki devasa ülkede eski rejimin çöküşüyle başlayan kapitalist inşa sürecinin sonucunda yarın emperyalist sistemin hegemon gücünün kim olacağı üzerine yürümektedir.”[2]
O günlerden bugüne, on beş yıl boyunca kavga tam da bu temelde yürümüş ve büyümüştür. Halen devam eden paylaşım savaşının bir tarafında ABD, diğer tarafında “kapitalist inşa sürecinin sonunda” yükselen Çin ve Rusya yer almaktadır. Burada kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişim yasasının çarpıcı bir sonucunu daha görüyoruz. Sahip olduğu ucuz işgücü ile yıllar boyunca “dünyanın atölyesi” olan Çin, zaman içerisinde yüksek sermaye birikimine kavuşarak teknolojik ürünleri de üretebilecek gelişmiş bir sanayiye sahip oldu. Çin artık geçmişteki gibi sadece ucuz “Çin malı” üretmiyor; aynı zamanda akıllı telefonlar, network ürünleri, 5G teknolojisi gibi ileri teknoloji gerektiren ürünler de üretiyor. Kapitalizmin eşitsiz fakat bileşik gelişiminin bir sonucu olarak Çin ABD’nin tahtını tehdit eden bir ülke haline geldi. Nitekim şimdi aşıyı üretmeye ve yaygın olarak satmaya en yakın ülke olarak ABD’nin karşısına dikilmiştir. Trump’ın Çin’e karşı ticaret savaşlarını başlatması boşuna değildir.
Dünya çapında yürüyen paylaşım savaşı ve rekabet öylesine kızışmıştır ki, taraflar doğrudan veya dolaylı olarak hemen her vesileyle karşı karşıya gelmektedir. Trump’ın attığı adımlar ticaret savaşını tırmandırdığında şunları yazmıştık: “Şurası açık ki dünya pazarında süreç; Çin, Almanya ve benzerlerinin lehine ama ABD’nin aleyhine işliyor. Bir anlamıyla Çin, bir zamanlar Avrupalı emperyalist güçler birbirlerini yerken ekonomik büyümesini sessiz ve derinden sürdüren ABD’nin taktiğini uyguluyor. Tarihsel gidişatı kendiliğindenliğe bırakmaya niyetli olmayan ABD, ipleri her alanda gererek süreci tersine çevirecek adımlarını hızlandırıyor. Kuşkusuz adımlar çok hızlı, paldır küldür atılıyor ve kaçınılmaz olarak uluslararası sistemi ve kurumlarını sarsıyor. Aslında Trump’ın kaba, kovboyvari tutum ve davranışları dönemin ruhuyla da örtüşüyor. Unutmamak lazım ki ABD hâlâ dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücüdür. Tüm dünyaya yayılmış doğrudan sermaye yatırımlarının tutarı 5 trilyonu aşıyor. Doların hâlâ rezerv para konumunda olması ona muazzam bir üstünlük sağlıyor. ABD emperyalizmi dünya ekonomisinin merkezindedir ve zaten buna güvenen Trump, emperyalist rakiplerine şu mesajı veriyor: Eğer istediğim tavizleri vermezseniz «kendimi de dünyayı da yakarım»! Ancak kapitalizmin tarihsel çıkmaza saplandığı koşullarda ABD’nin bu hamlelerinin emperyalist rekabeti keskinleştirmesi kaçınılmazdır.”[3]
Emperyalistlerin hegemonya mücadelesinde avantaj elde etmek için aşıyı bir araç olarak kullanması bir yandan aşının güvenilirliğine dair şüpheler yaratırken, diğer yandan yoksulların aşıya erişimine dair soru işaretleri oluşturmaktadır. Aşıyı bir an önce bulmak için yeterli düzeyde test yapılmadığı ve test aşamalarında bilimsel yöntemlerin kimi noktalarda bir kenara bırakıldığına dair basına yansıyan haberler var. DSÖ ve AB gibi kurumlardan aşının kapitalizmin kanunlarından muaf olacağı ve bu yüzden endişe duyulmaması gerektiği yönünde mesajlar gelse de bunun zevahiri kurtarmaya çalışmaktan öteye geçmediğini biliyoruz. DSÖ’nün “herkesin aşıya ulaşabilmesi” için başlattığı COVAX adlı ortak aşı projesine 172 ülke katıldı. AB tarafından “dünya çapında hem yoksul hem de varlıklı ülkelerdeki yurttaşlara aşı sağlanması ve bu sürecin hızlandırılması için COVAX kapsamında uzmanlık ve kaynak” paylaşımı da yapılacağı kaydedildi. Ne var ki Trump DSÖ’nün Çin’in nüfuzunda olduğu gerekçesiyle bu projeye katılmayacağını açıkladı. Hatırlanacak olursa geçtiğimiz aylarda ABD aynı gerekçeyle DSÖ’den ayrılmıştı.
Kapitalist sistemin efendileri küresel bir felâketten bahsediyorlar ama bu “küresel felâket” karşısında ortak bir çalışma yürütmek yerine çoğunlukla her ülke kendi olanaklarıyla aşı üretmeye çalışıyor. Ya da geliştirilecek aşıdan öncelikli olarak faydalanabilmek için anlaşmalar imzalama yoluna gidiliyor. Trump, aşının önce ABD tarafından kullanılması için Moderna, Johnson&Johnson, Sanofi ve GlaxoSmithKline gibi firmalarla anlaşmalar yaptığını açıkladı. Kanada, Fransa vb. ülkeler de benzer şekilde milyarlarca dolarlık anlaşmalar imzaladılar.
Koronayla eşi görülmemiş bir panik havası yaratan kapitalistlerin ne kadar ikiyüzlü olduklarını da ortaya koyuyor bu durum. Eğer insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük felâket söz konusuysa, bu felâkete son verecek olan aşı için neden bütün insanlık birlikte çalışma yürütmüyor? Emperyalist güçler ve tekeller ellerindeki bilimsel bilgi ve verileri neden gizliyor? Önemli olan bir an önce salgını sonlandıracak aşıyı bulmak değil midir? Bunlar belki son derece naif sorular ama kitlelerin sağlık sorunlarına gelesiye kadar kapitalistler için çok başka önceliklerin olduğunu ortaya koyması bakımından sorulması gereken sorular.
Önce sağlık mı?
Şu anda dünyanın farklı yerlerinde hummalı bir aşı çalışması yürüse de aşının yaygın kullanımının en iyi ihtimalle 2021 ortalarını bulacağı tahmin ediliyor. Bu hummalı aşı çalışmalarının arkasında “dünyayı büyük felâketten korumak isteyen fedakâr bilim insanlarının” olduğunu düşünmek naiflik olur. Kuşkusuz burada muradımız gerçekten de fedakârca çalışıp insanlığa hizmet etme gayretinde olan emekçileri karalamak değildir. Bu bir sistem sorunudur. İster bilim insanı olsun isterse herhangi bir emekçi, karar mekanizmalarında yer almayan bu insanlar kendilerine iletilen talimatları ve görevleri yerine getirmekle mükelleftir. Hangi hastalığa çare bulmak için çalışma yapılıp yapılmayacağına, ne zaman başlanacağına, ne kadar kaynak ayrılacağına, bu çalışmaların yürütülme biçimine karar veren alın teri döken emekçiler değildir. Bunları belirleyen uluslararası tekellerin ve kapitalist devletlerin çıkarlarıdır.
Mesela The Guardian gazetesinin haberine göre AB komisyonu 3 yıl önce ilaç tekellerine korona gibi virüslerin sebep olacağı salgınlar patlak vermeden aşı çalışması başlatma teklifi götürmüş. Ne var ki ilaç şirketleri bu teklifi kabul etmemiş. Burada yeri gelmişken madalyonun diğer yüzünü de belirtmekte fayda var. Bu ve benzeri haberler koronavirüs ailesinin bir tehlike olarak bilindiğini ortaya koyuyor. Hatta Covid-19’un laboratuvar ürünü olduğuna dair daha fazla makale yayınlanmaya başladı. Öyle ya da değil, korona aşısı çalışmalarına salgın başladıktan 67 gün sonra başlanmış olduğu söylense de, hastalığı bilen ilaç tekellerinin çok daha öncesinde aşı çalışmalarına başladığı da düşünülebilir.
Daha önce patlak veren diğer salgın hastalıklar için yapılan aşı çalışmalarının seyrine baktığımızda tablo biraz daha netleşiyor. Domuz gribi için aşı çalışmalarına salgın başladıktan 89 gün, Ebola için 164 gün, Sars için 364, Zika için 454 gün sonra başlanmıştı. Zika ve SARS için aşı geliştirilemeden salgın sona erdi. Tekeller aşı çalışmalarına getireceği kârı hesaba katarak başlıyorlar. Bu virüslere karşı aşı üretmek belli ki çok kârlı görünmediği için işi ağırdan almışlardır. Covid-19’a karşı ise “ışık hızı ötesinde” aşı çalışması yürütüyorlar. Bir aşıyı başarılı bir şekilde geliştirmeleri olağan koşullarda ortalama 8-10 yılı buluyorken, eğer söylendiği gibi korona aşısı 2021 yılı ortalarında yaygın olarak yapılmaya başlanırsa bu bir rekor olacak!
ABD Ulusal Alerji ve Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsünün başında bulunan ve sık sık koronavirüs konusunda Trump ile karşı karşıya geldiği için popüler bir isim olan Anthony Fauci, Ebola’ya neden bir aşı bulunmadığını gayet açık sözlülükle ifade ediyor: “Bir aşı adayımız var, maymunlarda denedik ve başarılı olduk görünüyor. Ama ilaç şirketlerini 30-40 yılda bir patlak veren basit bir salgın için aşı geliştirmeye teşvik etmeye gelince, evet, bu pek teşvik edici değil.”
İlaç tekelleri kâr getirmeyen “basit hastalıklar” için ilaç üretmek yerine çok daha kârlı olan alanlara yöneliyor. Hastaların hayatları boyunca ilaç alması gereken kanser, diyabet gibi hastalıklara yatırım yapmak bu tekeller için teşvik edici. İlaç tekellerinin bu tercihi sebebiyle –ki kapitalizmde tersi mümkün değildir– her yıl milyonlarca insan önlenebilir hastalıklardan ölüyor. Mesela halen her yıl ortalama 1,5 milyon insan ishale yol açan hastalıklar yüzünden ölüyor. Koronavirüs aşısı şu anda son derece “teşvik edici” bir alan. Neticede paniğe sürüklenmiş yüz milyonlarca insanın beklediği yüz milyonlarca doz aşının getirisi milyarlarca dolar olarak tekellerin kasalarına akacak. Üstelik aşıyı ne kadar hızlı bulurlarsa o kadar çok kâr edecekler.
2009 yılında patlak veren domuz gribi salgınında da büyük bir panik havası yaratılmış ve Dünya Bankası tahminen 70 milyon kişinin öleceğini açıklamıştı. Kuşkusuz bugünkü salgın ekonomik, politik, toplumsal, sağlık vb. bakımdan sonuçlarını göz önünde bulundurduğumuzda önceki salgınların çok ötesindedir. Ama konunun özü değişmiyor. O zaman şunları yazmıştık: “Peki nasıl bir hesap hatası yaptılar ki, gerçek rakamlar ile tahminler arasında bu kadar derin bir uçurum gerçekleşti? Halkın sağlığını düşündüklerinden en kötü senaryoya göre önlem alınması için mi yaratıldı bu paranoya? Birçok devlet milyonlarca dozluk aşı satın aldı. İtalya, Türkiye, İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda gibi birçok ülke satın aldığı milyonlarca doz aşının çok küçük bir kısmını kullanabildi. Utanmazlıkta ve açgözlülükte sınır tanımayan burjuvalar ellerinde kalan aşıları «satın aldıkları fiyata satmaya razı olduklarını» ilan ettiler. Domuz gribi balonunun patlamasına rağmen daha yoksul ülkelere ve DSÖ’ye bir kısmını sattılar bile. Bu anlaşmalarda «önce kâr» diyen sağlık tekelleri ile salgınlara karşı mücadelede “işbirliği” yapan DSÖ yöneticilerinin büyük katkısı var. Zira birçok DSÖ üyesinin sağlık tekelleriyle ilişkisi var. Örneğin salgın birimi başkanı Klaus Stöhr Novartis firmasının üst düzey yöneticisi olmuştu. Tekeller bu nüfuzlu yöneticiler aracılığıyla DSÖ’yü istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Bu iddialara karşı DSÖ’nün yaptığı açıklamalar ise inandırıcılıktan ve bilimsellikten uzak.”[4]
Aslında kapitalizmin bilimi ve teknolojiyi getirdiği aşama kolektif bir çalışmayla aşının hızlıca geliştirilmesi için yeterlidir. Bulunacak aşının ihtiyaç duyan herkese yapılabilmesi için üretimi, ulaştırılması, depolanması için de üretici güçler yeterli gelişkinlik düzeyindedir. Ne var ki birkaç yüz yılda kendinden önceki toplumsal formasyonların yüzyıllar boyunca yaptığını fersah fersah aşacak kadar üretici güçleri geliştiren kapitalizmin bizzat kendisi üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline gelmiştir. Diğer yandan çok önemli bir husus da aşının hangi koşullarda kimlere verileceğidir. Erken veya geç, aşı geliştirildiğinde ihtiyacı olan herkese ücretsiz olarak yapılacak mı? Aslında bu sorunun cevabını yukarıda değindiğimiz gibi Sanofi CEO’su verdi. Yani aşının nasıl değerlendirileceği tekellerin ve emperyalist güçlerin çıkarlarına göre belirlenecektir, emekçi kitlelerin ihtiyaçlarına göre değil.
Kapitalizm tarihsel kriz çıkmazının sonucu olan ekonomik felâket tablosunu korona salgınına yüklemeye çalışsa da, bizzat bu salgının yarattığı koşullar bu sömürü düzeninin daha fazla sorgulanmasına yol açma potansiyeli taşımaktadır. Marx ve Engels’in Manifesto’da söylediği gibi “öylesine büyük üretim ve değişim araçlarını oluşturma büyüsünü başarmış o burjuva toplumu, yeraltından kendi çağırdığı güçlere artık hükmedemez olan cinci hocalara dönmüş durumda.” Kitleler henüz yeterince bilince çıkartmasalar da Floyd protestolarında görüldüğü üzere, kapitalizmin insanlığa artık bir şey vaat etmediğini fark ediyorlar. Zaten kimi büyük sermaye kesimlerinin bu tehlikeye karşı kapitalizmi sürdürülebilir hale getirmek için projeler üretmeye çalışmalarının sebebi de bu değil mi? Burjuvazinin çeşitli kurumları ve ideologları aşı konusundaki kaygıları benzer amaçlarla gidermeye çalışmıyorlar mı? Ancak ne derlerse desinler kapitalizmin günahlarını aklayamazlar, ne yaparlarsa yapsınlar tarihin akışını değiştiremezler.
[1] Aşı çalışmaları preklinik, faz-1, faz-2 ve faz-3 aşamalarından oluşuyor ve aşı bu aşamalardan geçtikten sonra onaylanıyor. Preklinik aşamada aşı öncelikle hayvanlar üzerinde deneniyor. Faz-1’de az sayıda insan üzerinde denenerek aşının güvenilir olup olmadığı test ediliyor. Faz-2’de yüzlerce insan üzerinde denenerek yan etkileri, uygun dozaj vb. tespit ediliyor. Faz-3’te ise farklı yaştan ve lokasyonlardan binlerce insan üzerinde denenerek aşının etkili olup olmadığı test ediliyor. Ne var ki korona aşısı yarışı yüzünden söz konusu çalışmalarda bu prosedürlerin layıkıyla yerine getirilmediği düşünülüyor.
[2] Elif Çağlı, Küreselleşme, Haziran 2005, marksist.com
[3] Utku Kızılok, Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları, Ağustos 2018, marksist.com
[4] Suphi Koray, Domuz Gribi A.Ş., Şubat 2010, marksist.com
link: Suphi Koray, Aşı Savaşları, 15 Eylül 2020, https://marksist.net/node/7027
12 Eylül’ün 40. Yılında Yine İşçi Sınıfı Hedefte
O Yumruk İşçi Sınıfına Atılmıştır