Kapitalizmin doğayı, insanı, sağlık sistemini alabildiğine tahrip etmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan yeni tip koronavirüs salgını ile neredeyse aynı hızda yayılan ırkçılık ve düşmanlık, işçi sınıfının birliği ve mücadelesinde ciddi bir sorun olarak karşımızda duruyor. Pek çok sorun yaşayan Çinli emekçiler, kürenin her köşesinde ırkçılığın ana hedefi haline gelmiş durumda. Türkiye’de yığınlar, Suriyeli mülteci işçilere karşı kullandıkları nefret söylemlerinin bir benzerini, bu kez koronavirüs salgını üzerinden Çinli emekçilere yöneltiyorlar. Yaşanan her felâkette başka milletlerden sınıf kardeşlerimize düşmanca tutum almak, olumsuzluklardan onları sorumlu tutmak ne kadar doğrudur?
Suriye savaşı, bundan tam dokuz yıl önce başladı. Çok kısa bir süre içinde Suriye toprakları, emperyalistlerin kapışma sahnesine, kanlı hesaplaşmaların yaşandığı bir cehenneme döndü. Evlerini ve yurtlarını terk ederek göç yollarına düşmek zorunda kalan yoksul kitleler, sığındıkları ülkelerde işsizlik ve sefalet içerisinde hayatta kalma mücadelesi verdiler. Kendi çıkarları için kabul ettiği mültecilerin çaresizliğinden yararlanan kapitalistler, onları en ağır işlerde, en düşük ücretlere, üstelik güvencesiz çalıştırdılar. Suriye pastasından pay kapmak hevesindeki Türkiyeli egemenler, bir müddet dışarıdan körükledikleri bu savaşta bir zaman sonra sahaya inerek doğrudan savaşan aktörlerden biri oldular. Bu savaş Türkiye için de can kayıplarının yanı sıra büyük bir ekonomik maliyete yol açtı. Egemenler bu maliyeti, katlanan vergi ve zamlarla işçi ve emekçilerin sırtına yükledi. Gün geçtikçe Türkiyeli emekçiler, savaşta yalnızca kendileri gibi yoksul işçi ve emekçi çocuklarının hayatlarını kaybettiğini gördüler. Ceplerindeki paranın da her geçen gün azaldığını, yoksullaştıklarını hissettiler. Fakat tepkilerini Suriyeli mültecilere gösterdiler. Savaş mağduru emekçi insanların, ailelerini ve doğdukları memleketi terk etmek zorunda bırakıldıklarını fark edemediler. Sorumlusu olmadıkları bu savaştan uzak durmak için, komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldıklarını göremediler. Tam tersi Suriyelileri tembellikle ve vatanlarını savunmamakla suçladılar.
Bugün egemenler koronavirüs salgınını krizin üzerini kapatmak için kullanıyorlar. Ama emperyalist kapışma da sürüyor. ABD, özellikle “Çin virüsü” diyerek yıpratma savaşı yürütüyor. Dünyanın birçok yerinde bu salgından olumsuz etkilenen emekçi kitleler, Çin halkına karşı düşmanca tavırlar takınabiliyor. Çinli emekçiler bütün dünyada büyük bir izolasyon yaşıyor. Japon sosyal medyasında “Çinliler Japonya’ya Gelmeyin” etiketi trend oldu. Singapur’da devletten Çinlilerin ülkeye girişini yasaklamasını isteyen dilekçeye 10 binlerce kişi imza verdi. Hong Kong’da, Vietnam’da, Güney Kore’de işyerlerinde, “Çinli müşteri kabul etmiyoruz” levhaları asıldı. Fransa’da yerel bir gazete, “Sarı Alarm” ırkçı manşetiyle çıktı. Toronto’da aileler, Çin’den yakın aylarda dönmüş ailelerin çocuklarının okullara 20 gün boyunca alınmaması isteğinde bulundu. Dünyanın en popüler turizm ülkesi olan Tayland’ta halk, Çinli turistler arasındaki popüler alışveriş merkezlerine gitmemeye başladı.
Çin ile rekabet halindeki ülke egemenlerinin, koronavirüs salgınına karşı kullandığı söylemler de bu hakaretlerin başlıca tetikleyicileridir. Örneğin ABD Başkanı Trump, koronavirüs ile alakalı her konuşmasında Çinlilere dair olumsuz, kötüleyici, düşmanca, değersizleştirici ve ayrımcı sözlere yer veriyor. Burjuva medyanın salgın ile alakalı haberleri yayınlarken kullandığı dil de toplumlarda açığa çıkan tepkiyi belirlemede oldukça etkili oluyor. TV kanalları haberlerinde hastalığa yer verirken bölge veya etnik kökeni muhakkak ekliyorlar. “Wuhan Virüsü”, “Çin Virüsü” veya “Asya Virüsü” demeyi özellikle tercih ediyorlar. Spikerler sunumlarında bastıra bastıra “Covid-19 bulaştıran”, “başkalarını enfekte eden”, “virüsü yayan” gibi suçlayıcı ifadeleri kullanıyorlar. Teyit edilmemiş söylentileri tekrar etmekten kaçınmıyorlar. Hastalığın “yarasa çorbası” veya “fare” yiyen Çinlilerden bulaştığı haberlerini veriyorlar. “Veba” ya da “kıyamet” gibi korku yaratan abartılı bir dilden kaçınmıyorlar. Toplumu tam bir korku ve panik havasına sokuyorlar.
Egemenlerin ırkçı ve şoven politikalarıyla bilinçleri felçleştirilmiş insanlar, bunun ne anlama geldiğini bile düşünmeden, kendi kültürlerini, yeme, içme ve temizlik alışkanlıklarını göklere çıkartma, Çin halkının yemek kültürüne, temizlik alışkanlıklarına, inançlarına küfür ve hakaret etme eğilimi gösteriyor.
Yeni tip koronavirüs salgını, savaş ve göç dalgaları… Dünyanın her neresinde ortaya çıkarsa çıksın bunların olumsuz etkileri sınır tanımıyor, milliyet seçmiyor. Tüm dünyada işçi sınıfını, yoksul emekçileri vuruyor. Hangi ırktan, inançtan olursak olalım, hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, bizler, aynı denizin dalgaları, aynı ağacın yaprakları, aynı bahçenin çiçekleriyiz, felâketler karşısında diğer ulusların işçileriyle dayanışma ve uluslararası mücadeleyi yükseltmeliyiz.
link: Gebze’den MT okuru bir işçi, Aynı Denizin Dalgaları, Aynı Ağacın Yapraklarıyız, 24 Nisan 2020, https://marksist.net/node/6900
1915 Glasgow Kira Grevleri ve Mücadeleci Kadınlar