Yaşadığımız yüzyılda kapitalizm bir yok oluşa doğru hızla sürüklenmekte. Bu yok oluşu Lenin yıllar öncesinden “emperyalizm, asalaklaşan ve çürüyen bir kapitalizmdir” diye belirtmişti. 20. yüzyılda emperyalizm evresine ulaşan kapitalizm, artık küresel bir kapitalizmdir. Küreselleşmiş kapitalizm beraberinde getirdiği hegemonya savaşları, siyasi ve ekonomik krizler ile aynı zamanda çürüyen bir kapitalizmdir. Kapitalist sistemin iç çelişkilerinin yarattığı bu çürümüşlük, bugün hayatımızın her alanında kendini göstermekte. Başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu ve dünyada meydana gelen olaylar da, kapitalizmin çürümüşlüğü ve bu çürümüşlüğün yarattığı 3. emperyalist paylaşım savaşı gerçekliğinden bağımsız olarak değerlendirilemez.
Günümüz dünyasında, siyasal bağımsızlığını kazanmak için mücadele eden sömürge halklarının artık dünya genelinde oldukça küçük bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Ancak ulusal sorun, varolduğu coğrafyalarda bugün de önemini korumakta. Bu sorunun en önemlilerinden birisi de kuşkusuz ki bugün hâlâ devam eden Kürt sorunudur. Birinci Dünya Savaşından sonra toprakları Türkiye, Suriye, İran ve Irak arasında bölüştürülen Kürt halkı bugün dört farklı ülkeye dağılmış durumda. Yaşadıkları tüm ülkelerde yıllardır ezilen, yok sayılan ve hakları gasp edilmiş bu halkın önemli bir kesimi de Türkiye Kürdistanı’nda yaşamakta ya da yaşamaya çalışmakta. TC’nin kuruluşundan bu yana imha ve inkâr politikalarıyla sindirilip asimile edilmeye çalışılan, sürgün ettirilen ve katledilen Kürt halkı tüm bu saldırılara karşı direnmiş, mücadelesini günümüze kadar getirebilmiştir. Kürt halkının bu haklı mücadelesi bugün 3. emperyalist paylaşım savaşının gölgesinde yaşanmakta.
3. emperyalist paylaşım savaşı devam ederken Kürt özgürlük mücadelesi son tarihsel süreçte özellikle Rojava’da bazı kazanımlar elde etti. IŞİD’e karşı elde edilen başarılar, ilan edilen kanton bölgeler ve uluslararası kamuoyunda elde ettiği sempati Türkiye egemenlerini büyük ölçüde hüsrana uğratmış, “Stratejik Derinlik”in aslında sığ bir strateji olduğu anlaşılmıştı. Rojava’da Kürtlerin elde ettiği kazanımların Türkiye’deki Kürtleri de etkileyeceğini bilen Erdoğan-Davutoğlu ikilisi yine bu kazanımların kendi emperyal emelleri önünde engel olduğu gerçeğini de gayet iyi görüyorlar. Nitekim emperyalist-kapitalist dünyanın yeni Osmanlısı olmayı arzulayan TC egemenleri Türkiye iç siyasetinde de bu temelde politikalar üretiyorlar. İşte çözüm sürecinin buzdolabına alınması, Dolmabahçe mutabakatının inkârı ve hemen ardından devreye sokulan savaş konseptli politikalar da Türkiye’nin dâhil olmak istediği emperyalist maceradan ayrı değildir.
Savaş politikalarının devreye sokulmasıyla beraber Kürtlerin yaşadığı birçok ilçede sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, askeri operasyonlarla birlikte bölge adeta bir cehennem çukuruna dönüştürülmüştür. Haftalar boyu süren sokağa çıkma yasakları ile açlığa ve susuzluğa mahkûm edilen bölge halkı diğer taraftan ağır silahların yoğun saldırısı altında ölüm-kalım mücadelesi vermekte. Kürdistan’da yaşanan fiili durum, gerçekleştirilen işgal ve imha planının 1925 Şark Islahat Planı ile aynı amacı taşıdığını göstermekte. Tarihsel hafızamıza dönüp baktığımızda, bu planın Kürt sorununu askere ya da paramiliter güçlere havale ederek çeşitli yöntemlerle “Kürt kimliğinin çözülmesi” için oluşturulduğunu görürüz. Nitekim AKP burjuvazisi tarafından oluşturulan özel birliklerin bölgedeki uygulamaları ve duvarlara yazdıkları “Türkün Gücünü Göstereceğiz” , “Türksen Övün Değilsen İtaat Et” türü yazılar ile “Türkün Süngüsünün Görüldüğü Yerde Kürtlük Biter” sloganıyla oluşturulan Şark Islahat Planı nasıl bir zihniyet ortaklığı olduğunu gözler önüne sermekte. Bu tarihsel benzerliğin bize gösterdiği en önemli gerçek ise Utku Kızılok’un da dediği gibi şudur: “Türkiye egemenlerinin her ne kadar farklı ideolojik anlayışlara sahip olduğu görünse de, esasında bu ideolojik anlayışların temelinde hep milliyetçi-devletçi zihniyet bulunmaktadır.” (Emperyalist Maceracılığı Meşrulaştırma Çabaları, Ocak 2016)
Ülkenin bir yanı cehennem alevleri ile yanıp kavruluyorken, Batılı işçi-emekçiler ise bu milliyetçi-devletçi zihniyetin bugünkü egemeni olan AKP burjuvazisi ve medyası tarafından kandırılıyor. Gerçekleri değiştirerek zihinleri bulandıran bu yalan medyası Hitler’in propaganda bakanı ve Büyük Yalan Teorisi’nin yaratıcısı Goebbels’i çağrıştırmakta. Yapılan işgallerden sivil halkın etkilenmediği, operasyonların yalnızca PKK militanlarına yönelik olduğu ve sivil ölümlerin yaşanmadığı yalanları defalarca söylenerek gerçekler gizlenmeye çalışılıyor. Ancak ne hikmetse ölenler ekmek almak için dışarı çıkan 70 yaşındaki Mehmet Amca, cesedi buzdolabında saklanılan 10 yaşındaki Cemile ve daha 35 günlük bir bebek olan Muhammet Tahir gibiler oluyor. İktidar ise tüm yaşananlara rağmen işçi-emekçilerin bilinçlerini karartmaya devam ediyor. Ve tabii bir de Kürtleri katletmeye…
Türkiyeli işçi-emekçiler adeta örgütlü bir örgütsüzlüğün içinde esir alınmış bir vaziyette, bu katliamlara sessiz kalmakta. Yaşananlara sessiz kalmayıp, tepki gösterenler ise linç kampanyasına uğratılarak “vatan haini”, “terörist” olarak ilan ediliyorlar. Ayşe Öğretmen’in ve akademisyenlerin başlarına gelenlerden görüldüğü üzere egemenler gerçeklerden çok korkuyorlar. Ancak korkunun ecele faydası yok. Gerçekler direngendir ve direniyorlar!
AKP burjuvazisinin bu korkusu da yaptıkları algı operasyonları ile kendini göstermekte. Kapitalizmin tarihsel krizinin iç siyasetteki yansımaları ve bu yansımalar ekseninde yaşanan gelişmeler burjuva siyasetin yalan medyası ile topluma sunulmakta. Toplumsal algı egemenlerin çıkarları doğrultusunda oluşturulmak ve yönetilmek istenmekte. Ancak ekonomik-siyasal krizin gittikçe derinleşmesi ile burjuvazi dar bir çıkmazda. Çünkü derinleşen bu krizin etkileri artık egemenler tarafından saklanılamıyor. Son zamanlarda etkisini neredeyse tüm toplumsal kesimler üzerinde hissettiren otoriterleşme süreci bu çıkmazın bir göstergesidir. Otoriterleşme süreci ile beraber yoğun bir baskı-şiddet dalgası baş göstermiştir. Dünyadaki örneklerinde de olduğu gibi bu tür süreçler aynı zamanda sivil bir baskı-şiddet aracı olan paramiliter güçleri semirtir. Burjuvazinin bu piyon güçler ile vahşet manzaraları oluşturmakta oldukça mahir olduğunu tarihsel örneklerinden biliyoruz. 7 Haziran sonrası Erdoğan’ın hedef tahtasına koyduğu Kürtlere ve HDP’ye yönelik saldırılarının oluşturduğu manzaralar da hafızalardan silinmiş değil. Bu manzaralar Erdoğan’ın führerlik sevdasının yansımasıydı. Ancak bu defa manzaranın sahipleri “kahverengi gömlekliler” yerine “yeşil gömlekliler” idi.
Türk-İslam sentezi temelinde oluşturulan bu yeşil güçler, toplumsal kutuplaşmanın ve çatışmanın da ana unsurları olmuştur. Başta Kürtler olmak üzere sol, sosyalist, demokrat çevrelere de son dönemlerde bu güçler tarafından şiddetli saldırılar düzenlenmiştir. Üniversitelere kadar sıçrayan bu saldırılarda paramiliter yeşil güçler ile devletin kolluk güçlerinin çirkin işbirliği de ortaya çıkmıştır. Yine son günlerde Aleviliğe ve Alevilere yönelik saldırılar da çatışmanın bir başka yönünü oluşturmakta. Erdoğan ve AKP hükümeti tüm bu saldırılar ile içeride açıkça bir faşizm dalgası yaratma peşinde. Elif Çağlı’nın “Bonapartizmden Faşizme” adlı kitabında bu tür süreçlerin oluşum-gelişim-çözülüm evrelerini açıkladığı çözümlemeler, bugün Erdoğan ve şürekâsının ilmik ilmik faşizmi ördüğü gerçeğine ışık tutmaktadır. Bugün karşı karşıya olduğumuz bu tehlikenin askeri biçimi olan 12 Eylül’ün acı hatıraları ise hâlâ hafızalardan silinmiş değil. Ancak Elif Çağlı’nın da dediği gibi “Burjuva düzenin faşizm gibi gerici tehditleri karşısında, işçi sınıfının burjuva demokrasisinin sınıf özünü unutmaksızın, kendi demokratik mevzilerini, kendi sınıf tavrıyla savunması gerekir”.
AKP’nin kalemşorları ve ideologları açıkça 20. yüzyıl Türkiye’sinin 21. yüzyıl için geçerli olamayacağını, artık imparatorluk dosyalarının raflardan indirilmesi gerektiğini ifade ederek emperyalist-kapitalist dünyanın yeni Osmanlısı olmak isteyen Erdoğan’ın niyetini de ortaya koyuyorlar. Emperyalist hiyerarşinin üst basamaklarına tırmanmak isteyen Türkiye burjuvazisi bugün Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması sürecinde aktif rol olmak istiyor. Geçtiğimiz günlerde Şili’de Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu’nda konuşan Erdoğan “Günümüzde ülkelerin karşı karşıya olduğu ortak meseleler bulunuyor. Bu sınamaların bir kısmı dünyada Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra başlayan dönüşüm sürecinin henüz tamamlanmamış olmasından, bir kısmı da ekonomik ağırlık merkezinin Asya-Pasifik bölgesine kayması nedeniyle dengelerin henüz oturmamış olmasından kaynaklanıyor” diyerek esasında bugün yaşanan 3. emperyalist paylaşım savaşının ve tarihsel sistem krizinin nedenini de söylemiş oldu.
Emperyalist-kapitalist sistem tarihsel bir krizin içerisinde ve bu krizden çıkış yolunu da belli ki bir paylaşım savaşı ile bulmak istiyor. Ancak bunun bu kadar kolay olmayacağını da çok iyi biliyor egemenler. Zira bugünden kitleleri ulusalcı, cihadist, şoven propagandalar ile cephe günlerine hazırlamaktalar. Fakat bunun faturası çok ağır olacaktır. Çünkü gelişen koşullar ile birlikte 3. emperyalist paylaşım savaşını geçmişteki paylaşım savaşlarından ayıran çok önemli yönler vardır. Gelişen teknoloji ile birlikte bugün yaşanacak cephe günlerinin hem nitelik hem de nicelik olarak çok farklı boyutları olacaktır. Silahlanmanın ulaştığı boyut bugünkü savaşın en önemli ayırt edici noktasıdır. Savaşın daha da derinleşmesi durumunda bütün dünyayı yok edebilecek potansiyele sahip nükleer silahların kullanılmayacağı garantisinden hiç kimse söz edemez. Nitekim daha geçen ay Kuzey Kore’de denemesi yapılan hidrojen bombası da bunun açık bir göstergesidir. Hiroşima ve Nagazaki ile özdeşleşmiş atom bombası ve yarattığı vahşet tabloları zihinlerimizden silinmiş değil.
Öte yandan Ortadoğu özelinde genişleyen ve büyüyen savaştan kaçan mülteciler de bu savaşın başka bir boyutunu sergilemekte. Her gün görsel ve yazılı medyada savaştan kaçan mültecilerin yaşadığı dramlar ve trajediler gösterilmekte. Kıyıya vuran ve mülteci dramının sembolü olan Alan Kurdi gibi binlerce çocuk Akdeniz’in sularında boğulmakta. Burjuva egemenler için pazarlık konusuna dönüşmüş mülteciler gittikleri her yerde ırkçı saldırılarla karşılaşıyor. “Muhacirler, misafirler” diye nitelendirip kardeşlerimiz dedikleri Suriyeli mültecilerin yaşadıkları da AKP ve Erdoğan’ın kardeşlik anlayışını gözler önüne sermekte. Uluslararası hukukun savunucusu olduklarını ifade eden AB devletleri ve hükümetleri de yine mülteciler konusundaki tutumlarıyla burjuva hukukun en nihayetinde burjuvazinin çıkarları temelinde işlediğini göstermiştir ki, bugün burjuva sistem ile birlikte burjuva hukuku da ciddi bir çöküş yaşamakta. Çürüyen kapitalizm beraberinde insanı, doğayı, dünyayı da yok etmek istemektedir.
Kapitalist sistemin tarihsel krizi ve 3. emperyalist paylaşım savaşı gün geçtikçe derinleşmekte ve yayılmakta. Bugün kapitalist sistemin yarattığı tüm sorunlar da derinleşen sistem krizi ile beraber gelişmekte. Yukarıda belirtilen Kürt sorunu, işçi sınıfına yönelik sömürü ve saldırının artması, faşizm sorunu, bölgesel krizler, nükleer silahlanma, mülteci sorunu gibi daha birçok önemli sorun bugün hayatımızı etkilemekte. İşçi sınıfı örgütlü ve bilinçli olsaydı bugün bunların yaşanıyor olması da mümkün olmazdı. Zira işçi sınıfı devrimci sınıf mücadelesi temelinde örgütlendiğinde değil bölgesel katliamları, şu an içinde olduğumuz 3. Dünya Savaşını da sonlandıracak kudrete sahiptir. Ekim Devrimi bunun kanıtıdır. Dolayısıyla tüm bu sorunların gerçek çözümü örgütlü örgütsüzlüğün karanlığından kurtulup, işçi sınıfının devrimci mücadelesinde örgütlenmek ve kapitalist sisteme karşı mücadele etmektir. Zira devrimci sınıf mücadelesi yükseltilmediği takdirde kapitalizm beraberinde bütün bir insanlığı yok edecektir. Tarihin bize yüklemiş olduğu görev Marksizmin ışığında emperyalist-kapitalist sistemin karanlığıyla mücadele etmek ve bu mücadeleyi devrimle taçlandırmaktır.
link: Ankara’dan MT okuru bir öğrenci, Emperyalist Savaş Yaygınlaşırken, Egemenlerin Kürtlere Saldırıları da Artıyor, 22 Şubat 2016, https://marksist.net/node/4926
Suriye, Kürt Sorunu ve AKP Çizgisinin İflası
Susmak Ortak Olmaktır!