Kuzenim 1991’de askerde hayatını kaybetti. O tarihlerde ortaokul birinci sınıftaydım. Günün hangi saatiydi hatırlamıyorum, Haziran ayında gün ortasında karanlık bir an gibi kalmış aklımda. Babam gelen telefonu açtı. Karşısındaki halam ya da onun oğluydu. Önce babamın feryadı kapladı ortalığı, başını sertçe duvara vurdu çaresizce… Evde feryatlar yükseldi. 18 yaşında askere gitmişti ve 20 yaşında geri dönecekti. 2 gün kalmıştı tezkeresini almaya. Sağ salim tek parça gelmesini beklerken cansız bir beden olarak, çivilenmiş bir tabutun içinde geldi.
Tabutun açılmasını rütbeliler istemediler, bu nedenle aile şüpheye düştü. Kimse onun ölebileceğine inanmadığı için bir fırsatını bulup tabutun kapağını araladılar. Yüzü parçalanmıştı, tanıyamadılar. Ana yüreği… Bir umutla tabuttakinin kendi oğlu olduğuna inanmak istemiyor. Ama onun oğluydu. Kuzenim, gençliğinin baharında gittiği askerde, egemenler tarafından çıkarılan, sebebini bilmediği bir savaşta cepheye gönderildi. Küçük bir askeri tören düzenlendi, havaya ateş açarak toprağa verdiler. Patlayan silahların çıkardığı ses kuşları ürküttü. Anasının ve kardeşlerinin acıyla yanan yüreğini bir kez daha dağladı. Bir daha geri dönmeyeceğinin işaretiydi bu ses.
TRT’de “Anadolu’dan Görünüm” diye bir program vardı o yıllarda. Çocukların, gençlerin cansız, parça parça olmuş bedenlerini televizyon ekranlarından izlettirirdi herkese. TRT’den başka seçenek de yoktu. Çocuk aklımızla izlediğimiz görüntüler, programı yapan ve yaptıranların istediği gibi içimize işliyordu. Nefret beslemeye başlıyorsun, bilmeden. Ama bir tuhaflık da buradaydı işte. Arap Alevi köylüsüyüz. Şehir merkezine gittiğimizde, mezhepsel-etnik kimliğimizin anlaşılmasından çekinirdik. Hakkımızda ne tür iftiralar yayıldığını bilirdik ve duymak istemezdik. Okula ilk adım attığımızda birçoğumuzun Türkçesi çizgi filmlerden öğrendiklerimizden ibaretti. Evin önünde yaşıtlarımla top oynarken, okuldaki öğretmenimiz tarafından, aramızda kendi anadilimizde konuşuyoruz diye dayak yediğimizi, defalarca azarlandığımızı hatırlıyorum. İlerleyen yıllarda bizden sonra doğanlar anadilini daha az öğrenir oldu, hatta aile büyüklerimiz düzgün Türkçe konuşmanın yaşamı bizim için kolaylaştıracağını söylerlerdi. Böylelikle anadilimizi geri plana attık. Biz de kendimizce düzgün Türkçe konuşmayı öğrendik. Yalnız şu “r”leri vurgulu söylemeye devam ediyorduk, farkında olmaksızın…
İzmir’deydim… Artık üniversiteyi kazanmış, memleketten dışarı adım atmıştım. Dolmuştaydım… “Kaptaan inecek varr” dedim. “Samandağlı mısın?” diye sordu tanımadığım biri. Utanarak “Antakyalıyım” dedim. Çünkü Antakya şehir merkeziydi ve Alevi Sünni nüfus karışık yaşıyordu. Kimse anlamasın istiyordum Alevi ve Arap olduğumu… Kendimi öyle kandırıyordum.
Kürtlere karşı uygulanan ayrımcılığın, ırkçılığın Türk olmayan herkese uygulandığını dibine kadar hissediyorduk, ama Kürt sorunu diye bir şeyin varlığından haberdar bile değildik. Devletin tekelindeki birkaç kanalda, Kürt sorunundan değil “terör sorunundan” bahsediliyordu. Ve hemen her gün öldürülen Kürt gerillalarının, kaybedilen Kürtlerin, boşaltılan-yakılan köylerin haberini medya işine geldiği gibi çarpıtarak yapıyordu.
Kuzenim o kadar genç yaşta gitmişti ki askere, izne geldiğinde boyunun uzadığı, fiziksel yapısının değiştiği kolayca fark edilebiliyordu. Keşke değişen sadece dış görünümü olsaydı… Acemi birliğinden komando olarak usta birliğine gönderildi. Kürtlere karşı o kadar çok doldurulmuştu ki, kirli savaşın bir parçası olduğunun farkına varamazdı, varamadı. Birkaç defa hava değişimine ailesinin evine gönderildi. Psikolojisinin ne kadar bozulduğu, en ufak bir harekete dahi verdiği tepkiden, ailesiyle olan konuşmalarından anlaşılıyordu. Komutanları tarafından operasyonlardaki “başarıları” nedeniyle birçok defa ödüllendirilmişti. Hatta askerliği meslek olarak seçip “uzman” olarak devam etmek istediğini söylüyordu.
Ölümünün nasıl gerçekleştiğiyle ilgili birbirinden farklı anlatımlar vardı. Birinde operasyona gittikleri kamyonun mayının üzerinden geçtiği, öbüründe çatışma sırasında vurulduğu anlatılıyordu. Kuzenim genç yaşında gerçek anlamda beyni yıkanmış halde kirli savaşın bir parçası haline getirilmişti. Ölümünden sonra özel eşyaları, fotoğrafları ailesine teslim edildi.
Bu fotoğrafların arasında, o yıllarda meydana gelen çatışmaların medyadan sunulduğu gibi olmadığını, ne kadar kirli ve haksız bir savaş olduğunu anlamama yardımcı olan bir fotoğraf gözüme takıldı. Bu fotoğrafta, kuzenime gerilla kıyafeti giydirilmişti. Bir köy evinin kapısına doğru tekme savuruyordu. Belki boş bir evdi, belki boşaltılmış bir köyün boş evlerinden biriydi ve “tatbikat yapıyorlardır” diye safça bir düşünceye kapıldım. İşin aslını, bu olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra öğrenecektim.
Ne zamanki sınıf mücadelesiyle tanıştım, gözümdeki perde kalkmaya başladı, işte o zaman bütün taşlar yerli yerine oturdu. Kendi anadilimizi rahatça konuşamıyor oluşumuz, ait olduğumuz mezhebe yönelik ithamlar, asimilasyoncu birer misyoner gibi işini yapan öğretmenler, kadim Anadolu toprakları üzerinde ezilen halkların çektikleri çile, sürgünler, katliamlar, köy boşaltmalar, yakmalar, kaybedilen, işkence edilen insanlar… Bütün çirkeflikleri örten perde dağıldı ve gerçeklik tüm çıplaklığıyla gözümün önünde belirdi. Kuzenim, 18’inde gittiği askerde, kirli bir savaşta kullanılmış, can almış, sonunda can vermişti. Sebebini bilmediği bir savaşta, bir hevesle, bilinci adeta teslim alınmış halde operasyondan operasyona gönderildi.
Tam 24 yıl geçti ölümünün üzerinden. Ailesinin evinin duvarında askeri üniformalı, silahlı fotoğrafı hâlâ duvardadır. Çocuklarının cenazesinin geldiği günü annesi de babası da acıyla hatırlar. Başka gençlerin başına aynı şeyin gelmesini istemiyorlar.
2011’de başlatılan “çözüm süreci” adı altındaki ateşkes, başkanlık tutkusuyla tutuşan Tayyip Erdoğan tarafından sona erdirildi. Şöyle düşünüyordu Erdoğan: “Madem bir lütufta bulunuyorum, sorunun adını koyuyorum ve çözer gibi yapıyorum, o zaman bunun bana oy olarak gelmesi lazım. Ama hayır! Gidiyorlar kendi partilerine, HDP’ye oy veriyorlar. Olacak şey değil! Devir masayı! Başından beri oyalamaya dayalı olan ateşkes sona ersin, bombalar bana oy vermeyenlerin tepesine yağsın. Bu iş benim istediğim gibi çözülsün! YOK EDEREK!”
Kürt gençlerinin anaları, askerlerin anaları yeniden ağlamaya başladı. Bu defa feryat çok daha ağır ve acı. Oğullarının bir gün cenazesinin gelebileceği korkusuyla yaşamaya başladılar. Ve her gün birçok evde feryatlar yükseliyor, ağıtlar yakılıyor, acı katlanarak büyüyor. Kimi profesyonel askerler bile “sonuna kadar savaş” isteyenlerin hırsına anlam veremediklerini öfkeyle haykırıyorlar. Bu feryatları, haykırışları barış isteyenler doğru anlıyorlar. Ama iktidarın yalakalığını yapan, kokuşmuş medya, onların acısıyla dalga geçiyor. Yapılan haksızlığı görmezden geliyor, hatta algı operasyonuyla gerçekleri çarpıtarak sunmaktan geri durmuyor.
Egemen sınıfın politikacıları arsız politikalarını icra ediyor. Dökülen kandan oy devşirmeyi düşünebilecek kadar alçalabiliyor. Karşısında örgütsüz bir halk, örgütsüz bir sınıf gördüğünde, saldırının dozunu maksimum kârı elde edinceye kadar alabildiğine arttırıyor. Sınıf bilinci köreltilmiş yoksullar, emekçiler, işçiler böylece kirli savaşın bir parçası haline getirilebiliyor.
Kapitalistlerin yalanlarına kanmamak, onların kirli oyunlarının bir parçası olmamak, akıl sağlığımızı korumak için örgütlenmek zorundayız. Örgütlenmeliyiz ki, her bir ölümün hesabını soralım. Örgütlenmeliyiz ki, haksız savaşa kurban edilmiş gençlerin, çocukların, kadınların, yakılan-boşaltılan köylerin, sürgünlerin hesabını soralım. Kaybedilen hayatların hesabını soralım. Analar çocuklarını yitirmesin. Evlatlarını yitiren anaların yüreği biraz olsun rahatlasın!
link: Pendik’ten MT okuru bir işçi, Kirli Savaşın Parçası Olma!, 14 Eylül 2015, https://marksist.net/node/4446
12 Eylül’ün Hesabı Kapanmadı
Kapitalizm Kan Bataklığıdır!