Geçtiğimiz günlerde gündeme gelen milletvekili maaşlarıyla ilgili düzenleme ve doğurduğu tartışmalar, burjuva parlamenter rejimin çürümüşlüğünü çeşitli boyutlarıyla gözler önüne serdi. Tasarının bir maddesi önce cumhurbaşkanı tarafından veto edildi, ardından küçük bir düzeltmeyle tümü yasalaştı.
Bu düzenlemelerin hemen ardından, alışılageldiği üzere, ülke gündeminin yeni siyasi krizler ve gelişmeler nedeniyle hızla değişmesi dolayısıyla sözkonusu düzenlemeye dair tartışmalar siyasal gündemden düşüverdi. Buna rağmen, bu düzenlemenin geniş emekçi kesimlerin gündemine girdiğini ve öfkeyle karşılandığını not etmek gerekiyor. Asgari ücrete yapılan kırıntı niteliğindeki artışla aynı döneme denk gelmesi, sözkonusu tepkiyi daha da arttırmıştır.
Savunmalar haklı mı?
Milletvekillerinin çoğu ve düzenin has adamları yapılan düzenlemeyi savunuyorlar. Kimileri maaş artışını savunmak için, sapla samanı birbirine karıştırıyor ve halkı açıkça aldatıyor. Önerge sahibi milletvekillerinin yanı sıra, kimi burjuva kuruluşların yöneticileri de, milletvekili maaşlarının "bazı sanatçılar, gazeteciler, teknik direktörler ve futbolcuların aldıkları transfer ücreti ve maaşlar"la kıyaslandığında düşük olduğunu "saptama" uyanıklığıyla apaçık sahtekârlık yapıyorlar. Bu meslekleri icra edenlerin astronomik paralar kazandığı doğrudur ama bu mantıkla gidilirse varılacak nokta milyarlar kazanan büyük burjuvalarla karşılaştırarak milletvekillerinin "acınası" haline ağıt yakmak olurdu. Böylesi bir karşılaştırmanın, gelir dağılımındaki muazzam uçurumun öne çıkarılmasına yol açacağının ve dolayısıyla pek de hayırlı olmadığının hepsi farkında olacak ki, işi o noktaya kadar getirmekten çekiniyorlar.
Bu karşılaştırmayı kafa karıştırmak amacıyla yaptıkları şüphe götürmez. Mesele milletvekili maaşlarının neye göre değerlendirilmesi gerektiğinde yatmaktadır. Kıyas noktası milletvekillerinden daha yüksek gelire sahip olanlar değil, milletvekillerinin vekili olduklarını iddia ettikleri halkın ve özellikle de işçilerin ortalama gelir düzeyi olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, ülkeden ülkeye değişen bir tabloyla karşılaşırız. Ülkelerin kapitalist gelişkinlik düzeyine, tarihsel özelliklerine, işçi hareketinin tarihsel geleneklerine, siyasal örgütlülük ve bilinç düzeyine göre değişen bu tabloda Türkiye neredeyse istisnai bir örnek teşkil etmekte, muazzam boyutlarda bir çarpılmanın olduğu hemen göze çarpmaktadır. Örneğin, milletvekillerinin yıllık maaşının, kişi başına düşen milli gelire oranına bakalım. Sosyal-demokrasinin güçlü olduğu İskandinav ülkelerinde bu oran 0,9 civarındadır, yani milletvekillerinin çıplak yıllık maaş geliri, kişi başı milli gelirin altındadır! Yine işçi hareketinin güçlü olduğu Fransa'da bu oran 1,2, İngiltere'de 1,6, İtalya'da 2,7 civarındadır. Bu ülkelerin çoğunda ek ödeme, harcırahlar, iki yılda "kıyak emeklilik" vb. gibi durumlar da söz konusu değildir.
İşçi hareketinin siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyinin düşük olduğu Türkiye'ye gelince işin rengi epey değişiyor. Türkiye'de bu oran, emeklilik hakkı kazanmamış milletvekilleri için 8,5, emeklilik hakkını kazanmış olanlar için ise 12,7'dir. Yani milletvekilleri, kişi başı milli gelirin 8,5 ilâ 12,7 katı bir maaş alıyorlar. Aynı karşılaştırmayı asgari ücretle yaptığımızda daha da çarpıcı bir sonuç ortaya çıkıyor: Milletvekillerinin maaşları asgari ücretin 27 katı civarındadır. Yalnızca iki yıl milletvekilliği yapmak emekli olmaya yetiyor ve emekli olunduğunda, asgari ücretin on katından fazla bir parayı maaş olarak alıyorlar. Bunlar sadece sahip oldukları ayrıcalıkların maddi kısmıdır. Bir de bunlara sosyal ayrıcalıklarını eklediğimizde, milletvekillerinin vekili olduklarını iddia ettikleri geniş yoksul halk kesimlerinden ne denli uzak bir dünyada yaşadıkları apaçık ortaya çıkıyor.
Milletvekillerinin seçmenlerine karşı sorumlu olmayışı, onların denetiminden azade olmaları, halktan tümüyle kopuk bulunmaları, burjuva parlamenter sistemin en temel özelliklerinden biridir. Bu ayrı bir âlemde yaşıyor olma durumuna çarpıcı bir örnek verelim. Meselâ, milletvekilliği ve bakanlığın yanı sıra Merkez Bankası eski başkanlığı da yapmış olan Yaman Törüner, maaş artışının "aşırı" olmadığını, "kamu vicdanını da rahatsız etmediğini" söyleyebiliyor. Kendi vicdanını "kamu"nunkiyle birbirine karıştıran Törüner, söyledikleriyle başka bir âlemde yaşadığını kanıtlıyor: "Gereğinde sabahlara kadar çalışan, hayatlarını bölgelerinin en ücra köşelerinde dolaşıp halkın dertlerini dinlemekle geçiren, ihtiyacı olan vatandaşa evini açan, kısacası hayatını halkına adamış olan milletvekilleri, neden bu görevlerini yerine getirebilecek gelire sahip olmasın?" (Milliyet, 3/1/2012) Ne çekilmez, ne kahırlı, ne fedakârlık gerektiren işmiş şu milletvekilliği!
Bu apaçık bir yalandır. Bıraktık seçim bölgelerinin ücra köşelerinde hayatlarını halkın dertlerini dinleyerek geçirmelerini, onlarca milletvekili seçildikleri bölgelere hayatları boyunca adım bile atmamışlardır. Halkın en çok yakındığı konuların başında, milletvekillerinin seçimlerden sonra seçim bölgelerine neredeyse hiç uğramıyor oluşu gelmektedir. Seçmenlerin ezici bir çoğunluğu, seçimlere katılan milletvekillerini yakından tanımak şöyle dursun yüzünü bile görmemiştir. Törüner gibilerin açıklamasında doğru olan tek ifade milletvekillerinin lütfedip seçim dönemlerinde "halkın dertlerini dinlemesi", daha doğrusu dinler gibi yapmasıdır. Onlar sadece dinler ve konuşurlar.
"Hayatını halkına adamış milletvekili" söyleminin ne denli yalan olduğunu ise bizzat maaş zammı talep eden vekillerin gerekçeleri göstermektedir. Milletvekilleri ne halkın içindeler ne de onun peşinden koşturuyorlar, aksine birileri onların peşinden koşturuyor, ancak onlar da daha ziyade emekçi halk unsurları değil, iş takibi vs. için Ankara yollarını aşındıran irili ufaklı burjuvalar. Vekiller maaşlarının önemlice bir bölümünü, heyetler halinde gelen ziyaretçilerinin ağırlanmasına harcadıklarını söylerken aslında bu gerçeği dillendirmiş oluyorlar. Düğün dernek davetleri ve buralarda takılan altınlar da cabası. Örneğin MHP milletvekili Lütfü Türkkan aylık bütçesini kamuoyuyla paylaşarak "mağduriyetini sergilerken", her ay ziyaretçilerini ağırlamak için 2500 TL harcadığını, 1500 TL'nin ise düğün ve cenazelere çelenk göndermeye gittiğini söylüyor. Meclis Başkanı Cemil Çiçek de, milletvekillerinin yılda 100 düğüne gittiğini ve hepsinde altın taktığını söylerken, CHP milletvekili Ahmet Toptaş yılda 200 düğüne katıldıklarını iddia ediyor. İşi gösteriş yaparak, para saçarak oy toplamak olan bu vekillere belli ki her gün düğün bayrammış, pek de kahırlı bir hayat değilmiş onlarınki! Ama yine de yalanlarla bezeli duygu sömürüsünden geri durmuyorlar. Milyonlarca insanın yıllardır et yüzü görmediğini unutan CHP'li Toptaş "inanır mısınız, Meclis'te bir haftadır et yemedim" sözleriyle sızlanmaktan utanmıyor.
Aslında bu durum tek tek milletvekillerinden kaynaklanmıyor. Milyar dolarlık yolsuzluklar, ihalelerden kazanılan milyonlar, bir imzayla elde edilen servetler, örtülü ödenekler vb; bal tutanın parmağını yaladığı, kokuşmuşluğu sistematik olarak üreten bir temsili sistemle karşı karşıyayız. Böylesi bir sistem içerisinde, büyük şirketlerin lobi faaliyetini yürütmek, iş ve ihale takibi yapmaktan geriye kalan zamanlarında burjuva milletvekilleri, seçmenlerinin gözünü boyamak, ziyaretçilerini yedirip içirerek ağırlamak, çelenk göndermek, altın takmak vb. zorundadırlar. Aksi takdirde tekrar seçilerek sahip oldukları arpalıkları ellerinde tutmaları mümkün değildir. Rüşvete, göz boyama ve gösterişe, adam satın almaya, yolsuzluğa, yozlaşmaya ve çürümeye kapalı bir temsil organına kapitalist düzen çerçevesinde ulaşılabileceğini düşünmek hamhayaldir. Bu nedenle de sorun böylesi milletvekillerinden değil, bu temsil tarzından, burjuva parlamentarizmden kurtulma sorunudur.
Nereden nereye?
Milletvekillerinin belli bir ücret ya da ödenek alması, aslında parlamento tipi yapıların ortaya çıktığı ilk günlerden beri epey tartışma yaratmıştır. Bu tarz kurumların ilk ortaya çıktığı İngiltere'de ilk başlarda (13. yüzyılda) vekil ücretleri, kendi seçmenleri tarafından karşılanmıştır. Ancak vekillerin tamamının zengin, güçlü ve aristokrat ailelerden gelmesi nedeniyle zamanla bu ödeme geleneği sönüp gitmiştir. Fakat kapitalizmin ve onunla birlikte işçi sınıfının da gelişmesiyle seçme ve seçilme hakkının yalnızca mülk sahipleriyle ve belli bir gelire sahip olanlarla sınırlı olmasına karşı tepkiler de büyüyüp gelişmiştir. 19. yüzyılın ortalarına doğru burjuvazi ülke yönetiminde daha fazla söz hakkı talep ederken, işçi sınıfı da seçme ve seçilme hakkı talep ediyordu. Bu amaçla 1836'da Londra İşçi Derneği kurulmuş, 6 maddeden oluşan bir dilekçe eşliğinde imza kampanyası başlatmıştı. Bu talepler; (1) herkese oy hakkı tanınması, (2) seçim bölgelerinin eşit büyüklükte olması, (3) milletvekili olabilmek için mülk sahibi olma zorunluluğunun kaldırılması, (4) milletvekillerine maaş bağlanması, (5) gizli oy ve (6) parlamento seçimlerinin her yıl yapılması idi.
Bugün son derece basit ve temel gözüken bu talepler için bile çok şiddetli bir mücadele yürütüldü. Grevler, büyük kitle gösterileri, yürüyüşler, polisle çatışmalarla yürüyen mücadelede birçok işçi katledildi, işçi önderleri zindanlara atıldı. 1839, 1842 ve 1848'de parlamentoya 2 milyondan fazla işçinin imzasını içeren dilekçeler verilmesine rağmen, burjuvazi de aristokrasi de bu taleplere kulak asmadı. Tarihe Çartist hareket olarak geçen bu hareket zamanla sönümlense de, modern sendikalar bu hareketin içinden doğup gelişti. Sendikal örgütlülüğün gelişmesiyle işçi hareketinin daha güçlü ve örgütlü bir kimlik kazanması sonucunda burjuvazi Çartistlerin taleplerinin ilk beşini en nihayet 1884 tarihli reform yasasıyla kabul etmek zorunda kalmıştı.
O günden bu yana işçi hareketinin gelişkin olduğu Batı ülkelerinin tamamında, burjuva parlamentolarda, sosyalist ve komünist etiketli partilerin temsilcileri boy gösteriyorlar, bunların içerisinde işçilik yapan ya da sendikalardan gelen birçok temsilci de bulunmaktadır. Kuşkusuz, işçilerin seçme ve seçilme hakkından mahrum olduğu dönemlerle kıyaslandığında önemli bir gelişmedir bu. Ne var ki, hiçbir olgu mutlak olarak iyi ya da kötü olamaz. Emperyalist ülkelerin sahip oldukları kaynaklar sayesinde burjuva meclisleri, işçi hareketini dizginlemenin, onu yoldan çıkarmanın, reform vaatleriyle oyalamanın, devrimci perspektif ve yöntemlerden uzaklaştırmanın bir aracı olagelmişlerdir. Bugün Batılı kapitalist ülkelerin tamamında meclislerde boy gösteren sol sıfatlı partiler reformist partilerdir ve bu partiler çoktandır işçi sınıfının partileri olmaktan çıkarak burjuvazinin sol söylemli partileri haline gelmişlerdir.
Bugün kapitalist ülkelerin parlamentolarını dolduran vekillerin çok büyük bir çoğunluğunun, aslında milletvekili maaşına hiç de ihtiyaç duymayacak kadar tuzu kuru üst sınıflardan geldiğini biliyoruz. CHP grup başkan vekili Muharrem İnce, milletvekillerinin emeklilik haklarını gündeme taşıdığı konuşmasında, kimden korkuyoruz diye soruyor ve şunları söylüyor: "İçimizde sıkıntıda olanların oranı, tuzu kuru olanların oranından daha fazladır. Burası holding patronlarının topluluğu değildir, burası halk Meclisidir." Acaba orası gerçekten de "halk meclisi" mi? Gerçekler tersini söylüyor. Milletvekillerinin 127'si mesleğini iş adamı ya da üst düzey yönetici olarak kayda geçirmiş. 237 milletvekili hukukçu, tıp doktoru ve öğretim üyesi olduğunu belirtmiş. Geri kalanların büyük çoğunluğu da kendisini "serbest meslek" sahibi olarak gösteren küçük ve orta burjuvalardır. 8 kişi ise sendikacı olduğunu ifade etmiş ki, bunların sendika kasalarını söğüşleyerek dünyalıklarını fazlasıyla yapan sendika ağaları olduklarını bilmeyen kalmamıştır. Yalnızca bu sayıları toplasak bile meclisin çoğunluğunun "tuzu kurulardan" oluştuğu apaçık ortadadır.
Gelişkin burjuva demokrasileri tam da bu durumu doğuracak şekilde yapılanmıştır. Vekil olabilmek için yalnızca seçilme hakkına kanunen sahip olmanın yetmediği bir düzende yaşıyoruz. Medyanın, matbaaların, kâğıt stoklarının, internetin, iletişim araçlarının, reklâm ajanslarının, anket şirketlerinin, ulaşım araçlarının vb. tekelini elinde tutan burjuvazinin yarattığı fiili seçim engellerini yıkıp geçmek hiç de kolay değildir. Düzen partileri milletvekilliğine aday olanlardan binlerce lira ister. Yetmez, kampanyalar sırasında on binlerce liralık harcama yapılması gerekir. O da yetmez, medyaya yeterince para yedirmek ve gazetelerde televizyonlarda yüz göstermek için birtakım ilişkilere sahip olmak gerekir. Tek cümleyle, kapitalist düzende özgürlüklerinizi kullanabilmek için onu satın alacak paraya sahip olmanız gerekir.
Burjuva parlamentolar, kuşkusuz holding patronlarının doğrudan mesken tuttuğu yerler değildir. Burjuvazi içindeki işbölümü gereğince, büyük patronların Mecliste vekil olmaları zaten gereksizdir. Keza burjuva siyasetçiler tekelci sermayenin çıkarlarını hem fazlasıyla koruyup geliştirecek hem de layıkıyla temsil edecek bir edebe, birikime ve deneyime sahiptirler. Arada istisnai ayrık otları türerse, onlar zaten siyasi kariyerlerinin daha ilk adımlarında her türlü dalavereyle devre dışı bırakılırlar. Bu süreçte, bu işbölümünün doğası gereğince de, bal tutan parmağını yalar misali, bu konumlarından fazlasıyla nemalanırlar.
Tepkilerin ardındaki hissiyat
Milyonlarca insan asgari ücretle yaşam savaşı verirken bu ücretin belirlenmesinde onlara söz hakkı vermeyen, sendikaların taleplerini hiçe sayan burjuva vekiller, kendi ceplerine girecek maaşları bizzat kendi çıkarttıkları yasalarla belirlemekte en küçük bir beis görmüyorlar. Yalnızca bu durum bile burjuva parlamenter sistemin halktan ne denli kopuk olduğunu, denetimden ne denli uzak olduğunu göstermeye yeter. Günde on, on iki, hatta on altı saat asgari ücretle çalışan insanların, milletvekillerinin 12 bin TL'lik maaşına büyük bir tepki göstermeleri elbette ki kaçınılmazdır.[*] Hele ki, yalnızca iki yıl milletvekilliği yaptıktan sonra emeklilik hakkı kazanan ve böylelikle hem aktif milletvekili maaşını hem de emeklilik maaşını (6 bin TL) birlikte alarak 18 bin TL'lik bir kazanç sağlamasını insanın içine sindirmesi nasıl mümkün olabilir? Bir meslek olmadığı halde milletvekilliğinden emekli olmak şeklindeki olgunun varlığı bile burjuva temsil sisteminin ulaştığı kokuşmuşluk düzeyinin bir göstergesidir. Bu apaçık halkı soymaktır.
Aslında emekçilerin, milletvekillerinin maddi ve manevi ayrıcalıklarına dönük tepkilerinin temelinde, yalnızca onların yüksek maaşlar alması yatmıyor. Daha derinlerde, milletvekillerinin bu maaşı hak etmedikleri, hak edecek bir şey yapmadıkları, kendilerini gerçekte temsil etmedikleri düşüncesi yatmaktadır. Kendiliğinden ve içgüdüsel olan bu hissiyat gerçekliğe birebir denk düşmektedir. Bu hissiyatı tüm ülkelerde gözlemlemek mümkündür. Seçimlere katılma oranındaki düşme eğilimi bunun bir göstergesidir. Bir ülkede burjuva parlamenter demokrasi ne denli köklüyse, emekçilerin parlamento seçimlerine ilgisi de o denli düşmektedir. Özellikle Batı'nın artık köhnemiş burjuva demokrasilerinde seçimlere katılma oranlarının yüzde 40'lara kadar düşmüş olduğunu görüyoruz. Türkiye'de de bu oran giderek düşme eğilimindedir. Ancak Türkiye'nin özgün geçmişi, bürokratik-askeri vesayet sisteminin doğurduğu haklı tepkiler, arkası kesilmeyen darbeler nedeniyle parlamenter düzenden beklentilerin nispeten yüksek oluşu gibi faktörler nedeniyle seçimlere katılma oranı halen diğer emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında yüksektir.
Lenin, burjuva parlamenter sistemin gerçek özünün, "parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek" olduğunu söylüyordu. Burada sorun, genel olarak seçim ilkesi ya da temsili kurumlar değildir. Bunlar olmaksızın şu ya da bu tip bir demokrasiden söz etmek elbette mümkün değildir. Sorun büyük bir aldatmacayla "halk iradesinin cisimleşmesi" olarak sunulan burjuva parlamentoların, laf ebeliğinin mabetleri olmanın ötesine geçemeyecek oluşundadır. Burjuva düzende gerçek "devlet işleri", kapalı kapılar ardında, kulislerde, devlet dairelerinde, bakanlıklarda, türlü heyet ve kurullarda, ruhunu burjuvaziye satmış üst bürokratlar ve burjuvazinin siyaseti meslek edinmiş kesimi tarafından yürütülür. Bu arada milyonlarca memurcuk da, hiçbir söz hakkı olmadan onların emir kulu olarak işleri sırtlarlar. Bu nedenle parlamentoya da gevezelikten başka yapacak bir şey kalmaz. Yasalar parlamentoda şekillenmez, aynı kapalı kapılar ardında ve kural olarak da büyük burjuvazinin istediği ve çizdiği çerçevede kaleme alınırlar, ardından da parlamentoda tartışılır gibi yapılır, küçük rötuşları inip kalkan eller takip eder ve parlamento bir laf ebeliği seansını daha tamamlamış olur.
Biz Marksistler, tarihsel olarak miadını doldurmuş olan bu burjuva parlamentarizminden kurtulmayı, emekçileri doğrudan siyaset sahnesinin içine çekmeyi, kendi kaderlerini kendi ellerine almalarını, kendilerini gerçekten de kendilerinin yönetir hale gelmesini hedefliyoruz. Bizler burjuva demokrasisinden milyon kat daha demokratik bir işçi demokrasisini hedefliyoruz. Temsili kurumları ortadan kaldırmayı değil, onları gerçekten de seçmenlerini temsil eden kurumlar haline getirmeyi, sayılarını arttırmayı ve yönetim işlerinin bu kurumlar eliyle yürütülmesini savunuyoruz. Kokuşmuş "parlamentarizmden kurtulma yolu, temsili organları ve seçim ilkesini yıkmaya değil, laf değirmenleri olan bu temsili organları «hareketli» kurumlar durumuna dönüştürmeye dayanır" diyor Lenin (Devlet ve Devrim, Bilim ve Sosyalizm Yay., 7. bsk, s.57). İşte bu yüzden işçi devletinin temel dayanağı olan komün tarzı örgütlenmeler, parlamenter bir örgüt değil, hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir organ olmak zorundadırlar. Komün tipi bir organda düşünce özgürlüğü ve tartışmalar gerçek anlamını kazanacaktır. Onun üyeleri, "kendileri çalışmak, yasalarını kendileri uygulamak, bu yasaların etkilerini kendileri denetlemek, bunlar üzerine, seçmenlerine karşı, doğrudan kendileri yanıt vermek zorundadırlar. [Komünde] Temsili organlar kalır; ama, özel sistem olarak, yasama ve yürütme arasındaki işbölümü olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı durum olarak parlamentarizm artık yoktur. Bir demokrasiyi, hatta bir proletarya demokrasisini, temsili organlar olmaksızın düşünemeyiz; ama … demokrasiyi parlamentarizm olmaksızın düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız da." (age, s.59)
Temsili organlara seçilmiş olan vekiller, kendi gündelik yaşamlarından ve kendilerini seçen kitleden kopmayacaklar, onlarla her an iç içe olacaklardır, çünkü onların görevi karar almaktan ibaret değildir, alınan kararları uygulayacak olanlar da onlardır. Bu nedenle de seçmenlerinin her an denetimi altındadırlar ve seçmenler eğer ki vekilin çalışmasından memnun değillerse onu diledikleri an görevden alabileceklerdir. Bu vekiller kendilerini seçen emekçi kitlelerin efendisi değil, hizmetkârı durumunda olacaklardır. Ve bu iş için alacakları ücret de ortalama işçi ücreti düzeyinde olacaktır. Yani işçi devletinde, vekillerin, sosyal ve maddi ayrıcalıklarına son verilmiş olacaktır. Bu doğrultuda, emekçilerin içgüdüsel olarak kavradıkları gerçeği bilince çıkarmalarına yardımcı olmak ve onların tepkilerini sistematize ederek burjuva düzenin temellerine yönlendirmek; komünistlere düşen görev budur.
[*] Bu tepkilerin hepsi haklıdır ama yeri gelmişken bir hususa daha dikkat çekmekte fayda var. Medyada milletvekili maaşları sıklıkla, özellikle de büyük medya tekelleri hükümeti yıpratmak ya da sıkıştırmak istediklerinde, gündem edilir. Ama başta generaller olmak üzere üst düzey asker ve sivil bürokratların maaşları, emeklilik aylıkları ve ikramiyeleri, sahip oldukları sayısız maddi ve manevi ayrıcalık hemen hemen hiçbir şekilde konu edilmez. Bu kesimler devletin asli unsuru ve hatta sahibi olarak değerlendirilirken, halkın egemenlere karşı olan tepkisi gerektiğinde siyasetçilere yönlendirilerek, halka "beğenmiyorsanız değiştirebilirsiniz" mesajı iletilmiş olur. Geçmişte, özellikle asker-sivil bürokrasinin, rejimin bekasını riske atmadığı sürece ve atmayacağı ölçüde, siyasetçileri gözden düşürmek ve hizaya sokmak için de bu yola sıklıkla başvurduğunu geçerken belirtelim.
link: Oktay Baran, Milletvekili Maaşları ve Burjuva Parlamentarizmi, Mart 2012, https://marksist.net/node/2977
DİSK’in Kitle ve Sınıf Sendikacılığı Mazide Kaldı
Fatih Projesiyle Kim, Neyi Fethedecek?