İnsanlara her zaman okumalarını öğütledim. Yaşamım boyunca, bu dünyayı onun kahrını çeken insanlar için daha mutlu bir yer haline getirmekle ilgilenen büyük yazarların eserlerini incelemelerini söyledim insanlara. Grev olmadığı zamanlarda eğitim toplantıları yapıyordum ve bu toplantıların sonrasında, işçilerin daha iyi bir yaşam uğruna mücadelesini yalın bir üslûpla anlatan “Merrie England”[i] adlı kitabı satardım.
“Çocuklar” derdim, “sözümü dinleyin. Bilardo ve kumar salonlarına gideceğinize, dağa çıkın ve bu kitabı okuyun. Ağaçların altına oturun, kuşlara kulak verin ve birbirini sömürmeyen, birbirine ihanet etmeyen, solucan bulmak için toprağı kazsınlar diye yavrularını zamanından önce çalıştırmayan bu küçük tüylü yaratıklardan ders alın. Onların, çalışırken şarkı söylediklerini işiteceksiniz. Oysa çalışırken sizin yapabileceğiniz en iyi şey, küfretmek ve tütün içmektir.”
Sekiz yıldır doğudaki kömür havzalarından uzak kalmıştım. Bu dönemde, aynı mücadeleyi farklı bölgelerde yürütmekle meşguldüm. Batıya gitmiş ve makinistlerin Güney Pasifik Demiryolları Şirketi’ndeki grevine katılmıştım; bu şirket California’yı altın sarısı kuyruğunda oynatıyor, yasama meclisini, çiftçileri, vaizleri, işçileri denetim altında tutuyordu.
Daha sonra Alabama’ya gittim. 1904 ve 1905 yıllarında Birmingham ve çevresinde büyük grevler vardı. Louisville ve Nashville Demiryolları işçileri grevdeydi. Demiryollarının sahibi Jay Gould’du ve traversler, lokomotifler ve vagonlarla beraber, işçilerin de sahibi olduğunu sanıyordu. Maden işçileri dayanışma grevine çıkmıştı. Bu yaygın grevler, bir demiryolu işçisi olan Eugene Debs’in önderliğindeki Amerikan Demiryolları Sendikası’nın sürdürdüğü grevin bir parçasıydı.
Bir gün, vâli, grev komitesi sözcüsü Douglas Wilson’ı ofisine çağırdı. “Hemen, bu grevin sona erdiğini ilân edeceksiniz. Bunu siz yapmazsanız ben yapacağım” dedi.
“Vâli” dedi Douglas, “insanlar, uğruna grev yaptıkları talepleri elde edinceye kadar, ben grevin bittiğini ilân edemem.”
“Öyleyse milis çağıracağım” dedi vâli.
“Peki sen milisi hazırlarken bizim elimiz boş mu duracak sanıyorsun?”
Vâli, kendisini bir savaşın beklediğini biliyordu, çünkü Douglas kendisinin de saygı duyduğu yüksek ve dürüst karakterli, yiğit bir savaşçıydı. Milis göreve çağrıldı. Uzun süren bir mücadele yaşandı. Şehir merkezinden izinsiz çıkmam, toplantılar yapmam yasaklanmıştı. Yine de milislerin safları arasından sıvışıyordum, çünkü Afrikalı putperestlere eldiven ören misyonerlerin toplantılarına katılmaya giden yaşlı bir kadıncıktım!
William Malley ile birlikte Rockton’a, bir madenci kampına gittim ve bir toplantı yaptım. Trenle dönerken, kondüktör beni tanıdı.
“Jones Ana” dedi, “Rockton’da toplantı mı yaptın?”
“Elbette” dedim.
Beni şirketin genel müdürüne bildirdi ve bunun bedeli ağırdı, yine de ajitasyon çalışmamı sürdürdüm. Grev uzadıkça uzadı. Debs hapse atıldı. Liderler yargılandı. Grev sonunda bitirildi. O sırada Birmingham’daydım.
Debs, hapisten çıktıktan sonra kuzeyin yolunu tuttu, sendikanın yerel örgütü, onun adına, halka açık bir toplantı organize etmişti. Opera salonunu kiraladık ve toplantıyı yaygın bir biçimde duyurduk. Debs, Pazar akşamı konuşacaktı. Pazar öğleden sonra, düzenleme komitesine toplantının yasaklandığını bildiren bir mahkeme emri ulaştı. Aynı zamanda, opera salonunun sahibine de binanın kapılarını açmasına izin verilmeyeceği konusunda uyarı yapılıyordu.
Toplantı komitesinin başkanı pek mücadeleci bir karaktere sahip değildi, bu yüzden birkaç gence, başkana hiçbir şey söylemeden yakındaki madenci kasabaları Bessemer ve Pratt’e gitmelerini ve bir grup maden işçisini, trenden indiğinde Debs’i karşılamak için alıp getirmelerini söyledim.
Neler olacağını görmek için, sendika salonunda çok sayıda insan toplanmıştı.
Trenin gelme vaktinde oradaki herkesin Debs’i karşılamak için gara gitmesini önerdim.
“Sadece karşılama komitesi gitmeli bence” dedi başkan, sert bir havayla.
“Hep birlikte bir karşılama komitesi oluşturmamızı öneriyorum” dedim ve orada toplanmış herkes “Evet!, Evet!” diye bağırdı.
İstasyona vardığımızda, Bessemer ve Pratt’ten gelen birkaç bin maden işçisi oradaydı.
Tren yanaştı ve Debs indi. Madenciler, kapıların açılmasını beklemediler ve parmaklıkların üzerinden atladılar. Onu omuzlarına aldılar ve kalabalık kortejle birlikte istasyondan çıktılar. Caddeler boyunca yürüdüler, demiryolu şirketinin, belediye başkanının, polis şefinin ofislerini geçtiler. “Debs burada! Debs burada!” diye bağırıyorlardı.
Polis şefi fikir değiştirmişti. Bana haber yolladı, opera salonu açıktı ve toplantımızı yapabilirdik. Salon tıklım tıklımdı, koridorlar, pencere kenarları, her taraf dolmuştu. O gece kiliseler boş kaldı ve o gece, kalabalık, tek mesajı insanların kardeşliği olan bir hatipten, gerçek bir söylev dinledi.
Demiryolu işçilerinin grevi bitince, pamuk fabrikalarında bir iş bulmak üzere, Cottondale’e gittim. Fabrikalarda çalıştırılan küçük çocuklar hakkında anlatılanların gerçek olup olmadığını kendi gözlerimle görmek istiyordum.
Bir işe başvurdum, fakat müdür bana, yanı sıra çalışacak bir ailem olmadıkça benim için bir şey yapamayacağını söyledi. Müdüre, ailemi Cottondale’e getireceğimi, fakat iş bulma şansının ne olduğunu görmek için önden kendimin geldiğimi söyledim.
“Çocuğun var mı?”
“Evet, altı kişiyiz.”
“Güzel” dedi. O kadar heyecanlanmıştı ki, kiralık bir ev bulmam için benimle birlikte geldi.
“İşte size fazla fazla yetecek bir ev” dedi. Beni getirdiği ev, iki katlı tahta bir barakaydı. Pencereleri kırık, üstü bel vermiş kapısı açıktı. Kilidi kırılmıştı. Alt katta bir odası ve üst katta perişan durumda bir tavanarası vardı. Çatıdaki çatlakların arasından yağmur girmiş ve tabanı çürütmüştü. Alt katta, önünde, bir tuğlanın geçebileceği kadar büyük çukurlar olan, eski, kocaman bir şömine vardı.
Müdür evden memnundu. “Bu deliklerden içeri rüzgâr ve soğuk girer” dedim.
Güldü. “Amaan, yakında yaz gelecek ve hepiniz hava almak isteyeceksiniz.”
“Bu ev altımız için yeterince büyük mü bilmiyorum?”
“Yeterince büyük değil mi?” Hayretle bana baktı. “İstediğin tam olarak nedir, bir otel mi?”
Ailemi, o ayın sonunda çiftlikteki eşyaları toplayabildiklerinde çağıracağıma söz vererek, evi kiraladım. Fabrikada işe alındım ve çocukları, çalışan ufacık çocukları gördüm, yaşamım boyunca gördüğüm en yürek parçalayıcı manzaraydı. Bazen, bu küçük, sessiz bedenlere bakamayacakmışım gibi gelirdi ve kuzeye, işçi mücadelesinin hiç olmazsa yetişkinler tarafından verildiği, haşin kömür havzalarına, Rocky Dağı’ndaki kamplara gitmeliyim diye düşünürdüm.
Küçücük kızlar ve oğlanlar, ip eğirme makinelerinin sonsuz dizileri arasında, bir ileri bir geri yalınayak dolaşıyor ve küçük, zayıf elleriyle makinelere uzanıp kopan iplikleri bağlıyorlardı. Onları yağlamak için, emekleyerek makinelerin altına giriyorlardı. Gece gündüz demeden iğleri değiştiriyorlardı. 6 yaşındaki küçücük bebekler, 60 yaşındaki yüzleriyle, günde on sent için 8 saat vardiya yapıyorlardı. Uyuyup kalırlarsa yüzlerine soğuk su çarpılıyor ve müdür, makinelerin bitmek bilmeyen gürültüsünü bastıran bir sesle bağırıyordu.
Daha ancak tıpış tıpış yürüyen 4 yaşındaki çocuklar, 10 yaşındaki abla ve ağabeylerine “yardım” etmeleri için fabrikaya getiriliyorlardı, fakat onların emeği için para verilmiyordu.
Kuzeyde üretilen bu makineler, ufacık çocukların elleri erişebilsin diye alçak yapılmışlardı.
Sabahın beş buçuğunda, günün ilk ışıkları göründüğünde, küçük gri çocuklardan oluşan uzun sıralar, fabrikalara, çıldırtıcı gürültüye, pamuk tiftiği dolu odalara girerdi. Dışarıda kuşlar ötüşür ve masmavi gökyüzü parıldardı. Yarım saatlik öğle yemeğinde, çocuklar, mısır ekmeği ve domuz yağından ibaret yemekleri başında uyuyup kalırlardı. Çıplak zemine uzanıp uyurlardı. Uyku onların eğlencesi, kurtuluşuydu, özgür çocuklar için oyun nasılsa öyle. Patron gelir ve onları sarsarak uyandırırdı. Öğle yemeği molasından sonra, öğütücü mesai, vınlayan iğler arasında ileri geri sonsuz bir koşuşturma... Yavrucaklar, minicik çocuklar!
Çocuklar, gece eve yalnız dönmekten çoğunlukla korkarlardı. O zaman, güneş doğuncaya kadar yere uzanıp uyurlardı. Bu, makinelerin bir parça gevşek çalıştığı ve gece vardiyasının daha kısa sürdüğü zamanlarda olurdu. Gündüz ya da gece vardiyası bittiğinde, eve çoğunlukla bu küçüklerle birlikte giderdim. Yemek yiyemeyecek kadar yorgun olurlardı. Üstlerinde elbiseleriyle yatağa düşüverirlerdi … bildikleri tek mutluluk olan uyumak, uyumak için...
Ama Pazar günleri onlarındı, çünkü fabrika sahipleri ve çalışanların kendileri de dindar idiler. Çocuklar Pazar Okuluna gidiyor, Tanrı’nın nasıl fabrika sahibine, gidip fabrika kurması için ilham verdiğini dinliyorlardı. Fabrika sahibi de bu ilhamla Tanrı’nın küçük yavrularına, çalışkan, yurtsever vatandaşlar haline gelebilmeleri için iş veriyor ve onlar da, zavallı bahtsız putperest Çinlileri dine döndürmeleri için misyonerlere vermek üzere, para kazanmış oluyorlardı.
“Benim altı çocuk” bir türlü gelmediği için müdür benden şüphelenmeye başlayınca Cottondale’i terk ettim ve bir ip fabrikasında iş bulduğum Tuscaloosa’ya gittim. Bu fabrikada da, çocuklar ip eğirme makinelerinin arasında bir ileri bir geri koşuşturup duruyordu. Ortam pamuk lifiyle doluydu. Makinelerin sürekli temizlenmesi gerekiyordu. Küçük çocukların minicik, incecik bedenleri, yağlayıp temizledikleri tehlikeli makinelerin altlarında sürünüyordu. Çoğunun elleri ezilmişti. Bir parmakları kopuktu.
Benimkinin bitişiğindeki dokuma tezgâhında, iki kızı olan bir baba çalışıyordu.
“Kızların kaç yaşında?” diye sordum.
“Biri 7 yaşından on gün aldı” dedi, dokuma tezgâhına ip geçirmekte olan, kamburu çıkmış, göğüs kafesi incecik, küçük bir kızı göstererek; “ve şu”, ip eğirme makinesinin altından çıkan dal gibi ince iki bacağı gösterdi, “8 yaşından üç ay aldı.”
“Kaç saat çalışıyorlar?”
“Akşamın altısından sabahın altısına kadar.”
“Ne kadar kazanıyorlar?”
“Gecede on sent.”
“Peki sen?”
“Kırk sent.”
Sabah, vardiyadan o çocuklarla beraber çıktım. Fabrikanın sıcak ortamından dışarı çıktıklarında, soğuktan titreyerek sendelediler. Onlar kendi yollarına giderken, uzun, gri bir çocuk kafilesi, ellerinde akşam yemeği kaplarıyla, gündüz vardiyasına geliyorlardı.
Bu küçücük çocuklar, zatürreeden, bronşit ve veremden ölüyorlardı. Fakat doğum oranı, tıpkı kâr payları gibi yüksekti ve bir çocuk işçi öldüğünde, kopan iplikleri bağlamak için bir diğeri hazır olurdu.
Tuscaloosa’dan, Alabama’nın Selma şehrine geçtim ve bir fabrikada işe girdim. Benimle aynı fabrikada çalışan ve 11 yaşında sevimli bir kızı olan bir kadının yanında kaldım.
Pazar günü, bir grup işçi çocuk ormana gidiyorlardı. Maggie’yi almaya geldiler. O daha uyuyordu ve annesi onu uyandırmak için küçük yatak odasına gitti.
“Kalk Maggie, çocuklar seni ormana götürmeye geldiler.”
“Aman anne” dedi Maggie, “bırak uyuyayım, bu çok daha zevkli. Öyle yorgunum ki. Sonsuza kadar uyumak istiyorum sadece.”
Annesi uyusun diye bıraktı.
Ertesi gün her zamanki gibi fabrikaya gitti. O akşamüstü saat 4’te onu eve getirdiler ve incecik bedenini mutfak masasının üzerine yatırdılar. Uyumuştu, sonsuza kadar. Saçları makineye sıkışmış ve kafa derisi yüzülmüştü.
O gece, gündüz vardiyasındakiler işten çıktıklarında küçük arkadaşlarını görmeye geldiler. Büyük, ihtiyar yüzleri, kamburlaşmış zayıf omuzları ile ağırbaşlı bir küçük insan dizisi, cesedin önünden ağlayarak geçti. Onlar henüz küçücük birer çocuktular, fakat ölüm onlar için alışılmış bir manzaraydı.
“Ah, Maggie” dediler, “ne olur geri gel. Canın yandığı için çok üzgünüz!”
Dileklerine katılamadım. Maggie çok yorgundu ve sadece sonsuza kadar uyumak istiyordu.
Aynı yerde uzun süre kalmadım. Çocuklara ilgi ya da sevgiyle yaklaşan biri, hemen şüphe çeker ve işten atılırdı. O zaman da işler beraberinde çocuk getirebilecek yetişkinlere verilirdi. Alabama’dan ayrıldım ve birçok fabrikada çalışa çalışa Güney Carolina’ya gittim.
Bir fabrikada, gündüz vardiyasında iş buldum. İşe giderken, gece çalışmasından eve dönen bir kadınla karşılaştım. Kucağında, küçücük bir bebek kundağı vardı.
“Bebek kaç yaşında?”
“Üç günlük. Daha bu sabah işe döndüm. Patron iyi biridir, yerime kimseyi almadı.”
“İşten ne zaman ayrılmıştın?”
“Patron iyi biridir; bebeğin doğduğu gece bana izin verdi.”
“Çalışırken bebeği ne yapacaksın?”
“Ah, patron iyi biridir, tezgâhın yanına, içinde bir yastıkla küçük bir kutu koymama izin verdi. Bebek orada uyur ve ağladığında emziririm.”
Bu bebek, diğer yüzlercesi gibi, makinelerin seslerini, daha doğmadan duydu. Yaşamının ilk haftalarından itibaren, sanki demir yağıyormuşçasına, kulaklarına yağan kesintisiz gürültüyü işitti. Pamuk tiftiği dolu zeminde emekledi. Yürümeye, iğ ormanlarının ortasında başladı. Birkaç yıl içinde, üretim hattındaki yerini aldı. Çocukluğu ve çocukça şeyleri tanımadı ve altı yaşında bir adam, bir ücretli işçi, bir enfiye çekicisi, genç-ihtiyar omuzları üzerinde servetlerin yükseltileceği bir kişi haline geldi.
Peki, bu korkunç çocuk köleliğinin sorumlusu kimdir? Herkes. Alabama eyaleti, çocukları biraz daha iyi korumayı amaçlayan bir çocuk çalışma yasası çıkardı. Ve Massachusetts ile Rhode Island’daki kuzeyli kapitalistler yasayı iptal ettirdiler. Bir güney eyaleti ne zaman reform yapmaya kalkışsa, çoğunlukla kuzeyli olan fabrika sahipleri, fabrikaları kapatma tehdidini savururlar. Yasama meclislerini etki altına alırlar; çocuk çalışma yasası reformuna karşı kulisler yaptırırlar; ve para, çoğunlukla da kuzeyli para, mahkemelere hükmederek reform yasalarının iptal edilmesini sağlar.
Benim bu incelemeyi yaptığım dönemde çocuk işçiler hakkında yayınlanan raporlar, çok düşük bir ücret karşılığında, gündüz ya da gece 8, 9, 10 saat fabrikalarda çalışan 14 yaşın altındaki çocukların sayısını, tüm işçilerin yüzde 25’i olarak saptıyordu. Ve aynı dönemde, fabrika sahipleri, yüzde 50 ilâ 90 arasında kâr payları açıklıyorlardı.
“Çocuk işçi uysaldır” der onlar. “O grev yapmaz. Sorun çıkarmaz.” Fabrika sahipleri, bu çocukların evlerinin pencerelerindeki dantelli perdeleri gösterirler. Bu çocukların sahip oldukları bu lüks şeyleri gösterip “Çiftliklerde yoksul beyazlar olarak çalıştıkları zamanlardakinden çok daha fazlasına sahipler” derler.
Ucuz dantelli perdeler; çocuk emeğinin karşılığı! Bu lüks şeylerin arkasında, erken çalışmanın öldürdüğü küçücük ruhları, kara bir halkanın içinden bize bakan ışıksız gözleri göremeyiz. O zevksiz perdeler, bu, cehalet içinde büyüyen, beden, akıl ve ruhları güdükleştirilmiş, hastalıklı çocukların geleceği ile bizim aramıza çekilmiştir.
Şunu açıkça söylemek isterim ki, bu çocuklar dokudukları pamukluların içine kendi hayatlarını dokumaktadırlar; bebeklerimizin elbiselerini, kızlarımızın o bembeyaz konfirmasyon[ii] giysilerini, gelinliklerimizi ve dans kostümlerimizi diktiğimiz iplikte, bu çocukların gözyaşları ve yürek sızıları vardır.
Tanık olduğum o korkunç şeylerle yüklü olarak güneyden New York’a geçtim ve bu koşulların olduğu gibi bilinmesini sağlamak için çeşitli toplantılar yaptım. Basının ve sermayenin tepkisiyle karşılaştım. Güneydeki tecrübemden sonra, uzun bir süre güçlükle yemek yedim. Zaman zaman, sadece elbiselerim değil, yiyeceklerim de bana sanki o çocukların emeği pahasına alınmış şeyler gibi göründüler.
Yabancı ve yerli dinî hayır misyonlarının, sosyal yardım ve hayır kurumu çalışanlarının, sosyal yerleşim çalışanlarının fonları, en azından kısmen, pamuk fabrikalarının kâr paylarından gelir. Ve küçük işçi çocuk, çocukluğunu çalan iki hırsız arasında çarmıha gerilmiştir: sermaye ve cehalet.
“Cennetin krallığı onlarındır” diyor büyük öğretici.[iii] Eğer Cennet, kavruk, kambur, gözleri çukuruna kaçmış, cansız, uykulu küçük meleklerle doluysa, ben kötü erkek ve kız çocuklarla birlikte diğer tarafa gitmek istiyorum.
Çalıştığım bir sanayi kasabasında, bir anne ve üç küçük kızıyla tanışmıştım, hepsi de benimle aynı fabrikada çalışıyordu. Baba veremden ölmüştü ve aile onun cenazesi için otuz dolar borca girmişti. Şirket dükkânına borcu ödemek için yıllarca çalıştılar. Borcu kuruş kuruş azalttılar. Yiyecek parası ve kira düşüldükten sonra, düşük ücretlerinden geriye hiçbir şey kalmıyordu. Fabrikanın kölesi olmuşlardı.
Onları kurtarmaya karar verdim. Ekspres trenin istasyondaki temsilcisiyle, treni bir dakikalığına durdurması için anlaştım. Bir çiftçiden bir yük arabası kiraladım ve bir kutu gres yağı alıp gıcırdamamaları için dingillerini yağladım. Gecenin karanlığında, ben ve küçük aile, arabayla istasyona gittik. Kendimizi, kaçak siyah köleler gibi hissettik ve her an tazıların peşimize düşebileceğini sandık. Çocuklar titriyor ve sızlanıyordu.
Ekspres tren karanlık raylar boyunca geldi. Çocuklar parlak farlardan ürktüler. Tren yavaşladı. Daha küçük olan iki çocuğu perona kaldırdım. Anne ve çocukların en büyüğü kendileri tırmandılar. Hızla uzaklaştık, bitmek tükenmek bilmeyen borçtan uzağa, boyunlarında değirmen taşı olmaksızın yeni bir başlangıç yapabilecekleri yeni bir şehre doğru.
Pat Dolan Pittsburgh maden işçileri sendikasının başkanıyken, ki Pat’ten daha iyi bir başkan olmamıştı, bölgeyi baştan sona dolaşabilmem ve gazetemiz The Appeal to Reason’a abone bulmam için madenlerin genel müdürlerinden izin aldı. Müdürler, gazeteyi, bir tür dinî gazete, beni de bir tür misyoner sanmış olmalılar.
Her neyse, o aylar boyunca madenciler ve aileleriyle yakın ilişki içinde oldum. Pittsburgh’dan Brownsville’e kadar her maden ocağına uğradım. Madencilik, en hafif deyişle berbat bir iştir, madencinin yaşamı ve çevresi çetin ve çirkindir. Onun işi dünyanın karanlık derinliklerindedir. Bir galeride tek başına çalışır. Fabrikadakine ya da grup halinde çalışarak köprüler, konutlar inşa eden işçiler arasındakine benzer dostça bir yarenlik pek yoktur. Maden işi pistir. Kömür tozu derinize işler ve asla çıkmaz. Maden işçisi galeride çalışırken eğilmek zorundadır. Zamanla bir yeraltı cücesi gibi iki büklüm olur.
Madencinin işi son derece yorucudur. Kaslar ve kemikler ağrır. Akciğerleri, kömür tozu ve güneş ışığının asla girmediği yerlerin tuhaf, nemli havasını solur. Evi kötü, iğreti bir yapıdır ve onu güzelleştirmek için de pek sebebi yoktur. Evin arsası şirketindir ve maden işçisi, barınağının her an elinden alınabileceği hissini yaşar. Evinin etrafı çamur ve balçıktır. Kara ve iç karartıcı kocaman kömür yığınları etrafını sarmıştır. Karısı pislikle, yetersiz suyla, düşük ücretlerle, aşırı kalabalık barakalarla mücadele halindedir.
Maden işçisinin karısı, ki çoğunlukla çocukluğundan beri ipek fabrikalarında çalışan biridir, çocuk doğurarak aşırı bir yük altında kalır. Erkenden yaşlanır. Pek çok hastalık geçirmiştir. Zavallı anne hasta yatarken, çocukların onun üzerinde emeklediği, çoğunlukla evdeki tek sıcak oda olan o odada oynadıkları ya da kavga ettikleri evlerde, birçok kez bulundum.
Elimden geldiği kadar ortalığı toplar, çocukları susturur, kömür kırıcılara ya da fabrikalara gitmeyenlerini sabah okula hazırlar, öğle yemeği kaplarını hazırlar, zavallı anneyi yıkar ve saçlarını tarardım. Bu kadınların gündelik kahramanlıklarını gördüm.
Kırıcı-ayırıcıda çalışan çocukların hayatlarına tanık oldum. Kömür önce, ufalamanın yapıldığı bir kubbeye yükseltilir. Sonra, yanında küçük çocukların basamaklar halinde oturduğu oluklardan aşağıya şakırdayarak akar. Bu çocukların işi, kara nehirler gibi akan kömürden taşları ayırmaktır. Basamaklar dolusu küçük çocuk, kırma makinelerinin kasveti altında oturur, yüzleri, hiç durmadan döne döne yükselen kömür tozuna bulanmıştır. Taşları görebilmek için öne eğilmek zorundadırlar. Sırtları kamburlaşmıştır. Göğüs kafesleri daracıktır.
Bir kırıcı-ayırıcı ustabaşı, çocukları izler. İşini boşladığını gördüğü çocukların parmaklarına vurmak için bir sopası vardır. Çocukların parmaklarından akan kan kömürlerin üzerine akar. Tırnakları etleri görünecek kadar çekilmiştir.
Çalışma izni edinmek kolaydır. Yapmak gereken tek şey, bir notere yirmi beş sent vererek, çocuğun çalışmak için gereken yaşta olduğuna yemin etmektir.
Ayırıcı çocuklar, birer Küçük Lord Fauntleroy[iv] değildirler. Bu küçük adamlar tütün içerler, tütün çiğnerler ve küfrederler. Onlar erkek işi yaparlar ve erkek davranışlarına, erkek kusurlarına ve erkek zevklerine sahiptirler. Kavga ederler, tütün tükürürler ve Pazar günleri, atık kömür yığınları üzerinde hikâyeler anlatırlar. Ayırıcı çocukların sendikalarına katılır ve grev kırıcıları döverler. Grev kırıcıların çocukları gidiyorlarsa, kendilerinden küçük erkek ve kız kardeşlerinin okula gitmesine izin vermezler.
Pek çok madende, kapıcı çocuklarla karşılaştım. Eşekler madene girerken kapıyı açan ve çıkarken kapatan küçük adamlar. Sonra, madenin her yerindeki ulaklarla ve çıraklarla. Gelecekte birer maden işçisi olacak, ve şu güzel dünya, engin denizler, temiz ovalar, uçsuz bucaksız batının karla kaplı dağları hakkında asla bir şey bilmeyecek olan çocuklar. Kömür içinde doğan, kömür içinde büyüyen ve kömüre gömülen küçük adamlar. Bir tek umutları, bir tek koruyucuları var: sendika.
Bir gün, küçücük bir kapıcı çocukla karşılaştım. O kadar küçüktü ki, elindeki sefer tası yere değiyordu.
“Kaç yaşındasın sen delikanlı?” diye sordum.
“12” diye homurdandı, yere tütün tükürürken.
“Hadi söyle evlât” dedim, “ben Jones Ana’yım. Beni tanırsın, değil mi! Madenin ustabaşısına 12 yaşında olduğunu söylediğini biliyorum, fakat sendikaya ne söyledin?”
Keskin, zeki gözlerle bana baktı. Yaşam ona şüpheci ve temkinli olmayı öğretmişti.
“Haa, sendika farklı. Noel’de 10 yaşına gireceğim.”
“Niçin okula gitmiyorsun!”
“Nee” dedi –aslında daha ağır ifadeler kullanmıştı– “bacaklarımı kaybetmedim daha!” Gururla, küçücük bacaklarına baktı.
Ne demek istediğini biliyordum: Çocuklar, kazalar sonucunda sakat kalıp çalışamaz olurlarsa okula gidiyorlardı.
Ama fabrikaları ve madenleri yeğ tuttukları için bu çocukları pek suçlamazdınız. Okullar berbat, eğitim yetersiz, dersler sıkıcıydı.
Sendikaların aralıksız çabaları ve sürekli ajitasyon sayesinde, madenlerdeki çocuk emeğinin en önemli zararlarını ortadan kaldırmayı başarmıştık. Pennsylvania eyaleti gittikçe iyileşen yasalar çıkardı. Gittikçe daha çok çocuk okula gidiyor. Maden bölgelerine daha iyi okullar açılmış durumda. Daha alınacak çok yol var. On dört yaş bile, bir ayırıcı işçi olarak hayata atılmak için hâlâ çok erken. Maden işçilerinin hayatında henüz çok az neşe ve güzellik var. Fakat benim gibi, uzun, çok uzun mücadeleler görmüş biri bilir ki, görecek günler var daha.
[i] “Şen İngiltere”: Robert Blatchford tarafından kaleme alınan sosyalizm konulu denemelerden oluşan ve 1893’te yayınlanan ünlü bir derleme –çn.
[ii] Genç kızların kiliseye kabul töreni –çn.
[iii] İsa kastediliyor –çn.
[iv] Aynı adlı bir çocuk kitabının kahramanı –çn.
link: Mary Harris Jones , Bölüm 14 - Çocuk Emeği, 26 Mart 2012, https://marksist.net/node/2975