Merhaba, sizlere Dersim’den bahsetmek istiyorum. Ben 1983 doğumluyum. Yıllarca askeri baskılarla baş başa kaldık, hep ezildik, hep dışlandık. Normalde belki de yıllar sonra öğreneceğimiz devleti daha çocukken bizlere kendileri bir bir anlatıyorlardı. Daha bazı şeylerin farkına varmaya başlarken öğreniyorduk akşam belirli saatlerde sokağa çıkmanın tehlikeli olduğunu. Anonslar geliyordu, sokağa çıkma yasağının başladığını belirten. Akşam çökünce annemin seslenişini hatırlıyorum, “çabuk eve gelin, polisler şimdi gelir”. Halbuki ben daha ufacıktım, bana söylenmesi gereken cümle, “hadi eve gel, üstün başın kirli, derslerini yap” olmalıydı. Ben bunu istiyordum. Ama ne yazık ki bunlar olmuyordu. Sessizlik çöküyordu Dersim’in üstüne akşamları, sonra kulakları sağır edercesine başlıyordu mermi sesleri.
Her evin mutlaka bir penceresiz odası vardı ya da banyoların pencereleri ufak ve yüksekte olurdu genelde. Bizim de böyleydi, annem her akşam banyoya döşek serer, battaniye getirir, bizi oraya doldururdu. Ne yaptığı konusunda hiçbir şey anlamadan, çatışma içerisinde annemizin bizim yanımızda olmasının vermiş olduğu güvenle, o küçücük banyoda ablalarımla oyun oynamaya başlardık. Oysa bizim sokaklarda oynamamız gerekmiyor muydu? Sabah olduğunda tek konuşulan konu, nereye ne oldu, kime ne yaptılar olurdu. Duvarlarda mermi izleri, boş kovanlar vardı. Okulumla evimin arası 1 km bile yoktu ama çoğu zaman okuldan eve gelemezdik. Çatışma başladığında öğretmenlerimizin “sıraların altına girin” diye bağırışlarını hatırlıyorum. Mermilerin delice havada uçuşmasına rağmen veliler telaş içerisinde okula koşarcasına gelip yavrularına acaba bir şey oldu mu diye bakarlardı. Kapıdan annem girerdi içeri, masanın altından sevinçle anneme bakardım ve yanına koşardım. Her yer tehlikeliydi, eve gitmek o kadar da kolay değildi. Annemin merakı diğer ablalarım için de sürüyordu. Evde tek kaldılar, korkuyorlar mıdır deyip, yolda sürünerek, yatarak eve doğru gidiyorduk. Mermilerin sesleri geliyordu, annem her mermi sesi yaklaştığında kendini bana siper ediyordu. Korku içerisinde eve doğru koşarak gidiyorduk. Evde korku dolu gözlerle bizi bekleyen ablamlar olurdu.
Geceleri yatmaz, camdan dışarıyı izlerdik. Evimiz deniz manzaralı değildi, yakamoz izlemezdik tabii ki. Dağlarda kızıl renkli iz mermilerini izlerdik. Camın minik bir köşesinden annemin bağırdığını hatırlıyorum, “çabuk kafanı camdan aşağıda tut” deyişini. Ormanların güpegündüz gözümüzün önünde uçaklarla bomba atılarak yakılmasını. Alışmıştık artık her şeye, gündüz dağların helikopter ve uçaklarla bombalanışını izlemeye, gece de mermi sesleriyle uyumaya.
Köy halkının yaşadığı içler acısı durum hâlâ gözümün önünde. Köydeki her hanenin bir karnesi vardı. Bu karneye göre Dersim’den köyümüze ekmek ve gıda götürüyorduk. 10 nüfuslu bir eve bir ay boyunca 20 kilo un yazılıyordu. Resmen açlığa mahkûm ediliyorduk, fazlasını vermiyorlardı. Bizler çocuk olmamıza rağmen o zamandan başlamıştık olan bitenin farkına varmaya. Kontrol noktalarına varmadan inerdik köy aracından, alırdık elimize erzakları, TC askerlerinden uzaklaşarak yolun bir kısmını yürüyerek gidiyorduk. Çocuk olmamızın da vermiş olduğu avantajla dikkatlerini çekmiyorduk köye giderken. Çoğu zaman erzak konusunda çocuklara büyük iş düşüyordu bu sebepten.
Bir gün hiç unutamadığım bir durum yaşandı. Yıllar geçse de sanırım unutamam. Köye gidiyorduk, yaşlı bir amca dikkatimi çekti. Karnenin verdiği un bitmişti, eve ekmek götürmeliydi. Ekmek almıştı yaşlı amca ama devletin o iki ekmeği bile bırakmaması yüzünden utanarak ekmeği gizlemek için koltuğu indirip üstüne oturmak zorunda kalmıştı. Yüzünden büyük bir acı duyduğunu görüyordum, çünkü altındaki ekmekti. Dışarıda yerde bir parçasını bile görsek hemen öpüp başımızın üstüne koyar, sonra kimse basmasın diye yükseğe koyardık. Çünkü alınteri vardı, günahtı, amca bunun vermiş olduğu rahatsızlıkla ama mecburen oturmuştu ekmeğin üzerine. Araba durduruldu. Birden rütbeli asker “herkes aşağı insin” dedi. Hepimiz indik. Çocuklar da dahil olmak üzere herkes baştan aşağı arandı. Aracın içi askerler tarafından talan edildi. Birçok gıda maddesi araçtan indirildi, tabii amcanın ekmeği de. Komutan, “bunlar da ne böyle, sizler yardım ve yataklık mı yapıyorsunuz yoksa” dedi o ufacık kuş beyni ile. Ekmeğin sahibini sordu. Amca bir adım öne çıktı ve şöyle dedi: “Siz bizim ölmemizi mi istiyorsunuz? Açız, bir tane ekmek götürmemize bile mani oluyorsunuz.” Bunu hiç unutmuyorum.
Yıllar geçti, büyüdük. Okumalıydık, büyüklerimizin tek tesellisiydi bu. “Belki okuyup kurtulacak yavrum, sonra buradan gidecek, yaşamını sürdürecek” diye düşünüyorlardı.
Küçükken izlediğimiz helikopter ve uçakların attığı bombaların ve kullanılan silahların kimyasal olduğunu nereden bilebilirdik ki? Sonra ölümler başladı. Dersim coğrafi konum bakımından yeşil, akarsuları ile çok güzel bir yerdir. Herkes kendi bağ bahçelerinde üretirdi sebze meyvesini. Hastane de nereden çıktı, kimse orayı bilmezdi bile. Ama ölümler sıkça yaşanmaya başladı. Ölüm sebepleri hep kanserdi. Neden bu ölümler denilmeye başlandı, “Köyümde ürettiğimi yiyorum, nereden hastalık kapayım ki”… Ölümler giderek artmaya başlamıştı. Dersim’deki hastanelerde yeteri kadar donanım olmadığından kanser hastalığı olabilir denilen kişiler hemen Elazığ’a gönderilirdi. Giden hiç geri gelmiyordu, gelenler ise bir otobüs bagajının içinde tabut ile birlikte geliyordu.
Dedim ya, ailemiz hep üstümüze düştü, “okuyun, kurtarın kendinizi” diye. Okuduk ve büyük şehirlerde bulduk kendimizi. Sonra o amansız hastalığın annemizi vurduğunu öğrendik. Savaştık hastalıkla. Ama bizim üstümüze titreyen, okuldan eve mermiler altında kendini siper ederek getiren, yemeyip bize yediren o Dersim’in emekçi annesini devletin kullandığı kimyasal bombalara kurban vermiştik. O yüce insanı toprağın altına koymak en acı şey olsa gerek!
link: Samatya’dan bir MT okuru, Mermiler Altında Büyümek, 30 Kasım 2011, https://marksist.net/node/2819
Wall Street İşgalleri ve ABD’de Polis Terörü