Haziran 1902’de Batı Virginia’daki Clarksburg’lu taşkömürü madencileriyle bir toplantıdaydım. Grev sorunu hakkında konuşuyordum, madenciler arasında insan başka ne hakkında konuşabilir ki? Dokuz sendikacı, yakındaki bir ağacın altında oturmuşlardı. Bir federal polis şefi onlara, tutuklu olduğumu bana söylemelerini bildirmiş. Sendikacılardan biri kürsüye geldi.
“Ana” dedi, “tutuklanmışsın. Ellerinde, senin konuşmanı yasaklayan bir mahkeme emri var.”
Federal polis şefine baktım ve “Geliyorum. Bitirinceye kadar bekle” dedim. Konuşmaya devam ettim. Sonunda, “Hoşçakalın arkadaşlar; tutuklandım. Belki de cezaevine gireceğim. Sizi uzun bir süre göremeyebilirim. Bu kavgayı sürdürün! Boyun eğmeyin! Parkersburg’un mahkeme emri makinesini kaale almayın. Federal yargıç zaten başkasının işini çalan hırsızın tekidir. Siz açlıktan kıvranırken o golf oynar. Siz insanlığa hizmet ederken, o para babalarının işine yarayan mahkeme emirleri çıkarır.”
O gece ben ve birkaç sendikacı, 135 kilometre ötedeki Parkersburg’a götürüldük. Beş polis şefi yardımcısı, sendikacılarla birlikte gitti ve benim sorumluluğumu, federal polis şefinin yeğeni olan sevimli bir genç üstlendi. Trende bu genci maden işçilerinin davasına taraftar hale getirdim. Trenden indiğimizde, arkadaşlar ve beş polis şefi yardımcısı bir yöne hareket etti, biz başka bir yöne.
“Evladım” dedim muhafızıma, “bak, yanlış tarafa gidiyoruz.”
“Hayır Ana” dedi.
“Delikanlı, öyleyse onlar yanlış yöne gidiyorlar.”
“Hayır Ana. Sen bir otele gidiyorsun. Onlar hapishaneye.”
“Delikanlı” dedim, olduğumuz yerde durarak, “Tutuklu değil miyim?”
“Öylesin Ana.”
“Öyleyse arkadaşlarımla birlikte cezaevine gideceğim.” Gerisin geriye döndüm. “Jones Ana’nın, arkadaşları cezaevindeyken otele gittiğini işittin mi hiç!”
Hızla arkadaşların peşinden gittim ve onlarla birlikte cezaevine girdim. Fakat gardiyan ve karısı beni sıradan bir koğuşa koymadılar.
“Ana, sen bizim konuğumuzsun” dediler.
Her şeyin en iyisini sağlayarak ve doyurayım derken “şişmanlatarak”, bana aileden biriymişim gibi davrandılar. Onlarla birlikteyken gerçekten iyi dinlendim.
Yargılanmak üzere federal mahkemeye götürüldük. Mahkeme emri dedikleri bir şeyi çiğnemiştik. Patronlar, maden işçilerinin yapmasını istemedikleri ne varsa, bunun için bir mahkeme emri çıkartmışlardı. Şirket, tanık kürsüsüne bir kadını çıkarttı. Kadın, benim, maden işçilerine, madenlere girip grev kırıcıları dışarı atmalarını söylediğime dair tanıklık etti. Korkulu gözlerle bakan, bir deri bir kemik yoksul bir kadındı ve sanki kilisedeymişçesine, en iyi elbisesini giymişti. Kömür şirketinin bu zavallı kölesine baktım ve onun için üzüldüm. Üzüldüm, çünkü karşımda, bir avuç para için yalan yere yemin edebilecek kadar aşağılık bir yaratık duruyordu.
Kürsüye çağrıldım ve hâkim bana, maden işçilerine böyle bir öğüt verip vermediğimi, şiddete başvurmalarını söyleyip söylemediğimi sordu.
“Siz de biliyorsunuz ki” dedim, “herkesin önünde böyle bir açıklama yapmak, benim için intihar olurdu. Ben bunu yapmayacak kadar dikkatli biriyim. Kırk yıldır yargıçlık yapıyorsunuz, değil mi?”
“Evet, öyle” dedi yargıç.
“Öyleyse kırk yılda yalanla doğruyu ayırt etmeyi öğrenmişsinizdir.”
Davacı tarafın avukatı ayağa fırladı ve parmağını bana doğru sallayarak:
“Sayın yargıç, şurada duran kadın, ülkenin en tehlikeli kadınıdır. Siz sayın yargıç için hırsız dedi. Buna rağmen ben, eyaleti terk etmeye ve asla dönmemeye söz verirse mahkemenin merhamet göstermesini önereceğim” dedi.
“Mahkemeye merhamet dilemeye gelmedim” dedim, “buraya adalet aramaya geldim. Ve burada kalmamı ve ekmeği için mücadele etmemi isteyen bir tek çocuk olduğu sürece de eyaleti terk etmeyeceğim.”
Yargıç, “Benim için hırsız dediniz mi?” diye sordu.
“Kesinlikle dedim, yargıç.”
“Bana nasıl hırsız dersiniz?” dedi yargıç.
“Siz beni tutuklattığınızda, ben sadece anayasa hakkında konuşuyordum, patronları tarafından yıllardır soyulan, sanayi kölesi durumuna düşürülmüş olan işçilere, yaşamdan, özgürlükten ve mutluluk olasılığından söz ediyordum. Ölümsüz Lincoln’ü düşünüyordum. Bu bana, gazetelerde okuduğum bir şeyi hatırlattı: Sizin ve babanızın adları aynı harflerle başlıyordu ve başkan Lincoln, bulunduğunuz kürsüye bir federal yargıç atarken, baba ya da oğul diye belirtmemişti. Atama yazısı geldiğinde, babanız uzaktaydı. Görevi onun yerine siz üstlendiniz. Bu, babanızın işini çalmak değil miydi, yargıç?”
“Bunu daha önce hiç duymadım” dedi yargıç.
Bir adam, parmaklarının ucuna basarak yanıma geldi ve kulağıma “Bayan, mahkemeye ‘yargıç’ ya da ‘bayım’ diye hitâp etmeyin. ‘Sayın yargıç’ deyin” dedi.
“Mahkeme kim?” dedim ben de fısıltıyla.
“Kürsüdeki sayın yargıç” dedi adam, şaşkınlık içinde.
“Yargıç masasının arkasındaki yaşlı adamı mı kastediyorsunuz? Ne kadar saygıdeğer olduğunu öğreninceye kadar, ona ‘sayın yargıç’ diyemem. Biliyorsunuz, tanık kürsüsüne çağrıldığımda, doğruyu söyleyeceğime yemin ettim.”
Duruşma sona erdiğinde, yargıcın beni odasında görmek istediği söylendi. Odaya girdiğimde yargıç uzanıp elimi sıktı ve “Size bir hırsız olmadığımın kanıtını sunmak istiyorum, babamın işini çalmadım” dedi.
Sözkonusu gazete haberlerinin yanlış olduğunu ve düşmanları tarafından yayıldığını kanıtlayan belgeler gösterdi. “Özür dilerim, yargıç” dedim, “Hırsız olarak adlandırılmaktan içerleyecek kadar insancıl bir yargıç tarafından yargılandığım için de memnunum. Üstelik bir hırsız olmayı istemeyen biri… Biz işçilerin, başkasının işini çalan grev kırıcılar hakkında ne hissettiğimizi belki anlayabilirsiniz.”
Yargıç bana ceza vermedi ve hemen salıverdi, fakat benimle birlikte tutuklanan işçilere, 60 ilâ 90 gün arasında hapis cezası verdi.
Ertesi gece Clarksburg’a gitmek üzere Parkersburg’dan ayrılacaktım. Parkersburg’lu bir yurttaş, bay Murphy, gidişimden duyduğu üzüntüyü dile getirmek için uğradı. Mahkemenin bana ceza vermemiş olmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Ben de ona dedim ki:
“Eğer bir mahkeme emri çiğnenmişse, bunu yapan sadece bendim. Arkadaşlar hiçbir şey söylememişti. Benim yüzümden hapse girmek zorunda kalmalarından ve benim serbest bırakılmamdan dolayı üzgünüm. Fakat hapishaneleri basmaya kalkışacak değilim. Aslında çok sorun da değil; arkadaşlar genç ve güçlüler, daha önlerinde çok yıllar var. Ben yaşlıyım ve hâlâ yapmam gereken çok iş var. İçlerinde sadece Barney Rice’ın hasta bir kalbi ve kırılgan, sinir hastası bir karısı var. Kocasının hapse girdiğini duyduğunda ruhsal bir çöküntü yaşayabilir ve belki de çocuklarını bir annenin korumasından yoksun bırakabilir.”
Murphy bana, “Jones Ana, ben inanıyorum ki, sen gidip Rice’ın durumunu açıklarsan, yargıç onu affedecektir” dedi. Yargıcın evine gittim. Beni akşam yemeğine buyur etti.
“Hayır yargıç” dedim, “sizinle, sadece Barney Jones hakkında görüşmeye geldim.”
“Ne olmuş ona?”
“O kalp hastası ve sinir hastası bir karısı var.”
“Kalp hastası mı?”
“Evet, kalbi kötü ve cezaevinde ölebilir. Biliyorum ki, bunu istemezsiniz.”
“Hayır” diye yanıtladı yargıç, “istemem.” Gardiyanı çağırttı ve Rice’ı telefona getirmesini rica etti. “Kalbin nasıl Barney?” dedi.
“Kalbim gayet iyi, gayet iyi” dedi Barney. “Kalbinde sorun olan, beni 60 gün hapse tıkan şu lânet yargıçtır. Ben sadece Jones Ana’yla etrafı dolaşıyordum."
“Kalbinle ilgili bir sorun yok, öyle mi!”
“Hayır, kalbimle ilgili lânet bir şey yok! Sen de kimsin ki, böyle konuşuyorsun?”
“Önemli değil, kalbindeki sorunun ne olduğunu bilmek istiyordum!”
“Lânet olsun, kalbim iyi diyorum sana.”
Yargıç bana döndü ve “Nasıl konuştuğunu duyuyor musun?” dedi.
Duymadığımı söyledim ve bana Barney’nin yanıtlarını tekrar etti. “İki sözünden biri küfür” dedi.
“Yargıç” dedim, “bu, biz cahil işçilerin dua etme şeklidir.”
“Sen de böyle mi dua edersin?”
“Evet yargıç, çabuk yanıt vermek istediğimde.”
“Fakat Barney, kalbiyle ilgili bir sorun olmadığını söylüyor.”
“Yargıç, o adam, kalbiyle karaciğeri arasındaki farkı bilmez. Onunla toplantılara gittim ve yollardan ya da tren raylarından eve yürüdüm, hep soluklanmak için oturmak zorunda kalıyordu.
Yargıç hapishane doktorunu çağırdı ve sabah gidip Barney’nin kalbini kontrol etmesini söyledi. Ben de arkadaşım Murphy’den hapishane doktoruyla görüşmesini rica ettim. Böylece, ertesi gün Barney hapishaneden çıkarıldı.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 7 - İnsancıl Bir Yargıç, 16 Ekim 2011, https://marksist.net/node/2764