2005 baharının açılışı, işçi sınıfının önemli tarihsel günlerinden biri olan 8 Mart’ın İstanbul’da üç farklı miting biçiminde kutlanmasıyla yapıldı. Kadın işçilerin ve emekçilerin kapitalist düzene karşı verdikleri mücadelenin bir simgesi olan Dünya Emekçi Kadınlar Günü, yıllardır, feministlerin kuyruğuna takılanların da katkısıyla, “Dünya Kadınlar Günü”nün gölgesine hapsedilmiş durumdaydı. Bu yıl ilk kez DEHAP’ın da feministlerle birlikte çok kesin tavır alarak sosyalist çevreleri dışlamaya dönük tutumu nedeniyle bir kopuşma yaşandı. Ancak başka sebeplerin yanı sıra sekter hesaplar nedeniyle bu kopuşmanın altı doldurulamadı.
Tartışmanın temel belirleyeni, sınıfsal bir ayrışmanın sağlanmasının ve 8 Mart’ı gerçek sınıfsal içeriğine kavuşturmanın birincil kriteri olarak, “Emekçi” sözcüğünün olması gereken yere koyulmasıydı. Ve kuşkusuz bunun devamında da, mitinge içinde erkeklerin de bulunduğu karma kortejlerin katılıp katılmamasıydı. Bilindiği gibi, DEHAP’ın, reformist partilerin ve bir avuç feministin yaklaşımı, sadece kadınların katılabileceği bir miting organize edilmesi doğrultusunda olmuştur. Karşı kutupta yer alan çeşitli devrimci çevrelerse, küçük-burjuva rekabetten sıyrılmayı bir türlü beceremeyip ikinci bir bölünmeye yol açarak, bu kopuşmadan sosyalist hareket ve işçi sınıfı hareketi için mevcut şartlar dahilinde en elverişli biçimde yararlanmakta basiretsizlik göstermişlerdir.
Biz burada bu ikinci bölünmenin nasıl geliştiğini, bu cenahta kimin ne kadar haklı ne kadar haksız olduğunu irdeleyecek değiliz. Çünkü mevcut küçük-burjuva rekabetçi anlayış, ayrışmada başı çeken devrimci çevrelerin hepsine aynı ölçüde damgasını vurmuştur. Bu gruplar açısından, işçi sınıfının birleştirici Marksist bakış açısı, yerini bir kez daha dar grupçu, reklâmcı anlayışın iflah olmaz bölücülüğüne, parçalayıcılığına bırakmıştır. Elbette, mevcut şartlar altında, yapılabilecek olanların bir sınırı vardı. Ancak söz konusu sekter anlayış nedeniyle bu sınırın gerisinde kalınarak, belirli ölçüler dahilinde de olsa bir ilgi ve çekim odağı yaratma olasılığı ortadan kaldırılmıştır.
Sendikaların içinde bulunduğu durumu, özellikle 8 Mart’a çok da geniş katılım sağlama yanlısı olmadıklarını, işçi sınıfının çok küçük bir azınlığını temsil ettikleri, temsil ettiklerininse çok daha küçük bir azınlığını alanlara taşıyabildiklerini söylemeye gerek bile yok aslında. Ama işçi sınıfı hareketinin genel olarak cansız olduğu bugünkü durumda, sendikaların sağladığı “meşruiyet” ve güvence hissi olmaksızın sınıfın küçük de olsa anlamlı bir kesimini dahi bu tür eylemlere katmanın olanaksız olduğunu ancak, küçük-burjuva doğasını radikal söylemin maskesiyle gizlemeye çalışanlar reddedebilir. Nitekim bu gibilerin sözde militan söylemlerle, “devrimcilikle reformizmi ayrıştırıyoruz” lafazanlığıyla düzenledikleri eylemlerin hali pür melali ortadadır.
Öteki cepheye gelince… Bu cenahın düzenlediği mitingin temel bileşenini herkesin bildiği üzere DEHAP oluşturmuştur. Yaklaşık 2500 katılımcının 1500’ü DEHAP’lılardan oluşurken, feministler çok çok küçük bir azınlığı oluşturmuşlardır. Geri kalanların ezici çoğunluğu ise diğer reformist partilerden ve onların etkin oldukları KESK sendikalarından katılan kadın işçi ve emekçilerdir. İşin doğrusu, DEHAP’ın, netleştirilmek istenen sınıfsal ayrışmada burjuva ve küçük-burjuva feministlerle aynı saflarda yer alması, onun sınıfsal özüne denk düşen bir tutumdur. Kendi içindeki sınıfsal ayrışmayı ideolojik ve politik düzeyde çoktan tamamlamış ve bunu da yönetim düzeyine çoktan yansıtmış bir Kürt ulusal burjuva partisidir DEHAP. Dolayısıyla, emekçi sınıfların büyük bir ağırlıkta olduğu tabanını sosyalist etkilere maruz bırakmamak için, mitinglere katılmamak da dahil olmak üzere pek çok yola başvurmasının bizim açımızdan anlaşılmayacak bir yanı yoktur.
Reformist partilerse, pek çok konuda olduğu gibi kadın sorunu konusunda da, burjuva ideolojisinin has savunuculuğunu yapmakta, onun değirmenine su taşımakta hiçbir beis görmemektedirler. Feministlerden yana aldıkları tutumla, daha etkili birleşik bir eylem olasılığını ortadan kaldırmışlardır. Bu bir yana, 8 Mart’ın sınıfsal içeriğinin boşaltılması, kadın sorununun sınıflar üstüleştirilmesi çabalarına tam gaz omuz vermişlerdir.
İşçi sınıfı, bugün her zaman olduğundan çok daha fazla bu tür burjuva fikirlerin taarruzuna uğramaktadır. Bizlerin görevi her şeyden önce sınıfı bu tür saldırılara karşı Marksizm kalkanıyla donatmaktır. Kadın sorunu da bu saldırı alanlarından birini oluşturmaktadır.
“Marksizm, kadın sorununu, işbölümüyle ve toplumun sınıflara ayrılmasıyla birlikte ortaya çıkmış ve ancak bunların ortadan kalkmasıyla birlikte yok olacak bir sorun olarak görür. Feministlerin büyük bir bölümüyse, kadının ezilmesini erkeğin doğasından kaynaklanan sınıflar üstü bir sorun olarak ele alır. Kadın sorununu kadınlarla erkekler arasındaki bir çatışmaya indirgeyen feministler, sorunu yanlış tahlil ettikleri için çözümünü de doğru yerde aramazlar. Onlara göre kadın sorununa yönelik Marksist sınıfsal tahlil yanlıştır, sınıflardan önce de kadın sorunu mevcuttur ve bu sorunun ortadan kalkmasının sınıfların ortadan kalkmasıyla bir ilgisi yoktur. Sorun böyle konulduğunda, kendiliğinden bir çözümsüzlüğe de itilmiş olur. Dolayısıyla, diyalektik ve materyalist bakış açısından yoksun olan bu küçük-burjuva kavrayış, kadının kurtuluş mücadelesini sınıflardan bağımsız olarak yürütülecek tümüyle düzen içi bir mücadeleye indirger.
“Feministler, her sınıftan kadınların ortak birtakım sorunları olduğundan, bunun için ortak mücadele vermeleri gerektiğinden dem vururlar. Oysa kadın sorunu sınıfsal bir sorundur ve insanlığın bir parçası olan kadınlar da sınıflara bölünmüşlerdir. Sınıflı toplumun başlangıcından bu yana var olan kadının ezilmişliği sorunu, her sınıftan kadında farklı farklı yansımasını bulmuştur. Ezilen sınıfların kadınları ezilmişliği ve sömürüyü katmerli yaşarken, ezen sınıfın kadını bu ezme ve sömürme ilişkisinde erkeğinin saflarında yer almıştır. Bu kapitalist toplumda da aynen geçerlidir.”[1]
Kendine sosyalist diyen feministler, burjuva feministlerle ayrım noktalarını silikleştirme konusunda muazzam bir çaba sarf etmişlerdir ve bugün bu ayrım noktaları sadece lâfzî düzeye indirgenmiştir. Bunların sosyalist sıfatını almalarının temel nedeni olan kapitalist düzen karşıtlığı, iş kadın sorununa gelince sisli puslu bir ortamda kayboluvermekte, bunun yerini çiğ bir erkek düşmanlığı almaktadır.
Kendilerine sosyalist sıfatını yakıştıran bazı feministler, devrimci erkeklerle aynı alanda olmayı hazmedemezken burjuva kadınlarla omuz omuza vermekten çekinmiyorlar. Sözde “sosyalist” feministlerin Marksizm şampiyonluğundan geri durmayanlarının dahi Marx ve Engels’i erkek egemen bir bakış açısına sahip olmakla eleştirmeleri, Marksizmi “cinsiyet-kör”lükle suçlamaları hesaba katılırsa, bunun ne menem bir ideoloji olduğu daha net anlaşılabilir.
1900’lerin ilk çeyreğinde, gözünü budaktan sakınmayan ve nerede grev varsa her türlü zorluğa göğüs gererek aylarca sınıf kardeşleriyle birlikte mücadele eden sendika aktivisti Elizabeth Gurley Flynn, IWW’nin Kadınlara Çağrısı adlı makalesinde şunları söylüyordu:
“Toplum bizi sınıf çıkarlarına göre etkiler, cinsiyete göre değil. Cinsiyet farklılıkları bizi ekonomik farklılıklardan daha az etkiler ve etkileyecektir. IWW işçi kadınlara ya da işçi karılarına sesleniyor. Feminist dayanışma için hiçbir temel, doğada «cinsler arasındaki çatışma» için hiçbir kanıt, sadece kadınlar arasında bir dayanışmayı olanaklı … görmüyoruz. «Salondaki kraliçe» ile «mutfaktaki hizmetçi»yi birleştiren hiçbir ortak çıkar yoktur… Kadınların kardeşliği, tıpkı erkeklerin kardeşliği gibi, boş bir yalandır. Bütün bu kendini beğenmişliğin, ikiyüzlülüğün ve hastalıklı duygusallığın ardında sınıf savaşının ürkütücü gölgesi seçilir.”[2]
İşte küçük-burjuva sınıfsal köklere sahip bir “sosyalist” feministle, kapitalist düzene olan kininin bilediği bir işçi sosyalist kadın arasındaki fark budur. Bu bakış farkı tamamen sınıfsal bir farktır. Biri sınıf savaşının gölgesinden dahi korkarken, diğeri kadın olarak kurtuluşunun da bu savaşa katılmaktan geçtiğinin içgüdüsel bilinci içerisindedir. Biri için kadın sorunu “haklarını gasp eden erkeklere” karşı mücadele etme sorunu iken, diğeri için kadın sorunu, yıllar önce Krupskaya’nın dediği gibi, daha fazla kadını komünist mücadeleye çekme sorunudur.
Salondaki kraliçeyle, konaktaki ya da parlamentodaki burjuva kadınla, bizden elde edilen artı-değerle gününü gün edenlerle hiçbir ortak çıkarımız yok! Bizler kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarımızın çok iyi farkındayız. Ama farkında olduğumuz bir şey daha var: sınıflı ve erkek egemen toplumun getirdiği temel sorunlarımızdan hiçbirisi, bu sistemi ortadan kaldırmadan çözülemez. Biz bunu yapabilecek tek sınıfın, kadınıyla erkeğiyle ortak bir mücadele yürütecek devrimci işçi sınıfı olduğunu biliyoruz. Ve tüm çabamız bu mücadeleyi ilerletme, bu mücadelede daha fazla inisiyatif gösterme ve bu mücadeleyle özgürleşme çabasıdır.
[1] Zeynep Güneş, 8 Mart ve Feminizm
[2] M. Tax, The Rising of the Women
link: Zeynep Güneş, 8 Mart Ayrışması Hedefine Ulaştı mı?, 16 Mart 2005, https://marksist.net/node/247
Irak İşgalinden Yansıyan Bazı Ayrıntılar
Üniversitede Saldırı ve Bayrak Eylemleri