Birleşmiş Milletler (BM), Somali açıklarında ticari gemilere saldırı düzenleyen korsanları gerekçe göstererek, geçtiğimiz aylarda, “Görev Gücü 151” adlı bir askeri deniz gücü oluşturdu. 10 ülkenin (ABD, İngiltere, Kanada, Suudi Arabistan, Güney Kore, Avustralya, Japonya, Birleşik Arap Emirlikleri, Pakistan ve Türkiye) katıldığı bu askeri gücün komutanlığının Türkiye’ye verilmesi, TC burjuvazisi tarafından sevinçle karşılandı. Burjuva medyadaki bazı köşe yazarları, Somali kıyılarını ve Aden Körfezini kontrol altında tutan gemilerin komutanlığının bir Türk subaya verilmesi üzerine keyiften dört köşe oldular; bir zamanlar bu denizlerin Osmanlı’nın kontrolünde olduğunu hatırlatan kibirli yazılar döşediler. Hatta “Piri Reis” benzetmesi yapanlar oldu.
Geçtiğimiz Şubat ayında Meclise sunulan başbakanlık tezkeresinde, Aden Körfezi, Somali karasuları, Arap Denizi ve mücavir (komşu) bölgelerde seyreden ticari gemilere yönelik korsanlık eylemlerinin uluslararası bir güvenlik meselesi olduğu belirtiliyor; deniz kuvveti gönderilmesi için TBMM’den yetki isteniyordu. Askeri güç gönderimine insani bir gerekçe sunmayı da ihmal etmiyorlardı tezkerede:
“Somali ile Afrika ülkelerine yapılan insani yardımların deniz yoluyla ulaşımını güçleştiren yasadışı eylemlerin Türkiye’yi de yakından ilgilendirdiği…”
İşte bu tür ifadelerle, emperyalist güçlerle yapılan kirli ittifaklar ve bizzat TC egemenlerinin üstlendiği bölgesel güç olma rolü perdelenmeye çalışılıyordu. Tezkerede uluslararası anlaşmalara vurgu yapılarak, “TC’nin bu tür görevleri üstlenmesinin uluslararası yükümlülüklerden kaynaklandığı” da vurgulanmıştı. Sormak gerekiyor: Bu tür anlaşmaları imzaladığı için bölgeye deniz kuvveti gönderme yükümlülüğü taşıyan ülke sayısı “10” ile mi sınırlı? Deniz gücüne katılan bu 10 ülkenin hepsinin de Büyük Ortadoğu Projesi’nde ABD’ye ortaklık eden ya da onu destekleyen ülkeler olması tesadüf müdür?
“Ticari gemileri korumak”, “Afrika’ya insani yardımların ulaştırılmasını güvenceye almak” ve “uluslararası anlaşmaların gereğini yerine getirmek” gibi gerekçeler ileri sürerek Somali tezkeresini çıkarmıştı TC burjuvazisi. Oysa aynı TC burjuvazisi bölgedeki deniz gücünün komutanlığı bir Türk subaya verilince, “bu denizler şimdi bizden sorulur, zaten eskiden de bizden sorulurdu” diye böbürlenmeye başlıyor. Demek ki, Şubat ayında Meclisten geçen tezkerede gerçek niyetler perdelenmiş ve her zamanki gibi yine ikiyüzlüce davranılmıştır.
Somali’nin kısa tarihi ya da kara talihi
İtalya ve İngiltere tarafından sömürgeleştirilmiş olan Somali 1960 yılında bağımsızlığını kazandı. Ülkede 1986-1992 yılları arasında şiddetli bir iç savaş yaşandı. Amerikan yanlısı diktatör Mohamed Siad Barre iktidarı 1991’de devrildi. Bir karşı-devrim marifetiyle Barre yeniden başa getirilmeye çalışıldıysa da, kontrolü ele alması artık mümkün değildi. Ancak emperyalistler Somali’de kendi denetimleri dışındaki güçlerin iktidarına göz yummamaya kararlıydılar.
Barre devrilmeden önce, ülkenin üçte ikilik bölümünde, Conoco, Amoco, Chevron ve Phillips şirketlerine petrol kaynaklarını kullanmak üzere ayrıcalıklar tanınmıştı. Somali’nin petrol kaynakları kısıtlıydı, ne var ki petrol bölgelerine yakınlığı ve Basra Körfezinin ve Kızıldeniz’in çıkışındaki Aden Körfezini kontrol eden coğrafi konumu, bu ülkenin stratejik önemini arttırıyordu. Bütün bu faktörlerin de etkisiyle, 1992 yılı sonunda ABD öncülüğünde BM’den Somali’ye müdahale kararı çıkarıldı. 1993 yılında ABD öncülüğünde “Umut Operasyonu” adı altında Somali’yi işgal eden emperyalist güçler, ülkedeki yerel güçlerle savaşarak kendi denetimlerinde bir iktidar oluşturmaya çalıştılar, ama başarılı olamayarak 1995 yılında ülkeden çekildiler. Sözde “insani yardım” amacıyla yapılan bu operasyonda 2 milyar dolar harcandığı açıklandı, ancak bu paranın %90’ının silah harcaması olduğu sonradan açığa çıkacaktı. Somali’ye yığılan silahlar, ülkede yerel savaş ağalarının ortaya çıkmasının da önünü açacaktı.
1998-2006 yılları arasında yaşanan çatışmalar, Somali sınırları içinde özerk yönetimlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. 1999-2003 döneminde Birleşik İslam Mahkemeleri (UIC) örgütü güç kazandı. UIC, kabilelerin de desteğini alarak otonom yönetimler oluşturmaya başladı.
2004 yılında BM, birbirleriyle çatışan bazı yerel güç odaklarını bir araya getirerek federal bir hükümet oluşturdu. Bu hükümet de ulusal birliği sağlayamadı. 2006 Haziranında UIC, başkent Mogadişu’yu, ardından da diğer bölgeleri ele geçirmeye başladı. UIC’nin iktidarına karşı olan Etiyopya, Somali’nin batısındaki bazı bölgeleri işgal ederken, UIC Eritre’yi de yanına alarak Etiyopya’ya savaş ilan etti. Etiyopya’nın savaşlarda üstün gelmesi üzerine UIC başkent Mogadişu’ya çekilerek gerilla savaşına girişti.
Ocak 2007’de ABD, El Kaide militanlarının UIC denetimindeki bölgelerde konuşlandığını ileri sürerek askeri operasyonlar düzenledi. Aynı yıl ülkede İslamcıların öncülüğünde yabancı askerlerin varlığına karşı ayaklanmalar yaşandı.
Bugün Somali’de birbirleriyle çatışan üç ana iktidar odağı var. BM’nin desteğiyle oluşturulan koalisyon, yani “Geçici Federal Hükümet”, Somali’nin orta kesimlerini kontrol ediyor. “Geçici Federal Hükümet”, Etiyopya ve eski sömürgeci İtalya’dan destek görüyor. ARS (Somali’nin Yeniden Özgürleşmesi İttifakı) ABD’nin örtülü desteğine sahip. Bölgede üs kurmak isteyen ABD, ARS sayesinde söz sahibi olmak istiyor. ABD İslamcı güçlere karşı savaşında ARS’yi kullanıyor. En büyük güç olan UIC ise halen başkent Mogadişu’da ve Güney Somali’nin büyük bölümünde egemen. UIC, Eritre tarafından destekleniyor.
Emperyalist güçler ve yerel egemenler birbirleriyle çıkar ve iktidar için çarpışırken yaklaşık 10 milyonluk halk, yoksulluğun ve sefaletin pençesinde kıvranıyor. Nüfusun %70’inden fazlası günde 2 dolardan daha düşük bir gelirle yaşamaya çalışıyor. Ülkede ortalama yaşam süresi sadece 46 yıl. Her 1000 bebekten 124’ü ölüyor. Yetişkinlerde okuma-yazma bilenlerin oranı %24. Somali’de rakip kabileler su kaynaklarının, sığırların, hatta otlakların denetimi için birbirleriyle çatışabiliyor. Ülkede tarım çökmüş durumda, su kaynakları sınırlı ancak çatışmak için otomatik silahları var!
Somalililer hem çatışmalardan hem de açlık ve yoksulluktan dolayı ülke dışına kaçmaya çalışıyor. Milyonlarca Somalili, Afrika’nın diğer ülkelerinde ve dünyanın dört bir yanında mülteci olarak yaşıyor. Bugüne kadar binlerce Somalili göç yollarında hayatını kaybetti.
Somalili balıkçılar nasıl korsanlığa başladı?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi 1991’den itibaren Somali’de merkezi otorite ortadan kalktı. Bu durum karada olduğu gibi Somali karasularında da iktidar boşluğu doğurdu. Diğer ülkelerden gelen yüksek teknolojik donanıma sahip gemiler Somali sahillerinde kaçak avlanmaya ve zengin ton balığı kaynaklarını sömürmeye başladılar. Somalili balıkçılar, kaçak balıkçılık yapan diğer ülkelerin balıkçı gemilerini kaçırarak “korsanlığa” adım attılar. Kendilerinin “korsan” olduklarını reddettiler ve kendilerini “sahil güvenlik görevlisi” olarak tanımladılar. Korsanlar, yıllardır yabancı ülkelerin Somali karasularını kirlettiğini, tek geçim kaynakları olan balığın yabancı ülkeler tarafından sömürüldüğünü söylüyorlardı. Somali karasularında başka ülkelerden gelen kaçak avcılar yılda 300 milyon dolar değerinde ton balığı avlıyorlar, yabancı gemiler yasadışı biçimde kimyasal atık boşaltıyorlardı. 2005 yılında Somali kıyılarını vuran tsunami milyonlarca ton atığı kıyılara taşımıştı. Tüm bunlara karşı mücadele yürüttüklerini iddia eden korsanlar, kimseye zarar vermediklerini, sadece kendi haklarını aldıklarını söyleyip, eylemlerini bununla açıklıyorlardı.
Elbette korsanların ilk ortaya çıkışlarında ne oldukları ile bugün geldikleri durum birbirinden ayırt edilmelidir. Bugün gelinen aşamada, korsanların eylemleri emperyalist güçler tarafından örgütlenip yönlendirilir hale gelmiştir. İngiltere ve ABD emperyalizmi, Somali’deki bazı yerel savaş ağalarını da korsanları da istediği eylemlere yönlendirebilmektedir. Emperyalizmin, Afrika’dan Güney Asya’ya ve kuzeyde Kafkaslar’a kadar uzanan bir bölgede BOP çerçevesinde giriştiği hegemonya kavgası, bu geniş coğrafyada yer alan tüm güçleri kendi denetimi altına alma ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanma çabasından bağımsız düşünülemez. Avrupa ortak istihbarat raporuna göre, korsanlar Süveyş Kanalı’ndaki gemilerin yüklerini ve seyir bilgilerini İngiltere’den ediniyorlar. İngiliz gemilerine saldırı olmuyor. Tüm fidye pazarlıkları da İngiltere üzerinden gerçekleştiriliyor. Diğer bir gerçeklik ise Somalili korsanların yaşadığı bölgenin yakınlarındaki ABD üssünden veya emperyalist güçlerin bölgedeki savaş gemilerinden korsanlara yönelik bir müdahalenin yapılmaması.
Kızıldeniz’de hegemonya mücadelesi
Enerji kaynaklarının ve bunların geçiş yollarını kontrol eden stratejik yolların denetimi, ABD emperyalizmi ve müttefikleri ile bölgesel emperyalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesinin en kritik halkasını oluşturuyor. Bu yılın Şubat ayında İran’ın Eritre ile yaptığı ticaret anlaşması sayesinde İran, ticaretini Eritre limanlarına taşıyacak ve Kızıldeniz’de bir askeri üs kuracak. Bu anlaşma Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını Hint Okyanusu’na taşıyan en önemli alan üzerinde, yani Kızıldeniz’de, İran’a avantaj sağlayan olağanüstü bir gelişme. İran, Sudan’la da benzer bir anlaşma yaparak Kızıldeniz’in Afrika kıtasına yaslanan kesitinde büyük bir atak geliştiriyor. ABD’nin başını çektiği 10 ülkenin tam da bu gelişmeler yaşanırken bölgeye donanma göndermesi manidardır. Böyle bir deniz gücünü bölgede konuşlandırmak için Somalili korsanları eyleme geçirmek ve bu eylemleri bahane olarak kullanmak emperyalistlerin daha önceki uygulamaları ile uyumludur. Emperyalist güçler kendi çıkarlarını ve gerçek amaçlarını “terörle mücadele” söyleminin arkasına gizlemeyi âdet haline getirmiş bulunuyorlar. ABD emperyalizmi dünyanın neresine el atmak istese, bahane oluşturacak bazı eylemler devreye sokuluyor. ABD ve müttefikleri kirli emperyalist emellerini gizlemeyi ve dünya kamuoyu nezdinde askeri operasyonları haklı gösterecek gerekçeler imal etmeyi ihmal etmiyor.
TC’nin rolüne dikkat!
TC, BOP çerçevesinde üstlendiği rollerin yanı sıra, Ceyhan-Kızıldeniz Petrol Boru Hattı projesi için, İsrail ve Hindistan’la diplomasi yürütüyor. Bu durum, TC’yi Kızıldeniz’deki hegemonya mücadelesinin aktörlerinden biri haline getirmektedir. Diğer taraftan, daha genel düzeyde, Türkiye kapitalizmi, yeni palazlanan taze güçleri üzerinden Afrika’da emperyal bir gündem izlemektedir. Yoksul Afrika ülkelerinde Türk okulları ve misyonerlik çalışmaları üzerinden Türkiye’nin etkisinde olan bir seçkinler tabakası yetiştirme çabalarından tutun, gitgide artan sermaye yatırımlarına dek kapsamlı bir faaliyet söz konusudur.
Bütün bu işlerin büyük haydutlarla bağlantısı noktasında ise, ABD’nin TC ile kapalı kapılar ardında uzun süredir devam ettirdiği pazarlıklar dikkat çekicidir. Genelkurmay Başkanı Başbuğ ABD’li yetkililer ile yaptıkları görüşmelerde “kendisinin ABD üzerinde PKK konusunda çalıştığını, ABD’nin ise kendi üzerinde Afganistan ve Pakistan gibi konularda çalıştığını” açıkladı. Afrika boynuzundaki deniz gücü ortaklığı da, TC egemenlerinin ABD emperyalizmi ile geliştirdiği kirli ittifakın göstergesidir.
Bölgede görev alacak donanmaya Türkiye’nin katılımını kamuoyu nezdinde meşrulaştırma operasyonu devreye sokuldu. Birden bire korsanlar Türk gemilerine saldırmaya başladı. Bu olaylar medyaya abartılı biçimde servis edildi ve hemen akabinde TBMM’den tezkere geçirilmesi onaylandı. ABD ve İngiltere’nin desteğiyle sahnelenen bu meşrulaştırma operasyonunda, korsanlar da Türk medyası da kendilerine verilen rolü başarıyla oynadılar. Böylece Türkiye içerisinde emperyalist amaçlarla Afrika Boynuzu’na donanma gemisi gönderilmesine karşı hiçbir ciddi muhalefet oluşmadı.
Afrikamdan Defol!
Emperyalist güçlerin Afrika’ya daha önceki müdahalelerinde de çeşitli meşrulaştırma operasyonları düzenlenmişti. Afrika’da bir ülkeye askeri müdahalede bulunacakları zaman o ülke halkının sefaletini yansıtan fotoğrafları uluslararası medyaya servis ediyorlar. Gelişmiş ülkelerin işçi sınıfı insani duygularla “bir şeyler yapılmalı, yardım edilmeli, müdahale edilmeli” fikrine bu görüntüler sayesinde ikna edilmeye çalışılıyor. Oysa kapitalist haydutlar hiçbir dönemde, kara kıtaya insani amaçlarla gitmediler:
“Son dönemde ‘demokrasi ve özgürlük’ getirmek bahanesiyle ve BM barış gücü maskesi altında Liberya, Sudan, Darfur, Somali, Eritre ve Cibuti’de yaşanan çatışmalara müdahale eden, bu bölgelerde askeri üsler kuran ABD, şimdi de AFRICOM (Afrika Komutanlığı) adı altında yeni bir komutanlık oluşturarak emperyalist savaş alanında açmaya uğraştığı yeni cephede koordinasyonu sağlamayı hedeflemektedir. Böylece on yıl içinde petrol ihtiyacının dörtte birini sağlayacağı Nijerya, Angola ve Gine Körfezi ülkelerini kendi nüfuz alanına çekmeyi ve bu kıtadaki en büyük rakibi Çin’in önünü kesmeyi amaçlıyor. Bu merkezi komutanlık ve askeri üsleri sayesinde, özellikle Afrika Boynuzu’nda yoğunlaşan ABD karşıtı İslamcı güçleri ezmek ve kendisine karşıt rejimleri değiştirerek çıkarlarına uygun yönetimleri işbaşına getirmek niyetinde olan ABD’nin, Somali ve Doğu Afrika ülkelerine duyduğu ilgi de bu yüzdendir.” (Kerem Dağlı, Afrikamdan Defol, Marksist Tutum, no:25)
Sömürgeciler, yüzyıllarca Afrika’yı paylaşarak egemenlikleri altında tuttular. Kıtanın zengin doğal kaynaklarını yağmaladılar. Afrikalıları köleleştirip sattılar. Bir zamanlar aşağı ırklar veya evrimleşmemiş maymunlar olarak gördükleri Afrikalıları yönetmek gerektiğini söyleyerek sömürgeciliği meşrulaştırdılar. Şimdi yine “insani amaçlarla” “terörle veya korsanlarla mücadele” için müdahale ettiklerini” söylüyorlar. Koşullar ve yöntemler yüzyıllar içerisinde değişim gösterdi elbette ama kapitalist haydutların ahlâkı özü itibarıyla zerre kadar değişmedi. Değişmeyen diğer husus ise ezilen Afrika halklarının kader ortaklığıdır:
“Bahtı da kendi gibi kara olan bu kıtanın mazlum halklarının geleceği, işçi sınıfı ve diğer emekçi kitleler kaderini kendi ellerine almadığı sürece değişmeyecektir. (…) istisnasız tüm emperyalist ve kapitalist güçlerin niyeti aynıdır: daha fazla sömürü, daha fazla kâr. Bu yüzden de Afrika halklarının önündeki ikilem yüzlerce yıldır aynıdır: insanca yaşamak için savaşmak ya da emperyalizmin pençesi altında kıvranarak can vermek!” (Kerem Dağlı, age)
En büyük kapitalist devletler dünya üzerindeki en büyük haydutlardır. ABD öncülüğünde ve şu sıralar bir Türk subayın komutasında Somali karasularını denetimi altına alan donanma, korsanlarla savaşmak için değil, hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak; yani “haydutluk yapmak” için orada bulunuyor. Büyük Ortadoğu Projesi, ABD ve müttefiklerinin “küresel haydutluk” projesidir. TC işte bu projenin ortağıdır.
Dünyayı kanlı bir rekabet ve çatışma ortamına sürükleyen emperyalizme karşı tutarlı bir mücadele hattının örülmesi her şeyden evvel doğru bir kavrayışı gerektiriyor. TC’nin emperyalist hiyerarşi içerisinde yükselme çabasının ve bölgesel güç olarak hegemonya mücadelesinde giderek daha fazla rol almasının ne anlama geldiği doğru anlaşılmalıdır. TC kapitalizminin gelinen aşamada halen “az-gelişmiş” olduğunu sananların, TC dış politikasını ABD’nin uşaklığına indirgeyenlerin –niyetleri ne olursa olsun– işçi sınıfına doğru bir devrimci perspektif sunma şansı yoktur. Emperyalist savaşlara karşı durmanın yolu, TC egemenlerinin alt-emperyalist hesaplarına karşı durabilmekten geçiyor.
link: Kemal Erdem, Emperyalist Haydutlar Somalili Korsanlara Karşı!, 19 Haziran 2009, https://marksist.net/node/2155
İstanbul’daki Yıkımların Düşündürdükleri
Emperyalist Planlar Kafkasya’ya Barış Getiremez