Latin Amerika’nın en yoksul ülkelerinden biri olan Bolivya, toplumsal, politik ve ekonomik gerilimlerin doruk noktasına ulaşmasıyla tam bir devrim süreci yaşadı. Bir buçuk aydır devam eden devrimci gelişmelere ilişkin haberlere burjuva medya koyu bir sansür uyguladı ve yalnızca devlet başkanının istifa ettiği haberini vermekle yetindi. Bolivya’daki yerel kaynaklardan alınan haberlere, ancak İnternet üzerinden yayın yapan sosyalist ve muhalif siteler aracılığıyla ulaşılabildi. ABD’nin Latin Amerika’nın diğer ülkelerine yayılmasından öcü gibi korktuğu ayaklanma, devlet başkanının ülkeden kaçmasıyla yatışmış görünüyor. Fakat Bolivya’da sular henüz durulmuş değil.
ABD destekli Sanchez de Lozada hükümetinin Eylülün ilk haftalarında çokuluslu petrol tekelleriyle imzaladığı doğal gaz satış anlaşmasının ardından protestolar yükselmeye başlamıştı. Yapılan anlaşma, Bolivya’da çıkan doğal gazın Şili limanları üzerinden gemilerle ABD’ye ve Meksika’ya gönderilmesini öngörüyordu. İhraç edecek kadar fazla olmasına rağmen doğal gazın kendilerine ucuz bir şekilde verilmemesi, yoksulluk içinde kıvranan Bolivya işçi ve köylülerinin öfkesini doruğa tırmandırdı.[1] Aslında doğal gaz ihracına duyulan tepki sadece görünürdeki nedendi. IMF’nin de desteklediği kapitalist politikalardan iflâhı kesilmiş halk, zaten patlamaya hazır bir bomba gibiydi. 19 Eylülde, ülkenin çeşitli yerlerinde gösteriler düzenlendi ve başkent La Paz’da toplam 150 bin kişilik bir yürüyüş yapıldı. 20 Eylülde Warisata’da yol kesme eylemi yapan köylülerin, öğrencilerin ve öğretmenlerin üzerine askerlerin ateş açmasıyla, aralarında 8 yaşındaki bir kız çocuğunun da bulunduğu 5 köylü öldü ve 30’u aşkın kişi yaralandı. Sabrı taşan binlerce işçi ve köylü, taşlarla, sopalarla, sapanlarla bölgedeki ordu kışlasına saldırdı.
Warisata’da yaşanan bu olayın üzerine, ülkenin en büyük sendika konfederasyonu olan Bolivya Merkezi İşçi Sendikası (COB), tabanın basıncıyla 24 Eylülde olağanüstü bir toplantı yaptı ve 29 Eylülde süresiz genel grev başlatılması kararını aldı. Diğer işçi ve köylü örgütleri tarafından da desteklenip tüm ülkeyi saran genel grev, kitlesel gösterilerle, anayolların kesilmesiyle, sokaklarda barikatlar oluşturulmasıyla tam bir halk ayaklanmasına dönüştü. Üretimin yanı sıra yolcu ve yük taşımacılığı durdu, esnafın destek vermesiyle dükkânlar kapandı. Madencilerin başını çektiği eylemlere, köylüler, üniversite öğrencileri, öğretmenler, sağlık işçileri, taşıma işçileri, Topraksızlar Hareketine bağlı tarım işçileri ve madenci kooperatiflerinin üyeleri tam destek verdiler.
11 Ekimde hükümet El Alto’da toplanan kalabalığın üzerine orduyu saldı ve 26 kişi katledildi. Ne var ki tüm bunlar Bolivya işçi ve köylülerini korkutup geri adım attırmaya yetmedi. Katliamlardan sorumlu tutulan Savunma Bakanı ve Devlet Başkanı istifa etmeden ve doğal gaz anlaşması iptal edilmeden evlerine girmeyeceklerini ilan ettiler.
13 Ekimde, başkanlık sarayının bulunduğu La Paz’ın merkezinde toplanan işçiler, işsizler, öğrenciler ve madenciler, Goni diye hitap ettikleri Lozada’yı kastederek, “onun istifa etmesi gerektiğine karar verdik, eğer etmezse onu asacağız!” diye bağırıyorlardı. Burada da hükümet, polisi ve ordu birliklerini devreye soktu. Ellerinde sopalar, taşlar, metal çubuklar ve dünyanın en büyük kalay madeni olan Huanani’den gelen maden işçilerinin getirdikleri dinamitler bulunan işçiler, tüm gün, zırhlı araçlarla, makineli tüfeklerle ve biber gazlarıyla donanmış polisle ve askerle çatıştılar. Gün sonunda 30 kişi, asker ve polis tarafından katledilmişti.
15 Ekimde, COB’un çağrısıyla La Paz’da bir cabildo abierto toplandı. İspanyol egemenliği döneminden kalma bir gelenek olan cabildo abierto, belediye meclisinin önemli konuları tartışmak üzere tüm kent halkını çağırdığı bir toplantı. COB’un, öz-savunma komitelerini, barikatları ve diğer tüm eylemlilikleri güçlendirmek amacıyla topladığı bu cabildo’ya 30 bin kişi katıldı.
16 Ekimde, Huanani madencilerinden oluşan 2500 kişilik bir grup harekete geçti ve bunlar ordu ve polis tarafından La Paz’a 100 km mesafedeki Patacamaya’da tanklar eşliğinde durduruldular. Ordu ve polis saldırısı sonucu madencilerin dinamit kullandığı çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalar sırasında tanklarla yetinmeyen düşman sınıf, uçakla madencilerin üzerine makineli tüfek ateşi açtı. Ellerindeki dinamitler tükendiği için dağılmak zorunda kalan madenciler buradaki çatışmalarda 3 şehit ve 20’den fazla yaralı verdiler. Fakat bütün bunlar onları durduramadı.
16 Ekimde La Paz’da bir başka cabildo daha toplandı ve “toplumsal seferberliği ülke çapında güçlendirme” kararı alarak, “herkesi tank ve mermilere karşı sokak mücadelesi vermeye hazırlıklı olmaya” çağırdı. Tabandan gelen basınçla, “her mahallede, her barikatta siperler kazmalıyız, öz-savunma ekipleri yaratmalıyız” diyen COB lideri Solares, tanklarla, siperlerle ve silahlı askerlerle savunulan başkanlık sarayının kuşatılması talimatını verdi. La Paz sokakları, devrimci süreç başladığından bu yana en geniş katılımlı ve en radikal toplantıya sahne oluyordu. Kimi kaynaklara göre 250 bin kişi toplanmıştı. COB liderlerinin engelleme çabaları olmasaydı, başkanlık sarayının ele geçirilmesi işten bile değildi. Şehir merkezini işgal eden genç, yaşlı binlerce kadın ve erkek, sokaklarda “şimdi iç savaş zamanı” diye bağırıyorlardı.
Örgütlü kitleler polis istasyonlarını basıyor ve işçilerin yanında yer almayan polislerin kentten atılacağını bildiriyorlardı. Polis ve asker bölünmüştü. Askerlerin bir kısmı işçilere ateş açmayı reddediyordu. Polis Eşleri Federasyonu, Lozada’nın istifa etmesini istedi ve eşlerinin halka karşı kullanılmasını engellemek için La Paz’daki polis karakollarını bloke edeceklerini duyurdu.
“Ölü ya da diri La Paz’a gideceğiz ve gringo Goni’yi defedeceğiz” diyen madenciler, 17 Ekimde tepeleri aşarak La Paz’a girmeyi başarmışlardı. İşçilerin kararlılığına direnemeyen ordu birlikleri 58 kamyonluk bir kortejin kente girmesine izin vermek zorunda kalmıştı. Madenciler, “Goni, seni piç kurusu, madenciler geldi” diye bağırarak kent merkezine girdiklerinde, meydan daha önce El Alto’dan gelen binlerce insanla hınca hınç doluydu. Öyle ki El Alto kenti tamamen boşalmış durumdaydı. Köprüler tahrip edilmiş, tren vagonları barikat kurmak üzere yerlere yıkılmış vaziyetteydi. Kalabalık, madencileri şarkılar ve sloganlarla kucaklayarak karşıladı. Bu arada Lozada’nın istifa etmek üzere olduğu söylentileri yayılmaya başlamıştı. Madenciler sevinç gösterileri yaparak dinamit lokumları patlatıyorlardı.
Artık tam bir ikili iktidar durumu söz konusuydu. Bir tarafta iktidar gücünü neredeyse tamamen yitirmiş fakat henüz düşmemiş burjuva hükümet, diğer taraftasokaklarda iktidarını ilan etmiş işçiler ve köylüler. La Paz, COB etrafında örgütlenen işçi sendikalarının ve halk örgütlerinin kontrolü altındaydı. Ülkenin tüm Batı kesimi işçilerin ve köylülerin elindeydi, ana bağlantı yollarının tümü barikatlarla tutulmuştu.
Çatışmaların ve kayıpların en çok yaşandığı kentlerden biri olan 1 milyon nüfuslu El Alto’da oluşturulan Mahalle Meclisleri Federasyonu, işçilerin demokratik bir şekilde karar aldıkları ve uyguladıkları bir iktidar aygıtına dönüştü. Federasyon, dokuz belediye bölgesine ayrılmış bu kente tamamen hakim olmuştu. Bir başkan ve dokuz bölgeyi temsil edip çeşitli işlerden sorumlu 20 kişilik bir liderler grubu vardı. Bölge temsilcileri, tabandaki meclisleri koordine ediyordu. Ana yapı, mahalle meclislerinin 562 başkanından oluşuyordu.
El Alto’daki bazı haber kaynakları durumu şöyle özetliyordu. “Askerlerle savaşmayı, La Paz’a yürüyüşü, çocukların ve yaralıların bakımını örgütleyen mahalle komitelerinin izni olmaksızın kente hiç kimse giremiyor ya da çıkamıyor. Her sokakta bir komünal mutfak bulunuyor, herkes yoksulluğu paylaşıyor, tüm otorite onlarda, örgütlü toplulukta. Bu, kendi kuralları ve hayalleri olan başka tür bir devlet.”
Bütün bunlar yaşanırken, Lozada’nın işinin bittiğini anlayan hükümet üyeleri, kendilerini kurtarma telaşına düştüler. Hükümetin dört bakanı istifa etti ve koalisyonun diğer partileriyle birlikte başkan yardımcısı Carlos Mesa başkan Lozada’ya verdiği desteği geri çektiğini duyurdu. En büyük muhalefet partisi MAS’ın (Sosyalizme Doğru Hareket) lideri Evo Morales, Lozada’nın yerine Mesa’nın geçmesini kabul edeceklerini açıkladı. 17 Ekim akşamı ABD elçisiyle görüşen Lozada, 18 Ekimde helikopterle ABD’ye kaçtı ve yerine Carlos Mesa geçti.
En az 80 kişinin yaşamını yitirip 400’den fazlasının yaralandığı katliamlarda, ordu birliklerine taktikler verenler, para ve teçhizat sağlayanlar, ABD’den gönderilmiş dört kişilik bir ajan ekibiydi. Bunlardan birisi savunma ateşesi kılığında, faaliyetlerini elçilikte yürütüyordu ve Bolivya Savunma Bakanıyla doğrudan irtibat halindeydi. Diğer üçüyse Ordu Genel Kurmay karargâhına yerleşmişti. Üç kişiden biri, gelen tüm istihbaratı merkezileştirip işleyerek ordunun ve ABD elçiliğinin bilgisine sunuyor, ikincisi ordunun üç ana kolu arasındaki genel koordinasyonu sağlıyor, üçüncüsüyse orduya lojistik destek sağlama işini yönetiyordu. Ordunun teçhizatları Miami’den uçaklarla geliyordu. ABD Elçiliği, Bolivya askeri yetkililerinin sürekli toplantı halinde olduğu bir karargâh olarak kullanılıyordu.
Lozada’yı kim iktidara taşıdı
2002 Ağustosunda yapılan seçimlerde, Amerika’nın MAS’ı engelleme çabaları sonucunda, Lozada’nın partisi Milliyetçi Devrimci Hareket (MNR), eski başkan Zamora’nın partisi Sol Devrimci Hareket (MIR), eski başkan ve diktatör Hugo Banzer’in partisi Ulusal Demokratik Eylem (ADN) ve iki küçük partiden oluşan beş partili bir koalisyon hükümeti kurulmuştu.
Ülkenin en zengin kapitalistlerinden biri olan (büyük madenlerin sahibi) ve seçimlerde yalnızca %22 oy alan 73 yaşındaki Lozada’nın başkanlığa gelmesinde Amerikan elçiliği büyük bir rol oynadı. Amerika’da yetişmiş ve İngilizceyi İspanyolcadan daha iyi konuştuğu için halkın “gringo Goni” dediği bu sadık adamını başa geçirmek için büyük çaba gösterdi. Nitekim Lozada, IMF’nin özelleştirme, halkın sırtına ağır vergiler bindirme, kamu harcamalarını kısma, kamudaki işçi sayısını azaltma, işçi ve emekli maaşlarını kısma gibi bildik kemer sıkma reçetelerini eksiksiz uygulayarak, ABD’nin çabalarını boşa çıkarmadı.
Seçimlerden önce ABD büyükelçisi, MAS’ın lideri Evo Morales başkanlığa seçildiği takdirde ABD’nin Bolivya’ya ekonomik ambargo uygulayacağı tehdidini savurdu. “Kokainle mücadele” adı altında, koka üretimini sınırlandırma bahanesiyle Bolivya’ya yerleşen ve burayı tüm Latin Amerika’yı karıştırma planlarının merkezi olarak kullanan Amerika, koka yetiştiriciliğiyle uğraşan köylülerden büyük destek alan Morales’in iktidara gelmesini istemiyor. Bu gerçekleştiği takdirde koka üretiminin serbest kalacağından ve koka denetleme kuruluşlarıyla birlikte kendisinin de ülkeden def edileceğinden korkuyor. Bolivya, Kolombiya’dan sonra, ABD’nin koka yetiştiriciliğiyle mücadele fonlarından yararlanan ikinci büyük ülke.
Getirisi diğer işlerden daha bol olan koka üretimiyle ilgilenenlerin sayısı, özelleştirmelerin hız kazandığı ve işsizliğin giderek arttığı 1985’lerden itibaren hızla arttı. Ve koka, halkın önemli bir kısmının tek geçim kaynağı haline geldi.
Dünyanın en büyük kalay madenlerine sahip olan Bolivya’da, 1980’lerdeki özelleştirme dalgasında pek çok maden kapatılmış ve toplam 50 bin maden işçisi işsiz bırakılarak sokağa atılmıştı. Madenlerin üçte ikisi, toplam 3000 işçi istihdam eden on büyük şirketin eline geçti. İşsiz kalan 50 bin maden işçisi ise, madenciler kooperatiflerinde birleştiler ve küçük madenlerde çalışmaya başladılar. Ne var ki bunların büyük bir kısmı işsiz kalarak koka yetiştiriciliği de dahil olmak üzere pek çok geçici işle uğraşmak zorunda kaldılar ve tam bir yoksulluğa sürüklendiler.
Başkanın devrilmesinin ardından
Lozada’nın 18 Ekimde ülkeden kaçmasının ardından, COB, istifayla yetinmeyeceklerini, yeni hükümet gaz ihracatını durdurup gaz ve petrol yasasını geri çekeceğini taahhüt edinceye dek genel grevin süreceğini açıkladı. COB Genişletilmiş Ulusal Toplantısında, yeni hükümete yerine getirmesi gereken bir temel talepler programı sunulması kararlaştırıldı. Talepler şunlardı:
§ Petrolün, madenlerin ve kamu işletmelerinin özelleştirilmesine ilişkin tüm anlaşmaların Mecliste soruşturulması.
§ Toprak Yasasının iptal edilmesi ve toprakların köylülere dağıtılması. Kızılderililerin toprak üzerindeki mülkiyetlerine saygı duyulması.
§ İşçi haklarına saldıran tüm yasaların kaldırılması.
§ İşçilerin geçerli hiçbir neden olmaksızın ve hiçbir açıklama yapılmaksızın işten çıkarılmalarına izin veren 21060 sayılı kararnamenin derhal kaldırılması.
§ Ulusal sanayinin toparlanması ve Amerika Kıtaları Serbest Ticaret Anlaşması gereğince uygulanan serbest ticaretin reddedilmesi.
§ Katliamın sorumlularının yargılanması.
COB Genişletilmiş Ulusal Toplantısının açıklaması şu uyarıyla sona eriyordu: “Hangi hükümet olursa olsun, halkın taleplerini uygulamak zorundadır. Uygulamadığı takdirde ülkemizin sokakları ve yolları tekrar barikatlarımız olacaktır.”
Yeni devlet başkanı Carlos Mesa, işçi liderlerinden, milletvekillerinin Meclis oturumuna gitmelerine izin vermelerini istemek zorunda kalmıştı. Onu buna iten neden, sokaklarda iktidarı kendi ellerine almış işçi ve emekçilerin gücüydü. Fakat bu güç iktidarı doğrudan eline almak için ileri atılamadığından, daha sonra dengeler değişmeye başladı.
Mesa politik partileri dışlayarak yeni bir “teknokratlar” hükümeti oluşturdu. Bu taktik tek bir amaca hizmet ediyor kuşkusuz: sözde politika üstü, tarafsız bir görünüm sergileyerek halkı kandırıp yatıştırmak. Hükümet, gaz satışını referanduma sunacağı, El Alto kentini ekonomik açıdan destekleyecekleri ve bir kurucu (anayasal) meclis oluşturulacağı ya da erken seçimlere gidileceği sözünü verdi. Kurucu Meclis talebi, esas olarak MAS’ın talebi. Tehlikeye giren kapitalizmi, halkı burjuva yanılsamalara sevk ederek kurtarma girişiminden başka bir şey olmayan bu talep, Arjantin de dahil olmak üzere pek çok ülkede, kendine sol, hatta devrimci diyen parti ya da gruplar tarafından savunuldu, savunuluyor. Yapılmak istenen şey, son tahlilde, sözde ilerici ve “milli” bir parlamento kurarak, burjuva parlamenter sistemi kutsamak ve kitleleri bu kutsanmış aygıtın peşine takarak düzen sınırları içine hapsetmek.
Bu fikri ortaya atan MAS’ın lideri Morales, geçen Şubatta[2] olduğu gibi bugün de aynı şeyi söylüyor: “Düzen kurabilmesi ve halka verdiği sözleri yerine getirmesi için Carlos Mesa’ya biraz soluklanma zamanı vereceğiz.” Morales, Şubat ayında Lozada’ya da “düzen kurabilme” ve “soluklanma zamanı” vermiş ve bu sayede Lozada işçilere saldırmak için güç toplayacak zamana kavuşmuştu. En kısa zamanda benzer saldırıların Mesa tarafından yapılacağını görmek için kâhin olmak gerekmiyor. Çünkü kapitalizmin işçi sınıfına ve ezilen kitlelere yönelik saldırıları ne kişilere ne de coğrafyaya bağlı.
Lozada’nın istifasının ardından COB şu açıklamayı yaptı: “Halkın hedefli eylemi, en kötü ve en kana susamış hükümetleri bile devirebilir. Şimdi biliyoruz ki, örgütlülüğümüzle ve gücümüzle neoliberalizmi yenebiliriz ve yenmeliyiz.”
Evet işçi sınıfı örgütlü gücüyle, önüne çıkan her engeli yıkabilir. Yeter ki onu doğru yola kanalize edecek, yarı yolda durdurmayacak bir önderliğe sahip olsun. Yeter ki bu önderlik, emekçi kitlelerin öfkesini, kapitalizmin şu ya da bu politikasına, şu ya da bu biçimine, şu ya da bu yöneticiye veya hükümete değil, doğrudan kapitalizme yöneltsin.
18 Ekimde yaptığı son Genişletilmiş Ulusal Toplantıda, COB içinde pek çok tartışma yaşandı. İşçi ve köylülerin iktidarı alma noktasına gelmelerine rağmen neden tekrar burjuvaziye teslim ettikleri, yeni hükümete katılıp katılmama, destek verip vermeme gibi konular tartışıldı. Tartışmaların içeriği hakkında fikir sunması bakımından birkaç konuşmacının sözlerine kısaca yer verelim:
La Paz’a 5000 madenci getiren Madenciler Federasyonu sekreteri Miguel Zuvieta: “İki hafta devam eden süresiz bir genel grevle birlikte yaşanan halk ayaklanmasının hedefi net değildi. Goni’nin istifasını istedik, ama asla bundan sonra ne geleceğini düşünmedik.”
La Paz Kent Öğretmenleri sekreteri Luis Alvarez: “Ne yazık ki net hedefler ve devrimci bir önderlik olmaksızın işçiler hayatlarını cesurca feda ettiler, ama salt birkaç anayasal değişiklik yapılsın diye değil. Ayaklanan işçiler daha iyi yaşam koşulları ve yeni türde bir devlet istiyorlar. … Bu yüzden, sömürülenlerin iktidarı almasını ve işçilerin ve köylülerin devrimci hükümetinin örgütlenmesini mümkün kılacak bir mücadele platformuna ihtiyacımız var.”
Madenci liderlerinden birisi: “Yoldaş Solares’in dün belirttiği gibi, ihtiyacımız olan şey, bir işçi sınıfı hükümeti tarihsel hedefinin temeli olarak halk meclislerini kurmak. … Seferber olan yoldaşlar buraya yalnızca bir hükümeti bir başkasıyla değiştirmek için gelmediler … Bu yüzden anayasal meclis sloganını yükseltemeyiz, anayasa egemen sınıfa ait. … Hedef, iktidarın köylü kardeşlerimizle birlikte işçi sınıfı tarafından alınması olmalıdır.”
Bolivya halkı, çok köklü ve güzel bir geleneğe, başkaldırı geleneğine, hakkını arama ve bu uğurda gözünü budaktan sakınmama geleneğine sahip bir halk. Bu uğurda verdiği ölüler onu korkutup ürkütmüyor, aksine öfkesini daha da biliyor. Ama Latin Amerika’nın geri kalan ülkelerinde ve tüm diğer ülkelerde olduğu gibi, Bolivya işçi ve emekçileri de, onları kapitalizmi yıkma hedeflerinde yarı yolda bırakmayacak bir devrimci Marksist önderlikten henüz yoksunlar.
Nitekim altı saati aşkın süren bu tartışmaların yaşandığı COB toplantısı, hareketin taktik olarak geri çekilmesi, genel grevin sona erdirilmesi ve hazırlanan taleplerin yeni başkana sunulması kararıyla sona erdi. İçinde pek çok devrimci işçinin ve sendikacının bulunduğu COB, ne yazık ki hareketi düzen içi sınırlara hapsedip devrimi yarı yolda bıraktıran sendika bürokratlarının ve “sol” anlayışların egemenliğinde.
Toplantının ardından yeni başkanı ziyaret eden COB genel sekreteri Solares, tam bir ihanet çizgisi izleyerek, işçi sınıfının yeni başkandan beklentileri olabileceğine dair yanılsamalar yayan açıklamalarda bulundu.
Bolivya Tarım İşçileri Birleşik Sendika Konfederasyonu (CSTUCB) lideri Felipe Quispe ise, Kızılderili köylülerin sorunlarını çözmek için Mesa’ya 90 gün süre tanıdığını, aksi takdirde “iktidarı alma çağrısında bulunacağını” açıkladı. “Mesa insanları kandırıyor, çünkü Sanchez de Lozada hükümetinin doğurduğu temel sorunların hiçbirisini çözemez. Mesa, Petrol ve Gaz Yasasını iptal etmeyecek, 21060 sayılı kararnameyi de; çünkü bu neoliberal model için çok önemli. Ne Güvenlik Yasasını ne de Vergi Kanununu iptal edecek. Bütün bu talepleri gerçekleştirmeyeceği için, yeni toplumsal sorunlar yaşanacak.”
Peki bütün bunlar ortadayken ve burjuva hükümetlere en son Şubatta yeni bir şans verilmişken neden 90 günlük bir süre daha? Bu sorunun yanıtı, sendika liderlerinin ve bağlı oldukları siyasetlerin hiçbirinin, işçi sınıfını iktidara taşıyacak güç, kararlılık ve istekte olmamasında yatıyor. Devrim duraksamayı affetmez ve bir daha ne zaman kapıyı çalacağını kimse bilemez. Dolayısıyla burjuvaziye tanınan bir haftalık bir süre dahi, bazı durumlarda devrimin yenilmesi için yeterli olabilir. Ve Bolivya’da yaşanan devrim ne yazık ki yarı yolda kesilmiş ve alınması mümkün olan iktidar, tekrar burjuvazinin ellerine bırakılmıştır.
Bolivya’da olaylar çok hızlı bir şekilde gelişti. Bir buçuk ay gibi kısa bir süre içinde, işler bir işçi iktidarının eşiğine kadar gelebildi. Öğrenilecek sayısız dersin hepsi bir yana, günümüz açısından vurgulanması gereken en önemli hususlardan biri, Komünist Manifesto’nun meşhur sözlerindeki o “heyula”nın hâlâ dünyamızı ziyaret etmekte olduğudur. Tarihin sonu geldi, devrimler bitti, işçi sınıfı bitti diyenlerin sesinin artık pek çıkmıyor olması boşuna değil. Onlar safkan düzen sözcüleriydiler. Onların yüzlerinin kızarması gerekmiyor. Ama bir zamanlar solcu geçinip daha sonra bu teranelere kendini kaptıranlar, “yeni” arayışlara girenler, liberal döneklikte, devrim kaçkınlığında birbiriyle yarışanlar ve hâlâ reformizmin, düzen içi dönüşümlerin bataklığında ümitsizce debelenenler için burada ibretlik bir durum var. Bu eğilim ve akımların tarihsel miyopluğu belki de hiç bu dönemki kadar bariz olmadı. Kapitalizm varolduğu sürece, tüm geçici-dönemsel gerilemelere rağmen proleter devrim “heyula”sının da varolmaya devam edeceği, bilinçli körler dışında herkes için görülmektedir.
Hareketin sınıf karakterinin netliği, vurgulanması gereken bir diğer noktadır. Tüm sürece damgasını vuran, işçi sınıfı ve temel olarak onun mücadele yöntemleridir. İşçilerin genel grev silahını kullanması, bu hareketin sınıf karakterinin en belirgin özelliğiydi. İşçi sınıfı tüm ezilen sınıfları peşine takmayı başardı. Ordu ve polis içinde bölünmeler yaşandı. Kent küçük burjuvazisi (esnaf, aydınlar vs.) işçi ve köylülerle birlikte hareket içinde yer aldı. Bu kısa süre içinde, halk meclisleri ve silahlı öz-savunma komiteleri oluşturulmaya başlandı.
Öte yandan devrimci söylemi bırakmasalar da, tarihsel olarak bir asır önce iflâsı tescillenmiş aşamalı devrim anlayışının dehlizlerinde kendilerini avutmaya çalışanlar için de ibretlik bir ders söz konusudur. Bir proleter devrimci önderliğin yokluğuna rağmen, Bolivya gibi Latin Amerika’nın en geri ülkesinde dahi embriyonik düzeyde işçi konseylerinin ve bu ölçüde ikili iktidarın hemencecik oluşması bu akımlara bir şeyler anlatmalı. Kapitalizmin dünya çapında entegre bir sistem olarak proleter devrim için çoktan olgunlaşmış olduğu emperyalizm çağında, işçi sınıfının ve diğer ezilen kesimlerin en sıradan talepler için dahi mücadeleye atılması, işleri derhal proletarya iktidarı noktasına getirmektedir. Lenin’in zamanında söylediği, emperyalizm çağında Dreyfüs Davası gibi bir olayın bile devrimin tetikleyicisi olabileceği sözü Bolivya’da bir kez daha doğrulanmıştır. Sadece bir özelleştirme uygulamasını protestoyla başlayan süreç, devrimci önderlik yokluğuna rağmen, iktidar sorunun gündeme gelmesi noktasına kadar büyümüştür. Bu gerçek ortada olmasına rağmen, ne yazık ki, bazen yanılsamalar gerçeklerden daha inatçı olabiliyor.
Bununla bağlantılı bir diğer önemli husus da, normal şartlar altında düzen içi nitelikteki taleplerin bir devrim süreci içinde, aynen Rus Devriminde olduğu gibi, geçişsel nitelik kazanması olgusudur. Örneğin petrol ve doğal gazın devletleştirilmesi, toprak reformu, işçi karşıtı yasaların kaldırılması gibi. Bütün bunlar kapitalizm sınırları dahilinde şu ya da bu ölçüde gerçekleştirilebilecek şeyler olmasına karşın, mevcut şartlar altında Bolivya burjuvazisi bunları yerine getirememekte ve talepler bir proleter devrim sürecinin manivelâsı haline gelmektedir. Rus Devriminde ekmek, toprak ve barış talepleri bu işlevi görmüştü. Ancak bunların başarıya ulaşabilmesi için, onları bütünleyecek bir iktidar perspektifinin ve doğal olarak bunu ortaya koyup, bunun için kararlılıkla çalışacak proleter devrimci bir partinin olması gerekiyor. Zaten Rusya’da 1917’de olan ve Bolivya’da olmayan da budur. Emperyalizm çağında toplumun gerçek ihtiyaçlarını yansıtan en sıradan, kısmi taleplerin gerçekleşmesi için bile bir işçi sınıfı iktidarının gerektiği bir kez daha görülmektedir. Bugün Bolivya’da işçi sınıfının ve köylülüğün tüm kahramanca mücadelesine ve verdiği şehitlere rağmen iktidarı alamamış olması nedeniyle bu taleplerin gerçekleşmemiş olması bunun olumsuz yönden kanıtlanmasıdır. Düzen gidip gelmiş, hatta bu talepleri şöyle ya da böyle karşılayacağına dair söz vermiştir, ancak, bekleneceği gibi, ne bir adım atılmıştır ne de atılacaktır. Bu, iktidarı alamamış olmanın cezasıdır.
Tüm bu dersleri bütünleyen temel ders, şüphesiz parti ve önderlik konusundadır. Bolivyalı işçiler ve köylüler en az Rus işçileri ve köylüleri kadar cesur olmalarına rağmen, onları ileri çekebilecek bir Bolşevik Partiden yoksunlar. Mevcut önderliklerin tümü ne yazık ki reformist önderlikler ve hareketi ileri çekmek yerine düzen sınırları içine hapsetmeye çalışıyorlar. Bunun yarattığı sonuçlar ise ortada.
Latin Amerika ülkelerinin pek çoğu gibi Bolivya da kısa dönemde yeniden bir devrimci durumun eşiğine gelebilir. İşçi sınıfı ve ezilen kitlelerin iktidarı dahi alabilecekleri durumlarla karşılaşabiliriz. Ancak devrimci parti yaratılamadığı sürece, böyle bir durumda bile işçi sınıfının asla muzaffer olamayacağını söylemek kehanet olmaz. İktidarın belli bir süre elde tutulduğu fakat önderlik eksikliği yüzünden devrimin kaçınılmaz olarak yenildiği Paris Komünü deneyimi biliniyor. Dünya işçi sınıfının kapitalizm belasından kurtulabilmesi için Paris Komünü gibi yarım kalmış devrim deneyimlerine değil, yeni Ekimlerin yaratılmasına ihtiyacı var. Bolşevik tarzda örgütlenmiş devrimci bir parti olmadığı sürece, Bolivya’da, tüm Latin Amerika’da ve dünyanın her yerinde işçi sınıfının devrimci ayaklanmalarının yenilgisi kendini acı deneyimlerle göstermeye devam edecektir.
[1] 8,8 milyon nüfuslu Bolivya, 7,8 milyar dolarlık GSMH’siyle, Amerika kıtasının Haiti’den sonraki ikinci yoksul ülkesi. Nüfusunun %64’ü yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve kırlarda bu oran %82’ye çıkıyor. 2 milyon kişi şiddetli açlık yaşıyor.
[2] Geçtiğimiz Ocakta yine ayaklanmaya dönüşen eylemler yaşanmış, koka yaprağı yetiştirilmesinin yasaklanmasına karşı çıkan köylüler, sokaklara dökülmüş ve onları emekliler, öğretmenler ve öğrenciler izlemişti. Şubatta, Lozada hükümetinin devlet harcamalarını finanse etmek için işçi ücretlerine saldırması, işçi sınıfının da yığın halinde ayağa kalkmasına yol açtı. Barikatlarda savaşan işçiler bu süreçte köylülerin yanı sıra asker ve polisin alt katmanlarının da desteğini kazanmışlardı. 33 kişinin öldüğü, 200’den fazlasının yaralandığı bu ayaklanma, yine COB ve MAS liderlerinin hükümetle uzlaşmaları sonucu bastırılmıştı.
link: Zeynep Güneş, Bolivya: Yarım Kalan Devrim, 23 Ekim 2003, https://marksist.net/node/211
Genç İşgücü Sömürüsü: Çıraklık ve Stajyer İşçilik
Yücel Boru'da işçiler zehirlendi