1 Mayıs 2008’de İstanbul’da yaşananlar, AKP karşıtı tüm kesimler tarafından şu ya da bu biçimde mahkûm edildi. AKP’nin anti-demokratik ve işçi düşmanı tabiatı bir kez daha ortaya çıktı. Sol hareketin birçok bileşeni, bu durumu “büyük bir politik kazanım ve zafer” olarak yorumladı. Ne var ki, AKP’nin teşhir olduğunu dile getirmekle sınırlı bir değerlendirme, işçi sınıfı hareketi açısından son derece yetersizdir, yanlışlara gebedir ve sorumluluktan kaçan bir anlama gelmektedir.
Sorun, doğrudan, siyaset yapma-örgütlenme tarzıyla ve proleter devrimcilikten ne anlaşıldığıyla ilişkili kapsamlı bir sorundur. Ama yine de 1 Mayıs’ın gösterdiklerinden hareketle bir yerden başlanması gerekiyor. Bu nedenle öncelikle, bugün gerçekte işçi sınıfına dayanmayan küçük-burjuva solculuğu tarafından, işçi sınıfı mücadelesinin amaçları, yöntemleri ve somut ihtiyaçlarından bütünüyle kopartılarak bir fetiş haline getirilen ve tüm dertlerimize deva ulu ve kutlu bir hedef olarak gösterilen “Taksim”in, proleter devrimciler açısından ne ifade ettiği üzerinde durmak gerekiyor! Ayrıca AKP’nin ve sendikal bürokrasinin tavrının nasıl yorumlanması gerektiğine ve bu noktada solun sergilediği kimi köklü zaaflara da değinmek yararlı olacaktır.
Taksim ve 1 Mayıs
1 Mayıs 1977’de Taksim meydanında gerçekleştirilen beş yüz bin kişilik miting, devrimci gidişatın farkında olan Türk burjuvazisinin, onun kapitalist devletinin ve emperyalist ortaklarının melun planlarını hayata geçirdikleri bir katliama sahne olmuştu. İşçi hareketini devrimci ve sosyalist hareketten tecrit etmeye, devrimci hareketi marjinalleştirmeye ve böylelikle yükselen toplumsal muhalefeti başsız ve önderliksiz bırakıp tümüyle ezmeye dönük kanlı provokasyonlar, katliamlar ve faşist terör kampanyasının bir üst düzeye sıçramasını temsil ediyordu 1977 1 Mayıs’ında yaşananlar. Ne var ki, aradan geçen otuz bir yıla rağmen, gerek ’77 katliamı ve onun uzantısı olarak gerçekleşen diğer kitle katliamlarının gerekse de tüm bunlarla yolu döşenen 12 Eylül faşizminin hesabı sorulamamıştır. Katliamların tetikçileri ödüllendirilip terfi ettirildiği gibi, bu katliamların gerçek sorumlusu olan tekelci burjuvazi bugün pervasızca AB kapsamında demokrasi havariliğine soyunabiliyor!
1 Mayıs 1977, işçi sınıfı mücadelesinin görkemli yükselişinin doruğuydu. ’77 1 Mayısı ve ona ev sahipliği yapan Taksim Meydanı sınıf hareketindeki devrimci yükselişin bir simgesi haline gelmişse bunun nedeni, onun, işçi sınıfının o güne dek gerçekleştirdiği en kitlesel ve en ileri taleplerle donanmış gösterisi oluşundan ve sınıfın devrimci potansiyelini açığa vuruşundandır. Ama bu doruk aynı zamanda bir gerilemenin de başlangıcı oldu. Burjuvazinin gerçekleştirdiği katliama karşı gerektiği gibi tepki verilemediği için, 1 Mayıs 1977, devrimci işçi hareketinde bir kopma-kırılma noktası olmuştur.
Burjuvazinin korktuğu şey işçi sınıfının kitlesel devrimci hareketiydi. Bu nedenle, komünistler açısından 1 Mayıs 1977’nin hesabını sormak, bu yenilgiyi tersine çevirmekten, işçi sınıfıyla kopan bağları yeniden kurmaktan, onun kırılan devrimci çizgisine yeniden hayat vermekten ve nerede kalmıştık diyerek burjuvazinin defterini dürmeye girişmekten geçiyor. Meseleye bu açıdan bakıldığında, avenesini de peşine takmış sendika bürokratlarının birkaç bin kişi ile Taksim’e çıkmasının da işçi sınıfıyla ciddi ve anlamlı bir bağa sahip olmayan bir avuç devrimcinin “çatışa çatışa” Taksim’e girmesinin de sorunun çözümüne en ufak bir katkısının olmayacağı apaçık orta değil midir?
“AKP neden böyle davrandı?”
Gerek 2007 gerekse de 2008 1 Mayıslarında yaşanan devlet terörü, AKP’nin gerçek kimliğinin daha geniş kesimlerin gözünde teşhir olmasına vesile olmuştur. Darkafalı liberaller, AKP neden bu kadar aptalca davranıyor diye soradursunlar, gerçek çırılçıplak ortadadır. AKP de tıpkı diğerleri gibi kapitalist düzenin çıkarlarını kollamakla görevli bir burjuva düzen partisidir. Bir burjuva partisinden, sınıf savaşımının şu ya da bu nedenle keskin bir başlığı haline gelmiş bir konuda kategorik olarak farklı davranması beklenemez. AKP bir taraftan kendisine yakın sermaye gruplarını ihya ederken, diğer taraftan en büyük gayreti tekelci büyük sermayeye onun çıkarlarını en iyi kendisinin koruyacağını ispat etme hususunda göstermektedir. AKP’nin, işçi sınıfına dönük baskıcı ve yasakçı burjuva zihniyetin ve bunun bir parçası olarak Taksim yasağının en kararlı uygulayıcısı olduğunu gösterme gayretkeşliği işte bundandır.
Eğer AKP, bir dönem boyunca makyaj kabilinden AB reformlarını uygulama konusunda istekli görünüp demokrasi havarisi kesildiyse, bunun da nedeni, onun tüm kurum ve kurallarıyla burjuva demokrasisini savunması değildi. Onun amacı bu sözde reformlarla TÜSİAD’ın talep ettiği düzenlemeleri hayata geçirerek yurt içinde tekelci büyük sermayenin, yurt dışında ise AB emperyalizminin desteğini kazanmak ve böylelikle kendi siyasal geleceğini asker-sivil bürokrasinin müdahalelerinden koruyarak garanti altına almaktır. İşçi sınıfının ve ezilen Kürt halkının demokratik hak ve talepleri AKP’nin umurunda bile değildir.
AKP işçi hareketinde son dönemde ortaya çıkan canlanma belirtilerinden korkmaktadır. Keza önümüzdeki dönemde emekçi kitleleri kolayca uyutma olanakları giderek azalacak ve ekonomik krizle bağlantılı olarak AKP’nin toplumsal tabanı kaçınılmaz olarak zayıflayacaktır. İşçi hareketindeki kıpırdanış mücadeleci bir eğilimi filizlendirirken, AKP bir taraftan avucunun içinde tuttuğu sendika bürokratları aracılığıyla işçi hareketini bölmeye ve manipüle etmeye, diğer taraftan da kontrol altına alamadığı AKP karşıtı sendika bürokratlarını baskı altına alarak hizaya sokmaya çalışıyor. Amaç bu mücadeleci filizlenmenin daha baştan ezilerek daha üst boyutlara ulaşmasının engellenmesidir. AKP hükümetini hem kendi siyasal konumunu hem de düzenin bekasını korumak için burjuva-gerici yüzünü daha fazla dışa vurmak zorunda bırakan koşullar bunlardır.
Sendika üst bürokrasisinin tutumu ne anlama geliyor?
1 Mayıs’ta Taksim’de uygulanan devlet terörünün sorumlusunun AKP hükümeti, onun valisi ve emniyet müdürü olduğunu söylemek yetmiyor. Sorumluluğu tek bir burjuva partisinin sırtına yıkmakla yetinenler, burjuvaziyi ve onun kapitalist düzeninin niteliğini gözlerden gizlemeye ve işçi sınıfını bir başka burjuva düzen partisinin peşine takmaya hizmet etmiş oluyorlar. Sendika bürokratlarının, reformistlerin ve CHP’li sahtekârların tutumu açıkça budur. Fakat ne yazık ki, sorumluluğu AKP’yle sınırlayan açıklamalar Devrimci 1 Mayıs Platformunun deklarasyonuna da aynen yansımıştır. Oysa 1 Mayıs’ın kitlesel bir mitingle kutlanamaz hale getirilmesinde ve işçi sınıfının bu duruma düşürülmesinde, başta sendika üst bürokrasisinin birinci dereceden sorumlu olduğu unutulmamalıdır. Nitekim işyerlerinde hiçbir ciddi organizasyon yapmayan, iş bırakmayı gündemine bile almayan sendika bürokratları, “Taksim’de tarihsel bir 1 Mayıs mitingi” gerçekleştirmenin hiçbir gereğini yerine getirmemişlerdir. Öte yandan Taksim’e en az 500 bin kişinin geleceğini, 1,5 milyon kişiye ulaşacak bir ses sistemi kurulacağını, kent dışından gelecekler için 3000 otobüs kiralandığını, üç koldan Taksim’e yürüyeceklerini, hükümetin iznine ihtiyaçları olmadığını vb. söyleyerek burjuva medyada caka satıp işçileri açıkça aldatmışlardır.
1 Mayıs düzenleme kurulunda işçi-emekçi örgütlerine bu açıklamalar yapılırken, hükümetle görüşmelerde bambaşka ağızlarla konuşulması, alınan ortak kararları çiğneyen pazarlıklara girişilmesi ve burada konuşulanların düzenleme kurulundaki örgütlerden saklanması aslında bu bürokratların niyetlerini, anlamak isteyenler açısından yeterince ele veriyordu. Anlamak istemeyenler ise, 1 Mayıs günü acı gerçekle karşı karşıya kaldılar. Televizyonlardan canlı yayınlanan görüntüler eşliğinde AKP’nin yeterince teşhir olduğuna kanaat getirildikten ve şov tamamlandıktan sonra, sendika bürokratları, öncesinde alınan tüm ortak kararları tek taraflı olarak çiğneyip, CHP’li milletvekilleriyle varılan görüş birliği çerçevesinde 1 Mayıs’ın bittiğini ilan etmişler ve Taksim’e davet ettikleri işçi ve emekçileri kendiliğindenliğe ve devlet terörüne terk etmişlerdir.
Peki, işçi hareketinin genel örgütsüzlük durumu ve ona dönük yoğun saldırılar ortadayken, bu durumu değiştirmek için parmaklarını bile kıpırdatmayan sendika bürokratlarının, sorumluluğunu almaksızın ve hiçbir gereğini yerine getirmeksizin 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama ısrarının nedeni nedir?
Sendika bürokrasisinin bu “ısrarlı” duruşuna övgüler yağdırıp, DİSK, KESK veya Meslek Odalarına toplumsal muhalefette “önder” rolü biçen, bu kurumların üst yönetiminin giderek sola ve mücadeleci bir çizgiye kaydığını vb. ileri süren görüşlerin iler tutar bir yanı yoktur. DİSK’in “Taksim ısrarı”na sosyalist çevrelerden gelen en yaygın açıklama, “taban basıncı ve devrimci grupların etkisi” biçiminde oluyor. Bu “taban basıncı” meselesinde büyük ölçüde bir abartı ve çarpıtma söz konusudur. Sosyalist hareket işçi sınıfının geniş kitlelerinden bu denli kopuk durumdayken, tarihsel-devrimci bilinç, deneyim ve birikimin aktarma kayışları onca kopmuşken, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına dönük bir taban basıncından söz etmek ciddiyetle bağdaşır mı? Bugün işçi sınıfının çoğunluğu bıraktık Taksim talebinin öneminin farkında olmayı, 1 Mayıs’ın anlamından bile habersiz durumdadır. Sendikalı işçilerin 1 Mayıs’a dönük bir taban basıncı yarattıklarını söylemek, ya sayı saymayı bilmemek ya da gerçeklikten tümüyle kopacak kadar küçük-burjuva bir bakış açısına sahip olmak anlamına geliyor.
Şurası gerçek ki, özellikle DİSK ve Türk-İş üst yönetimlerine “muhalif” sendika merkezleri üzerinde, son dönemde, işçi hareketinin kıpırdanışına paralel olarak belli bir basınç söz konusu oldu. Ne var ki bu basınç, 1 Mayıs ve Taksim konusunda değil, hükümetin neo-liberal saldırıları ve ekonomik krizle bağlantılı olarak giderek zorlaşan yaşam ve çalışma koşulları hususundaydı. İşin püf noktalarından biri budur. İşçiler arasında giderek canlanmaya başlayan mücadele isteğine rağmen, tüm bu saldırılar karşısında gerçek anlamda kılını bile kıpırdatmayan sendika bürokratları, “Taksim ısrarı” ile sol pozlara bürünerek uzlaşmacılıklarının, pasifistliklerinin üzerini örtebileceklerini sanıyorlar.
Sendikal bürokrasi “Taksim ısrarı”yla yalnızca günah çıkararak yeniden prestij kazanmayı hedeflemiyor. Aynı zamanda AKP hükümetini de köşeye sıkıştırmak ve gözden düşürmek istiyor. Ne var ki, sol pozlar takınan bürokratlar bu noktada bir açmazla karşı karşıya kalıyorlar. Çünkü işçi sınıfının önünü açmak istemiyorlar, hareketin yükselmesi durumunda kendi koltuklarının ve dolgun maaş çeklerinin de tehlikeye girebileceğini biliyorlar. Dolayısıyla “Taksim 1 Mayısı” için geriye tek seçenekleri kalıyor: 1 Mayıs’ı militanca kutlayacakmış gibi yapıp, kutlayamamanın tüm sorumluluğunu yalnızca ve yalnızca AKP’nin sırtına yüklemek. Son iki 1 Mayıs’ta yaşadığımız tastamam budur!
Aylardan beri hiçbir hazırlık yapmadıkları ve kitlesel bir kutlamanın örgütlenmesinin hiçbir gereğini yerine getirmedikleri için 1 Mayıs’ın böyle sonuçlanacağını bu sendika bürokratları elbette biliyorlardı. 1 Mayıs, sendika bürokrasisi eliyle bilinçli bir şekilde burjuva it dalaşına alet edilmiş, AKP’yi emekçilerin gözünden düşürme ve statükocu cephenin sözcüsü durumundaki CHP’yi parlatma ve ona emekçiler cephesinden taze kan nakli operasyonuna çevrilmiştir. CHP ve DSP’nin üyeleriyle, milletvekilleriyle, belediye başkanlarıyla, parti otobüsleriyle alanda kitlesel bir şekilde arzı endam etmesi, oynanan çirkin oyunun ne olduğunu açık bir biçimde göstermektedir. Geçen yılki “cumhuriyet mitingleri”nde de sendikaların nasıl statükocu cepheye yedeklenmeye çalışıldığını hepimiz biliyoruz.
2007 Temmuz seçimlerinde AKP’nin oylarını daha da arttırmasından sonra statükocu cephe içerisinde askerin sahne arkasına çekildiği ve AKP’yi devirme operasyonunda esasen sivil bürokrasinin, sivil görünümlü kurum ve kuruluşların öne çıkartıldığı da herkesin malumu. Hatırlanacak olursa, geçtiğimiz yıl, Nokta dergisinde bir oramiralin günlüğünden yola çıkılarak 2004’te gerçekleştirilmesi planlanan iki darbe planı deşifre edilmiş ve ardından dergi kapatılmıştı. Bu günlüklerdeki iki ilginç ayrıntıyı hatırlatmakta fayda var. 3 Aralık 2003 tarihindeki Yüksek Askeri Şura hazırlık toplantısında, darbe hazırlıklarına dönük olarak bir komutan şunları söylüyor: “Doğal müttefiklerimiz üniversiteler ve sendikalardır. Bu kurumlar bizden işaret bekliyor.” 6 Aralık 2003 tarihli günlük sayfasında ise “Sarıkız operasyonu”nun hazırlıkları şöyle özetleniyor: “rektörler ile temas edip öğrencileri sokağa dökecektik; sendikalar ile aynı şekilde hareket edecektik; sokaklara afiş astıracaktık, dernekler ile temas edip onları da hükümet aleyhine teşvik edecektik; bütün bu olayları yurt çapında yapacaktık.”
İşçi sınıfının bu oyunlara artık dur demesinin zamanı çoktan gelmiştir. Proletarya, yalnızca 1 Mayıs’ı kendisine zehir eden AKP hükümetinden değil, işçi sınıfını burjuva içi iktidar kapışmalarına alet etmeye kalkışan sendika bürokrasisinden de elbet hesap soracaktır. Ama işçi sınıfının bu hesabı sorabilmesi için, önce ona önderlik iddiasında olan sosyalist çevrelerin doğru bir perspektifle hareket etmesi, sendika bürokratlarının oyunlarını fark etmesi ve bu oyunun bir figüranı olmayı reddetmesi gerekiyor.
Sol ne yapıyor?
1 Mayıs sonrasında yapılan değerlendirmeler, sosyalist çevrelerin büyük bir çoğunluğunun, işçi hareketini bekleyen tehlikelerin ve burjuvazinin oynadığı oyunların farkında olmadığını ve yaşananlardan ders çıkarmak konusunda da son derece kısır dinamiklere sahip olduğunu göstermiş bulunuyor.
Solun önemli bir kısmı, egemen sınıf içindeki çatışmayı doğru bir temelde kavrayamadığından AKP karşıtı darbeci-statükocu cepheye yedeklenme tehlikesiyle karşı karşıya. Hükümet karşıtı burjuva medya, 1 Mayıs’tan sonra değil, haftalar öncesinden, Taksim’in işçilere açılmasını savunarak, sözümona 1 Mayıs’ı ve işçileri sahiplenir gözüktü. Kuşkusuz bunu istediğinden değil, AKP’nin bunu yapamayacağını bildiğinden. Öyle ki, liberal burjuva yazarlar bile, AKP’ye oyuna gelmeyip Taksim’i işçilere açmasını salık verdiler. Hatta Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu sözcüsü bile, “eğer Taksim’de mitinge izin verilirse biz de Konfederasyon olarak işçi bayramını kutlamak üzere Taksim’de mitinge katılacağız” dedi. 1 Mayıs’ın ardındansa AKP karşıtı medya, AKP hükümetini hesap vermeye davet edip onu “faşistlikle” suçlayacak kadar ileri gidiyor, valiyi, emniyet müdürünü ve içişleri bakanını istifaya davet ediyordu. Hatta burjuva devletin en derinleriyle ne denli içli dışlı olduğu bilinen, karşı-devrimciliğin, şovenizmin ve darbeciliğin amiral gemisi durumundaki Hürriyet gazetesi, 2 Mayısta, sekiz sütuna “Polis Devleti” manşetiyle çıkıyordu. Ama tüm bunlar, devrimci çevrelerin bir kısmının, nasıl bir oyunun oynanmakta olduğu konusunda tatlı rüyalardan uyanmasına değil, kendilerine pay çıkartarak hayali ve kurgusal bir zaferle daha da böbürlenmesine hizmet ediyor: “… görülmüştür ki devrimcilerin direnişi sayesinde bugün en devlet yanlısı gazeteler bile Taksim’de 1 Mayıs yapılması gerektiğini savunmaktadır. Bu direniş sayesinde olmuştur… 2008 Taksim 1 Mayıs’ı büyük bir direnişle kazanılmıştır” (Devrimci 1 Mayıs Platformu, 2008 1 Mayıs Deklarasyonu, 8/5/2008).
Bu denli bir algı bozukluğu hayra alamet değildir. Elbette ki hükümet sıkıntıya düşmüş ve ne denli anti-demokratik olduğu görmek isteyenler için bir kez daha açığa çıkmıştır. Ancak bu durumdan kazançlı çıkan, örgütsüz ve önderliksiz işçi sınıfı değil statükocu burjuvazi ve en başta da CHP olmuştur. Sol çevrelerin bir bölümünde geçen yıl ortaya çıkan darbeci cenaha yedeklenme eğiliminin, anti-emperyalizm, ilericilik, laiklik kisvesi altında ve AKP karşıtlığı temelinde önümüzdeki dönemde daha da güçleneceği görülüyor. CHP’nin son dönemde yeniden sola ve Kürtlere göz kırpar gözükmesi de bu eğilimi arkasına almak istemesindendir.
AKP hükümetinin teşhir olduğu saptaması doğrudur. Ne var ki, bu saptamaya haddinden fazla anlam yüklemek son derece yanlış olacaktır. Teşhirin etkisi, kalıcılığı ve kitlelerde belli bir bilinç dönüşümüne yol açması, bu teşhirin sürekliliğine, farklı olgularla sürekli olarak zenginleştirilmesine ve her şeyden önce de teşhiri yapan öznenin güç ve örgütlülüğüne bağlıdır. Devrimci çevrelerin elindeki mevcut olanaklarla, AKP hükümetinin ve genel olarak burjuvazinin elindeki olanaklar arasındaki muazzam uçurumun farkında olmamız gerekiyor. 1 Mayıs 2007’de yaşananların, AKP’yi kitlelerin gözünde ne denli teşhir ettiğini anlamanın somut bir kıstası Temmuz 2007 seçimleriydi, sonuç ortadadır. Aynı şekilde 1 Mayıs 2008’in izlenimleri de kitle belleğinden çok çabuk silinip gidecektir. Çünkü işçi sınıfı sendikal planda da siyasal planda da örgütsüz ve devrimci bir önderlikten yoksun durumdadır. Kof ajitasyonlar ve lafazanlık, hayatın gerçekliğinin, yani belirleyici olanın örgütlülük ve bilinç düzeyi olduğu gerçeğinin üstesinden gelemez.
Kaldı ki, söz konusu teşhirin içeriği de son derece yetersizdir; uygulanan şiddetin tek sorumlusu olarak AKP’yi işaret eden ve esasen bir mağduriyet söylemiyle sınırlı kalan ve bu nedenle de AKP karşıtı medyanın söyleminin pek ötesine geçemeyen bu teşhir, olsa olsa düzen içi arayışları güçlendirecektir. Oysa komünistler kapitalist sistemin bütününe karşıdırlar, yalnızca AKP hükümetine karşı değil. Uygulanan şiddet esasen sistemin ve devletin burjuva karakterinden kaynaklanmaktadır. Bu gerçeği emekçi kitlelere kavratamadığımız sürece onların devrimci bir temelde örgütlenmesine katkıda bulunmuş olmayacağız.
İstisnalarını bir tarafa bırakacak olursak, 1 Mayıs’tan sonra sol harekette yapılan değerlendirmelere genel olarak hakim olan tavrın, sorumsuzluk ve endişe verici bir lafazanlıkla malul olduğunu söylemek zorundayız. Yaşanan gerçekliğin üzeri akla zarar ölçülerde abartılı bir lafazanlıkla örtülmeye çalışılıyor. “Kitlesel Taksim 1 Mayısı” gibi koca bir hedef söz konusuyken, işçi sınıfının o gün fabrikalarda çalışmaya devam etmesi gerçeği karşısında, Taksim’de 1 Mayıs hedefinin kazanıldığını iddia etmek düpedüz ciddiyetsizliktir.
İşçi sınıfının yığınsal bir katılımının olmadığı, sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyinin ve mücadele azminin artmasına vesile olmayan bir 1 Mayıs’tan kazançla çıkıldığını iddia etmek için gözünü işçi sınıfından başka yerlere dikmiş olmak gerek. İşçi sınıfının küçücük bir kısmını oluşturan devrimci işçi ve gençlerin eylemliliğini, sınıfın geniş kitlesiyle özdeşleştirerek yapılan değerlendirmeler ikameci bir anlayışın ifadesidir. 1 Mayıs Taksim eylemini, son tahlilde, kendi dar örgütlü çevrelerinde içe dönük bir moral motivasyon aracı olarak algılayıp teselli peşinde koşan bir anlayışın işçi sınıfının mücadelesini ilerletici olamayacağı artık anlaşılmalı!
link: Oktay Baran, 1 Mayıs 2008’e Dair, Mayıs 2008, https://marksist.net/node/1809
Güney Afrika’da Göçmenlere Saldırılar Tırmanıyor
301. Maddeden Yargılanmayan Kalmayacak!