21 Ekim gecesi Dağlıca’da yaşanan çatışmada 12 asker ölmüş ve 8 asker PKK tarafından esir alınmıştı. Genelkurmay “askerlerle irtibatımız kesildi” diyerek sözcük oyunlarıyla gerçekleri çarpıtmaya çalışırken, askerlerin esir düşmesi çeşitli tartışmalara neden oldu. Hükümet ve asker kanadı, esir askerleri hedef alıp karalarken, çeşitli demokratik kitle örgütleri, emekten yana siyasi partiler ve asker aileleri savaşın son bulmasını ve askerlerin sağ teslim edilmesini istediler. Esir askerlerin teslimi konusunda en büyük fedakârlığıysa DTP yaptı. Hakkında soruşturma açılacağını, türlü karalamalar yapılacağını tahmin etmelerine rağmen DTP milletvekilleri arabuluculuğu kabul ettiler. Sonuçta esir askerler 4 Kasım günü DTP heyetine teslim edildiler ve teslim alındıktan hemen sonra ordu tarafından sorgulanmaya başlandılar.
Bir hafta süren sorgulamanın ardından, ailelerde çocuklarının kurtulmalarının yarattığı sevinç bir anda kâbusa dönüştürülerek, 8 asker 11 Kasımda tutuklandı. Tutuklanan askerlerin “emre itaatsizlik”, “yurtdışına firar”, “izinsiz sınırı geçmek”, “göreve aykırılık” gibi komik gerekçelerle, 5-20 yıl arasında ceza alacak şekilde yargılanmalarına karar verildi. Askerlerin tutuklanmasıyla ordu nihayet rahat bir nefes aldı. Devlet öç almış oldu. DTP vekillerine linç kampanyası başlatıldı ve partinin kapatılması için dava açıldı.
Başta sendikalar olmak üzere diğer emek örgütlerinin de askerler konusunda, yürütülen savaş ve Kürt halkına yönelik baskılar konusunda hükümete baskı yapmaları beklenirdi. Fakat işçi sınıfının örgütlerinin tepesindeki işbirlikçi bürokratların böyle bir çabaları hiç olmadı. Onlar, aksine, para bağışı kampanyalarıyla, savaşın sürmesinden yana olduklarını açıkça ortaya koydular.
Burjuva ordularında, erlerin savaşmak istememesinin, emre itaatsizlik etmelerinin cezası çok ağırdır. Cezanın bu kadar ağır olması, izlenen tutumun “kötü örnek” teşkil etmesinden kaynaklanıyor. Bu gerçeğin farkında olan egemenler, askerlerin esir alınmaları ve bir süre sonra serbest bırakılmaları karşısında taarruza geçtiler. Hükümet sözcüleri, medya ve faşist güruh, esir askerlere söylemediğini bırakmadı: “PKK ajanları”, “Kürt kökenliler”, “işbirlikçiler”, “hainler”, “köstebekler”, “kurtulmalarına sevinmedim”, “keşke tabutları gelseydi”!
Saldırı korosunun başını Mehmet Ali Şahin çekti. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin öfkesini şöyle dile getiriyordu: “Türk Silahlı Kuvvetlerinin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. O gece o teröristlerle birlikte gitmiş olmalarını içime sindiremedim. Kurtulmuş olmalarından fazla sevinç duymadım. Bir Türk askerinin birkaç tane çapulcuyla birlikte gitmiş olduğu gibi bir izlenim beni rahatsız etti. O nedenle terör örgütünün propagandasına zemin hazırlandı. Bizim askerimiz, bizim Mehmetçiğimiz vatanı korurken gerektiğinde her an şehit olmayı göze alan bir askerdir.”
Bakanlar Kurulu toplantısında Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, kaçırılan askerlerden ikisinin “PKK ajanı” olduğuna dair çok ciddi duyumlar aldıklarını söylüyordu. Faşist güruhun gediklilerinden biri haline gelen Doğu Perinçek ise, “Keşke o askerlerimiz, şehit olsalardı, tabutları gelseydi de biz onları düşmanın elinden, milleti kahreden bir manzara ortamında almasaydık” diyordu.
Bütün bu kudurgan saldırganlık elbette boşuna değildi. Onları kudurtan şey, esir askerlerin Roj TV’ye yaptıkları açıklamalar ve PKK tarafından yine TV kanallarında yayınlanan törensel serbest bırakılmaları olmuştu. Esir askerlerden bazıları kaçırıldıkları yerde yaptıkları açıklamalarda şunları söylemişlerdi: “Tümü kardeşim gibi. Herhangi bir kötülük görmedik. Şimdi durumumuz iyidir. Bize anlatıldığı gibi değil buralar.” “Hepimiz burada kardeşiz, insanız. Bunların da amaçları var. Ne istiyorlar bunu öğrenin. Yeter artık, ne şehit anaları ne de gerilla anaları ağlasın.” Böylece, bir nebze de olsa yaşanan savaşın gerçeklerini göstermişlerdi. Ancak bu açıklamalardan duyulan muazzam rahatsızlık sonucunda hükümet medyanın bu konuda haber yapmasını yasakladığından, askerlerin söyledikleri fazlaca duyulamadı.
Askerlerin serbest bırakılmasına sevinemeyenlere anlamlı bir cevap da asker ailelerinden gelmişti. Özhan Şabanoğlu’nun babası Bahattin Şabanoğlu şöyle diyordu: “Tek isteğim çocuğumun sağ salim gönderilmesi. Yüreğimizin içindeki acıların dinmesini, süren kirli savaşa insanların alet olmamalarını istiyoruz. Devletten sadece manevi anlamda destek gördük. Sınır ötesi operasyonlardan yana değiliz. Ülkemizde süren savaş sorununu artık hükümetin ve meclisin çözmesini istiyoruz. Muhatabı kimse onlarla oturup konuşsunlar. Bu bizi küçültmez. Doğduğumuz topraklarda dini, dili, ırkı ne olursa olsun eşitlik temelinde bir arada yaşamak istiyoruz. Medyaya sesleniyoruz. İnsanları birbirine düşürme, kırdırma politikası yapmayın. Aksine insanların bir arada kardeşçe yaşayabileceği yolunda yayınlar yapın.” Bir başka esir askerin, Denizlili piyade er Fatih Atakul’un annesi Aynur Atakul ise, “Bakan Bey, öyle konuşacağına keşke beni alnımdan vursaydı. … Oğlum esir düştü diye bizim ve oğlumuzun onuruyla neden oynanıyor. Kurtulduğuna çok sevinmiştik. Ama Bakan Mehmet Ali Şahin’in açıklamalarından sonra yıkıldık. … Ölseydi daha mı iyi olacaktı? Aylardır oğlum ve diğer askerler için dua ediyorum. Oralarda asıl ölenler analar. Şehitler için bir iki gün gözyaşı dökülüyor o kadar. Analar öyle mi? Konuşmak bakana kolay geliyor” diyerek bakana tepkisini dile getirdi.
Son 23 yıldır Kürt halkına karşı yürütülen savaşta 30 bin Kürt ve 5 bin Türk askeri, polisi öldü. 24 sınır ötesi saldırı gerçekleştirildi. Bugün hali hazırda 100 bine yakın asker yeni bir sınır ötesi saldırı için sınıra yığılmış durumda. Başbakanın ABD “ziyareti” sırasında, Milliyet gazetesinde eski generallerin Kürt sorunu konusunda yaptıkları açıklamalarsa itiraf niteliğinde. Generaller uzun zamandır askeri önlemlerle Kürt sorununun çözülemediğini, Kürt diline koydukları yasağın hata olduğunu, askeri seçenekler dışında çözümlerin de hayata geçirilmesinin zorunlu olduğunu savundular. Evren, Yalman, Özkök ve benzerlerinin yaptıkları açıklamalar şimdiye dek sürdürülen politikanın başarısızlığını dile getirmekten başka bir anlam ifade etmiyor. Ancak emekliler gökten vahiy gelmiş gibi konuşurken, görev başındakiler, Kürtlerin çoğunlukta oldukları illerde askerlere “tek dil” yürüyüşleri yaptırmayı sürdürüyor. Özetle, Kürt sorunu konusunda inkârcı ve imhacı tutum hâlâ devam ediyor.
Ancak haksız ve gerici savaşlardan hiçbir burjuva ordu galip çıkamaz. Haksız bir savaş sürdürüldüğü sürece doğacak huzursuzlukların egemen sınıfların silahlı kuvvetleri içine yansıması ve burada emre itaatsizliklerin, çeşitli altüstlüklerin yaşanması uzak bir ihtimal değildir. Ezilen ulusların haklı mücadelesi bunu derinleştiren bir etkense, diğer bir etken de işçi sınıfının bağımsız çıkarları doğrultusunda yürüteceği devrimci politik mücadele olacaktır.
link: İstanbul’dan MT okuru bir işçi, Hiçbir Burjuva Ordu Haksız Yürüttüğü Bir Savaştan Galip Çıkamaz, 2 Aralık 2007, https://marksist.net/node/1674
Çürüyen Kapitalizm
Kavganın Ezgisi: Enternasyonal