İlkel sermaye birikimi açısından Osmanlı kentlerinin durumu
Osmanlı kentleri de tıpkı ortaçağ Avrupa’sının kentlerinde olduğu gibi, gelişmiş ve uzmanlaşmış bir el zanaatları endüstrisine ve ticarî faaliyetlere sahip bulunuyordu. Fakat Avrupa’dan farklı olarak, Osmanlı’da zanaat loncaları ile tüccar faaliyetleri bütünüyle devlete bağımlı durumdaydı. Oysa bilindiği gibi, feodal Avrupa’da zanaat loncalarının ve tüccarların faaliyetleri devlete bu denli bağımlı değillerdi. Avrupa feodalizmi ile Osmanlı despotizmi arasındaki temel farklılıklardan biri de işte bu noktada belirginleşmektedir. Feodal Avrupa’daki loncaların oluşum süreci ve toplumsal işlevleriyle, Osmanlı’daki loncaların oluşum süreci ve toplumsal işlevleri arasında bir hayli farklılıklar vardır.
Ortaçağ Avrupa’sındaki lonca tipi örgütlenmeler, kentlerde yaşayan zanaatçıların ve tüccarların yağmacı feodal soylulara karşı birlik olma ihtiyacından doğmuştu. “Birleşmiş yağmacı soylulara karşı birlik zorunluluğu, sanayicinin kendisine ikinci bir tacirlik niteliği kattığı bir zamanda kapalı ortak pazarlara olan bir gereksinme, yığın halinde, refah içindeki kentlere kaçan serflerin gittikçe artan rekabeti, bütün ülkenin feodal yapısı, loncaları doğurdu.” (Marx-Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Y., 1976, s.24) Ve böylece, feodal Avrupa’da kır-kent karşıtlığını yansıtan ayrıcalıklı lonca kasabaları (Corporate Towns) oluşmaya başladı.
Batı’da feodalizm daha kuruluşundan itibaren, bu kır-kent karşıtlığını temel bir çelişki olarak içinde taşımış ve gelişmesinin ileri aşamalarında da bu karşıtlığı alabildiğine derinleştirmişti. İşte feodalizmin bağrındaki bu kır-kent karşıtlığı nedeniyledir ki, Batı’daki kentler, soylu feodal beylere ve onların devletine karşı sürekli bağımsızlıklarını koruma çabası içinde olmuşlar ve neticede görece bir bağımsızlık elde edebilmişlerdi. Batı Avrupa kentlerindeki bu lonca tipi örgütlenmeler, “iş kollarının özelleşmesine, birbirinden ayrılıp bağımsızlaşmasına ve mükemmelleşmesine” yol açarak, ortaçağın en yüksek ilerlemesini meydana getirmişlerdi. Devletten bağımsız olmaları, kabul edilmiş bir tüzel kişiliğe sahip bulunmaları, beledî (komünsel) işlevler yerine getirmeleri, kentin yaşamında önemli bir politik rol oynamaları gibi yönleriyle Batı’daki lonca örgütlenmeleri, Osmanlı toplumundaki loncalardan çok farklı bir konumda bulunuyorlardı. Feodal Avrupa’daki loncaların sahip oldukları bu toplumsal ve politik konuma, 18. yüzyılın Osmanlı kentlerindeki loncalar hiçbir biçimde sahip bulunmuyorlardı.
Fakat öte yandan, koydukları sınırlayıcı kayıt ve kurallarla ve uyguladıkları usta-kalfa-çırak hiyerarşisiyle her türlü rekabeti ortadan kaldıran Avrupa’daki loncalar da son tahlilde ortaçağ tutuculuğunu yansıtmaktaydılar. Nitekim onların bu tutucu niteliği, Avrupa’da kapitalizm çağı geldiğinde daha bir açıklıkla ortaya çıkacak ve toplumsal ilerleme için, kırlardaki feodal toprak düzeni gibi, kentlerdeki bu lonca düzeninin de mutlak olarak ortadan kaldırılması gerekecekti. Nitekim 16. yüzyılda ticaretin genişlemesi ve kapitalist üretim biçiminin gelişmeye başlamasıyla birlikte, “ortaçağın en yüksek ilerlemesi” sayılan bu “bağımsız ve ayrıcalıklı” lonca kasabaları ortadan kalkacak ve onların yerini yeni ticaret kentleri (burglar) alacaktı.
Osmanlı’daki kent oluşumları ve lonca düzeni
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Osmanlı’daki kent oluşumları, Avrupa’daki gibi kır-kent karşıtlığı temelinde ortaya çıkmış oluşumlar değillerdi. Bunlar daha çok askerî nedenlerin zorlamasıyla ortaya çıkmış oluşumlardı. Bu bakımdan Osmanlı kentleri (fethedilen eski kentler hariç), kırın hemen yanı başında ve genellikle ticaret yolları ile askerî açıdan önem taşıyan yollar üzerinde inşa edilmişlerdi. Bu kentler bir anlamda, devletin askerî ve idarî bürokrasisinin oturduğu birer askerî karargâh niteliğinde yerlerdi. Tabii bunun da anlaşılabilir bir nedeni var: Doğu despotizmi kategorisinde olan Osmanlı devleti gibi devletler için savaş ve fetih, başta gelen bir ekonomik faaliyettir. İşte bu nedenledir ki, Osmanlı’da kentin oluşumu ve kent ekonomisinin örgütlenişi, daha baştan merkezî devletin askerî gereksinimlerine tâbi olmuştur. Dolayısıyla, Osmanlı kentlerinde zanaat loncalarının düzeni ve işlevleri de buna göre, yani daha baştan devletin askerî ihtiyaçlarına göre biçimlenmiştir. Askerî temelde örgütlenmiş, savaşçı-fetihçi bir devlet için kaçınılmaz bir şeydi bu.
İşte bu nedenledir ki, Osmanlı’da toplum sınıflarının oluşturduğu örgütlülüklerin (loncaların) Avrupa’daki gibi bağımsız bir “tüzel kişiliğe” sahip olmaları ve devletten bağımsız bir ekonomik ve siyasal rol oynamaları hiçbir biçimde söz konusu değildir. Osmanlı gibi despotik düzenlerde “tüzel kişilik” ancak egemen devletli sınıfın oluşturduğu kurumların, örneğin askerî, idarî ve dinî kurumların (ocakların) sahip olabileceği bir şeydir. Bu devlet kurumları, Osmanlı’nın toplumsal ve ekonomik yaşamı üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptirler. Oysa Osmanlı’da devletli sınıfın dışında kalan toplum sınıflarının oluşturduğu örgütler (esnaf loncaları) bu nitelikten tamamen yoksundular. Osmanlı’daki lonca örgütlenmeleri, birer meslek derneği olarak her ne kadar bağımsız bir “tüzel kişiliğe” sahip görünüyorlarsa da, onların bu “tüzel kişilik” vasfı, fiiliyatta devlete yardımcı olmaktan öte bir işe yaramıyordu.
Kentlerdeki toplum sınıflarını oluşturan zanaatkârlar ve küçük tüccarlar, başından beri devletin askerî ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde örgütlenmiş olan loncalara bağlı idiler. Bunlar bir yandan askerî endüstri alanında üretim yapıyor, diğer yandan ihtiyaç duyulup çağırıldıklarında, hükümdarın ordusuyla sefere katılıyorlardı. Ayrıca esnaf ve zanaatkârlar, kentte oturan askerî (egemen) sınıf mensuplarının ve onların hizmetindekilerin tüketim ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik basit meta üretiminde de bulunuyorlardı. İşte Osmanlı’da meta üretiminin temelini, kentlerdeki bu endüstri loncaları oluşturuyordu. Ama öte yandan loncalar, bütün bu üretim faaliyetlerini devletin mutlak denetimi altında gerçekleştirmek zorundaydılar. Osmanlı devleti loncalar üzerindeki meslekî denetimini, bunların tepesine atadığı kendi memurları (kethüdalar) aracılığıyla sağlıyordu. Kethüdaların izni olmaksızın ne yeni bir lonca kurulabilir ne de bir gedik (işyeri) açılabilirdi. Kethüdalar genellikle devlet sınıfına mensup kişiler arasından seçilip atanırdı. Böyle bir işleyiş içerisinde, loncaların, devlet karşısında kendi üyelerinin çıkarlarını savunan örgütler olabilmesi mümkün değildi tabii ki. Tam tersine, bu sistem içerisinde loncalar, esnaf ve zanaatkârlar üzerinde devletin kontrol ve otoritesini sağlayan “resmî” örgütler gibi işlev görüyorlardı.
Kentlerdeki loncaların, dolayısıyla endüstri ve ticarî faaliyetlerin ne kadar sıkı bir şekilde devletin kontrolü altında bulunduğunu gösteren bir diğer uygulama ise “ihtisap” denen uygulamadır. Bu uygulamada devlet, zanaatkâr ve tüccar gelirlerinin bir kısmına “devlet alacağı” olarak el koymaktaydı. Fakat devlet bu alacağını, esnafın her birinden ayrı ayrı vergi toplar gibi tahsil etmemekteydi. Devlet, miktarını kendisinin belirlemiş olduğu toplam alacağını (toplu bir gelir miktarını), bir hazine mukataası olarak açık artırma ile satışa çıkarmakta ve bu satış sonucunda peşin olarak elde ettiği toplu geliri merkezî hazineye geçirmekteydi. Peşin ödeme yaparak devletten bu ihtisap mukataasını satın alan kişiler (bunlara ihtisap ağası deniyordu), daha sonra lonca esnafının tepesine binerek, fazlasıyla esnaftan tahsil ediyorlardı. Aslında bu uygulama ile Osmanlı devleti, kentlerdeki toplum sınıflarını (zanaatkârları ve küçük tüccarları) sömürmekte, yani onların elinde biriken artık-ürüne el koymaktaydı. Nitekim, devletin endüstri ve ticaret alanında uyguladığı bu el koyma yöntemi nedeniyledir ki, bu alanda çalışan esnaf ve zanaatkârların parasal servet biriktirme olanakları ortadan kalkmış bulunuyordu.
Osmanlı toplumunda her şeyi kendi tekeli altında tutan asalak devletli sınıfın (bürokratlar aristokrasisinin), endüstri ve ticaret alanında oluşan artık-ürün birikimine bu şekilde el koyması, bu alanlarda iktisadî bir durgunluğa ve sönümlenmeye yol açmaktan başka bir sonuç getirmiyordu. Osmanlı devletinin ekonomik yaşama bu sıkı müdahalesi, sözümona “ihtikâr” denen karaborsacılığı ve kaçakçılığı önlemek içindi! Oysa bu önlemler tam tersi sonuçlar doğurmuş, bunalım dönemlerinde ihtikâr da, kaçakçılık da alabildiğine artmıştı. Çünkü ekonominin kendi işleyiş kuralları vardı; üretim daraldıkça ve talep nedeniyle fiyatlar durmadan arttıkça, salt polisiye önlemlerle ihtikâr ve kaçakçılığın önüne geçilemezdi. Bütün bunalım dönemlerinde Osmanlı’nın içine düştüğü bir kısır döngüydü bu.
Devlet sömürüsü ve ekonomik daralma
Osmanlı devleti 17. ve 18. yüzyıllar boyunca endüstri ve ticaret alanları üzerinde sıkı bir denetim kurmuş, fakat bu alanlarda üretimi geliştirici araçlardan hiçbirini kullanmamıştır. Tersine, daha önce de söylediğimiz gibi, devlet kesiminin elinde biriken parasal servetler, ekonomik olmayan ya da ekonomiyi canlandırıcı bir işlev yerine getirmeyen yerlere harcanmış veya gömülü servetler olarak kalmıştır. Bunun yanı sıra, Osmanlı devletinin bu dönemde dış-ticaret imtiyazını (dış-ticaret tekelini) yalnızca Avrupalı tüccarlara tanımış olması da ayrı bir garabetti. Osmanlı devleti bu uygulamasıyla, yerli endüstri imalatını ve ticaretini de çökme noktasına getirmişti. Batı’da kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kentlerin ticarî öneminin arttığı bir dönemde, Osmanlı devleti ticareti daha da daraltacak bu tür ters uygulamalar yapmayı sürdürmüş ve sonunda ticaret alanındaki serbestliği büsbütün ortadan kaldırmıştı. Bu dönemde çıkarılan buyrultularla, artık bir kimsenin babasından kalma işin dışında başka bir ticaret veya zanaat işine geçmesi, başka bir iş kolunda iş yapması da yasaklanıyordu. Ayrıca, ticarî iş yapan dükkân sayısı da sınırlandırılıyor ve eski dükkânların dışında yeni dükkân açılması yasaklanıyordu. Ne ironik bir durumdur ki, Avrupa’da kapitalizmin hızla geliştiği ve bir dünya pazarı yaratma doğrultusunda hızla ilerlediği bir dönemde, Osmanlı’da tam bir ekonomik daralma süreci yaşanıyordu!
Bir yandan iç ticaretin böylesine daralması ve ticaret kollarının birbirleriyle alışverişi olmayan, adeta kendi içine kapalı lonca gedikleri haline gelmeleri ve dış ticaretin de bütünüyle Avrupalı tüccarların eline bırakılması (kuşkusuz devlet-i âlî’nin kararıyla), diğer yandan yerli el zanaatları endüstrisinin, ülke içine kolaylıkla girebilen Batı’nın mamul maddeleriyle rekabet edemez duruma gelmesi, sonuçta üretici sınıfların bunalımını alabildiğine derinleştirecekti. Bu bunalım koşulları içerisinde, ticaret giderek yalnızca ülke içiyle sınırlı kalan ve devletin mutlak kontrolü ve sınırlamaları altında yapılan bir “küçük esnaf ticareti” düzeyine inecekti.
18. yüzyılda Osmanlı’da Müslüman tüccarların yaptığı ticaret, yalnızca küçük esnaf tüccarlığından ibaretti. Bu ticaret özünde, zanaat erbabının ürettiği endüstri malları üzerinden yapılan bir ticaretti. Bunun yanı sıra, gerçekten ticaret sermayesinin birikebileceği alan olan “dış ticaret” alanı ise, bütün bu dönem boyunca “müste’min” tüccarı denen imtiyazlı Avrupa tüccarının ve onun ülke içindeki komprador ortaklarının (gayrimüslim tüccarlar) elinde bulunuyordu. Gene aynı şekilde, ticaret sermayesinin birikebileceği diğer bir alan olan büyük toptan erzak ticareti ise, devlet katındaki nüfuzlu kişilerin (bürokratlar aristokrasisi) ve bunların ortağı konumundaki tefecilerin elindeydi.
Ticaretteki bu daralma nedeniyle, Osmanlı’da ticaret sermayesi birikimi imkânı da daralmış durumdaydı. Bu koşullar altında, lonca sınırlamalarının dışına çıkarak, lonca endüstrisi dışında bağımsız bir endüstri üretimini (manüfaktür) organize edebilecek bir ticaret sermayesinin gelişimi de mümkün olamıyordu tabii ki. Öte yandan, en önemli ticaret alanlarının (dış ticaret, gümrükler, büyük erzak ticareti, loncalara hammadde temini vb.) devlet tekeli altında bulunması nedeniyle, bu ticarî alanlardan gelen parasal servet birikimleri de bürokratik aristokrasinin ve kendilerine ticaret tekeli imtiyazı tanınmış olan kişilerin elinde yoğunlaşıyordu. Nihayetinde bu parasal servetlerin bir kısmı, devletten dış ticaret tekeli almış olan Avrupalı tüccarların elinde birikerek yurtdışına çıkıyor, diğer bir kısmı ise içerdeki parazit-sömürücü unsurların elinde toplanarak ekonomik fonksiyonu olmayan yerlerde depolanıyor veya gömüleniyordu. Dolayısıyla, Osmanlı toplumunda ticaretten ve tefecilikten gelen parasal servet birikimlerinin, Batı’da olduğu gibi sermayeye dönüşmesi ve kapitalist bir üretime yönelmesi hiçbir zaman söz konusu olamıyordu.
Endüstri alanındaki zanaat loncalarının durumuna gelince; daha önce de söylediğimiz gibi loncalar aslında Osmanlı’daki meta üretimi ekonomisinin temeliydiler. Üstelik ilk lonca kuruluşları, Osmanlı’nın bir siyasal güç (devlet) olarak örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardı. Osmanlı’daki lonca örgütlenmesinin âhîlik diye bilinen bu ilk dönemi, yarı askerî yarı dini nitelik taşıyan korporatif bir esnaf örgütlenmesiydi. Fakat bu ilk dönem esnaf örgütlenmeleri, 16. yüzyıldan sonra da varlıklarını sürdürmekle birlikte, meslekî ve ekonomik niteliklerini yitirerek derviş tekkeleri haline gelmişlerdi. 17. yüzyıldan itibaren ise bu âhî örgütlerinin yerini, çok sayıda zanaatçıyı içinde barındıran ve gayrimüslim zanaatçılara da açık olan meslek örgütleri, yani loncalar aldı.
Aslında loncaların 17. ve 18. yüzyıldaki bu örgütlenişi, çok sayıda küçük el zanaatçısının Batı kapitalizmi karşısında kendi zanaatlarını koruma amacını taşıyordu. Çünkü yerli zanaatlar, Osmanlı pazarına giren Batı kapitalizminin ucuz ve kaliteli mallarıyla rekabet edemez durumdaydı ve bir çözülme tehlikesiyle yüzyüze bulunuyordu. Bu nedenle de loncalar daha baştan serbest rekabet ilkesine karşı duran ve kendi alanlarında imtiyaz ve tekel uygulamalarına dört elle sarılan tutucu örgütler olarak biçimlendiler. Bunalım döneminde (18. yüzyılda) loncalar daha da katılaştılar ve daha da tekelci bir nitelik kazandılar. Örneğin her loncaya bağlı atölye ve dükkân sayısı belliydi. Bunun dışında kimse kendi isteğiyle bir dükkân veya atölye açamazdı. Her dükkânın bir ustası vardı ve onun yanında çalışan kalfa ve çıraklar asla bağımsız bir dükkân sahibi olamazlardı. Bunların dükkân sahibi olabilmeleri için, uzun süre ustalarının yanında çalışıp, hüner kazanmaları ve ustalık sınavını başarıyla geçmeleri gerekiyordu. Tabii bu da yetmiyordu; ustalık sınavını geçen kişinin dükkân açabilmesi için, bir de bağlı olduğu loncada açık bir gediğin bulunması gerekiyordu. Bu şart yerine gelmemişse şayet, ustalık sınavını geçen kişi de kalfa olarak beklemek zorundaydı. Loncaların bağlı bulunduğu bu tekelci kurallar, ekonomik yaşamda bütün rekabet koşullarını ortadan kaldırıyordu.
Öte yandan, Osmanlı devleti de loncaların bu imtiyaz ve tekel yöntemlerini –kendisi de bu yöntemlerden çıkar sağladığı için– sonuna kadar desteklemeyi sürdürmüştür. Loncalar eski üretimci güçlerini çoktan yitirmiş olmalarına karşın, Osmanlı devleti ne bunları tasfiye etme yoluna gitmiş ne de bunların tekelci uygulamalarına engel olmaya kalkışmıştır. İşte bu devlet desteği sayesindedir ki, kapitalist üretim tarzına geçişin önündeki en önemli engellerden biri olan loncalar, varlıklarını 19. yüzyılın sonlarına kadar sürdürebilmişlerdir. Marx’ın belirttiği gibi, “nerede çözülmeye karşı direnen bir lonca düzeni hüküm sürüyorsa, orada kapitalizmin gelişmesinden söz edilemez” zaten.
Esasında bir ortaçağ kurumu olan loncaların Avrupa’da daha 15. yüzyılın sonlarında ortadan kalkmış olmalarına rağmen, Osmanlı’da 20. yüzyıla kadar varlıklarını sürdürmüş olmalarının temel nedeni, ekonomi üzerinde tekelci hâkimiyet kurmuş olan Osmanlı devletinin loncalara vermiş olduğu destektir. Osmanlı devletinin ekonomi üzerindeki bu tekelci hâkimiyeti, bir yandan ticaretin serbestçe gelişmesini engelleyerek kent ile kır arasında bir mübadele ekonomisinin oluşmasına mani olmuş, diğer yandan ortaçağ lonca düzeninin endüstri alanındaki tekelci hâkimiyetini uzatarak, üretici güçlerin serbestçe gelişimini engellemiştir.
Sonuç olarak, 17 ve 18. yüzyıllarda ve hatta 19. yüzyılda bile, Osmanlı kentlerinde kapitalizmin tarihsel ön koşullarından pek çoğu yerine gelmiş değildi. Kentlerde hüküm süren ortaçağ lonca düzeni yukarıda sözünü ettiğimiz nedenlerden ötürü çözülememiş ve bu nedenle de, ne üretim araçları başkalarının satın alabileceği serbest fonlar haline gelebilmiş, ne de doğrudan üreticiler üretim araçlarından ayrılarak “özgür emekçiler” haline gelebilmişlerdi. Osmanlı’nın lonca düzeninde, Marx’ın belirttiği gibi “işçi ile üretim araçları, sümüklüböcekle kabuğu gibi, birbirine bağlı idi” hâlâ. Öte yandan, asalak sömürücü unsurların (devletli bürokrasi ile ortaklarının) elinde biriken parasal servetler de sermayeye dönüşemiyordu hiçbir zaman. Çünkü bu servetler, üretici olmayan, yani ekonomik bir işlevi bulunmayan yerlere gömülenmiş durumdaydı. Asıl girişimci olabilecek unsurların (tüccarın ve zanaatçının) elinde ise ne yeterli parasal servet birikimi vardı, ne de bunlar lonca sınırlamalarının dışına çıkarak bir manüfaktür üretimini örgütleyecek güçteydiler. Neticede şunu söyleyebiliriz ki, Osmanlı kentlerinin toplumsal yapısı, 19. yüzyılda bile hâlâ, sistemi devrimci ya da evrimci yoldan değişikliğe uğratacak içsel dinamiklerden yoksun bulunuyordu. Bunun da başlıca nedeni, bir sivil toplumun oluşmasını engelleyerek, toplumsal gelişmeyi fiilen geciktiren despotik devletin ve o devleti elinde tutan sömürücü asalak sınıflar koalisyonunun (bürokrasi, ağa, ayan, derebeyi) varlığıdır.
İlkel sermaye birikimi açısından kırın durumu
Bilindiği gibi, Batı Avrupa’da feodal toprak düzeni 15. yüzyılda çözülmüş ve serflik hemen tamamen ortadan kalkmıştı. Kırsal nüfusun büyük bir çoğunluğu kendi topraklarını işleyen özgür köylülerden oluşuyordu. Serfliğin ortadan kalkmasından sonra toprakta yaygın bir “özgür küçük köylü mülkiyeti” ortaya çıkmış ve bu temelde bağımsız köylü üretimciliği (basit meta üretimi) gelişmişti. Fakat bu bağımsız küçük köylü üretimciliği dönemi fazla uzun sürmedi. Bu dönemi, 16. yüzyılda bağımsız tarımsal üreticilerin topraklarından zorla sürülerek mülksüzleştirilmeleri izledi. Batı Avrupa’da yaşanan bu süreç, Marx’ın “ilkel sermaye birikimi” bahsinde anlattığı gibi, ticaret ve tefecilikten biriken parasal servetlerin sermayeye, emeğin de ücretli emeğe dönüşmesi, yani kapitalist üretim biçiminin gelişmesi süreciydi.
Batı Avrupa’da bu süreç 16. yüzyılda yaşanmıştı; oysa bundan tam iki yüz yıl sonra, yani 18. yüzyıla gelindiğinde bile, Osmanlı’da hâlâ kapitalizmin bir belirtisi yoktu. Kırsal kesimde meta üretiminin gelişmemiş olması ve kırla kent arasında bir mübadele ekonomisinin bulunmaması, Osmanlı’da asyatik köy topluluklarının kendi içsel dinamikleriyle evrimleşmelerini ve bu temelde bir çözülmeye uğramalarını fiilen engellemişti. Nitekim bu nedenledir ki, Osmanlı toplumunda “kendine yeterli” köy topluluklarının çözülmesi olayı, ancak dış dinamiklerin dolaylı etkilemesiyle ve çok gecikmiş olarak yaşanacaktı. Gerçekten de, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin çözülmeye başlaması, ancak 17. yüzyılda, yani Batı’daki devrimsel ekonomik gelişmelerin (dış dinamiğin) Osmanlı düzeni üzerinde yaptığı sarsıcı etkilerin sonucunda olmuştur. Batı’dan gelen bu sarsıcı etkilerin basıncı altında, Osmanlı maliyesi ve ekonomisinin nasıl şiddetli bir bunalıma sürüklendiğini ve bu bunalım koşullarında Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin (tımar sistemi) nasıl bozulduğunu ve bunun sonucunda topraklarını terk etmek zorunda kalan reaya-çiftçilerin işsiz güçsüz kitleler halinde şehir ve kasabalara nasıl akın ettiğini ya da yerleşim yerlerinden çok uzak bölgelere nasıl kaçıştığını daha önce gördük.
Ne var ki, Osmanlının toprak düzeninde yaşanan bu çözülmenin yarattığı sonuçlar ile, Avrupa’da feodalizmin çözülüşünün yarattığı sonuçlar aynı olmamıştır. Feodalizmin çözülüşü Avrupa’da yeni bir üretim biçiminin (kapitalizmin) gelişimine ve yeni bir toplumun (burjuva toplumun) oluşumuna yol açarken, Osmanlı’da geleneksel toprak düzeninin bozulması ekonomik ve toplumsal bir kaosa yol açmıştır.
Osmanlı’da geleneksel toprak düzeninin çözülmesinden sonra, kırsal bölgelerde Avrupa’daki gibi bir meta üretiminin gelişememesi ve kentle kır arasında bir mübadele ekonomisinin kurulamamasının en temel nedeni ise, Osmanlı’da toprağın mülkiyetinin hâlâ devlete ait olması ve Avrupa’da olduğu gibi köylülere ait bağımsız bir özel toprak mülkiyetinin doğmamış bulunmasıydı. Bunun bir sonucu olarak, kırsal kesimde (tarımda) bağımsız bir meta üretimi ve kırla kent arasında gerçek bir ticarî ilişkiler sistemi gelişememiştir. Dolayısıyla, 17 ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda, Avrupa’dakiyle aynı nitelikte bir ticaret sermayesi birikimi de gerçekleşememiştir.
Şimdi burada yanıtlanması gereken birbiriyle bağlantılı iki önemli soru ortaya çıkıyor: Birincisi, bu dönemde reaya-çiftçilerin terk ettiği çiftliklere ne olmuştur ve ikincisi, çiftliklerini terk eden reayaya ne olmuştur? Daha önce de açıkladığımız gibi, Celâli isyanları ve sonrasındaki karışıklıklar nedeniyle reayanın terk ettiği toprakların çoğu üretim dışı kalmış ve bu yüzden de tarım üretiminde muazzam düşüşler yaşanmıştır. Bu dönemdeki üretim düşüşleri nedeniyle, özellikle Anadolu’nun pek çok bölgesinde açlık ve kıtlık baş göstermiştir. Fakat öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu’nun kırsal bölgelerinde 17 ve 18. yüzyıllarda yaşanan bu süreç, Marx’ın Batı Avrupa’ya ilişkin olarak anlattığı “ilkel sermaye birikimi” süreciyle aynı şey değildir. Batı Avrupa’da küçük toprak sahibi köylü üreticilerin kendi topraklarından zorla sürülerek işgücü piyasasına atılmaları, yani “özgür” proleter yığınlar haline getirilmeleri, aslında Batı Avrupa’da kapitalizmin ilk başlangıç gelişmelerinin zorunlu kıldığı bir süreçti. Marx, Batı Avrupa’daki bu ilkel sermaye birikimi sürecini “köylülerin acımasızca mülksüzleştirilmesi, açlığa mahkûm edilerek proleterleştirilmesi” süreci olarak tanımlar. Avrupa’daki bu ilkel sermaye birikimi süreci, ticaretten ve tefecilikten gelen parasal servetlerin manüfaktür üretiminde sermayeye dönüşmesi, yani kapitalist üretim tarzına geçilmesinden başka bir şey değildi.
Oysa 17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı’nın kırsal bölgelerinde yaşanan sürecin böyle bir kapitalist gelişmeyle ilgisi yoktur. Osmanlı’da toprağın mülkiyeti zaten köylüye ait değildi. Dolayısıyla, söz konusu yüzyıllarda toprakta ne Avrupa’da olduğu gibi bir özel küçük köylü mülkiyeti vardı ne de Osmanlı köylüsü (reaya), Avrupa köylüsü gibi bir “meta üreticisi” idi. Osmanlı köylerinde hâlâ kullanım değerleri üretimi geçerliydi. Bunun nedeni ise, köylünün ürettiği artık-ürünün büyük bir kısmına devletin, yani egemen sınıf pozisyonunda olan yönetici bürokrasinin el koymasıydı. Yüzyıllardan beri devam edegelen bu sistemde, doğrudan üretici konumunda olan reaya-çiftçinin elinde metaya dönüştürebileceği bir artık-ürün birikimi kalmıyordu. Öte yandan, devletin ekonomik baskıları (vergilerin artması vb.) veya Celâli karışıklıklarının yarattığı kaotik ortam nedeniyle topraklarını terk edip giden reaya-çiftçilerin boşalttıkları bu topraklarda, Avrupa’da olduğu gibi bir kapitalist tarım üretiminin yapılması da söz konusu değildi. Çünkü bu topraklara, kapitalist tarım üretimi yapmak üzere sermaye yatıracak kapitalist girişimciler de bulunmuyordu Osmanlı toplumunda. Dolayısıyla, köylülerin terk edip gittiği topraklar, uzun süre boş kaldıkları ve işlenmedikleri için bozuluyor ve üretim açısından işlevsiz hale geliyorlardı.
Diğer yandan, henüz reayanın tasarrufunda olan ve doğrudan onun tarafından işlenen pek çok çiftlik ise, 17 ve 18. yüzyıllarda giderek mütegallibenin (ayan, ağa, derebeyi, mültezim vb.) fiili hâkimiyeti altına girecekti. Fakat Osmanlı’nın bozuk düzeninde ortaya çıkan ve toprak üzerinde gayri meşru yollardan fiili bir hâkimiyet kurmuş olan bu mütegallibe kesiminin de Batı’daki kapitalist girişimciyle hiçbir benzerliği ya da alakası yoktu. Bunlar ele geçirdikleri topraklara hiçbir sermaye yatırımı yapmadıkları ve doğrudan üretimle ve işletmecilikle ilgilenmedikleri için, 17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı tarımında herhangi bir üretim biçimi değişikliği de olmamıştı. Toprağın tasarrufunun bu fiili el değiştirmesiyle birlikte ortaya çıkan değişiklik sadece şu olmuştur: Doğrudan üreticinin (reaya-çiftçinin) artık-ürününe eskiden yalnızca devlet (bürokrasi) el koyarken, şimdi buna bir de mütegallibe denen asalak kesim eklenmişti. Köylünün artık-ürününe el koyanların sayısındaki bu artış, yeni bir üretim tarzı değişikliği anlamına gelmiyordu tabii ki! Toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) gene devlette aitti; fakat bu kez devlet, köylünün ürettiği artık-ürünü, başka sömürücü güçlerle (mütegallibe ile) paylaşmak zorunda kalmıştı.
Bu durumda, daha önce tamamı devlete ve dolayısıyla devletli sınıfa giden gelirlerin bir kısmı şimdi mütegallibe denen kesimlerin eline geçmiş oluyordu. Bu kesimin içinde, zamanla servet biriktirip siyasal güç elde edenler ağalığa, ayanlığa, derebeyliğe “terfi” edeceklerdi. Fakat bu unsurların elinde biriken parasal servetler de, ne tarımda kapitalist çiftlikçiliği geliştirecek tarzda sermayeye dönüşmüş, ne de Avrupa’da olduğu gibi bir manüfaktür üretiminin gelişmesine yol açmıştır. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, mütegallibenin eline geçen çiftliklerden bazıları (daha çok Rumeli eyaletindekiler) dış piyasanın (Avrupa manüfaktürünün) talep ettiği tarımsal ürün ve hammaddelerin ihracatına yönelmiştir. Fakat ihracata yönelen bu çiftlikler, gerçek anlamda kapitalist üretim yapan işletmeler olmaktan uzaktılar. Bunların ihraç ettiği ürünler bir yerli manüfaktür ürünü olmayıp, dış kapitalist kuruluşların üretimiyle tamamlanan bir hammadde niteliği taşımaktaydılar. Öte yandan, İmparatorluğun diğer bölgelerindeki reaya çiftliklerinin üretim sürecindeki geleneksel konumları, genel olarak değişmeden kalmıştır. Bu çiftlikleri fiili hâkimiyetleri altında bulunduran malikâneciler, mültezimler, ağalar vb, tıpkı eskiden olduğu gibi toprağın rantını reaya-çiftçiden vergi olarak almaya devam ediyorlardı. Üstelik reayadan alınan bu vergiler, ağırlıklı olarak hâlâ “ürün-rant” şeklini koruyordu. Bu dönemde bir yandan tarım ürünlerine ve hammaddelere Avrupa’nın talebinin artması, diğer yandan Osmanlı parasının değerinin alabildiğine düşmesi, tarım ürünlerinde muazzam fiyat artışlarına yol açmış ve enflasyonu körüklemişti. Öte yandan, reayadan topladıkları ürün-rant şeklindeki vergileri bu enflasyon döneminde nakde (paraya) çeviren mültezim, malikâneci, ağa gibi parazit-sömürücü unsurların elinde çok büyük parasal servetler birikmeye başlamıştı. Fakat biriken bu parasal servetler, daha çok “tefeci sermaye” niteliğinde olan ve o alanda işlev gören servetlere dönüşecekti.
Daha önceki bölümlerde değinildiği üzere, bu dönemde tefeci sermaye, reaya-çiftçiye yüksek faizlerle borç para vererek, murabahacılık gibi işlemler yaparak her geçen gün daha da palazlandı ve dolayısıyla reayanın sömürülmesini daha da katmerleştiren bir işlev gördü. Fakat tefeci sermayenin bu dönemde meta ekonomisini geliştirici veya “ilkel sermaye birikimi”ni hızlandırıcı hiçbir işlevi olmadı. Tersine, parazit unsurların elinde yoğunlaşan bu servet türü, gerçek bir meta üretiminin ve dolayısıyla kırla kent arasında bir mübadele ekonomisinin gelişimini engelleyerek, ilk kapital birikimi sürecini ve dolayısıyla tarımda kapitalist üretim biçimine geçiş imkânlarını fiilen baltalamış oldu. Tefecilik işlemlerinden gelen parasal servet birikimleri, son tahlilde, ya güç ve nüfuz sahibi olmak için devlet katından mevki ve makam satın almada kullanılıyor, ya da değerli taş ve ziynet eşyasına yatırılıyordu. Dolayısıyla, bu parasal servet birikimleri, Avrupa’daki gibi bir “sermaye” niteliği kazanamadığı için, mevcut üretim ilişkilerini dönüştürücü hiçbir etkiye de sahip bulunmuyordu.
Devlet gelirleri ve toprak üzerinde dönen bu tefecilik işlemleri, daha çok Ermeni ve Yahudi sarrafların elinde bulunuyor ve biriken parasal servetlerin önemli bir bölümü bunlar aracılığıyla Avrupa’ya aktarılıyordu. Sonuçta, devlet gelirlerinin toplanması (iltizam) işlemleri üzerinden tefeci sermayenin hazineyle kurduğu ilişki, süreç içinde Yahudi ve Ermeni sarrafları devletin başlıca “alacaklısı” haline getirmiş ve bunların altındaki mültezimler ise, aynı yöntemleri kullanarak esnaf ve çiftçiyi soymuşlardır. Despotik devletin uyguladığı iç kapitülasyonlar (devlet gelirlerinin toplanmasında ve diğer iktisadî alanlarda belirli kişilere tekelci imtiyazlar verilmesi) nedeniyle, tam iki yüz elli yıl boyunca devam eden bu iç soygun ve talan düzeni, Tanzimat’tan sonra yerini dış soyguna, yani Avrupa mali sermayesinin (banka ve bankerlerin) tefeci soygununa bırakacaktı!
Ekonomik ve malî bunalımın had safhada seyrettiği yıllarda çiftliklerini terk eden reayanın durumuna gelince: Bu konuda da Avrupa’dakinden farklı bir süreç söz konusudur Osmanlı toplumunda. İlkel sermaye birikimi üzerine Marx’ın yaptığı çözümlemeleri incelerken gördüğümüz gibi, Avrupa’da feodalizmin çözülmesinden sonra, kırsal kesimde önce küçük toprak mülkiyeti temelinde yaygın bir (basit) meta üretimi süreci yaşanmıştır. Daha sonra ise, kentlerde loncaların çözülmesi ve kırsal kesimde küçük köylü üreticilerin topraklarından sürülmesi temelinde, emekçilerin nesnel varlık koşullarından (topraktan, üretim ve yaşam araçlarından) koparak mülksüzleşmesi ve “özgür emekçiler” haline gelmesi süreci yer almıştır. Avrupa’da emeğin bu mülksüzleştirilmesi süreci, Marx’ın tanımladığı gibi, ilkel sermaye birikimi sürecinden başka bir şey değildi. Topraktan, üretim ve yaşama araçlarından kopan emekçiler “özgür işgücü” piyasasına fırlatılmışlar ve bu “özgür işgücü”nün manüfaktür tarafından emilmesiyle de yeni bir üretim tarzı, yani kapitalizm gelişmeye başlamıştı.
Osmanlı toplumunda ise, geleneksel toprak düzeninin bozulması ve reayanın topraktan kopması aynı sonucu doğurmadı. Topraktan kopan reaya yığınları, manüfaktür üretiminin olmadığı ve kentlerde lonca tekelciliğinin en katı kurallarla korunduğu bir sosyo-ekonomik ortamda, iş bulamadıkları için ya işsiz güçsüz yığınlar halinde kentlere doluştular, ya da düzen bozukluğunun bir ürünü olarak kırsal kesimde ortaya çıkan parazit-sömürücü unsurların (ağa, ayan, derebeyi vb.) paralı askerî gücünü oluşturdular. Yani toplumsal bir sınıf oluşturmaktan ziyade, parazit-sömürücü unsurların emrinde, onların sunduğu artıklarla beslenen bir silahlı güruh oluşturdular.
Sonuç olarak, Osmanlı’nın geleneksel despotik düzenindeki bozulmaya rağmen, 19. yüzyılın ortalarına kadar gerek toprak düzeninde ve gerekse köy topluluklarının yapısında Avrupa feodalitesindeki gibi köklü bir çözülmenin yaşanmadığı ortadadır. İşte bu nedenle, Osmanlı toplumunda doğrudan üreticinin çalışmanın nesnel koşullarından (topraktan, üretim ve yaşam araçlarından) ayrılarak “özgür emekçi” durumuna gelmesi olayı da tam olarak gerçekleşememiştir. Nitekim, 17 ve 18. yüzyıllarda toprağın mülkiyetinin hâlâ devlete ait olması ve toprağını terk eden reayanın da hukuken hâlâ toprağa bağlı olması, bu çözülmenin henüz tam olarak gerçekleşmediğini göstermektedir. Öte yandan, söylediğimiz gibi, (mülkiyeti devlete ait olması nedeniyle) toprağın kendisinin alınıp satılabilen bir meta haline gelememiş olmasının da bu “çözülemeyişte” büyük rolü vardır. Doğu despotizmi ile Batı feodalizmi arasındaki farkı ortaya koyarken Marx’ın işaret ettiği nokta tam da burasıdır: Asyatik üretim tarzı ya da Doğu despotizmi, çözülmeye ve değişime karşı en dirençli olan bir yapıyı temsil ederken, Batı feodalizmi, değişime karşı direnci en zayıf olan ve zaten çözülmenin ve değişimin dinamiklerini kendi içinde taşıyan bir yapıyı temsil etmekteydi.
Osmanlı devletinin 17 ve 18. yüzyıllar boyunca uyguladığı iç kapitülasyonlar nedeniyle, Avrupa sermayesi doğrudan imparatorluğun içine nüfuz edememiştir. Çünkü ekonomik alanda devletin içerde uyguladığı tekel imtiyazları, Avrupalı kapitalistlerin bu alanlarda iş yapmasının önünde hâlâ bir engel olarak dikilmekteydi. Dolayısıyla, Avrupa sermayesinin kapitalist üretim ilişkilerini doğrudan bu ekonomik alanlara taşıması da güçleşiyordu tabii ki. Fakat 19. yüzyıla girildiğinde, artık koşullar tamamen değişecekti. Çünkü, malî açıdan müthiş bir sıkıntı içinde olan ve şiddetle borç paraya ihtiyaç duyan Osmanlı devleti, bu ihtiyacını Batılı devletlerden karşılayabilmek için tüm kapılarını onlara açmak zorunda kalacaktı. İçerde yalnızca Osmanlı tebaasına tanınan tekel ayrıcalıklarından artık yabancı sermaye de yararlanmaya başlayacaktı. Bu da bir süre sonra, Osmanlı pazarının yabancı mallarla dolmasına ve Avrupalı kapitalistlerin ve bankerlerin Osmanlı ekonomisini kendi denetimleri altına almalarına yol açtı. Bu gelişmeler, Osmanlı toplumu açısından tam bir paradoks oluşturuyordu. Osmanlı’da toprak düzeninin çözülmesine ve köylülerin topraktan kopmasına yol açan dış etkenler (Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi), aynı zamanda yerli bir sermaye birikiminin oluşmasını ve kapitalist bir sanayinin gelişmesini de engelleyen etkenlerdi. Çünkü, içerde üretilen mallardan daha ucuz ve daha kaliteli olan Avrupa mallarının Osmanlı pazarına girmesiyle birlikte, yerli el zanaatları endüstrisi çökmüş ve öte yandan, ülke içindeki hammadde kaynakları da dış talebin artması nedeniyle ülke dışına akmaya başlamıştı. Osmanlı devletinin ülke içinde tarım ve yerli endüstriden elde ettiği vergi gelirleri 19. yüzyılda alabildiğine azalmış ve bu durumda bütçe açığını kapatabilmek için devletin dış borçlanma ihtiyacı alabildiğine artmıştı. Bu süreç aslında Osmanlı devleti için, sonun başlangıcı anlamına geliyordu.
Kuruluşundan itibaren asyatik-despotik bir niteliğe sahip bulunan Osmanlı düzeni, zaman içinde belirli ölçüde deformasyona ve çözülmeye uğramış olsa da, temelde bu despotik niteliğini 17 ve 18. yüzyıllarda hâlâ sürdürüyordu. Bu bakımdan, çözülmenin yaşandığı bu dönemde de, Osmanlı düzeninde kelimenin gerçek anlamında toplumsal sınıfların varlığından ve bu temelde gerçek bir sınıf mücadelesinin gelişiminden söz edebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla, Osmanlı düzeninde 17 ve 18. yüzyıllar boyunca süregelen ve hikâye kısmı tarih yazıcıları tarafından kitaplara bolca yansıtılmış olan iç isyanlar ve kavgalar, Batı feodalitesindeki gibi toplumsal sınıflar arasında yürüyen gerçek bir sınıf mücadelesi değildi. Bunlar, esas olarak tepedeki yönetici sınıfın içinde ve onun hizipleri arasında geçen “güç, servet ve nüfuz” edinme kavgalarıydı.
Toplumun tepesine çöreklenmiş egemen siyasal sınıf korporasyonu (yönetici bürokrasi) içindeki bu kavgalar, sonunda Osmanlı’nın despotik devlet düzenini tam bir düzensizliğe ve o düzenin bekçisi konumunda olan yönetici sınıfı da tam bir yozlaşmaya sürükledi. Ve belli bir tarihsel dönemeç noktasından itibaren, yönetici sınıfın kendi düzenini (Devlet-i Âlî Osman’ı) kurtarmak için giriştiği “modernleşme”, “yenileşme”, “Batılılaşma” vb. gibi çabalar da artık bir sonuç vermeyecekti. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca ve özellikle Tanzimat döneminden itibaren, despotik sistemin tüm kurumları, güçlü bir dış dinamiğin (Batı kapitalizminin) etkisi ve basıncı altında çok sancılı bir dağılma sürecine girecek ve koskoca bir imparatorluk bu süreçte Batı’nın yarı-sömürgesi durumuna düşecekti. Burada bir tarihsel gerçekliği belirtmek durumundayız: Bütün bir 19. yüzyılı kapsayan ve 20. yüzyıla da sarkan uzun bir tarihsel süreç içerisinde tanık olunan Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet gibi hareketlerin hemen hepsi de, alttaki halk sınıflarıyla hiçbir bağı bulunmayan tepedeki devletli sınıfın, çürümüş bir despotik devleti sözümona modernleştirerek ayakta tutma gayretlerinden başka bir şey değildir. Halka rağmen girişilen bu “gayretler”, her seferinde tepedeki bürokrasiyi halka daha da yabancılaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir ve veremezdi de.
link: Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /11, 29 Ocak 2007, https://marksist.net/node/1353