17. yüzyıl: Avrupa kapitalizme, Osmanlı “bozuk düzenli” despotizme yelken açıyor
17. yüzyılda Batı Avrupa sömürgeciliğin eşlik ettiği bir kapitalizme yelken açarken, aynı dönemde Osmanlı devleti derin bir malî bunalımın içinde debelenmekteydi. Osmanlının yaşadığı bu malî bunalım, hem yönetici devlet sınıfı içinde çıkar çatışmalarına, hem de toplumda sonu gelmez çalkantılara, karışıklıklara ve isyanlara yol açacaktı. Fakat, daha sonra da değineceğimiz üzere, bu isyanlardan hiçbirisi, toplumu dönüşüme uğratacak “devrimsel” nitelikte isyanlar düzeyine yükselemedi. Dolayısıyla Osmanlı toplumu, Avrupa’nın yaşadığı devrimsel nitelikteki sosyo-ekonomik ve siyasal dönüşümlerin hiçbirisini yaşamadı. Bunun temel nedeni ise, yapısı gereği Osmanlı toplumunun, Avrupa’dakine benzer nitelikte ekonomik ve sosyal dönüşümleri gerçekleştirebilecek “içsel dinamikler”den yoksun bulunmasıydı.
Öte yandan, Batı ile ilişkiye geçtiği 17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı toplumunun yaşadığı ekonomik, sosyal ve siyasal süreçler, asyatik sınıflı toplumlara özgü çok önemli bir gerçekliği de ortaya koymaktaydı: Batı ile ekonomik ilişkiler geliştiren ve dolayısıyla Batı kapitalizminin etkilerine açık hale gelen asyatik karakterli Osmanlı toplumunda, despotizmin eski “klasik” yapısını aynen sürdürebilmesi artık çok güç, hatta imkânsız bir şeydi. Batı ile ilişkilerini geliştirdiği 17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı devleti artık “klasik bir despotizm” olarak değil, “düzeni bozulmuş bir despotizm”, ya da “melez bir despotizm” olarak varlığını sürdürebilecekti.
Osmanlı devletinde merkezî hazineden geçinmeli (ulufeli) asker-memurların (yeniçeriler ve “sipah” denen kapıkulu sipahiler) sayısının sürekli artması, devletin giderlerini de anormal bir şekilde artırmıştı. Bir de bunun yanı sıra, despotik bir devlet için neredeyse temel bir “ekonomik faaliyet” haline gelmiş bulunan “fetih savaşları ve toprak zaptı”nın durmuş olması, Osmanlı devletinin derin bir malî bunalımın içine sürüklenmesine yetmişti. Öte yandan, Batı’dan gelen para ve fiyat hareketlerinin ekonomi üzerindeki sarsıcı etkileri de, yaşanan malî bunalımın tuzu biberi olmuştu. İşte tüm bu olumsuz faktörlerin bir araya gelmesi sonucunda, Osmanlı devleti için çok sıkıntılı ve çalkantılı bir dönem başlamış oluyordu.
Bu çalkantılı dönemde, Osmanlı devletinin giderleri neredeyse gelirlerinin üç katına çıkmış bulunuyordu. Bu durumda, merkezî hazineye acil gelir kaynakları sağlama telâşına düşen Osmanlı yönetici sınıfı (kapıkulu bürokrasi), gelir getirebilecek her kaynağa el atmaya başladı. Ne var ki, ekonomisi bütünüyle tarıma dayalı “asyatik bir üretim tarzı”nın dar çerçevesi içine sıkışıp kalmış bulunan Osmanlı devletinin, tarım gelirleri dışında el atabileceği başkaca bir önemli gelir kaynağı da bulunmuyordu.
Bu şartlar altında Osmanlı yönetici sınıfı, hazineye doğrudan nakit girişi sağlamak amacıyla, üç yüz yıldan beri yürürlükte olan ve bir bakıma Osmanlı despotizminin alâmet-i farikası haline gelmiş bulunan geleneksel toprak rejiminde (askerî tımar sistemi) esaslı bir değişikliğe gitmek zorunda kaldı. Toprak rejiminde yapılan bu değişiklik, Osmanlı despotizminin sosyo-ekonomik yapısında ve iç siyasal dengelerinde büyük sarsıntılara yol açacak kertede önemli bir değişiklikti.
Bu önemli değişiklikten ilk ağızda etkilenenler, yaşamını kırsal alanda sürdüren reaya (çiftçiler) ve tımar beyleri (sipahiler) oldular. Fakat bu etkilenme onlarla da sınırlı kalmadı. Toprak rejiminde yapılan değişiklik, bir yandan Osmanlı’nın sosyal bünyesinde derin sarsıntılara, karışıklıklara ve isyanlara (Suhte ayaklanmaları ve Celali isyanları) yol açarken, diğer yandan devletin işleyiş mekanizmalarında ve bizzat yönetici bürokrasi içinde yozlaşmalara neden oldu. Bu durum, despotik sistemde esaslı bir “düzen bozukluğu”na yol açtı. “Bozuk düzenli despotizm” diye tanımladığımız bu dönem tam iki yüz yıl (17 ve 18. yüzyıllar) sürmüş ve Osmanlı’nın bir yarı-sömürge haline gelmesiyle sonuçlanmıştır.
Toprak rejiminde yapılan esaslı değişikliğin ardından gelen bu “bozuk düzenli despotizm” döneminin, “klasik despotizm” döneminden hangi noktalarda farklılaştığını ve nasıl bir sosyo-ekonomik yapılanmaya yol açtığını tam olarak anlayabilmek için, Osmanlı toprak rejiminin, değişiklikten önceki ve sonraki durumuna biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Böylece, bu iki dönem arasındaki farklılığı daha iyi kavrama olanağına da sahip olabileceğiz.
Osmanlı’nın klasik toprak rejimi, toprağa nasıl bir düzen getirmişti?
Bilindiği üzere, Osmanlı’nın klasik despotizm dönemi esas olarak Fatih Sultan Mehmed’le başlamıştır. Mirî toprak rejimi uygulamasının yaygınlaştırılması ve genel bir kural haline getirilmesi de esasen bu dönemde olmuştur. Uygulanan bu toprak rejimine göre, fethedilen tüm tarımsal toprakların çıplak mülkiyeti (rakabe) tamamen devlete ait (mirî) oluyordu. Devletin bu “üstün mülkiyet hakkı”, mutlak bir hak olup, devletin topraklar üzerindeki siyasi, hukuki ve idari hükümranlığını ifade ediyordu. Genel bir kural olarak, devlet, mülkiyeti kendine ait olan bu tarımsal topraklar üzerinde, doğrudan üreticilerin (reaya denen çiftçilerin) sömürülmesi esasına dayanan vergisel (malî) bir düzen kuruyordu.
Bu vergisel düzenin işleyişi: Osmanlı devleti, hükümranlığı altındaki tarımsal toprakların (mirî arazi) işletilmesini, yani ekonomik kullanım (tasarruf) hakkını, bu topraklar üzerinde yaşayan veya sonradan bu topraklara yerleştirilen müslim ve gayri müslim reaya-çiftçilere bırakıyordu. “Reayanın tasarrufuna bırakılan arazinin miktarı sınırsız olmayıp, toprağın verimine göre, 80 ilâ 150 dönüm arasında değişen ‘çiftlikler’ olarak tahdit edilmişti. Her ailenin elinde bir yahut iki çiftlik bulunması mümkündü.” (M. Akdağ’dan aktaran İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Y., 1979, s.50) Çift, bir çift öküzle işlenebileceği düşünülen bir toprak parçası idi. Toprak tasarrufunda temel birim (dolayısıyla vergiye de esas olan birim) işte bu “çift” denen toprak parçası idi. “Çiftlik” kavramı da buradan geliyordu.
Çiftliği tasarrufunda bulunduran reaya, devletin daimî kiracısı sayılıyor ve her bakımdan devletin “koruması” altında bulunuyordu. Devlet reayayı koruyacak, gözetecek, reaya da yaptığı üretimle devleti besleyecekti; kural bu! Devlet, mirî toprakları işleyen müslim ve gayri müslim reayadan, toprak kirası (icar) olarak “çift resmi” ve “öşür” denen bir vergi almaktaydı. Çift resmi, topraktan alınan sabit bir vergiydi ve nakdî olarak doğrudan merkezî hazineye (devlete) ödeniyordu. Öşür ise reayanın ürettiği ürün üzerinden aynî olarak (bölgelere ve toprağın verimine göre onda bir, sekizde bir, beşte bir vb. oranında) alınan bir vergiydi. Öşür, doğrudan merkezî hazineye değil, devletin asker-memuru sayılan tımarlı sipahiye “ürün olarak” ödeniyordu. Tabii, sabit toprak vergisi ve değişken üretim vergisi gibi temel vergiler dışında, reayanın devlete ödemekle yükümlü olduğu daha pek çok çeşit vergi (örneğin harçlar, cezalar, fetih seferleriyle ilgili olağanüstü savaş vergileri vb.) vardı. Kısacası Osmanlı devleti, reayanın ürettiği tüm üründen düzenli bir vergi almaktaydı. Aslında bu vergiler, toprak sahibi olarak devletin, doğrudan üreticiden (köylüden) çekip aldığı “toprak rantı”ndan başka bir şey değildi. Marx’ın da belirttiği gibi, kapitalizm öncesi Doğu toplumlarında despotik devletin “vergi” adı altında gerçekleştirdiği bir sömürü biçimiydi bu.
Müslim ve gayri müslim reayanın sırtına bindirdiği “vergiler” sayesinde, Osmanlı devleti de reayanın ürettiği artık-ürün kütlesinin büyük bir kısmına el koymuş oluyordu. İşte Osmanlı’nın o muazzam bürokratik-despotik devlet makinesi, reayadan çekilip alınan bu artık-ürün kütlesi sayesinde ayakta duruyordu. Padişah ailesi, kapıkulları, beyler, paşalar, vezirler, kadılar, müderrisler vb., yani despotik devlet makinesini oluşturan asalak Osmanlı bürokrasisinin tümü, müslim ve gayri müslim doğrudan üreticinin (reayanın) sırtından geçiniyordu. İlerde göreceğimiz üzere, fetihler ve toprak genişlemesi sayesinde 17. yüzyıla kadar tıkır tıkır işlemiş olan bu bürokratik-despotik makine, ilkin toprak düzeninde, sonra da diğer mekanizmalarda meydana gelen arızalar ve bozulmalar nedeniyle esaslı bir şekilde sarsılmış ve belli bir tarihten sonra da “ayarı bozuk bir saat” gibi işlemeye başlamıştır.
Klasik despotizm düzeninde, toprağı işleyen reayanın devletin “daimî kiracısı” konumunda olması, onu toprağa bağımlı kılan ve dolayısıyla topraktan kopmasını engelleyen bir faktördü. Reaya adeta toprakla bütünleşmiş ve toprağın bir parçası haline gelmişti. Yıllarca aynı toprak parçası üzerinde kendisine yüklenen üretim fonksiyonunu, babadan oğula geçen bir süreklilik içinde sürdürmek zorundaydı. Görüleceği üzere bu bağımlılık, insanı insana değil, insanı toprağa bağlayan bir “bağımlılık” ilişkisidir. Reaya toprağa bağlıdır, ama Batı feodalitesinde olduğu gibi, bir kişiye (efendiye) bağımlı değildir. Öte yandan, reayanın toprak üzerindeki tasarruf (toprağı kullanma-zilyedlik) hakkı, daimî olan ve mirasla geçebilen (irsî) bir haktı. Ne var ki, reayanın sahip olduğu bu “tasarruf” hakkı, mutlak anlamda bir “özel mülkiyet” hakkı olmaktan da çok uzaktı. Çünkü reaya, kendi zilyedinde olan toprağı (çiftliği), hiçbir biçimde başkasına satamaz, devredemez veya bağışlayamazdı.
Osmanlı’nın toprakta uyguladığı “dirlik” (askerî tımar) düzeni: Osmanlı devleti her bölgedeki ekilebilir toprakları, kendisine sağlayacağını tahmin ettiği vergi gelirine göre, “tımar” denen birimlere ayırıyordu. Tımarlar, Osmanlı’nın askerî-malî gücünü ayakta tutan tarımsal temelli bir “gelir kaynağı” idiler. Devlet bu tımarları, kendi hizmetinde çalışan çeşitli düzeyde askerî görevlilerine birer geçim kaynağı (dirlik) olarak tahsis ediyordu. Dirlik, bir nevi maaş yerine geçen bir gelir kaynağı idi. Devletten dirlik alanlar, toprağın gelirinden yararlanma (intifa) hakkına, yani reayanın ödeyeceği vergilerin bir kısmını, kendi geçimlerini sağlamak üzere doğrudan toplama yetkisine sahip oluyorlardı.
Görüleceği üzere, dirlik sahibi burada toprağın kendisine değil, yalnızca ve belirli bir süre için “gelirine” sahip olmaktadır. Bu bakımdan, dirlik sahibinin burada elde ettiği hak, kendi özel toprak mülkiyetinden kaynaklanan “ekonomik bir hak” olmayıp, devlet hizmetinde bulunmasından kaynaklanan, göreve bağlı fiskal (malî) nitelikte bir haktır. Dirlik sahibinin toprakta çalışmak (“doğrudan üretici” olmak) veya toprağın “işletmecisi” olmak gibi bir durumu yoktur. Dolayısıyla, toprak üzerinde üretimle ilgili kararları (yani ekonomik kararları) o vermemektedir. Aşağıda değineceğimiz üzere, toprağın nasıl işleneceğine, ne ekilip ne biçileceğine karar veren, aslında toprağa tasarruf eden, yani reayadır.
Öte yandan, bu sistemde toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devlete ait olduğundan, dirlik sahibinin kendisine tahsis edilen dirliği (tımar toprağını) herhangi bir biçimde bölmesi, parçalaması, bir başkasına satması veya devretmesi, ya da devletin izni ve rızası olmaksızın çocuklarına miras bırakması söz konusu olamazdı. Genel bir kural olarak dirlikler padişahtan, yani merkezî idareden çıkan bir imtiyaz fermanıyla verilir ve bu belgeye “tezkire” veya “berat” denirdi.
Bir tımarı meydana getiren temel unsur, toprağı ve sakinleriyle birlikte köylerdir. Osmanlı’da köyler, doğrudan üretici konumunda olan onlarca “reaya hanesi”nden (dolayısıyla reaya çiftliğinden) oluşmaktaydı. Bu durumda, bir veya birden çok köyü kapsayan bir tımar, pek çok reaya hanesini ve dolayısıyla reaya çiftliğini bünyesinde barındırmış oluyordu. Bazen de tersine, bir köyü oluşturan haneler (reaya çiftlikleri) beşerli veya onarlı gruplar halinde bölünüyor ve bu gruplar birkaç tımar beyi (sipahi) arasında paylaştırılıyordu. Dolayısıyla, Osmanlı tımar sisteminde “büyük köyleri, kasabaları, hatta şehirleri ve limanları içeren büyük tımarlar olduğu gibi, bir tek köyü bölüşen küçük tımarlar da vardı.” (Halil İnalcık’tan aktaran Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c.1, s.240)
Dirlikler sağladıkları vergi gelirlerinin önemine ve büyüklüğüne göre üçe ayrılmaktaydı: Yıllık vergi gelirleri 100 bin akçenin üstünde olan dirliklere “has”, 20-100 bin akçe arasındakilere “zeamet”, 3-20 bin akçe arasındakilere de “tımar” deniyordu. Has’lar, başta padişah olmak üzere yüksek yönetici bürokrasiye (sadrazam, vezir, defterdar, beylerbeyi, sancak beyi vb.) ayrılmaktaydı. Zeamet ise, tımarlı sipahilerin en büyük komutanları olan alay beylerine ve merkezde görev yapan yüksek memurlara verilmekteydi. Has ve zeamet sahipleri kendilerine ayrılan dirlik topraklarında oturmak zorunda değillerdi. Bürokrasinin üst tabakasını oluşturan bu kesimler, Osmanlı’nın bir nevi askerî yönetim karargâhları konumunda olan şehirlerde otururlardı.
Dirliğin en yaygın olan türü, sisteme de adını vermiş olan “tımar” birimi idi. Tımarlar, devletin toprak zaptı için yaptığı savaşlarda yararlılık gösteren savaşçılara “ihsan” edilirdi. Tarımsal alanda “askerî görevler” üstlenen bu savaşçılara tımarlı sipahi veya tımar beyi deniyordu. Tımar beyleri askerî seferlere katılmak ve beraberlerinde kendi yetiştirdikleri ve donattıkları belli sayıda asker (cebeli) getirmekle yükümlüydüler. Tımar beyleri, devletin kendilerine tahsis ettiği yıllık tımar gelirinin ilk üç bin akçelik kısmından sonraki her üç bin akçelik kısmı için, bir cebeli hazırlamak zorundaydılar. Osmanlı askerî sınıfının en alt kesimini oluşturan tımarlı sipahiler, 16. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun en önemli ve sayıca en kalabalık savaş gücünü oluşturdular. Örneğin, “Osmanlı tımar sistemi, 16. yüzyılda sayıları Rumeli eyaletlerinde yaklaşık 75 bin, Anadolu eyaletlerinde de 92 bin olarak hesaplanan bir sipahi ordusunun hazır tutulmasını sağlıyordu”. (Kaynak: Ana Britannica)
Aşağıda göreceğimiz üzere, savaş zamanında orduya katılan, barış zamanında ise tımarlarının başında duran ve merkezî otorite (padişah) tarafından tımar gelirlerini (vergileri) toplamaya memur kılınan tımar beyleri, hiçbir zaman bağımsız bir sınıf (bir toprak soyluluğu sınıfı) oluşturmuyorlardı. Hele Fatih devrinden itibaren, merkezî devletin despotik yapılanması daha da pekişince, bu kesimin toprak üzerindeki gücü iyice kırılacaktı. Sonuç olarak, Osmanlı toprak sistemine özgü bir sosyal kategori olan ve Osmanlı yönetici sınıfının (bürokratik korporasyonun) en alt kesiminde yer alan “tımarlı sipahi”, zaman içinde tasfiyeye uğrayan bir unsur olmaktan öteye geçememiştir.
“Reaya-sipahi” ilişkisi ile “serf-senyör” ilişkisi aynı karakterde bir ilişki midir?
Bu oldukça tartışmalı bir konudur. Soruyu doğru bir şekilde yanıtlayabilmek için, bu kez de Batı feodalitesindeki serf-senyör ilişkisinin hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığına ve nasıl bir içeriğe sahip olduğuna biraz bakmamız gerekecek. Bu bize aynı zamanda, Osmanlı’nın despotik sistemi ile Batı’nın feodal sistemi arasında bir karşılaştırma yapma olanağı da sağlayacaktır.
Osmanlı toprak sisteminin iki temel unsuru olan tımar beyi (sipahi) ile reaya (çiftçi) arasındaki ilişkinin Batı feodalitesindeki senyör-serf ilişkisiyle aynı olduğunu varsayan pek çok tarihçi ve sosyal bilimci, bu varsayımdan hareketle, Osmanlı toplumunun da feodal bir toplum olduğu sonucuna çıkmıştır. Yüzeysel bir değerlendirmeyle yetinildiğinde, senyör ile sipahinin ve serf ile reayanın birbirine benzedikleri söylenebilir pekâlâ. Ama üretim sürecindeki rolleri, üretim aracıyla (yani toprakla) olan mülkiyet bağları ve toplumsal statüleri bakımından yapılan daha ciddi ve daha derinlemesine tahliller, birbirine benzeseler bile bu unsurların gerçekte farklı üretim tarzlarının ürünü olduklarını ve farklı sosyo-ekonomik kategorileri ifade ettiklerini ortaya koymaktadır.
Batı Avrupa’da 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar, yaklaşık beş yüz yıl varlığını sürdüren feodalizm, bir yandan askerî temelde oluşmuş büyük “özel” toprak mülkiyetine (toprak senyörlüğü) ve bu mülkiyet çerçevesinde gelişen üretim ilişkilerine (servaj sistemi veya “serflik” denen ilişkiler) dayanmaktaydı. Diğer yandan ise, üst sınıfların, yani büyük toprak sahibi soyluların kendi aralarında bir “korunma mekanizması” olarak geliştirdikleri “adam adama” bağlara (vassalite) ve bu amaçla yapılmış “biat” sözleşmelerine dayanıyordu.
Batı feodalitesi açısından burada değinmemiz gereken bir başka ayırt edici nokta ise, “fief” sistemiyle ilgilidir. Erken ortaçağda, yani daha feodalizm henüz ortaya çıkmadan önce, fiefler, Cermen askerî şeflerin askerî maiyetlerine (vassallarına) geçim kaynağı (dirlik) olarak bağışladıkları bir toprak gelirini ifade ediyordu. Fief ya da beneficium denen bu toprak geliri (ücret-toprak), kral ya da askerî şef tarafından bir görev karşılığı olarak verilen ve gene onlar tarafından geri alınabilen geçici bir haktı. Yani, miras yoluyla geçen ve sürekliliği olan bir hak değildi henüz fief. Tıpkı Osmanlı’nın dirlik sisteminde olduğu gibi, sahibine toprağın mülkiyetini değil, yalnızca gelirini (intifaını) kazandırıyordu. İşte bu haliyle fief Osmanlı’daki tımara, fief sahibi (vassal) ise Osmanlı’daki sipahiye benzemektedir. Ama dikkat edilsin, tüm bu benzerlikler, Avrupa’nın feodalizm öncesi dönemindeki oluşumlar bakımından bir benzerliktir. Oysa feodalizm çağında, yani 10. ve 11. yüzyılların Avrupa’sında karşımıza çıkan “fief”, artık o eski fief değildir. Fief, çoktan vassalın mülkü olmuştur ve geri alınması artık söz konusu değildir. Fief sahibi vassal, fiefi üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahiptir, onu başkasına devir ve temlik edebilmektedir. Kısacası, feodal çağda fief, artık feodal bir mülkiyet biçimi olarak, feodal beyin (senyör) işletmesini meydana getirmekteydi.
Feodalizmin ileri aşamalarında, fief sahibi soyluların topraklarında “senyörlük” veya “manor” denen bir üretim örgütlenmesi uygulanıyordu. Manor, sıkı bir bağımlılığın birleştirdiği iki parçadan oluşmaktaydı. “Bir yanda, tarihçiler tarafından ‘domaine’ veya ‘rezerve’ olarak adlandırılan ve senyörün tüm ürünlerine doğrudan el koyduğu parça; diğer yanda da, küçük ve orta büyüklükteki köylü işletmeleri olan ‘tenure’ler. Bu işletmeler, senyörlük toprağının büyüklüğüne göre az veya çok olarak domaine avlusunu çevrelemektedirler.” (M. Bloch, Feodal Toplum, Gece Y., 1995, s. 205)
Bu feodal işletmelerde manor sahibinin (senyörün) en üstte yer alan hakkı, manor içindeki bağımlı köylülerin (serflerin) evleri, emekleri ve tarlaları üzerinde de geçerli olmaktaydı. Senyörün serfler üzerine, aynî-nakdî ödentiler ve angarya yükleme hakkı bulunuyordu. Serflerin başlıca yükümlülüğü, tüm ürünleri senyöre ait olan, senyörün reserve işletmesini ekip biçmekti. Bunun için her serf, haftanın birkaç gününü senyörün bu reserve toprağında çalışmaya ayırmak zorundaydı. Ayrıca da pek çok vergi ve ödentilerle yükümlülük altına sokulmuşlardı serfler. Serflerin, kendi senyörlerinden başka, bir de o yörenin bölge senyörüne karşı, banalites olarak bilinen yükümlülükleri vardı. Örneğin serfler, bölge senyörüne ait değirmeni, ekmek fırınını, üzüm cenderesini veya bira imalathanesini vb. bir para ödeyerek kullanmak zorundaydılar. Bu işleri kendi olanaklarıyla yapabilecek olsalar bile, bunu para ödeyerek senyörün işletmesinde yapmak zorundaydılar. (aktaran Selim Somçağ, Avrupa Feodalizminin Evrimi, Bağlam Y., 1994, s.13)
Feodalizmin kuruluş aşamasında, ellerinde serbest çiftlikler (alodlar) bulunan “bağımsız” köylüler hâlâ mevcuttu. Bunun yanı sıra, bir senyöre ait araziyi kullanmaktan dolayı senyöre bağımlı hale gelmiş köylüler hukuken üçe ayrılıyordu: “Özgür” kökenliler, bağımlılar ve köle kökenliler. İkinci ve üçüncü grupta yer alanlar, aslında erken ortaçağda (Roma’nın çöküşü ve Cermen istilaları sırasında) ortaya çıkan toprağa bağlı kiracı çiftçilerin (kolonuslar) ve köle kökenlilerin devamıydılar. Birinci gruptakiler, yani “özgür” olanlar ise, feodalizmin başlangıç döneminde topraklarını yitirerek “bağımlı” hale gelmişlerdi. Nitekim feodalizmin ilerleyen dönemlerinde, serbest toprak (alod) sahibi diğer özgür köylüler de topraklarını ve bağımsızlıklarını yitirerek (senyörlere kaptırarak), birer bağımlı köylü (serf) haline geleceklerdi.
Batı Avrupa’da feodalizm, en yüksek aşamasına “manoryalizm”de ulaştı. Bu aşamada feodal bey, hem kendi “reserve”inde büyük bir üretimci olarak görünürken, hem de kendi egemenliği altında bulunan “bağımlı” köylülerin “başkumandanı”, “başefendisi”, “yargıcı” idi. Feodal beyin işlerinin çoğunu kahyâları yürütmekteydi. Fakat kendisi de bir işletmeci olarak, çiftliklerinin gelir işleriyle doğrudan ilgilenmekteydi. Nitekim tarımda kapitalizmin gelişmesi sürecinde, toprak beylerinin (lordlar) bu konumunun önemli bir rolü olmuştur.
Osmanlı’nın kurduğu “despotik sistem”de ise, şu yukarda anlattığımız feodal oluşumların ve işleyişlerin hiçbirisi yoktu. Ne toprakta büyük özel mülkiyet (toprak senyörlüğü), ne bir “toprak soyluluğu” sınıfı, ne de kişileri biat sözleşmeleriyle aşağıdan yukarıya/yukarıdan aşağıya birbirine bağlayan kişisel tâbiyet bağları (vassallık ilişkileri) mevcuttu. Bir kere fethedilen tarımsal toprakların mülkiyeti, daha baştan ve genel bir kural olarak “devlete ait” olduğu ve hep de öyle kaldığı için, Osmanlı’da büyük özel toprak mülkiyeti sahipliğine dayanan bir “toprak soyluluğu” sınıfının oluşabilmesi zaten mümkün değildi. Osmanlı sisteminde gerçek anlamda mutlak siyasal güç sahibi, padişah, yani Devlet-i Âli’yi şahsında temsil eden “büyük despot” idi. Tanrının yeryüzündeki “elçisi” sıfatıyla, toprağın tek hâkimi ve toplumun tek efendisiydi o! Onun mutlak iktidarı, tüm toplumun tepesine çöreklenmiş olan “bürokratik-despotik” devlet makinesinin merkezî gücünde ifadesini bulmaktaydı.
Oysa Batı feodalitesinde, Osmanlı’daki gibi mutlak bir siyasal güçten ve merkezî kamu otoritesinden söz etmek mümkün değildir. Çünkü feodalizmde siyasal iktidar ve kamu otoritesi, yerel feodal beyler arasında parçalanmış durumdaydı. En tepede duran kral bile, gerçekte mutlak bir güç sahibi değildi. O da siyasal iktidarını, kendisi gibi büyük toprak sahibi (senyör) olan diğer soylularla paylaşmak zorundaydı. İşte bu nedenledir ki, Batı feodalitesinde, en alttaki şövalyeden en tepedeki krala (senyörlerin senyörü) kadar uzanan ve aşağıdan yukarıya/yukarıdan aşağıya tüm soyluları tâbiyet bağlarıyla ve biat sözleşmeleriyle birbirine bağlayan bir vassalite hiyerarşisi oluşmuş durumdaydı. Aynı zamanda bu hiyerarşi, feodalizmin ayırt edici bir özelliğini de yansıtmaktaydı. Şöyle ki, bu vassalite hiyerarşisinin üst mertebesinde bulunan bir senyör, kendi altındaki vassalını atlayarak, onun altındaki vassala müdahale edemez, emir veremez veya bir talepte bulunamazdı. Her vassal, yalnızca tâbi olduğu kendi üst senyöründen (süzereninden) emir alırdı. Bu da gösteriyor ki, feodal vassalite hiyerarşisinin, ya da bağlılık zincirinin halkaları arasında doğrudan geçişli bir işleyiş bulunmamaktadır. Bunun anlamı şudur ki, Batı feodalitesinde bir soylu yalnızca ve bizzat kendi elinde bulundurduğu topraklarda gerçek hükümranlık haklarına sahip olabilirdi. Kendisinin ya da kendisinden önce atalarının bir başkasına (vassala) temlik etmiş olduğu fief toprakların yönetimine artık karışamazdı. İşte bu nedenledir ki, feodal çağ Avrupa’sındaki ülkeler, çok sayıda irili ufaklı feodal parçadan oluşan mozaikler haline gelmiş bulunuyordu. Toplumda bir bütün olarak soyluluğun tekelinde olan siyasi güç ise, her bir mozaik parçasında bulunan iktidar odakları arasında paylaşılmış durumdaydı. Bu yüzden, feodalizmde siyasal iktidar hiçbir zaman tek bir merkezde odaklanmıyordu.
Batı feodalitesinde, her feodal beyin kendine ait bağımsız bir “iktidar küresi” oluşmuş bulunuyordu. Feodal hiyerarşi içerisinde hem bir vassalın süzereni konumunda olan, hem de kendisi bir süzerene vassal olan feodal bey (senyör, lord), kendi senyörlük alanının sınırları içindeki köylüler üzerinde askerî, siyasi, hukuki, idari tek otorite sahibi idi. Ve köylülerin ürettiği artık-ürüne iktisat dışı bir zor mekanizması yoluyla el koyma hakkına sahip bulunuyordu. “Senyörlük” veya “manor” olarak adlandırılan feodal beyin hükümranlığı altındaki bu topraklar, feodal sistemin çekirdeğini oluşturmaktaydı. Baştan beri ekonomik görüntüsü ağar basan bu senyörlükler, feodal beylerin “doğrudan gelir getirici” işletmeleri konumundaydılar.
Şimdi “senyör-serf” ilişkisi ile “sipahi-reaya” ilişkisine, şu yukarıdaki açılımlar çerçevesinde yeniden bakmak gerekiyor. Burada serf ile reayanın ve senyör ile sipahinin konumu aynı mıdır gerçekten? Bir kere feodal sistemde serf, her açıdan (ekonomik, siyasi, hukuki, idari) senyörüne bağımlıdır. Oysa Osmanlı’da reaya, tımar sahibine (sipahi veya kula) bağımlı değildir. Özel hukuk açısından reaya, eğer müslümansa şeriata ve kadıya, hıristiyansa kilisesine bağlıdır. Ama bu bir ekonomik ve siyasal “bağımlılık” değil, yalnızca bir özel hukuk bağlılığıdır. Öte yandan, tüzel hukuk açısından, yani devletle olan ilişkileri (malî, siyasi vb.) bakımından reaya, sipahiye bağlıdır, ama “bağımlı” değildir. Çünkü sipahinin hukuksal ve siyasal gücü, kendisinde bulunan bir hakkın gereği değil, devletin bir memuru olması sıfatıyla, devletin müsaade ettiği sınırlar içinde kullandığı “sınırlı” bir yetkinin gereğidir. Özetle, reaya sipahinin değil, devletin “bağımlı” köylüsüdür. Yüzlerce yıl süren bu “devlete bağımlılık” içindeki yalıtılmışlık konumu, reayanın ortak bir sınıf bilinci geliştirmesini ve bu temelde bağımsız bir sınıf hareketi oluşturmasını engellemiştir.
Senyör ile sipahinin karşılaştırılmasına gelince: Daha önce de belirttiğimiz üzere, en temel ayrım, senyörün özel toprak mülkiyeti sahibi olması, sipahinin ise toprak mülkiyetinden yoksun bulunmasıdır. Dolayısıyla senyörün toprak üzerindeki konumu, hem bir küçük “hükümdar” hem de bir tarım üretimcisi, bir “işletme sahibi çiftçi” konumudur. Senyörün bu konumu, devlet tarafından bu topraklara “görevli” olarak atanmış olmasından değil, toprağın özel mülkiyetine sahip olmasından kaynaklanıyordu. Oysa sipahi, devlet tarafından atanmış bir görevlidir ve ne üretimcilikle, ne işletmecilikle bir ilgisi vardır. O yalnızca, reayanın devlete ödeyeceği vergileri toplamakla ve reayayı denetlemekle yükümlü bir asker-memur statüsündedir. Özetle diyebiliriz ki, “feodal bey (senyör) ekonomik bir sürecin içinde, tımarlı bey (sipahi) ise devletsel ve fiskal (malî) bir sürecin içinde yer alan kişilerdir.” (Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, 1972, s. 67)
Öte yandan, önemli bir diğer nokta da şudur: Feodal sistemde senyörler, beyliklerinin gücü orantısında ve bir siyasal hiyerarşi içinde bir sınıf beraberliği (“soylular sınıfı”) oluşturmaktaydılar. Oysa Osmanlı’da tımarlar, çok değişik kaynaktan gelen ve dolayısıyla toplumsal kökenleri karışık olan kişilere verildiği için, tımar beyleri arasında hiçbir zaman bir sınıf beraberliği oluşmamıştı ve bağımsız bir sınıf bilinci gelişememişti. Dolayısıyla, Batı feodalitesindeki “soyluluk” geleneğinin esamesi bile okunmaz Osmanlı despotizminde!
Görüleceği üzere, yukarıda karşılaştırmaya çalıştığımız Batı feodalitesi ile Osmanlı despotizmi arasında, zorlanırsa birtakım “benzerlikler” bulunabilir pekâlâ. Ama böyledir diye, bu iki sistem arasındaki temel tarihsel farklılığı göz ardı ederek, onların “aynı” ya da “özdeş” sistemler olduğunu (yani her ikisinin de feodalizm olduğunu) iddia etmek saçmalıktan öte bir şey olmaz.
Peki ama, Osmanlı’nın “klasik toprak düzeni” 17. yüzyılda esaslı bir değişikliğe uğradığına, hatta tasfiye olduğuna göre, acaba toprak üzerindeki ilişkilerin bu tarihten sonraki durumu ne olmuştur? Ya da soruyu bir başka biçimde soralım: 17. yüzyıldaki değişiklikten sonra, Osmanlı’nın toprak düzeninde ortaya çıkan yeni sosyo-ekonomik oluşumların, Batı feodalitesine kıyasla durumları nedir? Bu yeni oluşumlar daha çok feodal kurumlara mı benziyordu, yoksa başka bir şeye mi? Bu soruların yanıtları, klasik toprak düzeni değiştikten sonraki Osmanlı toplum yapısına bakılarak verilebilir ancak. Şimdi de onu yapmaya çalışalım.
link: Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /6, 16 Ağustos 2006, https://marksist.net/node/1042