Yugoslavya savaşları sırasında uyguladığı kanlı katliamlar yüzünden adı “Balkan kasabı”na çıkmış olan Slobodan Miloşeviç, tam da Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde (USSM) yargılanmaktayken, geçtiğimiz Mart ayında Lahey’deki hücresinde ölü bulundu. Kimilerine göre “şaibeli” olan ölümünün ardından, özellikle Avrupa basınında, eski Yugoslavya’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan durum tekrar gündeme taşınarak, bir türlü çözülemeyen sorunların nasıl olup da halledileceği üzerine tartışmalar başladı. İşin aslı, meselenin Miloşeviç’in ölümüyle birlikte tekrar gündeme gelmesi boşuna değildir. Nitekim bunu takip eden haftalarda Sırbistan-Karadağ’ın bir parçası olan Karadağ’da bağımsızlık konusunda bir referandum yapıldı ve referandumdan “bağımsızlık” kararı çıktı. Sırbistan-Karadağ’ın bir parçası olan ve fakat “nihai statüsü” bir türlü belli olmayan Kosova’da da durum hızla aynı noktaya doğru ilerliyor. Öte yandan üçlü bir federasyondan oluşan Bosna-Hersek’te Hırvatlar ve Boşnaklar ayrı cumhuriyet taleplerini kısık sesle de olsa dile getirmeye başladılar. Kısacası yıllardır savaşlar ve çatışmalarla yoğrulmuş olan Balkanlar’daki düğüm bir türlü çözülemiyor, soruna el atan her emperyalist güç kendi çıkarları doğrultusunda müdahalelerde bulunarak sorunun daha karmaşık bir hal almasına yol açıyor.
Oysa bugün birbirine düşürülen bu halklar, II. Dünya Savaşında Nazi işgaline karşı Komünist Partinin başını çektiği partizanların saflarında birleşerek ve faşizme karşı başarılı bir direniş vererek, bu temelde, halkların gönüllü birlikteliğinin sağlanabileceğinin güzel bir örneğini sergilemişlerdi. Fakat bu mücadele ne yazık ki bir işçi devletinin kurulmasıyla sonuçlanmadı. Bunun yerine, daha baştan bürokratik tarzda örgütlenmiş olan askeri-siyasi kadroların egemenliğinde bir despotik-bürokratik diktatörlük kuruldu. Bu bürokrasi, egemenliğini pekiştirme sürecinde attığı her adımda halklar arasındaki tarihi düşmanlıkların ve milliyetçi, şövenist önyargıların yeniden yeşermesine uygun zemini yarattı. Böylece Yugoslavya kapitalizme doğru çözülme sürecinde adım adım kanlı bir içsavaşın içine sürüklenecekti. Öyle ki, SSCB’nin ve diğer Doğu Bloku ülkelerinin de dağılmasıyla birlikte, burjuvalaşan bürokrasinin başlattığı kapışmaya emperyalist güçler de dahil olmuş ve bölge kısa sürede bizzat ABD emperyalizmi tarafından dayatılan Yeni Dünya Düzeninin deneme sahası haline dönüşmüş, emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışının ve yeniden paylaşım kavgasının alanı haline gelmiştir. Emperyalizm, her daim yaptığı gibi, Yugoslavya’da da varolan tarihsel husumetleri, güncel çelişkileri ve sorunları kaşıyarak, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır.
Hal böyleyken, ezen ve sömüren sınıflara karşı birleştiklerinde barış içinde bir arada yaşamayı pekâlâ becerebilen halkların yarattığı bu kaynaşmanın, nasıl olup da yerini yeniden nefrete ve düşmanlığa bıraktığı sorusunun cevabını vermek önemlidir. Çünkü gerek Balkanlar’da gerek Ortadoğu’da ve dünyanın birçok farklı bölgesinde ulusal sorunlardan kaynaklı savaşlar, çatışmalar yaşanmaya devam ediyor. Bu sorulara cevap vermesi gereken sol hareketin kimi kesimleri ise yaşanan süreçte hatalı tutumlar takınmakta ısrar etmiştir. Anti-emperyalizm konusunda öteden beri yanlış ve tutarsız bir politika izleyen milliyetçi sol, Yugoslavya savaşını da salt emperyalistlerin kışkırtması ve müdahalesine indirgeyerek bürokratik rejimi temize çıkartan bir yaklaşımı savunmuştur. Milliyetçi sol, sırf eski “sosyalist” Yugoslavya’nın devamını savunduğu ve anti-Amerikancı olduğu için Miloşeviç’i ve onun şahsında Sırp milliyetçiliğini desteklemiştir. Dolayısıyla, emperyalist güçlere en başta da ABD’ye ve NATO’ya kafa tutan Miloşeviç “anti-emperyalist” ilan edilerek, kimi zaman açıktan kimi zaman da zımnen desteklenirken, yapılan katliamlar da görmezden gelinmiştir. Böylece yaşanan savaşı ve bölünmeyi “emperyalizmin ortalığı karıştırması”na indirgeyerek açıklayan milliyetçi sol, Marksizmin ulusal soruna ilişkin en temel ilkelerini bile (ezen-ezilen ulus ayrımı ve ayrılma hakkı gibi) görmezden gelerek, bir yandan (Sırpları desteklemek adına) ezen ulus şovenizminin girdabına kapılırken, diğer yandan da (ayrılmayı olumsuzlamak üzerinden) eski bürokratik-despotik rejimin aklanmasına hizmet etmiştir.
Oysa asıl olumlanması ve öne çıkartılması gereken husus, bürokratik-despotik rejimin pekişmesinden önceki süreçte, halkların faşizmle mücadele temelinde yaratmış olduğu birliktelik ve kaynaşmadır. Ne Yugoslavya’da ne de diğer bürokratik-despotik rejimlerde ulusal sorunlar gerçekte çözülmüştür. Bu rejimlerin tek yaptığı, halkları zor yoluyla ve baskıyla bir arada tutmaya çalışmak ve milliyetçi önyargıları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ve derinleştirmek olduğundan, 90’lardan sonraki çözülme döneminde Doğu Bloku ülkelerinin bir çoğunda bölünmeler ve ayrılmalar yaşanmıştır. Bu bağlamda özelde eski Yugoslavya’nın halkların barış içinde bir arada yaşamasına örnek oluşturacak bir model teşkil etmesi mümkün olmadığı gibi, genelde de bürokratik rejimlerin böyle bir niteliğe sahip olmaları söz konusu değildir.
Burjuva milliyetçiliği ve emperyalizm halkları birbirine düşürür
Burjuva tarihçiler devletler arasındaki savaşları açıklarken çoğu zaman tarihsel birtakım düşmanlıklardan, hatta halkların değişmez birtakım özelliklerinden, yahut ülkeleri yönetenlerin kişisel özelliklerinden bahsetmeyi pek severler. Bu idealist yaklaşım, çeşitli uluslar veya devletler arasında tarihin belirli bir döneminde yaşanmış olan düşmanlıkları dondurarak dogmalaştırır ve aradan yüzyıllar geçse de gelişmeleri bu temelde açıklamaya çalışır. “Uluslararası terörizm” kavramına ve emperyalist hegemonya savaşlarına temel oluşturmak maksadıyla uydurulmuş olan “Medeniyetler Çatışması” tezi buna güncel bir örnektir.
Burjuva basın ve ideologlar, eski Yugoslavya topraklarında yaşanan savaşı da bu doğrultuda ele alarak, “vahşi ve saldırgan” Balkan halklarının tarihin her döneminde birbirleriyle savaşa tutuştuklarını, nihayet “uygar ve medeni” Batının müdahalesiyle şimdi barış içinde bir arada yaşamaya başladıklarını söylemektedirler. Onlara göre bu gelişmemiş “barbar” halkların medeniyeti ve demokrasiyi kendi başlarına öğrenebilmeleri mümkün değildir. Bu yüzden “uluslararası topluluk” adını verdikleri emperyalist güçlerin müdahalesini kutsayarak ve bunu “insan hakları ve demokrasi” gibi ulvi değerler adına yaptıklarını anlatarak, emperyalistlerin iğrenç emellerini de bu makyajla gizlemeye çalışmışlardır.
Elbette tüm ulusların tarihinde olduğu gibi, güney Slav halkları[1] (Yugoslavya Slav dillerinde bu anlama geliyor) arasında da tarihin çeşitli dönemlerinde düşmanlıklar ve savaşlar olmuştur. Ancak kendini uygar gören emperyalist devletlerin tarihine bakılacak olursa bundan çok daha fazlası görülecektir. İşin aslı, insan topluluklarının sınıflara bölünmesinden bu yana savaşlar ve çatışmalar hiçbir zaman eksik olmamıştır. Bu açıdan Yugoslav halklarının tarihi de farklı değildir.
Söz konusu topraklarda 15. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar süren Osmanlı döneminde Müslüman Boşnaklar, 1908-18 arasındaki Avusturya-Macaristan işgali sırasında Hırvatlar, 1918’den Nazi işgaline kadar geçen 21 yıllık sürede Sırplar ve 1939-43 arasındaki süreçte de Hırvat faşistlerinin partisi Ustaşa, egemenliği elinde tutarak, geriye kalanları kendi hegemonyası altında birleştirmeye uğraşmış ve baskı altına almıştır. 1945’ten 1991’e kadar geçen süre sayılmazsa, 91’de başlayan çözülme süreciyle yaşanan iç savaşta da aynı coğrafyayı paylaşan bu halklar birbirlerine düşürülmüş ve tarihlerindeki en vahşi katliamlardan biri gerçekleşmiştir.
Henüz Osmanlı egemenliği sırasında ekilen düşmanlık tohumları, Sırpların egemenliğinde geçen I. Yugoslavya döneminde (1918-1939) iyice yeşermiş, faşizmin iktidarı altında geçen (1939-1943) sürede boy atarak 600 bine yakın insanın hayatını kaybetmesine yol açmış ve nihayet 1991’de başlayan parçalanma sürecinde de 300 binden fazla insanın ölmesi veya sakat kalmasıyla sonuçlanmıştır. Tüm bu insanlık dışı kavganın altında yatan ana sebep ise aynıdır; egemenlerin kışkırtarak kendi emellerine alet ettikleri kör bir milliyetçilik.
19. yüzyılın sonlarına doğru tüm Avrupa’yı saran milliyetçilik akımıyla gelişen bu çatışmalı sürecin tek istisnası, 1939’da başlayan Nazi işgaline karşı yürütülen direniş hareketinin yarattığı kaynaşmadır. Bu dönemde, işgalci Nazi ordularının yanı sıra faşist Ustaşaların ve Çetniklerin (muhafazakar ve kralcı Sırp milliyetçileri) birbirlerine ve diğer halklara uyguladıkları zulme karşı birleşen halklar, faşizme karşı direnişin destanını yazarak halkların kardeşliğinin ve elbirliğinin mümkün olduğunu gösterdiler.
Faşizme ve emperyalizme karşı mücadele halkları birleştirir
Faşizme karşı mücadelenin öncülüğünü bir Hırvat olan Tito (Josip Biroz) önderliğindeki Partizanlar yürütüyordu. Partizanlar direnişin ilk aylarında Çetniklerle birlikte hareket etseler de, kısa bir süre sonra Çetnikler faşistler yerine komünistlerle savaşmayı tercih ederek gerici-faşist cephede yerlerini aldılar. Dolayısıyla partizanlar iki cephede birden savaşmak zorunda kaldılar; bir tarafta Nazi işgal orduları diğer tarafta ise Ustaşa ve Çetnik milisleri. Ayrıca partizanların SSCB’den istedikleri tüm silah, asker, malzeme vb. yardımları da Stalinist bürokrasi tarafından reddedilmiş ve Tito, “sosyalizmin anavatanı”nın bekasını yeterince düşünmemekle, İngiliz-Amerikan-Sovyet ortaklığının önemini kavrayamamakla suçlanmıştı. Dolayısıyla partizanlar mücadeleyi tamamen kendi öz güçleriyle yürüttüler. Başlangıçtaki şaşkınlığa ve savrulmalara rağmen, direnişin başlamasından kısa bir süre sonra, tüm güney Slav halkları (Hırvatlar, Sırplar, Boşnaklar, Makedonlar, Slovenler, Karadağlılar ve diğerleri) faşizme karşı mücadele bayrağı altında birleştiler ve partizanlara katılmaya başladılar. Çünkü partizanlar, hem Hırvat faşistlerinin hem de Sırp milliyetçilerinin zulmüne karşı çıkıyorlar ve halkı eşitlik temelinde birleşmeye çağırıyorlardı.
26 Kasım 1942’de tüm partizan kuvvetlerinin temsilcileri Bihaç’ta bir araya gelerek Yugoslavya Anti-faşist Halk Kurtuluş Konseyini (AVNOJ) kurdular. Böylece Tito önderliğindeki komünist parti, direnişin önderliğinin yanı sıra fiilen iktidarı da ele geçirmiş oluyordu. 1943’ten itibaren İngiltere’nin AVNOJ hükümetini tanıdığını ilan etmesi ve İtalya’nın yenilgiyi kabul ederek savaştan çekilmesiyle birlikte, Komünist Parti iktidarı geri dönüşsüz bir biçimde eline almıştı. SSCB ise ancak bu tarihten itibaren, İngiltere’nin de onayıyla silah yardımı yapmaya başladı ve Kızılordu birlikleri Belgrad’a kadar gelerek partizanlarla birlikte Nazi ordularına karşı savaşmaya başladılar. 1944’e gelindiğinde Nazi işgali sona ermiş ve bir geçici hükümet kurulmuştu. Nihayet 1945’te yapılan seçimlere komünist parti Halk Cephesi adıyla katıldı ve oyların %90’ını alarak Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni ilan etti. 1946’da çıkarılan anayasayla devletin adı Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Ülke 6 ayrı cumhuriyetin (Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Makedonya, Bosna-Hersek ve Voyvodina) federatif birliğinden oluşuyordu.
Halkların ortak ve örgütlü mücadelesi temelinde kurulan bu federasyonda, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmış ve istendiğinde referanduma gidilerek ayrılma hakkı anayasal olarak güvenceye alınmıştı. Federasyonda dört resmi dil kabul edilmişti ve her ulusal grup kendi ana dilinde eğitim görmekte ve kendi kültürünü geliştirmekte özgürdü. Kendi basınına, radyosuna ve televizyonuna sahipti. Ayrıca siyasi iktidarın uygulanışında da, federasyonu oluşturan farklı uluslardan gelen temsilcilerin çeşitli üst düzey devlet görevlerini dönüşümlü olarak yürütmelerine ve her ulusa belli kotalar ayrılmasına olanak tanınmıştı. Ülkeyi yöneten kolektif başkanlık kurulu altı cumhuriyetten gelen birer temsilciden (1974 anayasasıyla birlikte bunlara ilaveten iki özerk bölge temsilcileri) oluşuyordu. Bu kolektif başkanlık kurulu her yıl kendi içinden birini federasyon başkanı seçiyor ve bu kişi de bir yıllığına görev yapıyordu. Ancak temelde verilmiş olan ortak mücadelenin ürünü olarak ortaya çıkan bu eşitlikçi düzenlemeler, bürokratik diktatörlük rejimi pekiştikçe sadece kağıt üzerinde kaldı ve halklar arasında gerçek bir kaynaşmayı sağlayamadı.
Yugoslavya neden bölündü?
Tito önderliğindeki Yugoslav Komünist Partisi, faşizme karşı yürütülen başarılı direnişin kendisine sağladığı muazzam saygınlığa ve doğal otoriteye rağmen, iktidara geldiğinde kurulan rejim bir iki farklılık dışında SSCB’deki despotik-bürokratik rejime benzemişti. II. Dünya savaşının ardından gelen “soğuk savaş” döneminde, Sovyet bürokrasisinin Yugoslavya’yı tamamen kendi denetimine almak için yaptığı hamleler, Tito’nun SSCB’ye ve Stalin’e karşı açık tavır almasına yol açtı. Buna karşılık SSCB de dünya çapında Yugoslav aleyhtarı bir kampanya başlattı. Yugoslavya ile SSCB arasında yaşanan bu çekişme, sol hareket tarafından genellikle yanlış yorumlanmıştır. Stalinistler, Yugoslavya’nın tamamen kapitalist kampa entegre olduğunu, hatta Tito’nun ve önde gelen YKP önderlerinin İngiliz-Amerikan ajanı olduğunu iddia ederken, Troçkistler de aynı karşıtlıktan yola çıkarak Yugoslavya’da yaşanan rejime SSCB’ye göre daha olumlu bir karakter atfederek onun bürokratik-despotik yapısını gözardı etmişlerdir.
Tıpkı diğer despotik-bürokratik diktatörlüklerde olduğu gibi, Yugoslavya’da da bu düzen, doğası gereği kapitalist dünya ekonomisi karşısında krizlere girmeye ve sonunda çökmeye mahkûmdu. Nitekim 50’li yılların gerilimli atmosferinin ardından, Komünist Parti 60’lı yıllarda ülkenin sosyalizme geçtiğini ilan ettiğinde, ekonomik durum hiç de iyiye gitmiyordu. Bürokrasi kendi ayrıcalıklarını kaybetmeden ekonomik krizden çıkmak için çeşitli yollar denedi. Ancak bu yollar ülkeyi kapitalist dünya ekonomisinin etkisine daha açık hale getirerek sorunların daha da derinleşmesine yol açmıştır. “Özyönetim” ve “piyasa sosyalizmi” uygulamaları, ekonomik açıdan zaten eşitsiz olan cumhuriyetler arasındaki açının büyümesine sebep olmuş ve bu da ilerleyen süreçte bölünmenin ana dinamiklerinden birini oluşturmuştur. 1947-88 döneminde Bosna-Hersek, Makedonya, Karadağ ve Sırbistan’ın milli gelirleri düşerken, Hırvatistan ve Slovenya’nın gelirleri artmıştı. 1952-89 arası dönemde ortalama işsizlik %2,6’dan %17,5’e yükselmiş ve 80’li yılların sonlarına doğru ülke ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmıştı. 1990 Ocak ayında IMF ve Dünya Bankası ile imzalanan anlaşmalar sonucunda yürürlüğe konan kemer sıkma ve özelleştirme programları yüzünden 600 bin işçi işten atılmış, geriye kalanlar da aylarca ücretlerini almadan çalışmak zorunda kalmışlardı. Dolayısıyla bölünme sürecinin altında yatan faktörlerin başında, ülkenin içine girdiği ekonomik kriz gelmekteydi.
Ekonomik krizle paralel olarak gelişen ve SSCB önderliğindeki Doğu Bloku’nun neredeyse tamamını saran yapısal bunalımların basıncı altında, egemen sınıfı oluşturan bürokrasi emperyalist-kapitalist sistemle entegrasyona yöneldi. Devlet aygıtını elinde tutan bürokrasi homojen bir yapıda değildi ve çelişkiler keskinleştikçe “ulusal” çekişmeler öne çıkmaya başlamıştı. Federasyonu oluşturan cumhuriyetlerin her biri, merkezi bütçeden en fazla payı kendisinin alması gerektiğini, çünkü en fazla katkıyı kendisinin yaptığını iddia ediyordu. Kuşkusuz asıl sebep bu cumhuriyetlerin egemenleri olan bürokratik sınıfların, ayrıcalıklarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları kaynakları diğerleriyle paylaşmak istemeyişleriydi. En zengin iki cumhuriyet olan Slovenya ve Hırvatistan, kapitalist entegrasyon yolunda önemli adımlar atmış ve el altından Almanya ile ilişkiler geliştirerek, bir emperyalist birlik olan AB’ye girmenin hesaplarını yapar hale gelmişlerdi. Tüm diğer örneklerde olduğu gibi Yugoslavya’da da kapitalizme entegrasyon, eskinin “sıkı komünistleri” olan bürokratların özel mülkiyete geçişle birlikte liberal-milliyetçi burjuvalara dönüşmesiyle yürümüştür. Bu sebeplerden dolayı önce Hırvatistan ve Slovenya, fakir cumhuriyetlerin yükünü de kendilerinin çektiğini ve “sosyalistliğin” artık kendilerine ayak bağı olduğunu söyleyerek bağımsızlıklarını (1991) ilan etmişlerdir. Federasyondan ayrılmak, bu bağlamda “sosyalizm”den kapitalizme geçiş anlamına da geliyordu.
Dolayısıyla, bölünmenin altında yatan temel faktörlerden birincisi, yukarıda özetlediğimiz gibi despotik-bürokratik rejimin doğasından kaynaklanan yapısal bunalımlar iken, ikincisi de kapitalizme entegrasyon sürecinin ilerlemesiyle birlikte emperyalist güçlerin artan ölçüde “oyuna girmeleri”dir. Her iki faktörün ideolojik ve politik yansıması ise kendini yükselen milliyetçilik dalgasında dışavurmuştur. Bir yanda Hırvatların ve Slovenlerin “zengin milliyetçiliği”, diğer yanda da Sırpların “Büyük Sırbistan” hayaliyle besledikleri şoven milliyetçilik dalgası, emperyalistlerin de el altından kışkırtmalarıyla kısa sürede tüm ülkeyi sarmıştır. Bu bağlamda bürokrasiden bozma “milli” burjuvazinin hayata geçirdiği milliyetçi-şoven ideoloji ve politikalar, emperyalist güçlerin de devreye girmesiyle, kapitalizme entegrasyonun payandası haline gelmiştir. Ve pandoranın kutusu bir kez açıldığında, artık geriye dönüşün tüm yolları da tıkanmış oluyordu.
Yugoslavya’nın Tito’nun karizmatik kişiliği ile sembolize olan milli meselelere ilişkin “denge politikası”, 90’lı yıllara gelindiğinde –Tito’nun da ölümüyle– tamamen iflas etmiş ve federasyon, 1991 yılında Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya’nın art arda bağımsızlıklarını ilan etmesiyle fiilen dağılmıştır. Bunu bir yıl sonra (3 Mart 1992) Bosna-Hersek izlemiş, eski Yugoslavya’dan geriye kalan Sırbistan, Karadağ, Kosova ve Voyvodina da Yugoslav Federal Cumhuriyeti (YFC) adını almıştır. Bu isim sonradan Sırbistan-Karadağ Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir.
Emperyalist “yeni dünya düzeni”nin gerçek yüzü
Özellikle 80’li yıllardan itibaren devlet aygıtında ağırlığı ele geçiren Sırplar, ordunun büyük bir bölümünü de kontrollerinde tutuyorlardı. Bu yüzden Hırvatların ve Slovenlerin ayrılıkçı milliyetçiliğine karşı ordu, Sırp hegemonyasındaki birleşik ve üniter bir Yugoslavya’dan yana tavır koydu ve halkların zorla bir arada tutulmasını hedefleyen Sırp milliyetçi saldırganlığının en önemli aracı haline geldi. Hırvatlar ve Slovenler bağımsızlıklarını ilan ettikleri anda, ordu önce Slovenya’ya ardından da Hırvatistan’a doğru saldırıya geçti. Ancak Slovenya’da başarısız oldu ve Hırvatistan’a yüklendi. 1992’nin Ocak ayına gelindiğinde Birleşmiş Milletler’in koruma gücü UNPROFOR bölgeye yerleşmiş ve fakat 5 binden fazla insan ölmüş, 14 bin insan kaybolmuş, 18 bin insan yaralanmış yahut sakat kalmıştı. Başlangıçta Hırvatistan ve Slovenya’yı bağımsızlıklarını ilan etmeleri için kışkırtan emperyalist güçler ise (en başta Almanya), savaşa seyirci kalarak ve hatta saldırı altındaki Hırvatlara silah ambargosu uygulayarak (BM güya tüm taraflara ambargo uyguluyordu, fakat merkezi ordu ve silahlar Sırpların elinde olduğundan pratikte bunun anlamı Hırvatların ciddi kayıplar vermesi demekti), kayıpların önemli ölçüde artmasına yol açtılar. Emperyalistlerin bu politikayı son derece bilinçli bir biçimde izledikleri, sonraki Bosna-Hersek ve Kosova savaşlarında daha iyi açığa çıkacaktı. Bir kez daha emperyalistlerin asıl amaçlarının insanların hayatını kurtarmak veya savaşları durdurmak değil, çıkarları ve kârları uğruna halkların birbirini boğazlamalarını kışkırtmak ve sonra da seyretmek olduğu ortaya çıktı.
Bosna-Hersek’in bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, üç farklı etnik grubu içinde barındıran (Hırvatlar, Sırplar ve Boşnaklar) bu ülke de, kendini üç buçuk yıl sürecek bir iç savaşın içinde buldu. Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar karşılıklı olarak birbirlerini katlettiler. İnisiyatifi Almanya’ya kaptırmak istemeyen ABD’nin müdahalesiyle savaş uzatıldı. Her iki taraftan 20 ila 50 bin civarında kadın sistemli olarak tecavüze uğradı. Sanayinin ve şehirlerin %65’i tamamen tahrip edildi. Her iki taraftan toplam 200 bine yakın insan toplama kamplarında ve çatışmalarda hayatını kaybetti. Sadece Serebrenitsa şehrinde, BM’ye bağlı UNPROFOR gücünün çekilmesinin ardından Sırplar, iki hafta içinde 8 bine yakın insanı katlettiler. Sonuçta, emperyalist güçlerin bastırmasıyla (BM’nin yerini NATO’ya bağlı kuvvetler aldı) Kasım 1995’te yapılan Dayton anlaşmasıyla Bosna-Hersek’in bağımsızlığı kabul edilerek bir federasyon kurulmasına karar verildi ve toprakların %49’u Sırp cumhuriyetine %51’i ise Boşnak-Hırvat cumhuriyetine bırakıldı.
1997 yılında Kosova’da da ayrılıkçı hareketler baş göstermeye başladı. ABD emperyalizminin el altından desteklediği Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK), Sırplara karşı silahlı mücadele başlatınca Sırp ordusu da, Kosova’nın %80’ini oluşturan Arnavut halkına yönelik etnik arındırma harekatına girişti ve sayıları yüz binlere varan Arnavut, Makedonya sınırına doğru göçe zorlandı. 1998 yılından itibaren devreye NATO’nun girmesi ve önce Sırp mevzilerini ardından Belgrad’ı çeşitli kereler hava saldırılarıyla bombalaması üzerine başlayan görüşmeler sonucunda Kosova, “resmen” Sırbistan-Karadağ toprağı iken, fiilen “özerk ve bağımsız” bir statüye kavuşturuldu. “Nihai statü”nün ne olacağına ilişkin görüşmeler ise 2006 Mart ayında tekrar başladı ve hâlâ devam ediyor.
Ancak yaşanan onca acıya ve yokolan hayatlara rağmen gelinen noktada durum hiç de iç açıcı değildir. On yıla yakın süren iç savaşın tek galibi emperyalist-kapitalist güçler ve asıl mağlûbu da bölge halklarıdır. Bu savaşın emperyalistler açısından anlamı, kurulmakta olan yeni dünya düzeninin çerçevesinin çizilmesi ve yeni “av sahaları”nın bu temelde paylaşılmasıydı. Dolayısıyla, uzun bir aradan sonra 90’lı yıllarla birlikte tekrar kızışan emperyalist hegemonya yarışının ilk kapışmaları, Alman ve ABD emperyalizmleri arasında bu coğrafyada yaşanmıştır. Henüz Yugoslavya’nın çözülme sürecinin başında, AB’nin motor gücü Almanya’nın, yanına Avusturya’yı ve Vatikan’ı da alarak Hırvatistan ve Slovenya üzerinde giriştiği oyunlar karşısında ABD de, Bosna-Hersek üzerinden duruma müdahil olmuş ve kısa sürede ipleri eline almıştır. Geriden gelen Rusya (ve bir ölçüde Çin) ise tarihsel ve siyasal bağlara sahip olduğu Sırbistan’ı destekleyerek ABD emperyalizminin karşısında engelleyici olamasa da yavaşlatıcı bir etki yaratmaya çalışmıştır. Bu açıdan bakıldığında eski Yugoslavya topraklarında yaşanan savaşlar, emperyalist kamplaşmanın ilk sinyallerini vermesi bakımından önemlidir.
İkinci bir husus ise, emperyalizmin çift kutuplu “soğuk savaş” döneminin sonrasında, yeni nüfuz alanlarını paylaşırken nasıl bir yol izleyeceğinin ipuçlarını vermesidir. SSCB ve diğer bürokratik-despotik diktatörlüklerin dağılma sürecinin başında, ABD emperyalizminin temel stratejisi, bu rejimlerin olabildiğince “gürültüsüz” bir biçimde, yani halk devrimlerine veya ayaklanmalara yol açmadan, emperyalist-kapitalist sisteme entegre olmalarıydı. Çünkü geniş bir coğrafyaya yayılmış olan bu rejimlerde meydana gelebilecek “toplumsal patlamalardan” yani devrimlerden korkuyordu. Dolayısıyla kontrolsüz bir çözülme yerine merkezi devletlerin denetiminde bir entegrasyon daha işine geliyordu. Ancak gelişen süreçte, Alman emperyalizminin atak davranarak özellikle doğu ve güney Avrupa’da gerçekleştirdiği başarılı hamleler sonucu hegemonya yarışı kızışmaya başlayınca, ABD emperyalizminin saldırganlığı ve açgözlülüğü de tüm çıplaklığıyla açığa çıktı. Almanya’nın yükselişini engellemek amacıyla, Yugoslavya meselesinde bölünmeyi ve savaşı kışkırtarak süreci uzatmak istemesi bu yüzdendir. Böylece süreci yavaşlatarak kontrolü eline geçirdi ve BM’nin “barış gücü” yerine NATO devreye girdi. Kuşkusuz NATO da bu süreçte kendini ve misyonunu yenilemiş, ABD’nin “dünya jandarmalığı” rolünü oynamasının aracına dönüşmüştür. Bugün bölgede NATO’ya bağlı askeri kuvvetlerin sayısı 150 bine yakındır.
Hırvatistan ve Slovenya’yı Almanya’ya kaptıran ABD emperyalizmi, Bosna-Hersek’te ve Kosova’da istediğini elde etmiş, hatta daha ileri giderek Sırbistan’da bir “kadife devrim” tezgahlamış ve neredeyse milli kahraman haline dönüşmüş olan Miloşeviç’in 2000 yılında seçimleri kaybetmesini ve ardından USSM’ye teslim edilmesini sağlayarak, bu ülke üzerinde de nüfuzunu temin etmeyi başarmıştır. Kuşkusuz bu arada AB de boş durmamış, Hırvatistan ve Slovenya’dan sonra Sırbistan-Karadağ’ı da AB üyesi yapmak üzere kolları sıvamıştır.
Bu yüzden bölge halen kaynayan bir kazan görünümündedir. Kosovalı Arnavutlar bağımsızlıklarını ilan etmek ve “Büyük Arnavutluk”u kurmak üzere anavatanla birleşmek niyetindeler. Karadağ’da yapılan referandumdan %55 oy oranıyla bağımsızlık kararı çıktı, ki bu oran bile sorunun bitmediğinin bir göstergesidir. Bosna-Hersek federasyonunu oluşturan Hırvatlar ve Boşnaklar da kendi bağımsız cumhuriyetlerini oluşturmayı dillendiriyorlar. Kısacası, bölge yakın zamanda tekrar karışmaya ve barut fıçısına dönüşmeye adaydır. Ve bundan en fazla zarar görecek olanlar da yine bölge halkları olacaktır.
Balkanlarda emperyalist “çözüm”e hayır!
Yugoslavya’nın kuruluşundan parçalanmasına kadar geçen 48 yıllık süreçte yaşananlardan temel bazı dersler çıkartmak mümkündür:
Bürokratik-despotik rejimler ezen ulus milliyetçiliğinden arınamaz ve bu tür rejimlerde halkların tam bir kaynaşması asla mümkün değildir. 80’li yıllara doğru kapitalizme entegrasyon sürecinin hızlanmasıyla birlikte burjuvalaşmaya başlayan bürokrasiler, Yugoslav işçi sınıfını bölmek ve her biri kendi ulusal birliğini-pazarını kurmak amacıyla milliyetçi-şoven ideoloji ve politikalara hız vermişlerdir. Bunun sonucunda da, hepimizin bildiği bir iç savaş başlamış ve bölge halklarının geleceği bu kanlı politikalara kurban edilmiştir.
Bu milliyetçi ve şoven zorbalığa karşı komünistler, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunurlar. Bunun pratikteki anlamı, eski Yugoslavya’yı oluşturan tüm halkların bir arada veya ayrı yaşamak yönündeki tercihlerini özgürce yapabilmelerinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla kimi Stalinistlerin ve Troçkistlerin yaptığı gibi, sırf “sosyalist” yahut “yozlaşmış da olsa işçi devleti” diye, halkların birbirini boğazlama noktasına geldiği ve bu temelde 300 bin insanın canını verdiği bir durumda, UKKTH’yi yadsıyan zoraki bir birliğin savunulması tamamen mantık dışıdır.
Stalinizmin bu konudaki tutumu şiddetle mahkûm edilmelidir. Onlar, geçmişte “sosyalist” olduğu gerekçesiyle Yugoslavya’nın birliğini savundular ve bağımsızlıklarını isteyen halkları emperyalizmin ajanı karşı-devrimciler olarak ilan ettiler. Sırf SSCB ile olan ilişkileri nedeniyle ve dağılmadan sonra da komünist sıfatını kullandığı gerekçesiyle Miloşeviç gibi eli kanlı diktatörleri “yoldaş” ilan ettiler. Anti-Amerikancılığı anti-emperyalizmle özdeşleştirdikleri için, geçmişte Kaddafi ve Saddam gibi, bugün de Miloşeviç gibi liderleri anti-emperyalist ilan ederek desteklediler. Oysa ne Yugoslavya sosyalistti ve ne de bahsi geçen diktatörler anti-emperyalist.
Yugoslavya’da yaşananları, salt emperyalist “dış” güçlerin müdahalesi temelinde açıklamak ve “iç” güçleri yani bürokrasiden bozma burjuvaziyi işin dışında tutmak, daima ezen ulus şovenizminin kuyruğuna takılmayla sonuçlanır. Yugoslavya örneğinde bu hatalı yaklaşımı sergileyen milliyetçi solun Kürt sorunundaki tutumu da farklı değildir. Milliyetçi sol bu bakış açısıyla, dün Yugoslavya’yı ya da Irak’ı “karıştırarak” bölen emperyalistlerin, bugün de aynı oyunları Türkiye üzerinde oynadığı gerekçesinin ardına sığınarak, Kürtleri bu oyuna gelmemeleri için uyarıyor. İlk bakışta bir “uyarı” gibi görünen bu yaklaşımın asıl amacı, ezilen Kürt halkına mücadeleden vazgeçmesini ve kendi kaderini tayin hakkını unutmasını telkin etmektir ve ezen ulus şovenizminin savunduğu da zaten bundan farklı değildir. Komünistler hangi gerekçeyle olursa olsun halkların zorla bir arada tutulmalarına karşı çıkarlar. Ayrılma isteminin sebebi ne olursa olsun, her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır ve bu hakkı özgürce kullanabilmelidir.
Emperyalistler her yerde ulusal, etnik, dini vb. ayrılıkları, düşmanlıkları, kendi çıkarları doğrultusunda kışkırtıyor ve nüfuz alanlarına uygun bölünmeleri teşvik ediyorlar. Balkanlar da Ortadoğu gibi kan ve barut fıçısı olmaktan kurtulamıyor. Bu durum bize bir gerçeği tekrar tekrar hatırlatıyor: halklar arasında kalıcı bir barışın, kaynaşmanın ve kardeşliğin sağlanmasının tek yolu gerçek bir proleter devrimden geçmektedir.
[1] Güney Slavları ondan fazla etnik gruptan oluşuyor. Bunların nüfus açısından çoğunluğu oluşturan birkaçının dağılımı (eski Yugoslavya’nın sınırları baz alındığında) yaklaşık olarak şöyledir; Sırplar %43, Hırvatlar %23, Slovenler %8,5, Boşnaklar %6, Makedonlar %5. Ancak Sırp nüfusu diğer cumhuriyetler içinde de dağılmış durumdadır. Örneğin Hırvatistan’daki Sırp nüfusu %12, Bosna-Hersek’te %31, Kosova’da %15 ve Voyvodina’da ise %56 civarındadır.
link: Kerem Dağlı, Emperyalizmin Balkanlaştırma Operasyonu Devam Ediyor, Haziran 2006, https://marksist.net/node/1037
Oyunu Bozalım
Yunanistan’da Öğrenciler Ayakta