Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve onbeşler
Rosa Kızıl Kanatlı Bir Kartaldı ve Hep Öyle Kalacaktır…


Rosa Luxemburg’a dair Marksist Tutum’da başta Elif Çağlı’nın Kızıl Kanatlı Rosa çalışması olmak üzere pek çok yazıda, genç devrimciler, Rosa’nın o cüretiyle “vardım, varım, var olacağım” demeye çağrılır. Rosa gibi mücadeleyi aşkla sevebilmek ve bu uğurda bir yaşam sürebilmek ne büyük bir bahtiyarlık…
Rosa kendi çağında, yani Avrupa’da dahi kadınların hesaba katılmadığı yıllarda, keskin bir kılıç gibi zihninin, yüreğinin ve bileğinin hakkıyla Alman devriminin kadın lideri olmuştu. Onun ve Clara Zetkin’in duruşları öylesine cüretliydi ki reformist SPD’nin yöneticileri bile korkuya kapılıyordu. Sözde Marksist, özde düzenin adamı Bernstein “etekli erkekler” diyerek aklınca Rosa’yı küçümsüyordu. Ama onun çağdaşı ve büyük Ekim Devriminin, dünya işçi sınıfının lideri Lenin, Rosa için “o bir kartaldı ve kartal olarak kalacak…” diyecekti. Lenin bu sözü, 1919 yılının Ocak ayında Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, dünya işçi sınıfının kızıl kanatlı önderleri olarak aramızdan ayrıldığında söyleyecekti.
Rosa Luxemburg, 1870 tarihine dünyaya geldiğinden kısa süre sonra çocuk felci geçirdiğinden bir bacağı kısa yani topal bir kız çocuğu olarak büyüdü. Açık bir ifadeyle hayata bir-sıfır geriden başladı. Ama Rosa ta çocukluğunda ele avuca sığmayan ateş gibi bir kızdır. Rosa, daha lise yıllarında içine doğduğu sömürücü düzene karşıdır ve arayış içine girer. 18 yaşına geldiğinde doğup büyüdüğü Polonya’da sosyalist fikirlerle tanışır. Ama burada asıl aradığını bulamaz. İlerleyen yıllarda Almanya’ya gider ve 28 yaşındayken Alman vatandaşlığına geçer. İşte Rosa’nın Marksist fikirlerle gerçek manada tanışması o zamandan sonra başlar. Rosa Luxemburg’un en kadim yoldaşları ve sadık dostları Karl Liebknecht, Leo Jogiches ve Clara Zetkin olur. Mücadelede her daim yan yana ve omuz omuza ömürlerinin sonuna dek birlikte yürürler.
Dünyaya geldiğinde hayata bir-sıfır geride başlasa da yenilgiyi kabullenmek ve kaderine razı olmak Rosa’ya göre bir şey değildi. Rosa bir avuç kordu. Ele avuca sığacak, kenara itilecek bir kadın değildi. Zehir gibi bir zihne sahipti. Düşman karşısındaki duruşu ve tutumu o denli dik ve netti ki, ölümünden kısa bir süre önce dahi şunları haykırmıştı: “Sizi budala zaptiyeler. Yarından tezi yok, kıyamet günü kopmuşçasına, tüm tantanasıyla, en ummadığınız yer ve anda devrim karşınıza yeniden çıkacak ve haykıracaktır: Vardım, varım, var olacağım!”
Özetle Rosa komünist mücadeleyi tutkuyla ve tam anlamıyla aşkla severek yaşadı. Leo Jogiches’i de yoldaşı ve hayat arkadaşı olarak mücadelenin içerisinde tutkuyla sevdi. Ve uğruna her şeyini adadığı mücadele içerisinde aramızdan kanat çırparak sonsuzluğa gitti. Ama her an da mücadelede yanı başımızda hissederiz Rosa’yı.
Korkak burjuvazi Rosa ve Karl Liebknecht’i katlederek yok edeceğini sandı, ama yanıldı. Aramızdan ayrılışlarının üzerinden 106 yıl geçtiği halde onlar dünya işçi sınıfının komünist bir dünya kurma mücadelesinde capcanlı yaşıyorlar. Rosa’nın kendi sözleriyle ifade edersek “bir buçuk asır değil binlerce asır da geçse” sınıfsız, sınırsız yani komünist bir dünya mücadelesi içerisinde, Rosa ve Ocak ayında yitirdiğimiz yiğit komünist liderlerimiz yanı başımızda mücadelemizde yaşayacaklar.

link: İzmir’den MT okuru bir işçi, Rosa Kızıl Kanatlı Bir Kartaldı ve Hep Öyle Kalacaktır…, , https://marksist.net/node/8425
Zor Günlerde Bir Fikrin ve Eylemin İnsanı Olmak


15 Ocak 1919… Alman burjuvazisi o gün, Alman işçi sınıfının iki önderinin canına kıydı! Rosa önce dipçiklendi, sonra kurşunladı, cansız bedeni bir su kanalına atıldı. Yoldaşı Liebknecht ise kurşuna dizildi ve yol kenarına bırakıldı. 28 Ocak 1921… Trabzon’dan Bakü’ye doğru bir deniz motoru kalktı, arkasına sinsice başka bir motor takıldı... Komünist ozan Nâzım Hikmet’in betimlediği gibi iki motorda iki sınıf çarpıştı o gün! Türkiye işçi sınıfının önderleri, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, Türk burjuvazisi tarafından Karadeniz’in soğuk sularında boğduruldu. Ve 21 Ocak 1924… Dünya sosyalist devriminin lideri Lenin yaşamını yitirdi. Lenin, Rosa, Liebknecht ve Suphi… Vakitsiz ölümleri birbirini takip eden yılların Ocak aylarına denk gelen dört komünist önder… Devrimimizin ve sınıfımızın gecede ve gündüzde parlayan dört yıldızı… Onlar, aradan geçen bir asra rağmen sarsılmaz iradeleriyle, inançlarıyla, cüretleriyle ve devrimci miraslarıyla yaşıyorlar. Gecede ve gündüzde hâlâ parlıyorlar, dünya döndükçe de parlayacaklar!
“Ocak ayı yalnızca iklim açısından değil, işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin takviminde de adeta bir kışı andırır. Şüphesiz ki, mücadelenin uykuya yatması anlamında değil; tarihsel kavgamızda birçok önemli kaybımızın adeta bu aya isabet etmiş olması anlamında bu böyledir.”[1] Ancak bu dört büyük devrimciye dair ortaklık, kuşkusuz bundan çok daha fazlasını içinde barındırır. Onların ölümü, söz konusu üç ülkedeki devrim süreçlerine inen ağır darbeyle özdeştir. Rosa ve Liebknecht’in öldürülmesiyle eş zamanlı olarak Alman devrimi de boğazlanmış, dünya devrimi hayati bir yara almıştır. Mustafa Suphiler, Birinci Dünya Savaşından bitap düşmüş Anadolu yoksullarıyla kavuşamamıştır. Lenin ise Sovyetlerde uç veren karşı devrimci bürokrasiyle son kavgasını nihayete erdirememiştir. Ancak Lenin, Rosa, Liebknecht ve Suphi’ye dair ortaklık bununla da sınırlı değildir.
Bu büyük devrimciler zulüm, baskı, ağır sürgünlük koşulları ve en önemlisi emperyalist savaş döneminin alevleri karşısında sarsılmaz bir irade gösterdiler, başarılı sınavlar verdiler, yaşamlarıyla geriye büyük bir miras bıraktılar. Zor günlere teslim olmak bir yana, böylesi koşulların suların durgun olduğu dönemlere nazaran çok daha öğretici ve dönüştürücü olduğunu berrak biçimde kavradılar. Şartlar ve güç dengesi ne olursa olsun, ters akıntılara karşı yüzmek pahasına o büyük güne, kaçınılmaz saate hazırlandılar. Dosta da düşmana da bir fikrin, haklı bir davanın insanı olmanın ne demek olduğunu gösterdiler. Lenin, Rosa, Liebknecht ve Suphi… Onlar, insan zihninin ürettiği en büyük, en ulvi fikrin ve bir eylemin insanıydılar. Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya fikrinin ve onun tek gerçek eylemi olan proleter devrimin!
“Zor günler zor sınavlara çeker insanı”
Kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükseldiği yirminci yüzyıl, insanlık tarihinde en büyük çalkantıların yaşandığı trajik bir zaman dilimi olarak perdesini açtı. Bir taraftan büyük umutlar kitleleri sarıp mücadeleye sürüklerken, diğer taraftan buna büyük kıyımlar eşlik etti. Kısacası yirminci yüzyıl Lenin’in ifadesiyle, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler çağıydı. Dönemin karakterini en belirgin şekilde taşıyan olayların başında emperyalist paylaşım savaşı geliyordu. Temmuz 1914’te, daha sonra “Dünya Savaşı” olarak adlandırılacak savaş resmen ilan edilip alevleriyle tüm dünyayı kavurmaya başladı. Sadece dört yıl içinde 20 milyona yakın insan öldü, çok daha fazlası yaralandı. Bu o zamana kadar tarihin gördüğü en büyük savaş, en büyük barbarlıktı.
II. Enternasyonal’in sözümona sosyalist partileri işçi sınıfına ihanet içinde emperyalist savaşa destek verirken buna en büyük karşı çıkış Rusya’dan, Lenin önderliğindeki Bolşevik Partiden gelmişti. Lenin, ihanet içindeki II. Enternasyonal önderliğini şu sözlerle teşhir ediyordu: “Oportünizm ve sosyal şovenizmin politik içeriği aynıdır. Sınıf işbirlikçiliği, proletarya diktatörlüğünün inkârı, devrimci eylemin reddi, burjuva yasallığının koşulsuz kabulü, burjuvaziye güven ve proletaryaya güvensizlik.” Öte yandan da pasifist bir barış savunusu yapmıyor ve şunun altını çiziyordu: “Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz.”[2]
Lenin’in ortaya koyduğu bu ilkesel hattın kristalize olmuş hali olarak “Emperyalist savaşı iç savaşa çevir!” şiarını düstur edinen Bolşevikler, bu devrimci politikayı, kitlelerin milliyetçi hezeyanla doldurulduğu savaşın ilk günlerinden savaştan bitap düştükleri devrim öncesi günlere kadar propaganda etmekten vazgeçmediler. Zamanla da işçi kitlelerin güvenini ve beraberinde de önderliğini kazanmayı bildiler. Şubat 1917’de son derece kudretli görünen Çarlık rejimini yerle bir eden Rus işçi sınıfı, Bolşevik Parti önderliğinde Ekim Devrimiyle iktidarı ele geçirdi. Rusya’da bir işçi devriminin gerçekleşmesi ve kurulan işçi iktidarının savaştan çekildiğini duyurması, beraberinde de burjuva devletler arasında imzalanan tüm gizli anlaşmaları deşifre etmesi adeta insanlığın kaderini değiştirdi! Devrimin Avrupa’ya sıçramasından ölesiye korkan burjuva egemen güçler, kendi aralarındaki kapışmaya ara vermek zorunda kaldılar.
Emperyalist savaşa karşı devrimci Marksizmin bayrağını Almanya’da Rosa, Liebknecht ve yoldaşları yükseltti. Bu iki kadim yoldaş, ilk zamanlar içinde bulundukları SPD’nin emperyalist savaşta burjuvazinin yanında saf tutan şovenist tutumuna karşı ölesiye mücadele etti. SPD önderliğini “kokuşmuş bir ceset” olarak tanımlayan Rosa, işçi sınıfının önündeki iki seçeneği, tarihe geçen şu sözleriyle vurguluyordu: “Ya sosyalizm ya da barbarlık içinde çöküş!” Savaş karşıtı öfkeye Ekim Devriminin muazzam rüzgârının etkisi eklenince 1918’de İmparatorluk çökmüş, ancak Alman işçi sınıfının devrimi yenilmiştir. “Berlin’de düzen hüküm sürüyor” diye gerinen karşı-devrimcilere karşı Marksizme olan muazzam inancıyla şöyle meydan okuyordu Rosa: “Bu «yenilgiden» geleceğin zaferi çiçek verecektir!”
Sözde sosyalist SPD milletvekilleri parlamentoda emperyalist savaş kredileri için kabul oyu verirken karşı oy kullanan yegâne milletvekiliydi Liebknecht. Katıksız bir enternasyonalist olarak parlamento kürsüsünden işçilerin temsilcisi olarak burjuvalara ve burjuvaziyle işbirliği yapan hainlerin yüzüne karşı şöyle haykırmıştı: “Asıl düşman içeride! Kahrolsun savaş! Kahrolsun hükümet!” Savaşa karşı çıktığı için tutuklanıp askeri mahkeme karşısına çıkartıldığında ise kendisini “vatana ihanet”le suçlayan mahkeme başkanına şöyle demişti: “Vatana ihanet enternasyonalist bir sosyalist için hiçbir anlam taşımaz.”
Bu iki devrimci önder işçi sınıfı hareketi tarihine, emperyalist savaş karşısında aldıkları devrimci tutumla ve bunu kitlelere taşımada gösterdikleri enerjik çabayla geçti. İşte bu nedenledir ki, bizzat SPD önderliği tarafından katledildiler. Lenin’in varlığı nasıl Rus işçi sınıfının iktidarı almasını sağladıysa, Rosa ve Karl’ın ölümü de Alman işçi sınıfının devriminin boğulmasına neden oldu. Onların ölümüyle Alman işçi sınıfı en yetenekli, en özverili, en deneyimli liderlerini kaybetti. Almanya’da devrimin başarısızlığa uğraması, daha sonra faşizmin önünü açacak, insanlık büyük acılar yaşamaya devam edecekti.
Mustafa Suphi ise 1914-1917 arasında Rusya’da savaş esiriyken Bolşevizmle tanıştı. Savaş öncesi süreçte dönemin pek çok Osmanlı aydını gibi burjuva liberalizmi, Türkçülük ve sosyalizm arasında gitgeller yaşayan Mustafa Suphi, İttihat ve Terakki’ye katılmış, ancak kısa sürede muhalif olmuştu. İttihat ve Terakki’nin 1913’te başlattığı terör dalgasından nasibine Sinop’a sürülmek düşen Mustafa Suphi, bu diktatörlüğe karşı mücadele için Rusya’ya kaçtığında ise esir olarak ele geçirilmişti. Ural bölgesinde kendisi gibi esir konumundaki Bolşeviklerden, Bolşevik fikirlerden etkilenen Suphi, muazzam bir iç devrim geçirerek bir komünist oldu. Ekim Devrimi saflarında yer alarak Türk ve Müslüman savaş esirleri arasında propaganda ve örgütlenme çalışmaları yaptı.
1918 yılında Yeni Dünya gazetesinin 11. sayısı için kaleme aldığı “Birleşiniz Bütün Dünyanın Mazlum ve Fakir Halkları” adlı yazısındaki şu satırlar, geçirdiği enternasyonalist dönüşümün bir nişanesidir: “Türkler ve Ermeniler, yalnız Türkler değil Kürtler, Çerkesler, Türkmenler ve hatta Kafkasyalılar, Dağıstanlılar, Türkistanlılar arasında bu nefret ve düşmanlığa ne zaman nihayet gelecek? (…) Türk ve Kürtlerin Ermenileri, Ermenilerin Kürtleri ve Türkleri takibe, mahva, yok etmeye koşmaları; bu fetihlik davasında medeniyetleri vahşetle yoğrulmuş Avrupalı emperyalistlerin insan ruhuna ettikleri, akıttıkları zehir; bu masum milletler arasına, kasd ile sokulan, din ve millet hırslarıyla yakılan bir düşmanlık (…) Anadolu’yu ne Türklere, ne Kürtlere, ne de Ermenilere değil, ancak kendilerine almak… Bu hakikati Türk ve Ermeni işçi ve köylüsünden bilmedik, anlamadık hiç kimse artık kalmamış olmalı; bu hakikati halka anlatmak o feci cinayetlerin önünü almak Türk ve Ermeni inkılapçılarının ve bu inkılapçılardan özellikle komünist enternasyonalistlerin vazifesidir.”
Bugüne, bize kalan
Tarihsel bir sistem krizinin içinde debelenen emperyalist-kapitalizm, dünyaya ve insanlığa bir kez daha cehennemi yaşatıyor. Geçen her gün kapitalizmin ömrünü çoktan tamamladığını gösterirken içinde bulunduğu krizi bir türlü aşamayan burjuva düzen dünya genelinde gericileşiyor, saldırganlaşıyor. Büyüyen toplumsal eşitsizlikten yoksulluk ve işsizliğe, derinleşen ekonomik krizlerden otoriterleşme ve faşizme, göç sorunundan Üçüncü Dünya Savaşına kadar pek çok sorun kangrene dönüşmüş durumda.
Elif Çağlı, kimilerince birbirinden kopuk algılanan savaşların aslında yürümekte olan Üçüncü Dünya Savaşının cepheleri olduğu ve bu savaşın öncekilerden farklı biçimler altında sürdüğü tespitini yapalı yaklaşık yirmi yıl oldu. Gelinen aşamada, sol hareketin içinden hâlâ “savaşın ayak sesleri işitiliyor” diyenler bir kenara, burjuva ideologlar dahi “Üçüncü Dünya Savaşı” tabirini kullanır hale geldi. Öte yandan bugün emperyalist savaş şiddetlenip yayılmış durumda.
“Libya’dan Afganistan’a, Suriye’den Yemen’e kadar uzanan «Büyük» Ortadoğu, aslında tam da ABD’nin planları doğrultusunda yıllardır kan ve ateşle yoğruluyor. Buna zaman zaman alevlenen Kafkasya cephesini de eklemek gerekiyor. Ukrayna iki süper nükleer gücün hegemonya kavgasının sıcak çatışma alanlarından biridir. Doğu’da Çin Denizinde sular giderek ısınıyor, orada da paylaşım savaşını esasen ABD ve Japon emperyalizmleri körüklüyor. Karşılarına aldıkları Çin emperyalizmi henüz nihai hesaplaşma zamanının gelmediğini ve buna hazır olmadığını düşünüyor, belki de bu yüzden rakipleri sürekli provoke ederek onu «erken» bir savaşın içine çekmek istiyorlar. Ekim ayı başında, bir süredir yatışmış gibi görünen Ortadoğu Savaşı, bu kez İsrail-Filistin çatışması görünümünde tekrar alevlendi. Üstelik ne alevlenme!”[3]
Sistem krizi ve emperyalist paylaşım savaşıyla doğrudan bağlantılı olarak, son süreçte Arjantin’den İtalya’ya, Hollanda’dan sözde demokrasinin beşiği İsveç’e kadar, faşist hareketlerin tek tek mevzi kazanması da söz konusudur. Dahası Almanya’da AfD, Fransa’da Le Pen’in Ulusal Cephesi, İspanya’da Vox yükselişini sürdürmektedir. Ancak her şey karşıtıyla birlikte vardır. Bu süreç dünya genelinde savaş ve faşizm karşıtı bir öfkenin mayalanmasına olanak sağlıyor. Son günlerde Almanya sokaklarında Rosa ve Liebknecht’lerin ruhunun dolaşması, yükselen faşist harekete karşı yüz binlerin sokaklara çıkması bunun somut örneklerinden biridir. Tüm bu kaotik tablo, dünyanın her yerinde kitlelere bir alternatif arayışını gerekli kılıyor ve dayatıyor.
Nasıl ki savaşsız bir kapitalizm olamazsa, devrim hedefinden kopuk bir barış talebinin kapitalizmin savaşlarına çare üretmesi beklenemez. Yoksullaşmadan hak gasplarına, ırkçı faşist hareketlerin yükselmesinden Üçüncü Dünya Savaşına kadar pek çok nedenle isyan edip ayağa kalkan dünya işçi sınıfı örgütlü bir güç haline gelmesi gerektiğini eninde sonunda öğrenecektir. O güne kadar sınıf devrimcileri olarak boynumuzun borcu, tarihsel önderlerimizin açtığı yoldan ilerlemek, işçi sınıfı içinde proleter enternasyonalizmin bayrağını yükseltmek ve geleceğin büyük kavgasına hazırlanmaktır. Yolumuz zorlu! Bu yolda, Lenin’in zorluklar karşısında gösterdikleri direnci özetlediği şu berrak ifadeler, bir fikrin ve eylemin insanı olmak iddiasında olan her birimizin hatırında olsun: “Bir avuç insan, birbirimizin elini sımsıkı tutmuş halde, sarp bir yolda, uçurumun kenarında yürüyoruz. Her taraftan düşmanlarla sarılmışız ve yolumuza neredeyse devamlı düşman ateşi altında devam etmek zorundayız. Özgürce almış olduğumuz kararla, tam da düşmanlara karşı savaşmak için birleştik.”[4]
[1] Deniz Moralı, Dövüşenler Ölenlerin Tutmaz Yasını!, 10 Ocak 2003, marksist.net/node/436
[2] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., 5.baskı, s.11-12
[3] Oktay Baran, Emperyalist Savaş Büyüyor, Ekim Devrimi Çıkış Yolunu Gösteriyor, 7 Kasım 2023, marksist.net/node/8110
[4] Lenin, Dogmatizm ve “Eleştiri Özgürlüğü”, Seçme Eserler, c.2, İnter Yay., s.41

link: Yılmaz Seyhan, Zor Günlerde Bir Fikrin ve Eylemin İnsanı Olmak, , https://marksist.net/node/8178
Ardında Yürünecek Şanlı Bir Yol Bırakanlar


İnsanlık ilk çağlarda ilerlemek için, yolunu yönünü tayin etmek için gökyüzüne başvurdu. Güneşin doğduğu ve battığı yere baktı, yıldızları takip etti. Yoluna devam eden insanlık daha sonra pusula gibi araçlar geliştirdi ve bu pek çok keşfi sağlayarak insanlığın gelişiminin önünü açtı. Sınıflar tarihinde de belli dönüm noktaları oldu mücadelenin seyrini değiştiren, buzu kırıp suyun yolunu açan. İşçi sınıfı, Marx ve Engels’in insanlığın kurtuluşu için işaret ettiği, sınıflar mücadelesinin ilk nüvesi olan Paris Komününden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in son nefeslerine kadar enternasyonalist komünist bir çizgide ilerledikleri Alman Devrimi yenilgisine, Lenin ve Bolşevikler önderliğinde karanlıkları yırtarak tarihin ilk muzaffer devrimi olmayı başarmış Ekim Devrimine sayısız öğreti ve deneyimle dolu tarihsel bir külliyata sahip.
Bu külliyata insanlığın ortak yaşamı için ter akıtan, tüm yaşamını komünizm davasına adayan insanlarımızın sayesinde sahip olduk. Adlarını sayamadığımız kadar çok yiğit devrimci burjuvazinin kanlı savaşında sonsuz inançlarıyla gözü pek bir şekilde çarpışarak can verdi. Ocak ayındaysa yas tutmaya utanacak kadar minnet duyduğumuz önderlerimizi kopardılar aramızdan. 15 Ocak 1919’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i, 21 Ocak 1924’te Lenin’i, 28 Ocak 1921’de de Mustafa Suphi ve yoldaşlarını kaybettik. Bu topraklarda yaşamının sonuna kadar mücadele eden Mustafa Suphi’nin ölüm yerinde “Karadeniz” yazar. 14 yoldaşıyla birlikte Karadeniz’in hırçın sularında Kemalizmin kadroları tarafından alçakça boğdurulmuştur Suphi. Fakat onlardan geriye Suphi’nin şu sözü kalmıştır: “Bütün insanlar ölecek, yeter ki geride kötü bir şey bırakmasın.” Kısa yaşamını toplumun kurtuluşuna adayan Suphi’nin dediği gibi bütün insanlar doğar, yaşar ve ölür elbette. Fakat önemli olan geriye ne bıraktığındır. Mustafa Suphi bu toprakların direngen milliyetçi, Kemalist ideolojisinin karşısında ışıl ışıl parlayan enternasyonalizm bayrağını bıraktı. İşçi sınıfının devrimci önderleri Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht devrimci mücadeleye akıttıkları tutkuyla, insana, hayvana, doğaya dair barındırdıkları incelikle, karanlık günlerde diri tuttukları umutla, düşmanın karşısında gösterdikleri dirençle bugünlere, geleceği inşa etmeye ant içmiş devrimci yüreklere yürünmesi gereken bir yol bıraktılar. Üstelik doğruları ve yanlışlarıyla deneyimlerle dolu bir yoldur bu.
İleriye doğru yol almanın en tutarlı davranışı geriye dönüp bakmak ve doğru temellerde adım atabilmektir. Bugün kapitalizmin tarihsel krizi insanlığa dinmeyen acılar yaşatıyor. Dünyanın her yerinde işçi sınıfı aynı çaresizliği hissediyor. Yoksullukla, felâketlerle, savaş ve ölümlerle yüz yüze olan milyonlar bir umut kapısı arıyorlar. Artık katlanılmayacak koşullara isyan eden milyonlar dünyanın pek çok yerinde sokaklara çıkıyor ve o veya bu biçimde bu düzeni istemediklerini haykırıyorlar. Bu düzenden bıkan ama henüz sesini çıkarmaya cesaret edemeyenlerin sayısı ise kuşkusuz daha fazla. Toplumda açığa çıkmayı bekleyen büyük bir değişim arzusu mayalanıyor. Kapitalizmin yoluna olağan devam edemeyeceği ve dünyayı her geçen gün daha karanlık zamanlara götüreceği ise ortada. Burjuva efendiler dün olduğu gibi bugün de sistemlerine sımsıkı sarılmaya, onun ilelebet yaşaması için yeni soluklar aramaya devam ediyorlar.
Burjuvazi tarihsel görevini canhıraş yerine getirmekle meşgulken, kapitalizmin geldiği son noktada insanlığın ve dünyanın geleceğinin enternasyonalist devrimci örgütün yaratılmasına bağlı olduğu gerçeği sınıf devrimcilerinin önünde acil bir görev olarak duruyor. Kaybettiğimiz devrimci önderlerimizi anmanın en iyi yolu onlardan devraldığımız mirasa layıkıyla sahip çıkmaktır. Onların tamamlamaya ömürlerinin yetmediği yolu kendi tarihsel deneyimleri ışığında işçi sınıfının devrimcileri yürüyecektir, biz yürüyeceğiz!

link: İstanbul/Avcılar’dan bir kadın işçi, Ardında Yürünecek Şanlı Bir Yol Bırakanlar , , https://marksist.net/node/8175
Devrimci Önderlerimiz Yolumuzu Aydınlatıyor
Her birini Ocak ayında kaybettiğimiz devrimci önderlerimiz Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Lenin, Mustafa Suphi kendi yaşadıkları dönemde olduğu gibi bugünün devrimcilerine de ışık tutuyor ve sınıfsız bir gelecek için bizlere yol gösteriyorlar.
Tarihsel öncülerimiz işçi sınıfının kapitalizme karşı vereceği mücadelede göğüsleyeceği zorlukları bilerek, gerek yaşamları ile gerek fikirleri ile önemli bir miras bırakmıştır. İşçi sınıfının devrimcileri olarak bu yolda ilerleyerek, dünya ölçeğinde örgütlenerek kapitalizmi alaşağı edebiliriz. Bunun için ihtiyacımız olan devrimci bir önderliktir. Şu an dünyamızda yaşanan savaşların, felâketlerin tüm sorumlusu kapitalist sistemdir. Tüm felâketler kapitalizmin bağrında yatan çelişkilerden kaynaklıdır. Bu çelişkiler bir yandan işçi sınıfını derin bir yoksulluk, açlık ve bin bir türlü zorlukla karşı karşıya bırakıyor, bir yandan kapitalizmin mezar kazıcılarını yaratıyor.
Kapitalizm yarattığı çelişkilerle kendi kendine yıkılacak değildir elbet. Örgütlü işçi sınıfının ve devrimci bir örgütün öncülüğü olmadan kapitalizm yıkılamaz. Rosa Luxemburg’un dediği gibi, “ya barbarlık ya sosyalizm” çağının içerisindeyiz. Devrimci önderlerimizin tarihsel deneyimlerinden süzdüklerimizle, onların bıraktığı teorik mirasla, bu yolda mücadele bayrağını daha da ileriye götürmek için elimizden geleni yapacağız. Yaşasın sosyalizm! Enternasyonalle kurtulur insanlık!

link: Gebze’den MT okuru genç bir metal işçisi, Devrimci Önderlerimiz Yolumuzu Aydınlatıyor, , https://marksist.net/node/8174

link: Marksist Tutum, Lenin'siz 100 yıl , , https://marksist.net/node/8173
Komünist Enternasyonalin Bayrağını Geleceğe Taşıyacağız!


Sömürü ve esaret egemen olduğundan beridir, nice yürek eşitlik ve özgürlük için çarpmıştır bugüne dek. Aklı ve yüreğiyle gelecek güzel günleri düşleyen, onun için mücadele eden insanlığın yüz akıdır onlar. Bir de kitlelere yön vermiş; bütün varlığını, ruhunu devrimci mücadeleyle yoğurmuş ve bıraktığı mirasla daima hatırlayacağımız devrimci önderlerimiz vardır. Böylesi devrimci önderler adanmışlıklarıyla, fikirleriyle sosyalizm bayrağını daha ileriye taşımak için mücadele edenlere örnek olurlar. Ortalık karardığında yıldız, fırtınalar koptuğunda köklü bir çınardır onlar. Ocak ayında yitirdiğimiz Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Lenin ve Mustafa Suphi bizlere kılavuz olan, yol gösteren devrimci önderlerimizdir.
Büyük Ekim Devriminin önderi Lenin, emperyalist çağın savaşlar ve devrimler çağı olduğunu söylemişti. Gerçekten de, geçtiğimiz yüzyılda yaşananlar egemenlerin kendi menfaatleri için milyonlarca insanı savaş cehenneminin içine atmaktan geri durmayacağını göstermiştir. Devrimci işçi sınıfının önderleri ise işçi sınıfının egemenlerin haksız savaşlarında yerinin olmadığını, asıl savaşın egemenlere karşı verilmesi gerektiğini haykırıyor, gelecek büyük devrimler için mücadeleyi ilmek ilmek örüyordu.
Almanya işçi sınıfının yiğit önderlerinden Karl Liebknecht, Alman hükümetinin emekçi kitleleri içine itmek istediği savaşın asıl niteliğini teşhir ediyor ve “Asıl Düşman İçerde!” başlıklı yazısında işçilere şöyle sesleniyordu: “Alman halkının baş düşmanı Almanya’dadır: Alman emperyalizmi, Alman savaş partisi, Alman gizli diplomasisi. Alman halkı, kendi emperyalistlerine karşı mücadele eden diğer ülkelerin proletaryasıyla birlikte, içerdeki bu düşmanı politik mücadeleyle alt etmelidir.” Enternasyonal sosyalizmin en büyük savaşçılarından olan Rosa Luxemburg, devrimci fikirlerin yaygınlaşması için mücadele ederek ve bulunduğu her alanda enternasyonal bilinci aşılamaya çalışarak geçirdi hayatını ve bu yolda hiç kaçınmadan yaşamını yitirdi. Devrim rüzgârları tüm dünyayı sarsarken Mustafa Suphi ve yoldaşları Anadolu’da Bolşevik bir örgütlenme yaratmak ve komünist enternasyonal bilincin bu topraklarda yeşermesi için mücadele ediyordu. Bolşevik örgütlenmenin lideri Lenin ise “Rus işçi sınıfının hareketi, karakteri ve hedefi itibariyle tüm ülkelerin işçi sınıfının uluslararası hareketinin bir parçasıdır” diyerek proleter bir dünya devrimi hedefini ifade ediyordu.
Bizler de bugünün genç işçi kuşakları olarak onların bize bıraktıkları mirası, komünist enternasyonal geleneği gururla sahipleniyoruz. Böylesi önemli devrimcilerin yaşamlarını ve mücadelelerini öğrenmek, dersler çıkarmak ve bunları geleceğe aktarmak için mücadele ediyoruz. Burjuvazinin cellâtları onları aramızdan alsalar da bizlere bıraktıkları devrimci ruh mücadelemizde yaşıyor ve hep yaşayacak. Liebknecht’in dediği gibi: “Sıkı durun. Kaçmadık. Yenilmedik… Çünkü Spartaküs, proletaryanın devriminin ateş ve aklı demektir; o, proletaryanın devriminin yüreği ve ruhu; irade ve özlemi demektir. Ve Spartaküs, sınıf bilinçli proletaryanın tüm kararlılığı ve mutluluk özlemi demektir. Çünkü Spartaküs, sosyalizm ve dünya devrimi demektir. …bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. Her şeye rağmen!”

link: Gebze’den MT okuru gençler, Komünist Enternasyonalin Bayrağını Geleceğe Taşıyacağız! , , https://marksist.net/node/8171
Devrimci Önderlerimizin İzinden, Daima Hedefe Doğru!


Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi… Farklı ülkelerden, Rusya, Almanya ve Türkiye’den boy vermiş dört koca çınar. Aynı davanın, sömürüsüz dünya mücadelesinin unutulmaz dört büyük komünist önderi… Kavgamızda daima birer yol gösterici ve öğretmen olan devrimci önderlerimizi her Ocak ayında, ölüm yıldönümlerinde bir kez daha anıyoruz. Bizimkisi bir yas değil, onların her bir anı önemli dersler içeren yaşamlarını zihinlerimize nakşedip, öfkemizi ve inancımızı bilemektir. Rosa, Liebknecht ve Mustafa Suphi’yi katledenler, mücadeleden koparanlar sandılar ki vurmaz artık kalbimiz kederinden. Yanıldılar! Kalbimiz sınıfsız bir dünya özlemiyle yine çarpıyor, kalbimiz yine çarpacak!
Dünyanın savaşlarla çalkalandığı, baskı ve zorbalığın hüküm sürdüğü dönemlerdi. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı dünyanın üzerine cehennem gibi çökmüştü. Halklar açlık ve sefalet içinde kıvranıyordu. Üstelik II. Enternasyonal dünya işçi sınıfına ihanet ederek savaşı destekleme kararı almıştı. Sürgünler, ihanetler, acı ve yıkım. Kulakları sağır eden savaş tamtamları arasından “Asıl düşman içerde, silahları burjuvaziye yönelt!” haykırışını yükselten Rosa ve Liebknecht, II. Enternasyonalin ihanetini teşhir ederek dünya halklarına gerçek bir enternasyonali, Komünist Enternasyonali armağan etme iradesini gösteren ve tarihin ilk muzaffer işçi devrimine önderlik eden Lenin, Anadolu topraklarına Ekim Devriminin rüzgârını taşımak için canını ortaya koyan Mustafa Suphi ve yoldaşları… Onlar karanlığa teslim olmadılar. Aksine artan çelişkilerin ve kaosun büyük isyanlara ve devrimci dönüşümlere gebe olduğunu biliyorlardı ve o günlere hazırlık yapıyorlardı. Bu yüzden her biri unutulmaz birer komünist önder olabildiler.
Bu büyük önderler yaptıklarıyla, söyledikleriyle işçi sınıfının mücadele tarihinde öylesine büyük izler bıraktılar ki, ölümlerinin üzerinden bir asır geçse de devrimci mücadelenin her bir neferinin yüreği onlarınkiyle aynı özlemle atıyor. Kulaklarımızda hâlâ onların sözleri çınlıyor, o sözler hâlâ bilincimizi ve yaşamımızı şekillendiriyor. Bıraktıkları miras yolumuzu aydınlatıyor.
Tarih tekerrür etmez ama kafiyelidir der Amerikalı yazar Mark Twain. Dünyamız yeniden savaşlarla, krizlerle çalkalanıyor. İşçi sınıfı sefalet içinde, burjuvazinin yalan bombardımanı altında bir yaşam sürüyor. Dünya yok oluşa sürükleniyor. Koşullar zorlu ama insanlığın kurtuluşu mücadelesine adanmış sınıf devrimcileri bilir ki, bu onurlu mücadeleyi başarıya ulaştırmak için canını dişine takmaktır aslolan. İğneyle kuyu kazarcasına işçi sınıfı içinde boy verip zamanı devrime ayarlamaktır. Sınıfımızın büyük önderleri bu zorlu koşullarda takip edilmesi gerekilen yolu bizlere gösteriyorlar. Bize düşen onların adımlarını takip ederek, varılacak hedefe kilitlenmektir.

link: İstanbul’dan bir emekçi kadın, Devrimci Önderlerimizin İzinden, Daima Hedefe Doğru!, , https://marksist.net/node/8169
Selam Olsun Yolumuzu Aydınlatanlara!


Karanlık zamanlardan geçiyoruz. Dünyanın tamamına hâkim olan kaotik bir sürecin tam içinde bulunuyor insanlık. Üçüncü Dünya Savaşı devam ederken ve her gün şiddetlenip yeni cepheler kurulurken bu ateş çemberinin içinde bulunan insanlar ölüyor, sakat kalıyor, yerinden yurdundan oluyor. Kapitalizmin yarattığı sorunlar büyümüş ve hepsi birer krize dönüşmüş durumda. Yaratılan krizlerin bedelleri ise egemenler tarafından işçi sınıfına ödettiriliyor. Depremler sonucu yıkılan on binlerce ev ve ölen yüz binlerce insan, büyük yıkımlara sebep olan seller, savaşlarda ölen yüz binler, yerlerinden edilen ve göç yollarına sürülen milyonlar… İnsanlık adeta dizleri üstüne çöktürülmüş durumda. Bugün bu olayları görmezden gelmek, kulak tıkamak veya umursamamak mümkün mü? Fakat örgütsüz olan, dolayısıyla geçmişiyle bağları kopuk olan işçiler yaratılan bu kaotik ortamda savrulup duruyor.
Ömürlerinin baharında olan gençlerde de durum farklı değil. Burjuvazi özellikle de gençlere yönelik yaptığı propagandayla, onlara yaşanan olaylar karşısında kör, sağır ve dilsiz olmalarını telkin ediyor. Daha iyi bir gelecek için çok çalışmalarını, kendilerine idol olarak şu ya da bu CEO’yu veya patronu örnek almaları gerektiğini söylüyor. Çelişkiler içine hapsolan gençlerin beyinleri dumura uğratılıyor. Öte yandan okul sıralarından itibaren milliyetçi, devletçi bir ideolojinin zerk edildiği gençlerin zihni, burjuva sınıfın resmi tarihiyle, çarpıtmalarla, yalanlarla dolu bir tarihle dolduruluyor. İşçi sınıfının gençleri sınıf mücadelesine dair tek bir satır okuyamıyor, kendi tarihlerinden bihaber yaşıyorlar. Aksine sınıf mücadelesi tarihi “terör” olarak belletiliyor gençlere. “Sosyalizm”, “komünizm”, “işçi sınıfı” gibi kavramların içi boşaltılıyor ya da öcüleştiriliyor.
Durum böyle olduğu için gençler eğer sosyalist bir örgütle temas etmezse büyüdükleri topraklarda, kendi sınıfının mücadelesine dair tek bir bilgiye ulaşamazlar. Aslında kapitalist efendilerin istediği tam da budur. Amaçları sınıfımızın önderlerini ve onların çizmiş olduğu mücadele yolunu öğrenmemizin ve o yolda yürümemizin önüne geçmektir. Çünkü egemenler, işçi sınıfı ve onun gençliğinin topyekûn bu mücadele hattına atıldığında, örgütlendiğinde neler olacağını çok iyi biliyor. Bu yüzden işçi sınıfı gençliğinin gerçek tarihini unutması için tüm yollara başvuruyorlar.
Özetle, bugün işçi sınıfı ve onun gençliği alabildiğine örgütsüz ve savunmasız. Fakat bizim geçmişimiz bugün yaratılan bu kaotik ortamı tersine çevirmemiz ve bu düzeni sahiplerinin başına yıkmamız için yeterince deneyime, hayatını bu mücadeleyi var etmek için adayan onlarca yürekli insana sahip. Ocak ayı içerisinde hayatını kaybeden Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht bugün bizim yolumuzu aydınlatan devrimci önderlerdir. Burjuvazinin tüm saldırılarına rağmen bizlere yol göstermeye devam ediyorlar, edecekler.
İşçi sınıfının gençliği olarak Lenin, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi devrimci önderlerimizi, Kemalist önderliğin Karadeniz’de boğdurduğu Mustafa Suphi ve yoldaşlarını asla unutmamalıyız. Tarihsel krizin derinleşmesiyle birlikte genetik bir korku taşıyan burjuvazi işçi sınıfını bugün için bir tehdit olarak görmese de devrimci önderleri ve onların çizdiği mücadele hattını marjinalleştirmeye, küçültmeye ve taş devri meseleleri gibi eskimiş olarak göstermeye çalışıyor. Böylece bugünün genç kuşaklarıyla devrimci önderleri ve onların fikirlerini olabildiğince birbirinden uzak tutmaya çalışıyor. Çünkü ödü kopuyor. Fakat korkunun ecele faydası yoktur; burjuvazi her ne kadar sınıfımızın önderlerini unutturmaya, bizlerden uzak tutmaya çalışsa da toprak tohumla buluşmuştur bir kere.
İnsanlık tüm birikimi ile geldiği bugünkü durumda bir yol ayrımında duruyor ve önünde iki yol var: Ya burjuvazi kazanacak ve tüm dünya barbarlığa sürüklenecek ya da dünya işçi sınıfı kapitalizmi yıkacak ve komünist toplumu inşa edecek. Bizler devrimci önderlerimizin bize bıraktığı mücadele mirasını sahiplenmeye ve onu yarına taşımaya çalışan genç işçileriz. Günün karanlığından da burjuvazinin saldırılarından da korkmuyoruz, yılmıyoruz. Yolumuzu aydınlatan önderlerimizden aldığımız güçle yarının güzel günlerine inançla ve umutla yürüyoruz, yürüyeceğiz. Selam olsun yolumuzu aydınlatanlara!

link: İstanbul’dan genç bir işçi, Selam Olsun Yolumuzu Aydınlatanlara!, , https://marksist.net/node/8166
Yaktıkları Meşale Bugün Bizim Ellerimizde!


İlkbahar, yaz, sonbahar, kış, birer mevsimdir içinde ayları barındıran. Bazıları yakar kavurur sıcaktan, bazıları da dondurur soğuktan. Bazı aylar da vardır ki anlamlarla bütünleşmiştir adeta. Yaşananlar, yaşattırılanlar, belleğimizde bir bir sıralanırlar. Ocak ayı da içinde devrim tutkusunu taşıyan tüm devrimciler için sadece yılın bir ayından ibaret değildir. Öfkedir, inançtır, saygı ve özlemdir aynı zamanda. Daima birer yıldız gibi parlayacak olanlarımızı, güneşe gömdüğümüz işçi sınıfının önderlerini hatırlatır. Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve yoldaşları…
Devrim mücadelesinde hayatlarını ortaya koymuş bu önderlerimizin inançları ve insanlığın kurtuluşu için verdikleri kavgaya sahip çıkıyoruz. Bugünün sınıf devrimcileri olarak onların mücadelelerinden, yaşamlarından öğrenmeye devam ediyoruz. Sınıfımızın en çetin kavga dönemlerinde kilit roller üstlenmiş ve sosyalizm bayrağını en yükseklere taşımış bu devrimci önderlerimizden bize miras kalan en önemli görev işçi sınıfının enternasyonal mücadelesini büyütmektir. Marksizmin özü olan Enternasyonal, dünya işçi sınıfının kurtuluşu demektir. Bugün dünyamız ekonomik ve siyasal altüstlüklerle, emperyalist savaşlarla, ekolojik krizlerle çalkalanıyor. Aradan geçen bunca yıl bir kez daha Marksizmi ve sosyalist dünya için mücadele eden önderlerimizi haklı çıkardı. Dört bir yanda savaş, dört bir yanda yıkım, açlık ve sefalet… On binlerce masum insanın katledildiği, milyonların savaştan, işsizlikten kurtulmak uğruna daha iyi bir yaşam umutlarıyla göç yollarına koyulduğu, ekolojik yıkımlarla büyük felâketlerin yaşandığı bir dünyada verdiğimiz mücadelenin ne kadar haklı bir dava olduğunu bir kez daha görüyoruz. Filistin cephesiyle emperyalist savaşın alevlerinin daha da harlandığı bu günlerde haksız ve gerici savaşlara karşı işçi sınıfını uluslararası mücadelesi ve dayanışması hayatidir. Bize düşen en büyük görev devrimci önderlerimizin kritik dönemlerde aldıkları tutumları, ısrarla savundukları doğruları hatırlamak ve onlara kararlılıkla sahip çıkmaktır.
Yaşamlarının son anlarına dek mücadelelerinden ödün vermeyen, burjuvazinin ve hainlerin tüm savaş çığırtkanlığına karşı işçi sınıfını, “Asıl düşman içerde, silahları burjuvaziye yönelt!” şiarıyla kapitalizme karşı mücadeleye çağıran Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg... Emperyalist savaşta, “anavatan savunusu” üzerinden sosyalistlerin politik olarak savaşı desteklemesi gerektiğine dair yapılan ajitasyonlara “Hayır! Parti bunu yapmamalı, bunu yapmaya hakkı yok. Burada söz konusu olan şeyin savaş olması nedeniyle değil, fakat gerici bir savaş olması, dünyayı yeniden paylaşmak isteyen köle sahipleri arasındaki bir it dalaşı olması nedeniyle.” ifadeleriyle akla karayı açıkça belirten Lenin… Komünist Enternasyonal’in ruhuna sadık, “İşçilerin kurtuluşu yerel ya da ulusal değil, uluslararası bir sorundur” savunusunu yükselten, Türkiye’de Marksist geleneğin savunucuları Mustafa Suphi ve yoldaşları…. İşte onların bu net ve doğru tutumları bugünün sorunları karşısında tüm çarpıtmalara karşı Marksizmin özünü tertemiz ortaya koyuyor. Bizim geleneğimiz onların mücadelesidir, Marksist tutumlarıdır.
Karanlık ve çetin mücadele dönemlerinde onların yaktığı meşale hem yolumuzu aydınlatmalı hem de yüreğimizdeki ateşi daha da harlayıp alazlandırmalıdır. Bizler yüreklerinde devrim aşkıyla, sosyalizm mücadelesiyle yanıp tutuşanlar olarak ne önderlerimizi unutacak ne yas tutup karalar bağlayacağız! Tıpkı onların yaptığı gibi sınıfsız sömürüsüz bir dünya için son nefesimize kadar mücadele edeceğiz. Sosyalist dünya devrimi yolunda mücadele eden başta önderlerimiz olmak üzere tüm devrimcileri saygı ve özlemle anıyor, bıraktıkları meşaleyi yakmaya devam edeceğimize bir kez daha söz veriyoruz.

link: İstanbul/Avcılar’dan bir grup emekçi kadın, Yaktıkları Meşale Bugün Bizim Ellerimizde!, , https://marksist.net/node/8164
İşçi Sınıfı Örgütlüyse Her Şeydir, Örgütsüzse Hiçbir Şey!


Kapitalist sistemin yaşadığı kriz günden güne derinleşmekte ve yıkıcılaşmaktadır. Yaşanan krizle bağlantılı olarak neredeyse bütün taşlar yerinden oynamakta ve bu sistemin topluma açlık, gözyaşı, kriz ve savaşlardan başka bir şey veremeyeceği iyice ayyuka çıkmaktadır.
Özellikle 90’lı yıllar öncesi, burjuvazi ve onun temsilcilerinin ağızlarında sakız ettikleri, her olumsuz şeyin sorumlusunun SSCB olduğu idi. SSCB adeta bir günah keçisi ilan edilmiş ve olumsuz olan ne varsa oraya fatura edilmiş, kitlelerin gözünde adeta bir öcü yaratılmak istenmişti. SSCB’nin çöküşü ve kapitalist sistemin tek başına kalmasıyla birlikte gerçekler tüm çıplaklığıyla ortalığa saçılıverdi. O gerçekler ise, kapitalist sistemin insanlığa hiçbir şey veremeyeceği, üretici güçlerin ve insanlığın gelişimi önünde büyük engel olduğudur.
Rakipsiz kalan kapitalist sistem, kendi işleyiş yasaları gereği tüm dünyada otoriterleşmenin önünü açmış, militarizmi alabildiğine körüklemiş, yeryüzünü bir savaş cehenneminin kucağına bırakıvermiştir. İşte böylesi çalkantılı ve yeniden paylaşım savaşlarının devam ettiği bir süreçte, işçi sınıfının devrimci mücadelesine duyulan ihtiyaç daha bir can yakıcı hale gelmiştir.
Bu durumda tarihsel deneyim devreye giriyor. 1917 Şanlı Ekim Devrimi ve onun devrimci partisi, sınıfsız bir dünya isteyenlere ışık tutuyor. Sınırsız ve sınıfsız bir dünyanın inşası için her türlü zorluğa karşı, mücadeleyi örgütleyen devrimci önderlikler vardır. Ömrünü sosyalizm mücadelesine ve onun öncü komünist örgütünün inşasına adayan işçi sınıfının devrimci önderleri olan Lenin, Rosa, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi, geride paha biçilemez bir miras bırakmışlardır. Bu miras özünde, emperyalist savaşa, ulusal soruna, kadın sorununa, ayrıca sosyalist bir mücadelede Bolşevik bir örgütlülüğün nasıl olacağı konusunda muazzam derslerle doludur.
Bugün dünya işçi sınıfı acı deneyimleri ile görüyor ki, kapitalizmin kokuşmuş düzeni insanlığı tam bir felâkete sürüklüyor, savaşı ve militarizmi körükleyerek insanlığa yaşam hakkı tanımıyor. İşte bu koşullarda egemenler her fırsatta işçi sınıfının devrimci önderliklerine saldırmaktan da geri durmuyorlar. Marksist geleneğinin savunucuları olarak, kapitalizme karşı mücadeleyi nasıl ki boynumuzun borcu biliyorsak, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde yaşamını yitiren komünist önderlerimizin mirasına sahip çıkmayı da boynumuzun borcu olarak görüyoruz. İşçi sınıfı örgütlüyse her şeydir, örgütsüzse hiçbir şey!

link: İstanbul/Esenyurt’tan bir metal işçisi, İşçi Sınıfı Örgütlüyse Her Şeydir, Örgütsüzse Hiçbir Şey!, , https://marksist.net/node/8163
Devrimci Önderlerimizi Enternasyonalist Mücadelemizde Daima Yaşatacağız!


Ocak ayında yitirdiğimiz devrimci önderlerimizden Lenin’in ölümünün 100. yılındayız. İlk muzaffer işçi devriminin önderi olarak tarihe geçen Lenin, hayata gözlerini yumduğu 21 Ocak 1924’e dek, insanlığın esaretten kurtuluşu mücadelesine adadığı devrimci yaşamıyla kavga neferlerine, biz devrimci gençlere ilham ve feyiz kaynağı olmayı sürdürüyor. Teori ve pratiğin örgütlü birliğinin canlı bir örneği olarak Lenin, devrimci Marksizme katkıları ve haklı olarak kendi adıyla anılan örgüt anlayışıyla yolumuza ışık tutmaya devam edecektir.
Bu noktada bizlere bıraktığı en önemli vasiyet, şüphesiz, dünya devrimi hedefinden şaşmayarak enternasyonalist devrimci çizginin takipçisi olabilmektir. Ne mutlu bizlere ki, kapitalist barbarlığa karşı mücadelemizi Marx ve Engels’in teorik ve pratik temellerini döşediği, Lenin önderliğindeki Bolşevik devrimcilerin Ekim Devrimiyle taçlandırdıkları, Rosa, Liebknecht ve Troçki’nin uğruna can verdiği bu köklü geleneğin sancağı altında yürütüyoruz.
Sadece Lenin değil, Ocak ayında yitirdiğimiz diğer devrimci önderlerimiz de devrimci yaşamları ve ölümleriyle mücadelenin ilerlemesi ve nihai hedefine ulaştırılabilmesi için hem yerel hem de evrensel ölçekte devrimci partinin varlığının ne denli hayati olduğunu bizlere göstermişlerdir. Tarihsel kronolojiyle ifade edecek olursak, 1918-19 Alman Devrimine önderlik eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in Alman sosyal demokrasisinin ihanetiyle alçakça katledilmeleri, devrimci öncünün devrimin imdadına vaktinde yetişememesinin en kahredici örneklerinden biri olarak belleğimize kazınmıştır. Devrimin alevleri içerisinde, Komünist Enternasyonal’in parçası olacak Alman Komünist Partisinin kurulmasına öncülük etmeleri ve bu uğurda gösterdikleri cesaret ve devrimci atılganlık da onların devrimci kişiliklerinin bizlere bıraktığı en kıymetli armağan olmuştur.
Dünya devrimi perspektifine bağlılıklarıyla Mustafa Suphi ve yoldaşlarının giriştikleri mücadele ve trajik ölümleri de yine bizler için her daim akılda tutmamız gereken tarihsel gerçeklere ışık tutmaktadır. Onları Karadeniz’in karanlık sularında boğduran bu devlet, bizlere burjuvaziye asla güvenmememiz gerektiğini bütün gericiliği ve vahşetiyle göstermiştir. Onların katledilişi TKP’nin başlangıçtaki devrimci çizgisinden uzaklaşması sürecinin de miladı olmuş, daha sonra gelen parti liderlikleri Suphi’lerin cellatlarına ilericilik atfedip methiyeler düzmüşler, reformizmin ve oportünizmin yoluna sapmışlardır.
Lenin’in ölüm döşeğinde Stalinist bürokrasiye karşı verdiği son mücadelesi, Rosa’ların katliyle simgeleşen Alman Devriminin yenilgisi, ardından gelişen karşı-devrimci sürecin faşizme ilerleyişi ve Onbeşlerin vahşice katledilmeleriyle birlikte Türkiye sosyalist hareketinin Kemalizmin ve Stalinizmin tahrifatlarıyla devrimci özünden kopartılışı… Bu tarihsel gerçekler Ocak ayında yitirdiğimiz devrimci önderlerimizin, neden geleneğimizin kilometre taşları olduklarını ve mücadele yürüttükleri tarihsel süreçlerde nasıl rollere sahip olduklarını çarpıcı bir biçimde göstermektedir.
Elbette onları anmak arkalarından ağıt yakıp yas tutmak olmadığı gibi, onları putlaştırıp cansız ikonlara çevirmek de değildir. Bize düşen, kavgalarından, adanmışlıklarından, devrimci fikir ve tutumlarından feyiz almak, hatalarından dersler çıkarıp bize miras bıraktıkları geleneği ileriye taşımak için ter akıtmaktır. Ancak inatla, sabırla, azimle çalışmaya devam ederek onlara olan borcumuzu bir nebze olsun yerine getirebilir ve başta burjuvazi olmak üzere onların katillerinden hesap sorabiliriz.

link: Ankara’dan genç bir işçi, Devrimci Önderlerimizi Enternasyonalist Mücadelemizde Daima Yaşatacağız!, , https://marksist.net/node/8161
Yaşasın Devrimci Mücadelenin Sönmeyen Ateşi!


Emperyalist savaşın, “doğal” afetlerin, yoksulluğun, işsizliğin yarattığı yıkımların dünya işçi sınıfını kasıp kavurduğu bir yılı daha geride bıraktık. Çelişkilerin her alanda kendini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğu bu dönemde, her yıl Ocak ayında andığımız devrimci önderlerimizin fikirlerini sahiplenip anlamak, anlatmak çok daha önemli hale geldi. Lenin, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht. Sınıf mücadelesinin bu büyük devrimcileri mücadeleleriyle, fikirleriyle bugün de sınıf devrimcilerine yol göstermeye devam ediyorlar.
Emperyalist savaşlar karşısında nasıl bir tutum alacağımızı, bizleri aç, işsiz, yoksul bırakan kapitalizmle nasıl mücadele edeceğimizi ve en önemlisi kapitalizmi yıkıp nasıl yeni bir dünya kuracağımızı bizlere gösteren bu devrimci önderlerimizdir. Onların devrimci mücadeleye adadıkları hayatları, mücadelelerinden süzdükleri deneyimleri bizlere emperyalist savaşlarla, faşizmle, sermayenin işçi sınıfını ezen politikalarıyla nasıl mücadele etmemiz gerektiğini gösteriyor. Bu nedenle onları sadece tarihin bir döneminin parlak kahramanları olarak görmemek gerekiyor. Onlar aynı zamanda sınıf devrimcilerinin, dövüşürken zihinlerinde, yüreklerinde taşıdıkları onlara güç veren yoldaşlarıdır.
Bugünün dünyasında çelişkiler yoğunlaştıkça sınıf mücadelesi de keskinleşiyor, daha da keskinleşecek. Dünyanın pek çok bölgesinde savaşa, işsizliğe, yoksulluğa karşı işçi sınıfı ayağa kalkıyor. İşte bu mücadelelerin daha örgütlü, kapitalizmi yıkma hedefine kilitlenmiş bir biçimde daha güçlü ilerlemesi için mücadele tarihimizin deneyimlerine titizlikle sahip çıkmamız gerekmektedir. Bu devrimci önderlerimizi anmanın bu deneyimlere sahip çıktığımızı göstermek gibi bir anlamı da var.
Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht gibi önderlerimiz ve yine Ocak ayında yitirdiğimiz Mustafa Suphi ve yoldaşları gibi daha nice devrimci yoldaşımız, yaşadıkları dönemin sorumluluğunu alarak, devrimci mücadeleyi ilmek ilmek örerek bizlere mücadele bayrağını teslim ettiler. Şimdi biz işçi sınıfı devrimcileri olarak tarihsel iyimserliğimizle yaşadığımız dönemin sorumluluklarını kavrayarak onların yolundan dirençle, umutla ilerliyoruz. Onların kendilerinden sonra gelenlere teslim ettiği mücadele bayrağını daha yukarı taşıma sorumluluğunu yüreklerimizde hissederek.
Yaşasın Devrimci Mücadelenin Sönmeyen Ateşi!
Yaşasın Sosyalizm!

link: Mersin’den bir MT okuru, Yaşasın Devrimci Mücadelenin Sönmeyen Ateşi!, , https://marksist.net/node/8157
Mazi Kökünden Silinsin, Kızıl Bir Güneş Doğsun Diye!


Dünya kapitalizminin buhran ve çürüme içinde bulunduğu, insanlığı işçi sınıfının yolundan sosyalist bir dünya ya da yok oluş ayrımına taşıdığı bir tarihsel evredeyiz. Tam da bu nedenle dünya işçi sınıfının marşı Enternasyonal “kavgamız ölüm dirim” kavgası der. Her birini Ocak ayında kaybettiğimiz, dünya devriminin daima parlayacak yıldızları Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Vladimir İlyiç Lenin bu ölüm dirim kavgasına atılmışlardı. Bu kavgayı sürdürenlere kutup yıldızı gibi yol göstermeye devam eden devrimci önderlerimizi ve yine bir Ocak ayında katledilen Mustafa Suphileri anıyor, miraslarına sahip çıkma sözümüzü bir kez daha yineliyoruz.
Mustafa Suphi, kapitalizmin gecikmeli olarak geldiği bu topraklarda, kurtuluşun sosyalizmde olduğunu gördü ve bunun için mücadele etti. Onu ve yoldaşlarını 28 Ocak 1921’de kalleşçe katledenler, Karadeniz’in soğuk ve karanlık sularına gömenler, işçi sınıfının mücadelesini de boğup gömebileceklerini zannettiler. Ama kazandıkları zamana, aradan geçen uzun yıllara rağmen Türkiye işçi sınıfı doğrulup ayağa kalkmayı bildi. Darbelere, uzun gerileme dönemlerine rağmen eninde sonunda dünya işçi sınıfıyla beraber yeniden ayağa kalkmayı da bilecek. Toplumsal dönüşümlerin bir insan ömrüne göre uzun yıllara yayılan ağır aksak temposu gerçeği değiştiremez. Nâzım Hikmet’in dediği gibi, göğsümüzde 15 kara saplı bıçak gibi yarası var kayıplarımızın. Ama yine Nâzım’ın dediği gibi yangınlara fazla bakan gözler, kayıplarının arkasından yaşarmaz ve komünist insan “gideni ve gelmekte olanı” anladığı için, gelenin doğumunu hızlandırmak için ter akıttığından her daim bahtiyardır.
15 Ocak 1919’da yoldaşı Rosa Luxemburg ile birlikte katledilen Karl Liebknecht, öldürüldüğü gün “Her Şeye Rağmen” başlıklı bir makale yazmıştı. Birinci Dünya Savaşının alevleri yükselirken, işçi sınıfını en gür sesiyle, en cesur biçimde mücadeleye çağıran Liebknecht, bu makalede işçi sınıfının düşmanlarının suratına “zafer olan yenilgiler vardır, bugün yenilenler yarın zafer kazanacaklardır” diye haykırıyordu, yine en gür sesiyle. Sömürü, katliam, yalan, baskı ve şiddetle ayakta durabilen bir düzenin kazandığı zafer ancak düşmanını güçlenip yeniden ayağa dikilmeye ve kendisini alaşağı etmeye zorlayan bir zafer olabilir. Nitekim Rosa Luxemburg’un şu sözleri yoldaşı Karl’ın söylediklerinin ve açık gerçeğin tekrarıdır. “«Berlin’de düzen hüküm sürüyor!» Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin «düzeniniz». Devrim daha yarın olmadan, «zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!» Ve sizleri dehşet içinde bırakıp, gür sesi ile şunu haykıracaktır: «Vardım, Varım, Varolacağım!»”
21 Ocak 1924’te yitirdiğimiz, 1917 Ekim Devriminin önderi Lenin “savaşlar devrimlerin anasıdır” diyerek yeni bir dünya kurma umudunun ve imkânlarının tam da kapitalizmin yarattığı karanlığın, bataklığın ortasında güçleneceğini, geleceğin böyle şekilleneceğini vurgulamıştır. Tam da bu nedenle kapitalizmin yarattığı karanlığın koyulaştığı bu zamanlar, umutları soldurmanın değil diriltmenin, güçlendirmenin zamanıdır. Lenin’in devrimler ve karşı-devrimler çağı dediği çağ budur. Mazi ta kökünden silinsin, bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğsun diye mücadele edenler olarak, bu çağın insanı olmaktan, bu mücadelenin parçası olmaktan, aradaki zaman ve mekân farkına rağmen Lenin’e yoldaş olmaktan onur duyuyoruz.
Elif Çağlı, “Devrimci Mücadeleye Adanan Yaşamlar” makalesinde Lenin’in tüm zorluklara ve kahırlı zamanlara rağmen yaşamını devrimci mücadeleye tam bir bağlılık ve sevinçle adadığını anlatır: “Lenin, devrimci mücadeleyi yaşam sevinci ve geniş bir bilgilenme tutkusuyla birleştirmeyi başaran örnek bir komünisttir. Lenin’in örneklediği ve öğütlediği üzere, bir Bolşevik asla çok çalışmaktan korkmamalı ve çalışkanlığını planlılık ve süreklilik temelinde sürdürüp geliştirmelidir.” Lenin’in ve Çağlı’nın öğütlerine kulak verenler, ezilenlerin özgürlük ve eşitlik düşlerini gerçek kılmak için geçmişten aldıkları güçle yılmadan çalışıyorlar, bugünlerden yarınlara köprüler kuruyorlar. Sol memelerinin altındaki cevahiri hiçbir zaman karartmıyorlar.

link: İstanbul’dan bir MT okuru, Mazi Kökünden Silinsin, Kızıl Bir Güneş Doğsun Diye!, , https://marksist.net/node/8156
Büyük Önder Lenin!


Bolşevik Partinin öncülüğünde tarihte ilk muzaffer işçi iktidarı gerçekleştirilmiştir. Tarihsel ve güncel deneyim döne döne gösteriyor ki sağlam temelleri olan bir devrimci örgütlülüğün varlığı çok önemlidir. Bugün dünya işçi sınıfının önderlerini hatırlamamızın, geçmiş mücadele deneyimlerine dönüp bakmamızın nedeni işte bu örgütlülüğü yaratabilmek içindir. Dünyadaki mücadele nehri, geçmişten bugüne ve geleceğe doğru her şeye rağmen akmaya devam ediyor. Bizler de bu nehrin kollarından biriyiz. Ve tüm zorluklara rağmen geleceğin sınıfsız toplumunu yaratmak için mücadele bayrağını yükseltmeye devam edeceğiz. Yapmamız gereken tarihin derslerini iyi anlamak, gençler olarak kendimizi dönüştürmek ve devrimin neferi olmaktır.
Kapitalizm çürüdükçe insanlığı ve yaşamı da çürütmeye devam ediyor. Tarihsel olarak tıkanan ve artık potansiyellerini büyük ölçüde tüketen, bir anlamda yolun sonuna gelmiş bir sistemdir kapitalizm. İçinde bulunduğumuz dönem isyanların, “artık yeter!” haykırışlarının daha da yükseleceği bir dönemdir. Ve bu çığlıkların kapitalizme karşı devrimci mücadeleye evrilmesi için işçi sınıfının örgütlü olması ve önderliğiyle birlikte hareket etmesi gerekiyor. Lenin’i tekrar tekrar hatırlarken onun öncü partiyi oluşturma çabasını ve azmini de hatırlamış oluruz. Lenin’i hatırlamak, aynı zamanda kendimizi sürekli dönüştürmek ve kapitalizme karşı mücadelede kararlılığımızı pekiştirmek için de gereklidir. Lenin’i hatırlamak, dünya devrim mücadelesini ve enternasyonalizmi hatırlamak, bu doğrultudaki görevlerimizi ve mücadelemizi hatırlamaktır!

link: Bir grup genç işçi, Büyük Önder Lenin!, , https://marksist.net/node/7836
Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknecht’in Son Mücadelesi


Enternasyonalist komünist mücadelenin iki büyük önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in burjuvazinin cellâtları tarafından katledilmelerinin üzerinden tam 104 yıl geçti. Sermaye sınıfına karşı kavgayla geçen ömürleri, burjuvaziyle kıran kırana sürdürülen bir savaşta devrimci işçi sınıfının saflarında görevlerinin başındalarken sona erdi. Ama bu iki büyük devrimci, komünistlere yakışan bir onurla son nefeslerini verene kadar sergiledikleri boyun eğmez mücadeleyle ve devrimci tutumlarıyla tarihte silinemez izler bıraktılar ve ölümsüzleştiler. İşçi sınıfının dünya devrimine doğru ilerleyen savaşımının tarihteki en önemli basamaklarından birisi olan 1918-19 Alman Devrimine önderlik eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht belki bu savaşta yenildiler ama yenilgiyle sonuçlanan mücadelelerinin öğrettikleriyle işçi sınıfına tarihsel öneme sahip büyük bir devrimci miras bıraktılar.
Kavgada ve ölümde yoldaş olan Luxemburg ve Liebknecht farklı mizaçlara ve yeteneklere sahip iki devrimciydi. Ancak bu durum onların devrimci kişilikleri sayesinde sorunlara değil mücadelede birbirini besleyen ve tamamlayan olumlu özelliklerin ortaya çıkmasına kaynaklık ediyordu. Luxemburg, Marksizmin yöntemine ve bilgisine son derece hâkim çok parlak bir teorisyen, aynı zamanda mücadeleye tutkuyla bağlı bir eylemci, Liebknecht ise hem yüksek düzeyde sınıf bilincine hem de eşsiz bir devrimci girişkenliğe ve cesarete sahip doğrudan bir eylem adamı olarak birbirlerini tamamlıyorlardı. Nitekim Rosa Luxemburg, 1918-19 yıllarındaki devrimci durum sırasında Almanya ve dünyadaki siyasal durumun analizini ve bu çözümlemelerden hareketle işçi sınıfı için yol göstericiliğini, Liebknecht ise işçi ayaklanması başladığında eylemin önderliğini üstlendi.
Luxemburg’un ve Liebknecht’in devrim sırasında ortaya koydukları mücadele ve sınıf perspektifi gerçekten çok değerliydi. Ne var ki, Almanya’daki sosyalist hareket içinde güçlenmiş olan gerici eğilimler işçi sınıfının pek çok iyi unsuru üzerinde bile felçleştirici etkilerde bulunmuştu. Bu yüzden geciken devrimci örgütlenmenin eksiklikleri nedeniyle onlar da çoğu durumda çaresiz kaldılar. Almanya’daki devrimin ilerleyişi içerisinde yaşananların çarpıcı biçimde gösterdiği gibi, bu devrimin yenilgisine sebep olan başlıca faktör, devrimci örgütün zamanında yaratılamamış olmasıydı. Bu gecikmeden kaynaklı zaaflar en kritik noktalarda ortaya çıktı ve gelişmelere damgasını vurdu.
Elbette, Almanya’da sosyalist hareket içerisinde yıllarca mücadele eden, bu hareketin liderliğinin kokuşmuşluğunu ve sınıfa ihanetini çok erken zamanlarda fark etmiş ve buna karşı ideolojik mücadeleyi parlak biçimde sürdürmüş Rosa Luxemburg’un ve sınıfa ihanetin en somut göstergesi olan emperyalist savaş karşısında bu hareketin gösterdiği tutuma parlamentoda görkemli biçimde bayrak açan Karl Liebknecht’in bu gecikmişlikte önemli payları vardır. Onların daha erken zamanlarda ihanete sürüklenmiş Alman Sosyal Demokrat Partisinden kopmaları ve bağımsız sınıf partisinin örgütlenmesine öncülük etmeleri beklenirdi. Ancak unutmamak gerekir ki, büyük devrimciler de yanlışlardan, zaaflardan, kusurlardan müstesna insanlar değillerdir. Onlar da somut bir hedef için eyleme girişen herkes gibi kaçınılmaz olarak hatalar yaparlar. Ama büyük hedefleri için ortaya koydukları çabalar, yol gösterici, doğruluğu pratikte kanıtlanan fikirleri, liderlik becerileri ile elde edilen tarihi değiştiren kazanımlar bu hatalarla asla gölgelenmez. Bu hatalar ayrıca onlardan feyiz alanların yaşananlardan derinlemesine dersler çıkarmaları için yol gösterici olur. Gerçekliğin derinlemesine kavranması için bu hataları göz ardı etmeden değerlendirmeler yapmak gereklidir.[1]
Aslolan işçi sınıfı iktidarı için örgütlü mücadeledir
Almanya’da devrimin patlak verişinden tam bir yıl önce 7 Kasım 1917’de Rusya’da işçiler iktidarı ellerine almak için ayaklanmışlar ve tarihin ilk muzaffer işçi devrimini gerçekleştirmişlerdi. Sonrasında uzun yıllar boyunca dünyadaki bütün siyasal ve ekonomik gelişmelere yön vermiş olan bu devrim Almanya’daki işçi mücadelelerinin gelişiminde her bakımdan etkiliydi. Almanya’daki işçi devriminin yenilgisi de Rusya’daki işçi iktidarının kaderinin belirlenmesinde en başta gelen etken oldu. Bu nedenle 1918-19 Alman devriminin Ekim Devrimi ile bağları ve etkileşimi derinden kavranmadan bu süreç hiçbir biçimde tam olarak anlaşılamaz.
Ekim Devrimi gerçekleştiğinde hem Rosa Luxemburg hem de Karl Liebknecht burjuvazinin hapishanelerinde tutsaklardı. Emperyalist savaş yılları boyunca Luxemburg toplam üç yıl dört ay hapiste tutulmuştu. 1914’te “halkı itaatsizliğe kışkırtmak”tan hakkında hüküm verilmiş, hapse atılmıştı. 18 Şubat 1916’da hapishanedeki süresi dolunca salıverildi. Kalan süreyi dışarıda denetim altında geçirmesi gerekirken beş ay sonra tekrar gözaltına alındı ve savaş sırasında dava açılmadan hapiste tutuldu.
Karl Liebknecht ise emperyalist savaş başladığında milletvekiliydi ve Mecliste savaş kredilerinin aleyhine sadece o oy vermişti. Emperyalist savaşa karşı tutumunu ısrarla sürdüren Liebknecht’i yıldırmak için devlet onu askere almıştı. Bu dönemde Alman Sosyal Demokrat Partisi içindeki sol muhalefet bir hizip haline gelip, kendisine Spartakist grup adını vererek mücadeleye girişmişti. Spartakistler 1 Mayıs 1916’da Berlin’de büyük bir miting düzenlediler ve Liebknecht asker kıyafeti ile geldiği Potsdam meydanında “Kahrolsun savaş! Kahrolsun hükümet!” sloganlarıyla burjuvaziye ve onun militarizmine karşı ayaklanma bayrağını açtığını haykırdı. Mitingin ardından pek çok devrimciyle birlikte Karl Liebknecht de tutuklandı. Tutsakken hücre hapsi ve çalışma kampıyla yıldırılmaya çalışıldı ama hiçbir baskıya boyun eğmedi. O, gücünü haklılığından ve işçi sınıfının en iyi unsurlarının arkasında olmasından alıyordu. Karl Liebknecht’in davasının görüleceği gün 55 bin işçinin Liebknecht’le dayanışma grevine çıkması bunun açık göstergesiydi. Liebknecht 28 Haziranda iki yıla mahkûm oldu, cezası temyizde iki yıl daha arttırılarak dört yıl bir aya çıkarıldı.
Her ikisi de Rusya’daki devrimci yükselişi hapishanede coşkuyla takip ettiler. Rusya’yı ve oradaki devrimci hareketi çok iyi tanıyan Luxemburg hapishane koşullarında edinebildiği bilgilerle gelişmelerden sonuçlar çıkarmaya çalıştı. Bazı noktalarda eleştirilerde bulundu. Net bir biçimde Rus devriminin ve onun öncülüğünü yapan Bolşeviklerin yanında yer alan Luxemburg eleştirisini en başta Alman Sosyal Demokrat Partisinin hain liderlerine yöneltiyor ve Rusya’daki devrimin Avrupa’ya doğru ilerleyememesinden kaynaklanan sorunların sorumluluğunu açıkça bu çürümüş siyasete yüklüyordu. Luise Kautsky’ye şöyle yazmıştı: “Elbette, bu cadılar bayramı içinde uzun süre ayakta kalamazlar; geri ekonomileri nedeniyle değil, Rusların kanayan yarası ölüme kadar götürürken, seyretmeye devam edecek olan sefil korkaklardan oluşan Batı Sosyal Demokrasisi nedeniyle.”
Luxemburg, Rusya’daki işçi iktidarının hangi nesnel koşulların baskısı altında yol almaya çalıştığını çok açık biçimde idrak ve ifade ediyordu: “Bolşevikler, gerçek bir devrimci partinin tarihsel olanakların sunduğu sınırlar içinde yapabileceği katkıyı her şeyiyle yapabileceklerini gösterdiler. Onlardan mucizeler yaratmaları beklenmiyor. Savaş tarafından tüketilmiş, emperyalizm tarafından boğazlanmış, uluslararası proletarya tarafından ihanete uğramış, yalıtılmış bir ülkede, örnek ve kusursuz bir proleter devrimi bir mucize olurdu... Bolşevikler siyasal iktidarı fethetmek, sosyalizmin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun olarak koymak ve bütün dünyada emekle sermaye arasındaki hesabın görülmesi davasını ilerletmek yoluyla uluslararası proletaryanın başını çekerek ölümsüz bir tarihsel hizmette bulundular. Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde «Bolşevizme» aittir.”[2]
İşçi demokrasisinin uygulamalarda ifadesini bulan aksaklıklarının nesnel sebeplerini açıklıyor ama aynı zamanda Almanya gibi daha ileri ülkelerin dünya devriminin bir parçası olduğu durumlarda hayata geçecek asli yolun nasıl olması gerektiğini de ortaya koyuyordu. Bu noktada Elif Çağlı’nın değerlendirmelerinde ortaya koyduğu çok önemli bir yaklaşımın altını çizmek gerekiyor. Çağlı’nın “öncü örgüt ve kitle mücadelesi diyalektiği” olarak adlandırdığı yaklaşımı, tarihte hem Stalinistler hem de burjuvazinin çeşitli renklerden sözcüleri tarafından bir karşıtlık olarak anlatılmaya çalışılmış olan Lenin’in ve Rosa’nın siyasi düşüncelerinin, aslında birbirini destekleyen ve ilerleten pozisyonları ifade ettiğini çok güzel ve açık biçimde ortaya koymaktadır:
“Devrim mücadelesinde işçi kitlelerinin yaratıcı gücüne inanan ve işçi iktidarının yaşatılabilmesi için işçi demokrasisinin zorunluluğuna dikkat çeken Rosa Luxemburg bu gibi konularda yerden göğe haklıdır. Sosyalizm, ancak ve ancak komün tipi demokrasi şeklinde örgütlenen bir işçi sınıfıyla inşa edilebilir. Lenin’in örneklediği tipten bir devrimci önder partinin inşasını savunmak ne denli gerekliyse, işçi iktidarının bir parti diktatörlüğü olmadığına yürekten inanmak ve buna uygun bir siyasal çizgi benimsemek de o kadar gereklidir. Rosa’nın dediği gibi, işçi iktidarı sınıfın diktatoryası olmalıdır, sınıf adına yöneten küçük bir azınlığın değil! Kuşkusuz her demokrasi özünde bir sınıf diktatörlüğüdür ve bu bakımdan işçi sınıfının iktidarı da proletarya diktatörlüğü demektir. Ancak bu gerçekliği ifade etmekle iş bitmemektedir. İşin daha önemli olan yönünü, altını kalınca çizerek vurgulamak gerekir. Proletarya diktatörlüğü demokrasinin kaldırılması değil, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi-emekçi kitleler için tarihte ilk kez en geniş demokrasinin tesisi anlamına gelir.”[3]
Çağlı’nın önemle vurguladığı gibi, yalnızca öncü örgütün inşası konusunda doğruları yerine getirmek yeterli değildir. Proletaryanın devrimci tarihsel rolünü, öncü örgüt-kitle mücadelesi diyalektiği bağlamında bir bütün olarak doğru kavramak gereklidir. Bu da Lenin ve Luxemburg’un yaklaşımlarını birbirinin karşısına koyarak değil, birbirini tamamlayan görüşler olarak ele alarak sağlanabilir.
Rosa Luxemburg’un hapishanede yazdığı yazılarda, Lenin’in de belirttiği gibi yanlış yaklaşımlar da vardır. Ama bunlardan belki de en önemlisi olan Kurucu Meclis konusunda kısa süre sonra Luxemburg da, devrimin gerçekleri apaçık ortaya çıkaran ateşi içinde doğru siyasi pozisyona gelmiş ve iktidarın bütünüyle işçi konseylerinin eline geçmesi gerektiğini ifade etmiştir. Luxemburg’un son mücadeleleri içinde bizlere miras kalan çok değerli siyasi yaklaşımlardır bunlar.
Almanya’daki işçi devriminin kaderini de belirleyen en önemli sorunun devrimci partinin inşasındaki gecikme olduğunu söylemiştik. Luxemburg ve Liebknecht’in yaşamlarının son dönemlerinde gelecekteki mücadelelerin sorumluluğunu üstleneceği düşüncesiyle cansiparane bir mücadele ile Alman Komünist Partisini kurmaları da bir başka çok değerli mirastır. 1918 Kasımında devrim tarafından özgürleştirilen Luxemburg ve Liebknecht derhal Berlin’e gelmiş ve işçi sınıfının en mücadeleci, en iyi unsurlarının başına geçerek bir taraftan ayaklanmalara yön vermeye çalışmış, diğer taraftan da Komünist Enternasyonal’in parçası olacak Alman Komünist Partisinin kurulmasını sağlayan çalışmaları yürütmüşlerdir. Süreç içerisinde bir süre merkezci pozisyonda olan Bağımsız Sosyal Demokrat Parti içerisinde yer alsalar da bu yanlıştan dönmüş ve diğer bazı devrimci çevrelerin de katılımıyla 30 Aralık 1918’de Alman Komünist Partisinin (KPD) kurulmasına öncülük etmişlerdir.
Ölümcül gecikme akılda tutulması gereken en önemli unsurdur ancak her şeye rağmen gelecek kuşakların mücadelesine bayrağı en yüksekte tutarak devretmeleri anlamına gelen bu partinin kuruluşuna dönük çabalarının değeri de iyi anlaşılmalıdır. Üstelik buna, Almanya’daki devrimin zayıflıklarını, yenilgiye doğru gittiğini gördükleri bir noktada girişmişlerdir. İki büyük önder, son mücadelelerinin kıymetli bir sonucu olan bu çabalarıyla, işçilerin iktidar mücadelesinde öncü örgütlenmenin öneminin altını kalınca çizmişlerdir. Bu durum Luxemburg’un bu konuda Lenin’in ne kadar haklı olduğunu anladığının da somut bir ifadesi sayılabilir.
Luxemburg’un ve Liebknecht’in katli
Luxemburg’un ve Liebknecht’in son mücadeleleri sırasında ortaya koydukları gözüpeklik ve kararlılık da mutlaka hatırlanması gereken feyiz verici değerlerdir. Bunun karşısında burjuvazinin sosyalist hareket içerisindeki ajanlarının gösterdiği ihanet ve alçaklık da asla unutulmamalıdır. Çünkü her devrimci mücadelede bunların her ikisi de mutlaka ortaya çıkar. 1918 Kasımının başlarından Luxemburg ve Liebknecht’in katledilmelerine kadar geçen yaklaşık iki buçuk aylık süreçte yaşananlar bunun somut örnekleridir.
Devrim Almanya’da 29 Ekim 1918’de, donanma askerlerinin isyanıyla başlamıştı. 4 Kasımda isyana katılan altı yüz denizcinin tutuklanmasından sonra, Kiel’de denizcilerin ayaklanması isyanı büyütmüş, devrimci hareketin tüm ülkeye yayılmasına neden olmuştu. 6 Kasımda Hamburg’da ve Bremen’de kızıl bayraklar dalgalanıyor ve ertesi gün Münih’te Bavyera Cumhuriyeti ilan edilerek işçi, köylü ve asker konseyleri kuruluyordu. Monarşiyi kurtarmak için son bir çabayla bir Sosyal Demokrat, Friedrich Ebert şansölye olarak atandı. Ne var ki, Karl Liebknecht’in bir Alman Sovyet Cumhuriyeti ilan etmek üzere olduğunu öğrenen Sosyal Demokrat Philipp Scheidemann öğlen saat 2’de parlamento binasının balkonundan alelacele Alman Cumhuriyetini ilan etti. Bundan iki saat sonra Liebknecht de Sosyalist Alman Cumhuriyetinin kuruluşunu meydanda işçilere onaylattı.
İşçilerin ayağa kalkması sırasında bocalayan Alman egemen sınıfı yardıma hain Sosyal Demokrat Parti liderlerini çağırıyor ve Ebert, Scheidemann ve Noske öncülüğündeki bu alçaklar sürüsü burjuvaziye hayat öpücüğü veren işbirliğini tereddütsüzce hayata geçiriyordu. O sırada Alman ordusunda tümgeneral olan Groener 1925 yılında bu işbirliğini resmi belgelere şöyle geçiriyordu: “Genel Karargâh ile Reich şansölyesi arasında bir iletişim hattı kurduk. Her gece on birden bire kadar gizli bir telefon hattından birbirimize danışacaktık… Sonra... Berlin’e on tümen getirilmesiyle ilgili bir plan yapıldı. Ebert buna onay verdiğini bildirdi.”
Olaylar hızla akarken Berlin’e gelen Rosa Luxemburg Spartakistlerin ayaklanan işçileri yönlendirebilmesi için hemen “Rote Fahne” (Kızıl Bayrak) gazetesinin yayınlanması işine girişti ve gazeteyi günlük olarak çıkarmaya başladı. İki ay içerisinde her biri birbirinden etkili yirmiden fazla makale yazdı. Liebknecht ise toplantıdan toplantıya koşuyor ayaktaki kitlelere yön vermeye çalışıyordu. 6 Aralık 1918’te, Sosyal Demokratların yönettiği hükümetin emir verdiği askerler bir yandan Rote Fahne bürolarını basarken diğer yandan da bir Spartakist gösteriye makineli tüfekle ateş açtılar. Bu saldırıda 18 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. Artık silahların devreye girdiği bir aşamaya gelinmişti. İşçiler ve askerler arasındaki çatışmalar tüm ülkeye yayıldı ve bununla birleşen bir grev dalgası da ülkeyi felç etti.
Bunlar yaşanırken İşçi ve Asker Konseylerinin ilk kongresi de 16 Aralıkta Berlin’de yapıldı. Bu kongre Spartakistler açısından büyük bir hayal kırıklığına neden oldu. Çünkü delegelerin çoğunluğu hâlâ işçilerin geleneksel örgütü Sosyal Demokrat Partiden kopamamışlardı. Spartakistlerin siyasi çizgisinin farklılıkları aradaki unsurların gözünde hâlâ netleşmemişti. Bu yüzden Spartakistler bir an önce kendi örgütlerini yaratmaya giriştiler ve 30 Aralıkta Almanya Komünist Partisini kurdular. Ancak Noele de denk gelen bu dönem, bir rehavet ortamına neden olmuştu ve burjuvazi bu zamanı etkili biçimde kullanıyordu. Tümgeneral Groener bu kritik zaman dilimini sonrasında şu cümlelerle anlatmıştı: “Berlin’e sevk emri verdiğim on tümen «hazır değildi» ve eğer Spartakistler bu fırsatı hükümeti devirmek için kullanmayı seçseydi, onları kimse durduramazdı... Ama mucizevi bir biçimde Spartakistler bunu yapmadı. Bay Liebknecht ve yoldaşları Noel kutluyorlardı ve Berlin’de hiç askeri birlik yokken tamamen sessiz kalmışlardı. Kendi lehlerine mi, aleyhlerine mi, bilinemez; Spartakistler silahlı değil ideolojik bir çatışmaya dalmışlardı. SPD’den kopup ayrı bir parti kurmalı mıydılar ve eğer parti kursaydılar adı «sosyalist» mi yoksa «komünist» mi olmalıydı? bunları tartışıyorlardı.”[4] 29 Aralık Pazar günü, Şansölye Ebert Gönüllü Birliklere Berlin’e girme emri verdi ve bu gelişmenin ardından bütün dengeler burjuvazinin lehine bozulmuş oldu.
Devrimci işçi hareketi inisiyatifi ele almak için girişimlerde bulunuyordu. Ancak hükümetin buna karşılık vermesini sağlayacak bir gücü artık Berlin’de hazır bekliyordu. Bağımsız Sosyalist Berlin Emniyet Müdürü Emil Eichhom’un 4 Ocak 1919’da İçişleri Bakanı tarafından görevinden alındığı halde ayrılmayı reddedip, işçilere silah dağıtmaya başlamasıyla mücadelenin harareti yine yükseldi. 5 Ocak gecesi Almanya Komünist Partisi ve Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi bir Devrim Komitesi kurdular ve 6 Ocakta hükümete geçici olarak el koyduklarını ilan ettiler. 8 Ocakta burjuvazinin hükümet güçleri saldırıya geçti. Noske’nin komuta ettiği Gönüllü Birlikler devrimci işçilere acımasızca saldırıyor, beyaz bayrakla teslim olanları bile kurşuna diziyorlardı. 12 Ocakta, devrimcilerin ellerinde kalan son mevzi olan Emniyet Müdürlüğü düştükten sonra isyanın kesin olarak yenildiği netleşti. Askeri birlikler bütün Berlin’i işgal etti.
Bütün bunlar yaşanırken Liebknecht ve Luxemburg Berlin dışına çıkma önerilerini kesinlikle reddettiler ve isyanın başında kaldılar. İkisini de Marcussohn ailesi dairelerinde saklıyordu. Ancak burjuvazinin amansız takibi ne yazık ki 15 Ocakta yakalanmalarıyla sonuçlandı. Askeri birliklerin sorgulama ve işkence merkezine dönüştürülmüş olan Eden Otele götürüldüler ve oradan Moabit Cezaevine nakledilirken alçakça katledildiler. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in ölümlerine dair resmi açıklama 16 Ocakta yapıldı. Bu açıklamaya göre, Liebknecht askeri muhafızlar eşliğinde Eden Otelinden Moabit Cezaevine götürülürken, yolda meçhul bir suikastçı tarafından kafasına vurulmuştu. Otomobilin motoru bozulmuş ve Liebknecht’e yürümesi emredilmiş, sendeleyen ve başındaki yara nedeniyle çok kan kaybeden Liebknecht kaçmaya kalkışmış ve vurulmuştu! Luxemburg’a ise Eden Otelinden ayrılırken bir serseri saldırmış, ama başındaki asker onu kurtarmaya çalışmış ve baygın Rosa’yı otomobile sokmuş, meçhul bir şahıs da o sırada Rosa’ya tabancayla ateş etmişti. Otomobil hareket etmiş ama kanal çevresindeki bir kalabalık onu arabadan indirmiş, sürüklemiş ve karanlıkta kaybolmuştu. Cesetse bulunamamıştı. Bunlar elbette burjuvazinin uydurduğu yalanlardı.
Gerçeği ortaya çıkaran ise Liebknecht ve Luxemburg’un yoldaşları Leo Jogiches oldu. Yaptığı detaylı soruşturmaların ardından Rote Fahne gazetesinde gerçekleri belgelerle ortaya koydu. Onun ortaya çıkardıklarına göre, her ikisi gözaltına alındıktan sonra özel kuvvetler komutanı Binbaşı Waldemar Pabst, Sosyal Demokrat Parti yöneticisi Gustav Noske ile telefon görüşmesi yapar ve katledilmeleri için gerekli izni ondan alır. Önce Karl Liebknecht öldürülür. Cansız bedeni isimsiz olarak morga teslim edilir. Ardından Rosa katledilir, Landwehr Kanalına araç ile götürülüp cesedi suya atılır. Bu gerçekleri ortaya çıkaran ve onlar öldükten sonra Alman Komünist Partisinin başına geçen Leo Jogiches de onların ölümünden iki ay sonra Mart başında tutuklanır ve Emniyette başına kurşun sıkılarak öldürülür. Resmi açıklama yine aynıdır: “Kaçmaya çalışırken vuruldu!”
25 Ocak 1919’da iki devrimci lider için çok büyük ve görkemli bir cenaze töreni yapılır. Karl Liebknecht’in mezarının hemen yanında Rosa Luxemburg için de bir mezar yeri boş bırakılır. Rosa’nın naaşı 31 Mayıs 1919’da bulunur ve 13 Haziranda kendisi için ayrılan Friedrichsfeld mezarlığındaki yere kitlesel bir uğurlama töreniyle gömülür.
[1] Nitekim bu değerlendirmeleri “Kızıl Kanatlı Rosa” broşüründe Elif Çağlı layıkıyla, en kapsamlı ve yol gösterici biçimde yapmıştır. Bu nedenle yer yer kimi noktalara değinecek olsak da, Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknect’in büyük mücadelesini 104. yılında anmak için kaleme aldığımız bu yazıda bu değerlendirmelerin bütününü tekrarlamıyoruz. Esas olarak Alman devrimi sürecinde bu iki önderin ortaya koydukları bazı yaklaşımların ve mücadelelerin önemini ve değerini vurgulamaya çalışıyoruz.
[2] Rosa Luxemburg, “Rus Devrimi”, Siyasi Yazılar, V Yay., s.95-96
[3] Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, marksist.com
[4] Elzbieta Ettinger, Rosa Luxemburg Bir Yaşam, Belge Yay., s.341-342

link: Selim Fuat, Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknecht’in Son Mücadelesi, , https://marksist.net/node/7830