Sayfalar
Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve onbeşler
Vardım, Varım, Var Olacağım!
“O bir kartaldı ve kartal olarak kalacak...” Bu sözleri Bolşevik lider Lenin Rosa Luxemburg için dile getirmiştir. Evet, Rosa bugünden bakıldığında hâlâ bir kartal! Sınıf mücadelesinde bütün devrimcilere örnek teşkil edebilecek bir devrimci lider ve enternasyonalizm bayrağının altındaki en cesur savaşçılardandır.
Ocak ayı birçok devrimci önderin yaşamdan koptuğu ya da koparıldığı bir aydır. Bu vesileyle tarihte rolü büyük olan insanları anmak biz mücadeleye adım atan, gönül veren gençler için değerlidir. Yas tutmuyoruz çünkü dövüşüyoruz ve dövüşürken böylesi önemli tarihsel süreçlerde önemli rol oynayan insanları hatırlıyoruz. Mücadele deneyimlerini yolumuza ışık olarak görüp mücadeleye devam ediyoruz.
Rosa Luxemburg da yolumuza ışık tutan devrimci önderlerden biridir. Rosa, 1870’de, o dönemde Çarlık Rusya’sının bir parçası olan Polonya’da dünyaya gelmiştir. Yahudi bir ailenin kızıdır. Küçük yaşlarda başlayan ve bacağında oluşan rahatsızlık hiçbir zaman onun mücadelesi için bir engel teşkil etmemiştir, hatta tam tersi bu rahatsızlığı başarısını kamçılamıştır. Ve onu çetin bir mücadele vermesi için hazırlamıştır.
Rosa 1880’de on yaşında ortaokula başlamıştır. Yahudi kökenli diğer adaylar gibi, giriş sınavında Yahudi olmayanlardan daha iyi puan almak zorundadır. Yahudiler için kota konmuştur. Okula girmeye hak kazanır ama istediği bu şekilde kabul edilmek değildir. Okula kota sistemi ile kaydolmakla, ilk kez etnik ayrımcılıkla karşılaşmıştır. Duyarlı bir çocuk olan Rosa kendini aşağılanmış hisseder ve buna karşı içinde büyük bir öfke büyür. Rosa daha küçük yaşlardayken Yahudilere yapılan bir pogroma da tanıklık etmiştir. Okul yıllarında “güçlü” biri olarak tanınmaya başlamıştır. Resmi dilin Rusça olduğu bu okulda öğrencilerin kendi aralarında Lehçe konuşmaları yasaktır. Daha o dönemlerde cesaretiyle ön plana çıkan Rosa Lehçe bir şiir yazar ve bu şiir okulda elden ele dolanırken tartışmalara sebep olur:
“…zira yoksulluğa ve bilgisizliğe mahkûm olanlar Gülmeyi ve neşeyi bilmezler. Bütün dertleri, bütün acı ve gözyaşlarını tokların vicdanına yüklemek istiyorum, Ve yaptıkları her şeyin intikamını almak.”
1887 yılında liseyi başarıyla bitirdiğinde “politik güvenilirliği olmadığı” gerekçesiyle hak ettiği altın madalya verilmez. O yaşlarda yasaklı yayınlar okumaya başlar, yaşadığı ülkedeki dayanılmaz şartlara karşı eleştirel düşüncelere yönelir. Ülkesindeki üniversitelere kadınlar alınmadığından eğitim için Zürih’e gider. Rosa, çocukluğundan itibaren bitkilere ve hayvanlara karşı büyük bir ilgi duyduğu için fen bilimlerine kayıt yaptırır, zooloji dersleri almaya başlar. Ama kısa süre sonra bundan vazgeçip felsefe, hukuk ve iktisat alanında eğitim görmeye karar vererek bu alana yönelir.
Zürih’te tanıştığı ve hem yoldaşı hem hayat arkadaşı olacak olan Leo Jogiches ile birlikte Polonya Krallığı Sosyal Demokrasi Partisini kuran Rosa, bu partinin yayın organı olan İşçi Davası gazetesinde takma isimle yazmaya başlar ve yaşamında ilk kez bir yayın organının sorumluluğunu üstlenir. İçinde bulunduğu koşullar onu işçi sınıfının enternasyonal mücadelesine daha da yaklaştırmıştır. Ve o dönemki Yahudi düşmanlığına, kadınların geri plana atılması durumuna kapılıp ulusal mücadele ya da kadın mücadelesi değil sınıf temelinde bir mücadeleyi seçmiştir. Dönemin siyasal coğrafyası nedeniyle hem Polonya, hem Almanya hem de Rusya işçi sınıfı hareketi içinde yer almıştır. Çünkü yalnızca enternasyonal bir mücadeleyle bu sorunlar çözüme kavuşabilirdi.
Üniversite eğitimini doktor unvanıyla tamamladıktan sonra Berlin’e yerleşir ve orada Alman Sosyal Demokrat Parti yönetimiyle bağlantı kurar. Silezya’da Polonyalı işçiler arasında çalışmalarına başlar. O dönemde illegal Sosyal Demokrat Partiye üye olmak, köylü ayaklanmalarını kışkırtmak, partinin gizli matbaasını yönetmek suçundan tutuklanır.
Rosa hiçbir zaman alışıldık, sessiz ve itaatkâr olmamıştır. Asidir, yeteneklidir, kime meydan okuduğunun farkındadır. Tek başına kalsa da hapisle cezalandırılsa da yılmamıştır. O, gücünü işçi sınıfının sömürülmesine duyduğu öfkeden almıştır.
Rosa’nın emperyalist savaşa karşı tutumu da onun gerçek ve kararlı bir enternasyonalist komünist olduğunu göstermiştir. 1918 Kasımında patlak veren Alman devrimine yönelik devrimci programları da hem onu hem de yoldaşı Karl Liebknecht’i burjuvazinin hedefi haline getirmiştir.[*] Süreç ve koşullar Alman devrimini yenilgiye uğratırken, Rosa ve Karl alçakça öldürülmüştür. Onlar tarihin çalışkan evlatlarıydılar, yükselttikleri mücadele bayrağı hâlâ gelecek kuşaklara taşınmaktadır. Onlar sınıf mücadelesi tarihinde bizlere çok önemli mücadele deneyimleri bırakarak gittiler. Haksız savaşlara, emeğin ve alın terinin sömürülmesine karşı yaşamlarının sonuna kadar mücadele ettiler. Bugün içinde bulunduğumuz düzen savaş tamtamlarıyla, sömürünün artmasıyla bize şu mesajı açık ve net gösteriyor. Rosa’nın da dediği gibi “Ya sosyalizm, ya barbarlık!” Düzenin yarattığı sorunlar ancak işçi sınıfının mücadelesiyle sosyalist bir dünya kurulduğunda çözüme kavuşabilir. Bunun için bizlere düşen, tecrübelerini miras bırakan devrimci önderleri örnek alıp yolumuzu aydınlatarak ilerlemektir!
Yaşasın İşçi Sınıfının Enternasyonal Mücadele Birliği!
[*] Bkz. Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, marksist.com

link: Mersin’den bir kadın işçi, Vardım, Varım, Var Olacağım!, 14 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7829
Asıl Düşman İçerde!
Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve Lenin… Ocak ayı bize yaşamlarını örnek alacağımız bu dört devrimci önderimizi hatırlatır. Artlarında bıraktıkları deneyimleri iyi kavrayarak ve mücadeleye nasıl yüreklice sarıldıklarını hissederek onların şanlı miraslarına sahip çıkarız.
Bu büyük önderlerden Karl Liebknecht’in yaşamı da diğerleri gibi mücadele ile yoğrulmuş bir yaşamdır. Karl Liebknecht, Alman Sosyal Demokrat Partisinin (SPD) kurucularından, Marx ve Engels’le her zaman iletişim içinde olan Wilhelm Liebknecht’in oğluydu. Hukuk ve politik ekonomi alanında eğitim alırken babasının da içinde olduğu SPD’de çalışmaya başlayan Karl Liebknecht özellikle militarizme karşı gençlik içerisinde yürüttüğü mücadeleyle tanınmaya başlamıştı. 1904’te SPD kongresinde, gençlik içinde anti-militarist propaganda yapılması konusunda bir karar çıkması için mücadele etmiş, partinin bu konuda tavır alması gerektiğini anlatmaya ömrü boyunca da devam etmiştir.
Karl Liebknecht, 1907 ile 1910 arasında Sosyalist Gençlik Enternasyonalinin yönetiminde bulundu. O dönemde Almanya’da devrimci hareketin gençlik içindeki siyasal örgütlenmesinin eksikleri olduğunu düşündüğü yazılar kaleme aldı. Gençlerin devrimci mücadelenin en önemli ayağı olduğunu düşünüp bu alandaki örgütlenmeyi güçlendirmeye çalıştı. Sosyalist Gençlik Enternasyonalinde çeşitli çalışmalar yürüttü ve gençler için kendilerini ifade edecek alanlar yaratmak istedi. Özgürlük ve bağımsızlık düşüncelerinin önemi ve bu düşüncelerin örgütlenme içinde pratiğe yansıması üzerine çalışmalar yaptı. Bu çalışmaların önemini her an ve her yerde vurguladı.
Dönemin devrimci mücadele yürüten önderleri, savaşın toplumun üzerinde bıraktığı etkiyi ve emperyalistlerin bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarını çok kereler vurgulamışlardır. Karl Liebknecht Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşından önce, Militarizm ve Anti-militarizm adlı çalışmasını kaleme aldı. 1907’de bu çalışmasından dolayı tutuklandı. Militarizmin ne illet bir şey olduğunu dile getirip anti-militarist çerçevede örgütlenmenin sağlanması gerektiğini sıklıkla vurguladı. Savaşın yoksul, emekçi halkın yararına olmayacağını, aslında sadece burjuvaların çıkarları için yapıldığını etkili biçimde anlattı. Militarizm karşıtı mücadelenin ön saflarında yer aldı. Bir sene sonra hapisteyken Prusya meclisine, 1912’de ise Alman meclisi Reichstag’a seçildi. Mücadelesini burada sürdürdü.
Karl Liebknecht Sosyal Demokrat Partinin içinde zamanla Rosa Luksemburg ile beraber sol kanadın önderlerinden biri haline geldi. Tıpkı Rosa Luksemburg gibi Liebknecht de Alman burjuvazisinin savaş çığırtkanlığına karşı ve İkinci Enternasyonal’in de bu yöndeki kararlarına karşı enternasyonalizm bayrağını yükseltmek için çaba gösterdi. Emperyalist savaşlara ve militarizme karşı emekçi gençliği örgütlemek için mücadele etti.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının başladığı dönemlerde büyük emperyalist ülkelerin burjuvaları halkı seferber etmiş ve savaşa sürmüştü. Bu dönemde çeşitli işçi örgütlerinde savaş konusunda gösterilmesi gereken tutum tartışılıyor ve bu tartışmalar bir turnusol kâğıdı gibi gerçek ayrımları net biçimde ortaya çıkarıyordu. Karl Liebknecht 2 Aralık 1914’teki oylamada savaşa karşı oy kullanan tek parlamenter oldu. Daha sonra Liebknecht, Rosa Luxemburg, Leo Jogiches, Paul Levi, Franz Mehring ve Clara Zetkin gibi isimlerle birlikte Spartaküs Birliğini (Spartakusbund) kurdu.
Karl Liebknecht, Alman Devrimi sırasında, 15 Ocak 1919’da, yoldaşı Rosa Luxemburg’la birlikte Berlin’de, alçak SPD hükümetinin cellatları tarafından öldürüldü. Liebknecht, bütün bir yaşamı boyunca Almanya’da sosyalist devrim için verilen mücadelede aktif olarak yer almıştı. Emperyalist savaşların temel nedeninin kapitalist sistem ve burjuvazinin kâr hırsı olduğunu biliyordu. İşçi sınıfının militarizme karşı mücadele etmesi gerektiğini ve işçi sınıfının gerçek ihtiyaçlarının kapitalistlerin kârlarından önce geldiğini dile getirerek sosyalist bir toplum için mücadele etmenin görev olduğunu bıkmadan, usanmadan anlatıyordu. Liebknecht, işçi sınıfının gençlerini militarizme karşı ve toplumsal değişim için harekete geçirmek üzere olağanüstü bir çabayla çalıştı. Gençleri barış ve sosyalizm mücadelesine katılmaya çağıran konuşmalar yaptı ve yazılar yazdı. Ayrıca savaşa ve hükümetin politikalarına karşı protestolar ve gösteriler düzenledi.
Karl Liebknecht’in ve Rosa Luksemburg’un “Asıl düşman içerde, silahları burjuvaziye yönelt!” yaklaşımı bugün de bizler için çok değerli bir mirastır. Rosa Luxemburg gibi Karl Liebknecht de SPD’nin çürümüşlüğünü gözler önüne serdi ve işçi sınıfının devrimci mücadelesi için canını feda etmekten çekinmedi.
Onların bizlere bıraktığı en değerli miras enternasyonalizm anlayışı ve kararlı mücadelesidir. Bizler bilmeliyiz ki işçi sınıfının kurtuluşu ulusal olamaz! Kapitalizm ancak dünya ölçeğinde verilecek bir mücadeleyle yıkılabilir. Bunun için de devrimci önderlerimizin canları pahasına bize öğrettiği şeyi, asıl düşmanın içerde olduğunu ve silahlarımızı ona doğrultmamız gerektiğini hiç ama hiç unutmamalıyız.

link: Mersin’den genç işçiler, Asıl Düşman İçerde!, 14 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7828
Ya Yolumuzu Aydınlatacak Işığımız Olmasaydı
Dünya işçi sınıfı zor bir dönemden geçiyor. Olağandışı bir dönem yaşanıyor hem dünyada hem bu topraklarda. Düne kadar demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde, otoriter ve totaliter rejimlere eğilim gittikçe artıyor. Dünyanın dört bir yanında baskıların, yasakların ve işçi sınıfına karşı saldırıların amansız bir şekilde devam ettiği, milliyetçiliğin ve militarizmin yükselişe geçtiği kaotik bir dönem yaşanıyor. Toplumun tüm kesimleri payına düşeni alıyor bu insanlık dışı sistemden. Bir taraftan toplumsal ilişkileri çürütüyor, diğer taraftan dünyanın sonunu getiriyor var olan düzen. Kapitalizm çıkışı olmayan bir krizde, adeta yoğun bakımda makineye bağlı bir hasta durumunda. Hayatta kalmak için yaptıkları dünyayı ve insanlığı felâkete sürüklüyor. Böyle dönemlerde insan bir ışık, bir umut, dayanabileceği, sarılabileceği, sığınabileceği bir yer arıyor; bugünden korkmamak, geleceğe güvenle bakmak ve savrulmamak için.
Yaşanan sorunlara ya da çürümeye ne kadar dayanabilir tek başına bir insan? Bir arada olmak önemli olduğu kadar yeterli olabilir mi böyle gerici dönemlerde? Mücadeleye atılanların yolunu aydınlatacak, onlara ışık tutup rehberlik edecek liderler, doğru bir ideoloji, morallerini, enerjilerini diri tutacak, geçmişten güç devşirecek insanlar olmadan mümkün mü? Geçmişi bilmeden bugüne ve geleceğe umutla bakmak olanaklı olabilir miydi? Dövüşenler nereden beslenecek, nasıl körükleyecekler öfke ve kinlerini? Bu düzeni tüm aygıtları ile nasıl ortadan kaldıracaklar? Bu soruların cevabı işçi sınıfının tarihi hafızasında saklı. Bugün bunların toplumun çoğunluğu tarafından unutulmuş olması burjuvazinin yürüttüğü kara propaganda, yalanlar dolanlar ve zamanın ruhu ile alakalı. Ama rüzgâr hep karşıdan esmeyecek, elbette değişecek rüzgârın yönü. İşte o zaman işçi sınıfının tarihi hafızası bir anda canlanacak. Bu yüzden işçi sınıfının yürüttüğü kavgada yitirdiği önderleri düşünüldüğünde Ocak ayının ayrı bir önemi bulunuyor. İşçi sınıfının tarihsel kavgasında tarafı net bir şekilde belli olan, yaşamı sona erene veya burjuvazi tarafından katledildiği son ana kadar bundan ödün vermemiş, yolumuza ışık tutan devrimcilerimizi saygıyla andık. Ve bir kez daha bize nasıl tarihsel bir hazine, kıymetli bir miras bıraktıklarını içselleştirdik. Her dönem işçi sınıfının tarihinde yer alan önemli günleri ve önderleri anmak, hatırlamak önemlidir ama içinden geçtiğimiz dönemde bu çok daha anlamlı. Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını! Ne çok şey anlatıyor bize ve bir kez daha mücadelemize sıkı sıkı sarılmamızı öğütlüyor. Başta Lenin olmak üzere, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve on beş yoldaşının yürüttükleri mücadele yolumuza ışık tutuyor.
Enternasyonal komünist gelenekten gelen, geçmişten günümüze yaşamış tüm devrimciler, bizleri mücadele ile tanıştıran ve yol gösteren büyüklerimiz… Ne kadar zengin bir geçmişimiz ve bugünümüz var. Bu kültürle yetişen ve donanan, politik olarak duruşundan taviz vermeyen, her zaman dünya devrimini savunan, en gerici koşullarda Marksizme sarılan insanlarla bir arada olmakla ne kadar gururlansak azdır. Lenin hayatı boyunca sürekli bir sınav vermiş ve en önemli sınavdan işçi sınıfını iktidara taşıyarak geçmişti. Bugün de aynı sınavları başarıyla verenler adeta bir aktarma kayışı görevi görüyor. Bize sınıf hafızamızı aktarmaları, gelenekten geleceğe şiarı ile yolumuza ışık tutmaları, bu kavgayı sahiplenmek için sürekli bizleri zinde tutmaları bizler için büyük şans. Kaybettiğimiz ve yaşayan önderlerimizi daha iyi anlamak, kavramak ve yeniden o ateşi yakmak, rüzgârın arkamızdan eseceği günlere hazırlanmak başlıca görevimiz olmalıdır. Dünyayı yaşanmaz hale getiren, insanlığı yok oluşa sürükleyen bu düzenin haramilerinden hesap sormak, insani olmayan bu sistemi ortadan kaldırmak için onurumuzla mücadele ederek mirasımıza sahip çıkmış olacağız. Selam olsun bu yolda dövüşerek ölenlere ve dövüşmeye devam edenlere!

link: Esenyurt’tan bir MT okuru, Ya Yolumuzu Aydınlatacak Işığımız Olmasaydı, 30 Ocak 2021, https://marksist.net/node/7266
Yeni Bir Dünya Kurmanın Özlemiyle Sonuna Kadar Kavga!


Ceza talep ediyorum,
Bugün tok olanlara, sefa sürenlere,
Milyonların ekmeğini hangi acılarla kazandığını
Bilmeyenlere, hissetmeyenlere
Neşeli bir yüz
Neşeli bir gülüş görürsem
Acı çekiyorum
Zira yoksulluğa ve bilgisizliğe
Mahkûm olanlar
Gülmeyi ve neşeyi bilmezler.
Bütün dertleri,
Bütün gizli ve acı gözyaşlarını
Tokların vicdanına yüklemek istiyorum
Ve yaptıkları her şeyin intikamını almak
(Rosa Luxemburg’un henüz lisede okurken Lehçe kaleme aldığı bir şiir)
Rosa Luxemburg’un söylediği gibi, ben de bütün acı gözyaşlarının, haksızlıkların, umutsuz ve mutsuz her bakışın ve egemenlerin yaptıkları her şeyin hesabını sormak istiyorum. Hakları gasp edilen, saatlerce çalıştırılan biz emekçiler nasıl gülebilir, neşeli olabiliriz? Oysa işçinin emeğiyle kurulan, güzelleşen bu dünyada neşeyi hak eden bizleriz. Zannetmesinler ki hep böyle gidecek. Bizler, bu düzenin sefasını sürenlere, emeğin kaynağının kim olduğunu hatırlatmayı da biliriz. İşçi sınıfının bugüne ışık tutan tarihi bizlere yol gösteriyor. O ışıkla mücadele etmeyi sürdürüyoruz. Ve elbet bir gün işçi sınıfı bugüne kadar kendisine yaşatılanların hesabını soracaktır.
Bugün karanlık zamanlardan geçsek de elbet bir gün güneş doğacak. Sefa sürenler elbet hesap verecek. Onlar her ne kadar pervasız olsalar da içimizdeki mücadele azmi onları yenecek. Bir gün filizlenecek menekşelerimiz. İnancımız ve mücadelemizle, işçi sınıfı yok edecek bu köhne düzeni.
Yeni bir dünya özlemiyle yüreklerinizdeki ateşe selam olsun. Bu mücadelede Ekim Devriminin önderi Lenin, Alman işçi sınıfının önderleri Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve on beş yoldaşı bizlere ışık tutuyor. Dört yıldızı ölüm yıldönümlerinde saygıyla anıyoruz. İşçi sınıfının mücadelesinde bizlere bıraktığınız deneyimler sayesinde güç ve cesaret kaynağımız sizlersiniz.

link: Kıraç’tan bir kadın işçi, Yeni Bir Dünya Kurmanın Özlemiyle Sonuna Kadar Kavga!, 13 Şubat 2021, https://marksist.net/node/7259
Lenin


Tarihin önünde dimdik duruyordu Keskin çekik gözleri Kızıl kızıl parıldıyor dostça selamlıyordu bakan yüzleri Sahne onundu artık Sabırla örmüştü öfkesini Zamanı gelmişti artık Zorbaların saltanatına karşı dövüşecekti, dövüştü! Tarihsel sürecin yaşayan şahidi Vaktinde çıktı sahneye Korkusu yoktu! Korkak olanla işi yoktu. Çelik, bükülmez, direngen Ustasından almıştı suyunu!

link: Ankara’dan bir işçi, Lenin, 28 Ocak 2019, https://marksist.net/node/6583
Nasıl Unutalım Sizleri!


Bazı aylar vardır, kimi anlamlarla bütünleşmiştir adeta. Yaşananlar, yaşattırılanlar, belleğimizde bir bir sıralanırlar. Haziran günleri, Şubat Devrimi, Ekim Devrimi… Peki ya Ocak ayı bizler için ne ifade eder? Yılın ilk ayını mı yoksa kış mevsimini mi sadece? Daima birer yıldız gibi parlayacak olanlarımız, güneşe gömdüğümüz işçi sınıfının önderlerini hatırlatır. Ocak ayı onlar ile özdeşleşmiştir. Başta Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve yoldaşları ve daha nicelerinin acısını ve öfkesini tekrar tekrar duyduğumuz ay.
28 Kânunusani ise Türkiye işçi sınıfının devrimci mücadelesinde unutmayacağımız ve her zaman öfkemizi diri tutacak olan bir gündür. Sınıfımızın tarihinde kanlı bir sayfa olarak yer edinen 1921 Ocağında Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı burjuvazi tarafından katledildiler. Karadeniz sularında, Trabzon açıklarında boğdurularak bizlerden kopartıldıkları o kanlı tarih. İşçi sınıfının ozanlarından Nâzım Hikmet şiirinde “28 Kânunusaniyi unutma!” diyerek bize tarihin sınıfların mücadelesi olduğunu hatırlatıyor. O günü ve yaşatılanlardan ne anlamamız gerektiğini şu dizelerle aktarıyor:
Kanunisani 28 Karadeniz Burjuvazi Biz On beş kasap çengelinde sallanan On beş kesik baş Yoldaş Bunların sen İsimlerini aklında tutma Fakat 28 Kanunisaniyi unutma!
Burjuvazi o gün sizleri aramızdan ayırdı. Unutturmaya çalıştı ve hâlâ çalışıyor. Fakat nasıl unutalım ki sizleri, hayatınızı sömürüsüz bir dünya kurmak yolunda feda etmişken? Mücadelenin neferleri olarak kavgamızda sizler hep yaşayacak, yüreğimizin en derinliklerinde olacaksınız.

link: Pendik’ten bir işçi, Nasıl Unutalım Sizleri!, 27 Şubat 2018, https://marksist.net/node/6232
Çürüyen Kapitalizm ve Parlayacak Yıldızlar


Tarihsel bir kriz içinde debelenen kapitalizm, kendisiyle birlikte tüm toplumu çürütmekte ve insani değerleri hiçleştirmektedir. Öyle ki bu çürüme giderek toplumun geleceği olan çocuklarda dahi en aşırı şekillerde tezahür etmektedir. Örneğin bir çocuk büyüyünce idamı geri getireceğini söyleyebiliyor. Çocukluğumuzda muhtemelen hepimiz “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” sorusuyla karşılaşmışızdır. Bu soruya verilen cevaplar genellikle “doktor olup insanların hayatını kurtarmak istiyorum, mühendis ya da öğretmen olmak istiyorum…” şeklindeydi. Bugün ise çocuklardan aldığımız cevaplar iktidarın kindar bir nesil yetiştirme politikalarının nasıl bir etkisi olduğunu acı bir şekilde gösteriyor. Bu soruya karşılık küçük bir kız çocuğunun dilinden şu sözler dökülüyor: “Darbecileri idam ile yargılamak istiyorum. Bunun için de Cumhurbaşkanı olup idamı getirmek istiyorum.” Olağan koşullarda bir çocuğun gelecek tahayyülünün insanların ölmediği, arkadaşlarıyla kardeşçe yaşadığı bir dünya olması gerekir. Bunun tam tersi örnekler mevcut durumun ciddiyetini göstermesi açısından önemlidir.
Evet, kapitalizm çürürken toplumu çürütmekle kalmıyor, insanlığın geleceğini, yeni bir toplum yaratma umudunu da çürütmeye azami derecede gayret ediyor. Hiç durmadan toplumu yapay bir şekilde kutuplaştırmaya çalışan, birbirlerine karşı düşmanlaştırmaya gayret gösteren iktidar, böylece mevcut durumunu sağlamlaştırmaya, iktidarını baki kılmaya çalışıyor. Her ne kadar iktidar toplumu kindarlaştıran politikalarıyla, zorbalığıyla saldırıyor olsa da gardımızı düşürmüş değiliz. Bu sadece bir savunma pozisyonu değil, aynı zamanda iyi olan her şeye karşı yapılan saldırılara bir karşı saldırımızdır. Işığıdır Marksizmin yolumuzu aydınlatan ve yılmaz devrimcilerin ayak izleridir yürüdüğümüz yol.
Ocak ayında kaybettiğimiz devrimci Marksist önderlerimiz, Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı birer yıldız gibi yolumuzu aydınlatıyor ve mücadelenin onurlu bir yaşam demek olduğunu tekrar tekrar bilince çıkartmamızı sağlıyor. Burjuvazi onları bedenen aramızdan almış olabilir fakat onların mücadelesine olan inançları ve insanlığın kurtuluşu için verdikleri kavga devam ediyor. Liebknecht, son yazısında dile getirdiği sözlerinde tam da bunu ifade etmiş: “Biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. Her şeye rağmen!” Hava ne kadar kararırsa kararsın yolumuzu aydınlatan yıldızlara selam olsun…

link: Tuzla’dan bir öğrenci, Çürüyen Kapitalizm ve Parlayacak Yıldızlar, 1 Şubat 2017, https://marksist.net/node/5479
Ocak’ın Kardelenlerine


Karla kaplı kış bahçelerinde Her Ocak ayında, fırtınanın tam ortasında Dört kardelen karların arasından göğe uzanır Boyunları toprağa bakar Toprak ananın bağrında yatan nice tomurcuklara seslenirler Seslenişlerinde bir heyecan, Seslenişlerinde güneşin hasreti... Aynı gövdede iki kardelenden biri haykırıyor: “Vardım, varım, varolacağım!” Aynı gövdedeki diğer kardelen “Her şeye rağmen” diyor, “Bugün yenilenler yarın zafer kazanacaklardır”. Bir tanesi var ki bu kardelenlerden Çiçekleri geniş mi geniş kubbemsi Ve beyazlığı karlardan bile göz kamaştırıcı Toprağa eğilmiş başı, yapraklarıyla yarınları anlatıyor “Çok az olmamız felâket değil, milyonlar bizimle olacak." Ve bir diğeri henüz gelişmemiş diğerleri gibi Gövdesi ince, narin Yaprakları cansız Daha gencecik bir fidan daha körpe Haykırıyor hırçın fırtınaların arasından Karadeniz’i hatırlatıyor her şafak söktüğünde... Mevsim zemheri Toprak ananın üstü karla kaplı Tomurcuklar baharı düşlüyor Güneşin sıcaklığını düşlüyor Güneş ısıtırsa toprağı çıkacaklar yerin üstüne Rengârenk çiçek açacaklar Öyle ki bütün çiçekler yedi renge boyayacak toprağı... Yakındır güneşin doğması Yakındır sıcaklığının artması Bahar gelecektir Aylardan Ocak Günlerden 15, Günlerden 21, Günlerden 28, Dört kardelen toprağın altındaki tomurcuklara müjdeliyor baharı Zifiri karanlığı aydınlatırcasına...

link: Ankara’dan genç bir işçi, Ocak’ın Kardelenlerine, 25 Ocak 2017, https://marksist.net/node/5469
Devrimci Mücadeleye Adanan Yaşamlar


Ek | Boyut |
---|---|
![]() | 1.26 MB |
Kapitalizmin tarihsel krizine bağlı olarak dünya ölçeğinde yayılan otoriterleşme ve emperyalist savaş koşulları, işçi sınıfı devrimcilerinin önüne olağan dönemlere kıyasla çok daha ağır görevler koyuyor. Tarihin bu tür kesitleri, devrimci inanç ve iradenin, örgütsel bağlılığın sınandığı dönemlerdir. Böylesi dönemlerde, işçi sınıfının mücadele tarihindeki ilham verici örnekleri hatırlamak ve en zor koşullara meydan okuyarak devrimci yükseliş için hazırlanan önderlerden ders almak büyük bir önem kazanır. Bu bağlamda, işçi sınıfının devrimci önderi Lenin’in, onun en yakın mücadele yoldaşı Krupskaya’nın ve benzeri Bolşeviklerin devrime adanmış yaşamları unutulamaz ve unutulmamalıdır.

link: Elif Çağlı, Devrimci Mücadeleye Adanan Yaşamlar, 28 Haziran 2016, https://marksist.net/node/8090
Gecede Tutuşan Yıldızdı Onlar


Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği ve içinden geçtiğimiz bu yıllarda, kapitalizmin tarihsel krizi ve yeni bir emperyalist savaş içinde olan dünyamızda insanlık yıkımlara ve kıyımlara uğruyor. Teknoloji ve üretim gelişiyor ve büyüyor. Fakat emperyalizm çağında olan kapitalist sistemin derinleşen krizi, gelişen büyüyen teknolojiye ve üretime rağmen insanoğlunu açlık, yoksulluk ve savaşlarla kıyımlardan geçiriyor.
İnsanlık ne yazık ki ilk kez bir dünya savaşıyla karşı karşıya değil. Kapitalist sistem emperyalizm aşamasının başlangıcı olan yirminci yüzyıl başlarında, yani bundan 100 yıl önce, birinci paylaşım savaşını başlatmıştı. Bu açıdan her iki asır da benzerlik gösteriyor. Fakat şu an için bazı ayrımları da özellikle belirtmekte fayda var.
Yirminci yüzyılın başları, savaşın yanı sıra işçi sınıfı hareketinin de güçlü olduğu, devrimlerin gerçekleştiği bir dönemdi. Şüphesiz büyük yıkımlar, savaş koşulları kitlelerin isyanlarına, devrimci durumlara zemin hazırlar. Milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine, büyük acıların yaşanmasına sebep olan emperyalist savaş, ebette ki bir sonuç doğuracaktı. Fakat sonucun nasıl şekilleneceğini belirleyen, zaferin ya da yenilginin belirleyicisi, nihai olarak öznel faktördür. Lenin’in de dediği gibi “kritik an geldiğinde tarihe yön verecek olan önderliktir”.
Sınıfımızın tarihinde devrimci liderlerin rolü, devrimlerin gelişiminde ya da gerileyişinde belirleyici olmuştur. Özellikle o dönemde yaşamış olan ve büyük roller üstlenen Lenin’in, Rosa ve Karl Liebknecht’in, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının dört yıl içinde (1919-1924) peşpeşe ölmeleri gidişat üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Lenin de, Rosalar da, Suphi ve yoldaşları da Marksizmin ışığında, dünya devrimini savunan ve bu uğurda canlarını ortaya koyan devrimci önderlerdir. Onlar bizim örnek alarak mücadelemizde yaşattığımız devrimci önderlerimizdir.
Teori ve pratiği ile işçi sınıfının tarihsel önderlerinden biri olan Lenin, Bolşevik Partinin ve Komünist Enternasyonalin kurucusudur. Bugün dahi hâlâ tartışılan konulara dair devrimci teorileri güncelliğini koruyarak bizlere yol göstermeye devam ediyor. Devrimci tutkusuyla kurduğu Bolşevik Parti sayesinde sınıfımızın büyük zaferi gerçekleşti. Diğer taraftan bütün dünyanın gözünün üstünde olduğu Alman devrimi için canları pahasına mücadele eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht... Özellikle 2. Enternasyonalin önderliğini üstlenen fakat burjuvaziyle işbirliği yapan Alman Sosyal Demokrat Partisi ile savaş halindeydiler. Kitlelere bu yozlaşmışlığı göstermeye çalışırken yazdıkları yazıları bugün de önemini sürdürüyor. Almanya’da devrimci sınıf mücadelesinin sembolleri haline gelen Rosa ve Liebknecht’in katledilmesi üzerine Alman devrimi başsız kaldı ve yenildi. Bunun sonucu aslında dünya devriminin yenilgisi oldu. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli ise Sovyet Rusya’nın yanı başındaki topraklarda, savaşlardan dolayı yorgun ve umut arayan Anadolu halkını doğrudan etkiledi. Mustafa Suphi ve yoldaşları devrim dalgasını Anadolu’ya taşımak istemişlerdi. Fakat kirli hesaplar güden Kemalist burjuvazi, Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’in karanlık sularında boğdurtarak katletti. Böylece devrim dalgasının Anadolu’da kabarmasının önüne geçilmiş oldu.
Sınıfımızın en çetin kavga dönemlerinde kilit roller üstlenmiş ve sosyalizm bayrağını en yükseklere taşımış devrimci önderlerimize sahip çıkmanın ve onların yapmaya çalıştığı şeyi, uluslararası anlamda devrimci partinin inşasını yani Enternasyonali kurmanın önemini unutmamalıyız. Marksizmin özü olan Enternasyonal, dünya işçi sınıfının kurtuluşudur. İşte şu an içinde olduğumuz dönem ve koşulları hesaba katarak, devrimci önderlerimizin hayatlarını adadıkları dünya proleter devrimi için var gücümüzle mücadele etmek zorundayız. Emperyalist savaşa son verip, sosyalizm bayrağını yükseltecek olan bizleriz. Bunun içindir ki Lenin’in, Rosa’nın, Liebknecht’in ve Onbeşlerin mücadelesi bizim geleneğimiz olmalıdır. Soğuk ve sancılı mücadele dönemlerinde onların yaktığı meşale hem yolumuzu aydınlatmalı hem de kavgamızda yüreğimizdeki ateşi daha da alazlandırmalıdır.
Ölmediler onlar, ölmezler ki
Bu yadsınmaz gerçeği bilmedi satılmışlar
Onlar bir atardamardı halkların yüreğinde
Gecelerde yıldız yıldız tutuşan
Unutma söz etmek yok gözyaşlarından
Yaylar şimdi daha güçle gerildi
Yarın adına göğüs göğüs kuşandık gecede
Gecede en yenilmez güç bizde gönendi
Ölüler koştular ordu ordu dağlardan
Ölüler ansızın içimizde dirildi.
(Perulu şair Luis Nieto)

link: Marksist Tutumcu bir öğrenci, Gecede Tutuşan Yıldızdı Onlar, 29 Ocak 2016, https://marksist.net/node/4876
Kızıl Kanatlı Rosa


Ek | Boyut |
---|---|
![]() | 702.44 KB |
Ocak ayı, adları mücadeleleriyle ölümsüzleşen pek çok devrimci önderin ölüm tarihlerini içeren bir ay olarak hafızalarımıza kazınmıştır. Alman devriminin yiğit önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht 15 Ocak 1919’da karşı-devrimin kanlı saldırısıyla katledildiler. Ekim Devriminin önderi Lenin’i 21 Ocak 1924’te yitirdik. Türkiye komünist hareketinin Onbeşleri Mustafa Suphi ve yoldaşları ise, 28 Ocak 1921’de burjuvazinin kalleşçe planlarıyla Karadeniz’in sularında öldürüldüler.
Onlar ve benzeri devrimci önderler enternasyonalist komünist geleneğimizin temel taşlarını oluşturuyorlar. Onları ölümsüz kılmak her devrimci kuşağın görevidir. Bu da ancak, miras bıraktıkları devrimci fikir ve eylemlere fiili mücadele süreçleri içinde sahip çıkmakla; yaşam ve mücadele çizgilerinden feyiz almaya, eserlerinden öğrenmeye ve eleştiri silahını elden bırakmaksızın devrimci miraslarını sahiplenip geliştirmeye çalışmakla mümkün olacaktır.
Alman devrimi ve onun başta gelen iki yiğit önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 2009 yılı Ocak ayında ölümlerinin 90. yılında tüm dünyada devrimci mücadele zeminlerinde hatırlanacaklar. Biz de bu yıl Ocak ayındaki devrimci kayıplarımızı, Alman devrimiyle özdeşleşmiş bu iki devrimci önderin hatırasını tazeleyerek analım. Ayrıca Rosa’nın devrimci mücadelesini yansıtan fikirleri üzerinde durarak, vaktiyle Lenin’in de hatırlattığı önemli bir enternasyonalist devrimci görevi yerine getirmeye çalışalım. Türkiye’de sol harekette Stalinizmin güçlü etkisi nedeniyle bu görev uzun yıllar boyunca hasıraltı edilmiştir ve Rosa Luxemburg gibi enternasyonalist komünist bir önder, devrimci fikirleri itibarıyla hiç de lâyıkıyla tanınmamaktadır. Bu durum, daha önce de çeşitli vesilelerle bir ölçüde yerine getirmeye çalıştığımız söz konusu görevi bizler için daha da önemli kılıyor. Rosa’nın devrimci mirasını bir kez daha hatırlamakla, devrimin ateşleri içinde bizlere veda eden tüm Spartakistlerin ve diğer tüm devrimci önderlerin anısını da tazelemiş olalım!

link: Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, 28 Aralık 2008, https://marksist.net/node/8076
Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg


Bizi çok büyük bir acı içinde bırakan iki ağır kaybı aynı anda yaşadık. Adları proleter devrimin büyük kitabında sonsuza kadar yer alacak olan iki lider aramızdan ayrıldı: Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg. Korkunç bir biçimde can verdiler. Katledildiler. Artık aramızda değiller!
Zaten tanınıyorduysa da, Karl Liebknecht’in adı, Avrupa’daki korkunç boğazlaşmanın ilk aylarından itibaren dünya çapında bir önem kazandı. Onun ismi, devrimci onurun adı ve gelecekteki zaferin andı olarak yankılandı. Alman militarizminin ilk cümbüşlerini yapıp, ilk şeytani zaferlerini kutladığı; Alman güçlerinin Belçika kalelerini karton evler gibi silip süpürerek Belçika içinde fırtına gibi estiği; 420 milimetrelik Alman toplarının tüm Avrupa’yı Wilhelm’in önünde diz çöktürüp köleleştirmiş göründüğü; hem yurt dışında (ezilmiş bir Belçika ve kuzeyi Almanya tarafından işgal edilmiş bir Fransa) hem de yurt içinde (sadece Alman büyük toprak sahipleri sınıfının, Alman burjuvazisinin ve şovenist orta sınıfın değil, son olarak ve en az bunlar kadar, Alman işçi sınıfının resmi partisinin de) her şeyin –en azından görünüşte– boyun eğdiği Alman militarizmi önünde, liderliğini Scheidemann ve Ebert’in yaptığı Alman resmi sosyal-demokrasisinin bile yurtsever dizleri üzerine çöktüğü o ilk günlerde ve haftalarda; o kara, korkunç ve kötü günlerde, Almanya’da isyankâr bir karşı çıkış, öfke ve lanetleme sesi yükseldi; bu Karl Liebknecht’in sesiydi. Ve bu ses bütün dünyada yankılandı.
Geniş kitlelerin ruh halini Alman saldırısı altında olmanın biçimlendirdiği, iktidardaki sosyal-yurtsever partinin, işçi sınıfına gerekli olanın yaşamak için savaşmak değil ölünceye kadar savaşmak olduğunu ilan ettiği Fransa’da bile (Almanya’da “bütün halkın” Paris’i ele geçirmek için can attığı bir zamanda, başka nasıl olabilirdi ki), Karl Liebknecht’in gürleyen sesi, yalanların, iftiraların ve korkunun yarattığı barikatları yıkarak, ikaz edici ve uyandırıcı oldu. Bir başına Liebknecht’in, bastırılan kitlelerin tercümanı olduğu hissedilebiliyordu.
Aslında Liebknecht, o zaman bile yalnız değildi. Cesur, şaşmaz ve kahraman Rosa Luxemburg, savaşın daha ilk gününden itibaren onunla omuz omuza öne atılmıştı. Alman parlamentarizminin kanunsuzluğu, Rosa Luxemburg’a, Liebknecht’inki gibi muhalefetini parlamento kürsüsünden başlatma olanağı tanımadığı için, onun adı daha az duyuldu. Fakat Alman işçi sınıfının en iyi unsurlarının uyanışındaki katkısı, kavgada ve ölümde yoldaşı olan Liebknecht’ten hiç de daha az değildi. Mizaçça çok farklı ve bir o kadar da yakın olan bu iki savaşçı, birbirlerini tamamladılar, ortak bir amaca boyun eğmez bir kararlılıkla yürüyerek ölümü birlikte karşıladılar ve isimleri tarihe birlikte yazıldı.
Karl Liebknecht, uzlaşmaz bir devrimcinin gerçek ve mükemmel bir örneğiydi. Yaşamının son günlerinde, ismi etrafında sayısız efsane yaratılmıştı: anlamsızlık ölçüsünde kötü olanları burjuva basında, kahramanca olanları işçi kitlelerinin dudaklarında.
Karl Liebknecht, özel yaşamında, iyiliğin, sadeliğin ve kardeşliğin simgesiydi! Onunla ilk kez 15 yıl önce karşılaştım. Çekici, kibar ve sempatik biriydi. Sözcüğün en olumlu anlamıyla, adeta kadınca bir duyarlılık, kişiliğinin en belirgin özelliğiydi. Liebknecht, bu kadınca duyarlılığın yanı sıra, haklı ve doğru bulduğu şeyler uğruna kanının son damlasına kadar savaşabilecek bir devrimcinin olağanüstü cesaretiyle de sivriliyordu. Bağımsız ruhu, daha, Bebel’in tartışmasız otoritesi karşısında kendi düşüncelerini savunmayı birçok kez göze aldığı gençlik yıllarında kendini göstermişti. Liebknecht, gençlik içindeki çalışmaları ve Hohenzollern’in askeri aygıtına karşı mücadelesi sırasında gösterdiği büyük cesaretle dikkat çekmişti. Son olarak o, gerçek büyüklüğünü, tüm atmosferi şovenizmin mikroplu havasıyla dolu olan Alman Parlamentosunda, burjuvazinin savaş kışkırtıcılığına ve sosyal-demokrasinin ihanetine karşı sesini yükselttiğinde; ve bir asker olarak, Berlin’in Potsdam Meydanında, burjuvaziye ve onun militarizmine karşı ayaklanma bayrağını açtığında gösterdi. Tutuklandı. Hücre hapsi ve çalışma kampı, cesaretini kıramadı. Hücresinde beklemiş ve isabetle öngörüde bulunmuştu. Geçen yılın Kasımında devrim tarafından özgürleştirilen Liebknecht, derhal Alman işçi sınıfının en iyi ve en kararlı unsurlarının başına geçti. Spartaküs, kendini Spartakistlerin saflarında buldu ve onların bayrağını taşırken öldü.
Rosa Luxemburg’un adı, diğer ülkelerde, Rusya’da olduğundan biraz daha az bilinir. Fakat onun, hiçbir bakımdan Karl Liebknecht’ten daha az önemli bir kişilik olmadığı kesindir. Kısa boylu, narin, soluk fakat soylu yüzlü, güzel gözlü, parlak zekâlı bu kadın, düşünsel cesaretiyle herkesi çarpıyordu. Marksist yönteme, bedeninin organları gibi hâkimdi. Marksizmin onun damarlarında dolaştığı söylenebilirdi.
Mizaçları birbirinden çok farklı olan bu iki liderin birbirlerini tamamladıklarını söylemiştim. Bunu vurgulamak ve açmak istiyorum. Uzlaşmaz bir devrimci olarak Liebknecht kişisel davranışlarında kadınca bir duyarlılıkla karakterize oluyorsa, bu narin kadın da, erkeksi bir düşünce gücüyle karakterize oluyordu. Lassalle bir keresinde, düşüncenin fiziksel gücünün, onun gerilimiyle oluşan hükmedici gücün, kendi yolu üzerindeki engelleri adeta yıktığından söz etmişti. Rosa Luxemburg’la konuştuğunuzda, yazılarını okuduğunuzda ya da düşmanlarına karşı kürsüden yaptığı bir konuşmayı dinlediğinizde, hissettiğiniz şey tam da budur. Nitekim pek çok düşmanı vardı! Sanırım Jena’daki bir kongrede, onun yüksek ve bir tel gibi gergin sesinin, Bavyera, Baden ve diğer yerlerden gelmiş olan oportünistlerin çılgınca protestolarını nasıl tamamen susturduğunu hatırlıyorum. Ondan nasıl da nefret ediyorlardı! Rosa da onları nasıl hor görürdü! Ufak tefek ve kırılgan görünüşlü bu kadın, kongre kürsüsüne, proleter devrimin kişileşmiş hali olarak çıkmıştı. Mantığının gücü ve alaycılığının etkisiyle, en açık muhaliflerini bile susturmuştu. Rosa işçi sınıfının düşmanlarına karşı nefretini sergilemeyi ve bu nedenle onların kendisinden nefret etmesini sağlamayı biliyordu. Onlar Rosa’yı çok önceden mimlemişlerdi.
Rosa, savaşın ilk gününden, daha doğrusu ilk saatinden itibaren, şovenizme, yurtsever arsızlığa, Kautsky ve Haase’nin yalpalamalarına ve merkezcilerin belkemiksizliğine karşı çıkmak ve proletaryanın devrimci bağımsızlığını, enternasyonalizmi ve proleter devrimi savunmak için bir seferberlik başlattı.
Evet, Karl ile Rosa birbirlerini tamamlıyorlardı!
Teorik düşünme ve genelleme yeteneğiyle Rosa, sadece karşıtlarından değil, aynı zamanda yoldaşlarından da ilerideydi. Çok zeki bir kadındı. Onun gergin, kesin, parlak ve amansız üslûbu, daima, düşüncesinin hakiki bir aynası olarak kalacak.
Liebknecht bir teorisyen değildi. O doğrudan bir eylem adamıydı. Atılgan ve ateşli bir mizaca, olağanüstü bir politik sezgiye, içinde bulunulan şartlara ve kitlelerin ruh haline dair üstün bir farkındalığa ve nihayet eşsiz bir devrimci girişkenlik cesaretine sahipti.
Almanya’nın 9 Kasım 1918’den sonra içinde bulunduğu iç ve dış koşulların bir analizi kadar devrimci bir öngörü de öncelikle Rosa Luxemburg’dan beklenebilirdi ve beklenmeliydi. Acil bir eylem ve zamanı geldiğinde silahlı bir ayaklanma çağrısı ise, çok büyük olasılıkla Liebknecht’ten gelirdi. Bu iki savaşçı, birbirlerini daha iyi tamamlayamazlardı.
Luxemburg ve Liebknecht, bu yorulmak bilmeyen devrimci adam ve ödünsüz devrimci kadın, hapisten çıkar çıkmaz omuz omuza verdiler ve proleter devrimin yeni muharebeleri ve denemelerini omuzlamak üzere, Alman işçi sınıfının en iyi unsurlarının başına geçtiler. Ancak bu yolun daha ilk adımlarında hain bir darbe ikisini de aldı götürdü.
Hiç kuşku yok ki, gericilik daha örnek kurbanlar seçemezdi. Nasıl da şaşmaz bir darbe! Ve ne kadar şaşırtıcılıktan uzak! Gericilik de devrim de birbirini iyi tanıyordu. Bu olayda gericilik, işçi sınıfının eski partisinin eski liderlerinin; adları, bu hain cinayetin başlıca örgütleyicileri olarak tarihin kara kaplı kitabında sonsuza kadar yer alacak olan, Scheidemann ve Ebert’in kılığına girmişti.
Elimizde, Liebknecht ve Luxemburg’un katledilmesini, kudurmuş bir kalabalık karşısında yeterince dikkatli davranma becerisi gösteremeyen bir bekçinin neden olduğu bir sokak “tartışma”sı olarak göstermeye çalışan resmi bir Alman raporu olduğu doğru. Bu amaçla hukuki bir soruşturma düzenlenmişti. Fakat siz ve ben, gericiliğin böyle kendiliğinden patlak veren saldırganlıkları devrimci liderlere karşı nasıl kullandığını gayet iyi biliriz. Burada, yani Petrograd’ın surları içinde yaşadığımız Temmuz günlerini; Kerenski ve Çeretelli tarafından Bolşeviklere karşı savaşmaya çağrılan Kara Yüz çetelerinin işçileri nasıl sistematik olarak terörize ettiğini, liderlerini katlettiğini ve sokaklarda tek tek işçilere saldırdığını çok iyi hatırlıyoruz. Bir “tartışma” sırasında öldürülen işçi Voinov’u çoğunuz hatırlayacaksınız. Biz o dönemde Lenin’i sakladıysak, bu sadece, azgın Kara Yüz çetelerinin eline düşmemesi içindi. O zaman, Menşevikler ve Sosyal Devrimciler arasında, Alman ajanı olmakla suçlanan Lenin ve Zinovyev’in bu iftiraları çürütmek üzere mahkeme önüne çıkmamalarından rahatsız olan iyi niyetli insanlar vardı. Lenin ve Zinovyev özellikle bu nedenle suçlandılar. Fakat hangi mahkemede kendilerini savunacaklardı? Bu mahkemeye gidip gelirken, Lenin, “kaçmaya” (Liebknecht’e yapıldığı gibi) zorlanacak ve vurulur ya da bıçaklanırsa, Kerenski ve Çeretelli tarafından hazırlanan resmi rapor, Bolşeviklerin liderinin kaçmaya çalışırken muhafızlar tarafından öldürüldüğünü açıklayacaktı. Berlin’deki korkunç tecrübeden sonra, Lenin’in düzmece mahkemeye çıkmamak ve dahası kendisini yargısız infaz saldırısına açık hale getirmemekle doğru yaptığına ikna olmak için on kat daha fazla nedene sahibiz.
Fakat Rosa ve Karl gizlenmediler. Düşmanın eli onları sıkıca yakaladı ve boğdu. Ne büyük bir darbe, ne büyük bir acı ve ne büyük bir ihanet! Alman Komünist Partisinin en önemli liderleri, bizim büyük yoldaşlarımız artık hayatta değiller. Onların katilleri Sosyal-Demokrat partinin bayrağı altında duruyorlar ve bu parti varlık meşruiyetini başkasından değil Karl Marx’tan aldığını iddia etme yüzsüzlüğü sergiliyor! Ne büyük bir çarpıtma! Ne büyük bir maskaralık! Bir düşünün yoldaşlar: Belçika’nın bozguna uğratıldığı ve Fransa’nın kuzeyinin ele geçirildiği savaşın ilk günlerinden beri, azgın Alman militarizmini destekleyen, Brest barışı esnasında Alman militarizminin çıkarları için Ekim Devrimine ihanet eden “Marksist” Alman Sosyal-Demokrasisi, “işçi sınıfının anası”; işte o parti, bugün liderleri Scheidemann ve Ebert’in, Enternasyonal’in kahramanlarını, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u öldürmek için uğursuz çeteler örgütlediği partidir!
Ne korkunç bir tarihsel yoldan çıkma! Geçmiş çağlara göz attığınızda, bu durumla Hıristiyanlığın tarihsel yazgısı arasında belirli bir paralellik bulabilirsiniz: Kölelerin, balıkçıların, emekçilerin, mazlumların ve köleci toplumun ezdiği tüm insanların İncil öğretisi, yoksul insanların tarihsel olarak ortaya çıkmış bu öğretisi; zenginler, krallar, soylular, başpiskoposlar, tefeciler, patrikler, bankerler ve Roma’daki Papa tarafından ele geçirilmiş ve bunların işlediği suçlar için bir kılıf haline getirilmişti. Yine de, hiç kuşkusuz, pleblerin bilincinden doğan ilk Hıristiyanlık ile resmi Katoliklik ve Ortodoksluk arasındaki fark, Marx’ın devrimci düşünce ve eylemin özü olan öğretisi ile bütün ülkelerin Scheidemann ve Ebert’lerinin pazarlayarak geçindiği burjuva düşüncesinin beş para etmez artıkları arasındaki uçurum kadar büyük değildir. Sosyal-demokrasinin liderleri aracılığıyla burjuvazi, proletaryanın düşünsel mirasını yağmalamaya ve haydutluğunu Marksizm bayrağıyla örtmeye kalkmıştır. Umuyoruz ki, bu ağır suç, Scheidemann’ların ve Ebert’lerin işlediği son suç olacak. Alman proletaryası, başına çöreklenenlerin elinden çok acı çekti; ama bu gerçek silinip gitmeyecek. Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un kanları haykırıyor. Bu kan, Berlin’in kaldırımlarını ve tam da Liebknecht’in savaşa ve sermayeye karşı ayaklanma bayrağını açtığı Potsdam Meydanının taşlarını konuşmaya zorlayacak. Ve er ya da geç, bu taşlardan, burjuva toplumun aşağılık dalkavuklarına ve sadık köpeklerine, Scheidemann ve Ebert’lere karşı barikatlar yükselecek!
Berlin’de katiller, Spartakistlerin hareketini, yani Alman komünistlerini şu anda ezmiş durumdalar. Bu hareketin en büyük iki ilham kaynağını katlettiler ve bugün belki de zaferlerini kutluyorlar. Fakat ortada gerçek bir zafer yok; çünkü doğrudan, açık ve tam bir savaş henüz yaşanmadı; Alman proletaryası iktidarı ele geçirmek için henüz ayaklanmadı. Olan sadece zorlu bir keşif, düşman kampın planlarına yönelik bir derin istihbarat seferiydi. Keşif seferleri çatışmadan önce gelir, fakat henüz çatışmanın kendisi değildir. Bu eksiksiz keşif Alman proletaryası için gerekliydi, tıpkı Temmuz günlerinde bizim için gerekli olduğu gibi.
Keşif seferinde en iyi iki komutanın düşmesi talihsizliktir. Bu çok acı bir kayıptır, fakat bir yenilgi değildir. Asıl savaş hâlâ önümüzde duruyor.
Bugün Almanya’da yaşananların anlamı, dönüp dün bizim Rusya’da yaşadıklarımıza bakıldığında daha iyi anlaşılacaktır. Olayların akışını ve iç mantığını hatırlarsınız. 1917 Şubatının sonunda halk kitleleri Çarın saltanatını yıktılar. İlk haftalarda, sanki asıl görevin tamamlanmış olduğu duygusu hâkimdi. Muhalefet partilerinde yeni yeni öne çıkan ve daha önce iktidarda hiç bulunmamış olan kişiler, halk kitlelerinin güvenini şu ya da bu ölçüde kazanmakta başlangıçta daha avantajlı oldular. Fakat bu güven kısa sürede kırılmaya başladı. Petrograd kendini, olması gerektiği gibi, kafasındaki çözümün ikinci aşamasında buldu. Şubatta olduğu gibi Temmuzda da, devrimin cephede en uzağa giden öncüsü oydu. Ancak, halk yığınlarını burjuvaziye ve uzlaşmacılara karşı mücadeleye çağırmış olan bu öncü, gerçekleştirdiği derinlemesine keşif için ağır bir bedel ödedi.
Temmuz Günlerinde, öncü Petrograd, Kerenski hükümetinden koptu. Bu henüz, Ekimde gerçekleştirdiğimiz gibi bir ayaklanma değildi. Bu, taşradaki geniş kitlelerin, tarihsel anlamını henüz kavramamış olduğu bir keşif kolu savaşıydı. Bu çatışmayla Petrogradlı işçiler, sadece Rusya’nın değil bütün ülkelerin halk kitlelerine, Kerenski’nin arkasında bağımsız bir ordunun değil, burjuvazinin güçlerinin, beyaz muhafızların, karşı-devrimin olduğunu gösterdiler.
Temmuzda bir yenilgiye uğradık. Yoldaş Lenin gizlenmek zorunda kaldı. Bazılarımız hapse düştü. Gazetelerimiz yasaklandı. Petrograd Sovyeti baskı altına alındı. Parti ve sovyet matbaaları mahvedildi. Her yerde Kara Yüzlerin şenlikleri hüküm sürüyordu. Diğer bir deyişle, şimdi Berlin sokaklarında neler oluyorsa, Petrograd’da da aynı şeyler yaşanıyordu. Yine de, o dönemde hiçbir gerçek devrimci, Temmuz Günlerinin zafere giden yolda sadece bir başlangıç olduğundan hiç kuşkuya düşmemişti.
Benzer bir durum, son günlerde Almanya’da da gelişti. Tıpkı Petrograd gibi Berlin de kitlelerin geri kalan kesimlerinden çok öne çıktı; tıpkı bizdeki gibi, Alman proletaryasının tüm düşmanları da ulumaya başladılar: “Berlin’in diktatörlüğünü kabul edemeyiz, Spartakist Berlin tecrit olmuştur; bir kurucu meclis toplamalı ve bunu Liebknecht ile Luxemburg’un propagandalarıyla yoldan çıkıp kızıllaşan Berlin’den alıp, Almanya’nın daha sağlıklı bir taşra kentine taşımalıyız.” Düşmanlarımızın Rusya’da bize yaptığı her şey, tüm o şirret ajitasyon, o iğrenç iftiralar, Almancaya çevrilip Berlin proletaryası ve onun liderleri Liebknecht ve Luxemburg’a karşı tüm Almanya’da piyasaya sürüldü. Şurası kesin ki, Berlin proletaryasının keşif seferi, bizim Temmuzdakinden daha geniş ve daha derinlere uzanan bir biçimde gelişti; kurbanlar ve kayıplar da daha büyük oldu. Fakat bu durum, Almanların, bizim daha önce yapmış olduğumuz tarihi yapıyor olmaları gerçeğiyle açıklanabilir; Alman burjuvazisi ve askeri aygıtı, bizim Temmuz ve Ekim deneyimimizi kavramış durumdaydı. Ve en önemlisi, orada sınıf ilişkileri buradakiyle kıyaslanamayacak biçimde daha belirgindir; mülk sahibi sınıflar kıyaslanamayacak biçimde daha sağlam, daha zeki, daha etkin ve bu demektir ki daha acımasızdır.
Yoldaşlar, Rusya’da Şubat devrimi ile Temmuz günleri arasında dört ay geçmişti; yani Petrograd proletaryasının, yeniden sokağa çıkma ve Kerenski ile Çeretelli’nin devlet tapınağının üzerinde yükseldiği sütunları sarsma ihtiyacını dayanılmaz bir biçimde duyması için çeyrek yıl gerekmişti. Temmuz günleri yenilgisinden sonra, taşranın büyük yedek güçlerinin Petrograd’ın arkasında saf tutması ve Ekim 1917’de, zaferden emin olarak, özel mülkiyetin kalelerine doğrudan bir saldırı çağrısında bulunabilmemiz için de yine bir dört ay geçmişti.
Tükenmiş durumdaki monarşiyi deviren ilk devrimin henüz Kasım başında gerçekleştiği Almanya’da, bizdeki Temmuz günleri, halihazırda Ocak ayının başında yaşanmakta. Bu durum, Alman işçi sınıfının, kendi devrimini, kısaltılmış bir takvime göre yaşadığını göstermez mi? Bizim dört aya ihtiyaç duyduğumuz yerde, ona iki ay yetiyor. Bu takvimin sürdürüleceğini umalım. Belki Alman Temmuz Günlerinden Alman Ekimine kadar, bizdeki gibi dört ay geçmeyecek; bunun için belki iki ay ya da daha kısa bir süre bile yeterli olacak. Fakat olaylar nasıl gelişirse gelişsin, bir şey her türlü şüphenin üzerindedir: Karl Liebknecht’in sırtına sıkılan kurşunlar, bütün Almanya’da güçlü bir biçimde yankılanmıştır. Ve bu yankı, Almanya’nın ve tüm dünyanın Scheidemann ve Ebert’lerinin kulaklarında, bir ölüm çanı gibi çınlamıştır.
Burada, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg için, bir veda şarkısı söyledik. Liderler öldüler. Onları bir daha canlı olarak görmeyeceğiz. Fakat yoldaşlar, zaten kaçınız onları yaşarken bir kez olsun görmüştü ki? Çok küçük bir kısmınız. Buna karşın, şu son aylar ve yıllar boyunca Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg sürekli aramızdaydılar. Toplantılarda ve kongrelerde, Karl Liebknecht’i onursal başkan olarak seçtiniz. O burada hiç bulunmadı –Rusya’ya girmeyi başaramamıştı–, ama hep aranızda oldu; masanızda, onurlu bir konuk olarak, bir yakınınız olarak oturdu. Çünkü bizim için onun ismi, sadece belirli bir insanın ismi olmaktan çıkıp işçi sınıfının en iyi, en cesur ve en soylu özelliklerinin adı haline geldi. Aramızdan herhangi biri, yaşamını ezilenlere adamış, tepeden tırnağa çelikleşmiş, düşman karşısında bayrağı asla elden bırakmayan bir insan tasavvur etmeye çalıştığında, aklımıza hemen Karl Liebknecht’in adı gelir. O, halkların belleğine ve bilincine bir eylem kahramanı olarak kazındı. Hezeyan içindeki düşman kampta zafer kazanan militarizm her şeyi ezip geçtiğinde, görev karşı çıkmak iken herkes sessizliğe büründüğünde, nefes alacak hiçbir yer kalmamış gibi göründüğünde, onun, Karl Liebknecht’in militan sesi yükseldi: “Siz, zalim yöneticiler, askeri caniler, yağmacılar; siz, dalkavuk uşaklar, uzlaşmacılar; Belçika’yı ayaklar altına alıyor, Fransa’yı yıldırıyor, tüm dünyayı ezmek istiyorsunuz ve kimsenin sizden hesap soramayacağını sanıyorsunuz. Fakat açıkça söylüyorum: biz, bir avuç insan, sizden korkmuyoruz, size savaş ilan ediyoruz ve kitleleri ayaklandırarak bu savaşı sonuna kadar götüreceğiz!” Liebknecht’i dünya proletaryası için unutulmaz bir kişilik haline getiren şey, işte bu yiğitçe kararlılık ve eylemci kahramanlıktır.
Ve Liebknecht’in yanında, dünya proletaryasının, cesarette ondan aşağı kalmayan bir savaşçısı, Rosa Luxemburg vardı. Savaş mevzilerindeki trajik ölümleri, onların adlarını, özel ve kopmaz bir bağla birbirine bağlamıştır. Bundan böyle, adları daima birlikte anılacaktır: Karl ve Rosa, Liebknecht ve Luxemburg!
Azizlere ve onların ölümsüzlüğüne dair efsanelerin temelinin nereye dayandığını biliyor musunuz? İnsanların, başlarında bulunan ve kendilerine şu ya da bu şekilde yol göstermiş olan kişilerin anısını yaşatma isteğine ve liderlerin kişiliklerini azizlik halesiyle ölümsüzleştirme çabasına. Yoldaşlar, biz, efsanelere ve kahramanlarımızı azizlere dönüştürmeye gerek duymayız. İçinde yaşadığımız gerçeklik bize yeter; çünkü bu gerçekliğin kendisi destansıdır. Bu gerçeklik kitlelerin ve liderlerinin ruhunda mucizevi güçler uyandırmakta, tüm insanlığın üzerinde anıt gibi yükselen olağanüstü kişilikleri yaratmaktadır.
Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, bu ölümsüz kişiliklerdendir. Onların şu anda bizimle olduğunu, şaşırtıcı, adeta fiziksel bir yakınlıkla hissediyoruz. Bu trajik anda, onların ölüm haberini acıyla ve yasla karşılayan, Almanya’nın ve tüm dünyanın en iyi işçileriyle aynı ruh halini paylaşıyoruz. Bu darbenin şiddetini ve keskinliğini, Alman kardeşlerimizle aynı ölçüde hissediyoruz. Biz, tüm mücadelelerimizde olduğu kadar, acılarımızda ve üzüntülerimizde de enternasyonalistiz.
Bizim için Liebknecht, sadece bir Alman lider; Rosa Luxemburg da sadece Alman işçilerine önderlik eden bir Polonyalı sosyalist değildir. Hayır, onlar tüm dünya proletaryasının yakınlarıdır ve hepimiz, onlara kopmaz manevi bağlarla bağlıyız. Onlar son nefeslerine kadar, herhangi bir ulusa değil, Enternasyonal’e ait oldular.
Emekçi Rus kadın ve erkeklerine, Liebknecht ve Luxemburg’un, devrimci Rus proletaryasına, hem de onların en zor zamanlarında, çok yakın davrandıklarını söylemek gerekir. Liebknecht’in evi, Rus sürgünlerin Berlin’deki karargâhıydı. Alman egemenlerin Rus gericiliğine verdiği desteği protesto etmek için Alman parlamentosunda ve basınında sesimizi duyurmamız gerektiğinde, herkesten önce Karl Liebknecht’e başvururduk ve o da tüm kapılara ve aralarında Scheidemann ve Ebert’inki de olmak üzere tüm kafalara vurarak, onları Alman hükümetinin suçlarına karşı çıkmaya zorlardı. Herhangi bir yoldaşımız maddi desteğe ihtiyaç duyduğunda da daima Liebknecht’e başvururduk. Liebknecht Rus devriminin Kızıl Haçı gibiydi.
Alman Sosyal-Demokratlarının Jena’da yaptıkları, az önce sözünü ettiğim ve konuk olarak katıldığım kongrede, Liebknecht’in girişimiyle, kongre başkanlık kurulu bir konuşma yapmamı istedi. Çarlık hükümetinin Finlandiya’da uyguladığı şiddeti ve gaddarlığı suçlayan ve yine Liebknecht tarafından sunulmuş olan bir karar tasarısı hakkında konuşacaktım. Liebknecht kendi konuşmasını, olguları ve istatistikleri bir araya getirerek ve Çarlık Rusya’sı ile Finlandiya arasındaki geleneksel ilişkilerin ayrıntıları hakkında bana sorular sorarak, büyük bir özenle hazırlamıştı. Fakat sorun kürsüye taşınamadan (ben Liebknecht’ten sonra konuşacaktım), Stolypin’in Kiev’de öldürüldüğünü bildiren bir telgraf geldi. Bu telgraf, kongrede büyük bir etki yarattı. Partinin liderleri arasında ortaya çıkan ilk sorun şuydu: Rusya başbakanı, bir Rus devrimci tarafından öldürülmüşken, başka bir Rus devrimcisinin bir Alman kongresinde konuşması uygun olur muydu? Bu düşünce Bebel’i bile ele geçirmişti: diğer Merkez Komitesi üyelerinden üç baş yukarda duran bu yaşlı adam, “gereksiz” bir karışıklığın çıkmasını istemiyordu. Beni bir kenara çekti ve bir dizi soru yöneltti: “Bu cinayet ne anlama geliyor? Sorumlusu hangi partidir? Bu koşullarda konuşma yapmamın Alman polisinin dikkatini çekeceğini düşünmüyor muydum?” Bu yaşlı adama, onu kırmamak için özen göstererek, “Benim konuşmamın bazı sorunlar doğurabileceğinden mi çekiniyorsunuz?” diye sordum. “Evet” dedi Bebel “itiraf edeyim ki, konuşmamanızı tercih ederim.” “Elbette” diye yanıt verdim, “bu durumda, konuşmam söz konusu olamaz.” Bu şekilde ayrıldık.
Bir dakika sonra, Liebknecht, sözcüğün tam anlamıyla koşarak yanıma geldi. Tarifsiz ölçüde heyecanlıydı. “Konuşmamanızı istedikleri doğru mu?” diye sordu. “Evet” dedim, “bu konuyu Bebel’le az önce hallettik.” “Yani kabul ettiniz.” “Nasıl reddedebilirdim,” diye yanıt verdim gerekçemi ortaya koyarak, “biliyorsunuz ki, ben burada ev sahibi değil konuğum.” “Başkanlık kurulumuzun bu davranışı tam bir rezalet, iğrenç, eşi görülmemiş bir skandal, sefil bir korkaklık!” vb., vb. Liebknecht öfkesini, Çar hazretlerini incitecek türden “gereksiz” sorunlar yaratmamasını ısrarla isteyen başkanlık kurulunun kuliste yaptığı uyarıları hiçe sayarak, Çarlık hükümetine acımasızca saldırdığı konuşmasında dışa vurdu.
Rosa Luxemburg, gençlik yıllarından beri, Polonya Sosyalist Partisinin “Lewica” (sol-kanat -çn.) olarak anılan devrimci kesimi ile birleşerek şimdilerde Komünist Partiyi kurmuş olan Polonyalı Sosyal-Demokratların lideriydi. Rusçayı güzel konuşabiliyor, Rus edebiyatını derinlemesine biliyor, Rus politik yaşamını günü gününe izliyor, Rus devrimcileriyle yakın bir ilişki içinde bulunuyor ve Rus proletaryasının devrimci adımlarını Alman basınında özenli bir biçimde açıklıyordu. Rosa Luxemburg kendine has yeteneğiyle, ikinci vatanı olan Almanya’da, sadece Alman dilinde değil, Alman politik yaşamının tam bir kavranışında da mükemmel bir ustalığa ulaşmıştı ve eski Bebelci Sosyal-Demokrat partide önemli bir konumdaydı. Orada daima aşırı sol kanatta yer almıştı.
1905’te, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, sözcüğün gerçek anlamıyla Rus devriminin içinde yaşamışlardı. 1905’te Rosa Luxemburg, bir Polonyalı olarak değil, bir devrimci olarak, Varşova’ya gitmek üzere Berlin’den ayrıldı. Varşova kalesinden kefaletle salıverildiği 1906 yılında illegal olarak Petrograd’a geldi ve takma bir isimle hapisteki arkadaşlarını ziyaret etti. Berlin’e döndüğünde oportünizme karşı mücadelesini Rus devriminin yol ve yöntemlerini kullanarak iki katına çıkardı.
İşçi sınıfının üzerine çöken felâketlerin en büyüğünü, Rosa’yla birlikte yaşadık. İkinci Enternasyonal’in Ağustos 1914’teki utanç verici iflasından söz ediyorum. Üçüncü Enternasyonal’in bayrağını yine Rosa’yla birlikte açtık. Ve şimdi yoldaşlar, gün be gün yürüttüğümüz çalışmayla, her an Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un emirlerini izliyoruz. Eğer burada, hâlâ aç ve donmuş durumdaki Petrograd’da, sosyalist devletin büyük binasını inşa ediyorsak, Liebknecht ve Luxemburg’un ruhuyla davrandığımız içindir. Kızıl Ordumuz cephede ilerliyorsa, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un emirlerini kanla savunduğu içindir. Ordumuzun onları da savunamamış olması ne kadar acı!
İktidar orada hâlâ düşmanlarımızın elinde olduğundan, Almanya’da Kızıl Ordu yok. Bizse, büyüyen ve giderek güçlenen bir orduya sahibiz. Alman proletaryasının ordusunun saflarını Karl ve Rosa’nın kızıl bayrağı altında toplayacağı günlerin öngörüsüyle; Kızıl Ordumuzun dikkatini, Liebknecht ve Luxemburg’un kim olduklarına, ne uğruna öldüklerine ve onların anılarının her Kızıl asker için, her işçi ve köylü için niçin kutsal olarak kalması gerektiğine çekmeyi görevimiz addedeceğiz.
Çok ağır bir darbe yedik. Fakat yine de, gelecekten sadece umutlu değil eminiz. Bugün Almanya’da gerici bir dalga yükseliyor olmasına rağmen, kızıl Ekimin orada da yakın olduğuna inancımızı bir an bile kaybetmiyoruz. Bu büyük savaşçılar boşuna ölmediler. Ölümlerinin intikamı alınacak. Onların ruhları, haklarını alacak. Aziz ruhlarına seslenerek diyebiliriz ki: “Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, sizler artık yaşamıyorsunuz, fakat aramızdasınız; güçlü varlığınızı hissediyoruz; sizin açtığınız bayrağın altında savaşmaya devam edeceğiz; mücadele saflarımızı sizin manevi heybetiniz kaplayacak! Dostumuz ve silah arkadaşımız Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht! Gün gelir ve devrim bunu gerektirirse, sizin canınızı verdiğiniz aynı bayrak altında, gözümüzü kırpmadan öleceğimize her birimiz söz veriyoruz!”
Ocak 1919
[Kaynak: Leon Trotsky, Political Profiles, New Park Publications, s.129-142]

link: Lev Troçki, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, Ocak 1919, https://marksist.net/node/1693
Lenin’e Dair - Tarihte Bireyin Rolü


Burjuvazi kendi tarihsel önderlerini işçi sınıfına birer put gibi dayattıkça, işçi sınıfının kendi tarihsel önderlerini hatırlamaya ve onlardan ilham almaya ihtiyacı da o denli artıyor. Her konuda olduğu gibi liderler konusunda da sınıfsal ayrım çizgilerini berrak biçimde çekmek zorunludur. Mustafa Kemaller, 10 Kasım ayinleri, ilahlaştırma (kişi kültü), milliyetçilik ve mülk onlarındır. Buna karşılık Marxlar, Leninler; emekçi kitlelerin kavgası ve tevazusu; enternasyonalizm ve “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanlar” bizimdir. İşte Lenin’in 83. ölüm yıldönümünü andığımız günümüz koşullarında sınıf bilinçli bir militanın ilk aklına gelmesi gereken husus budur.
Ama elbette işçi sınıfının tarihsel önderleri konusu bundan çok daha fazlasını ifade etmektedir. Hele hele ağzı salyalı karşı-devrimci bir burjuva ideolojik kampanyanın yürütüldüğü günümüzde, hele hele söz konusu olan Lenin olduğunda. Gerçekten de Lenin’in ölüm yıldönümünü anmak bugün belki de sınıfımızın başka önderlerini anmaktan çok daha büyük önem taşıyor. Zira Lenin’in eseri ve temsil ettiği değerler bugün işçi sınıfının mücadelesinin önünde duran zorlu sorunların çözümü için başka her şeyden daha vazgeçilmez niteliktedir. Günümüzün dünya ölçeğindeki siyasal sorunlarına devrimci çözümler aramaya yönelen yeni mücadele kuşakları Lenin’i tekrar tekrar keşfetmek zorundadır.
Lenin’in Önemi
Bunamış ama hâlâ yaşamakta olan kapitalizm açısından, Lenin, tarihsel nitelikte olmaktan ziyade güncel bir tehlikeyi, devrim tehlikesini temsil ediyor. Bu nedenle burjuvazi hâlâ Ekim Devriminin ve Lenin’in hayaletinden korkuyor. Ne kadar korksa yeridir. Ancak burada önemli bir nokta var. Burjuvazi devrimlerden, devrimci kalkışmalardan ve genel olarak işçi sınıfının başkaldırısından elbette korksa da, şayet bunları savuşturabiliyorsa bu yine de onun için son tahlilde sineye çekilebilecek bir şeydir. Onun en büyük korkusu bir devrimci kalkışmanın başarıya ulaşması, yani kendi egemenliğinin yıkılarak kapitalizmin tasfiye edilmesidir. Ve daha da önemlisi bunun sermayenin dünya egemenliğini tehdit etmesi, yani evrensel bir öz taşımasıdır. İşte Ekim Devrimi gerçek anlamda başarılı bir proleter devrimin tarihte ilk ve henüz tek örneği olduğu gibi, tam da bu nedenle kapitalizm için yerel bir tehdit olmayıp evrensel bir meydan okuma olmuştur. Böyle olduğu için de, daha sonraki kimi ulusal devrimlerin hepsinden farklı olarak, tüm bir 20. yüzyıla damgasını vurmuş, nice kuşaklara ilham vermiş ve dünya burjuvazisinin haklı gazabını çekmiştir.
Gerçekten de Ekim Devriminden sonra dünyanın birçok yerinde devrimler, devrimci kalkışmalar, hatta kısa sürelerle iktidar deneyimleri yaşanmıştır. İşçi sınıfı böylelikle devrimci potansiyelini sayısız kez göstermiş, ama hiçbirinde Ekim Devriminin temsil ettiği zirve noktasına yaklaşamamış, burjuvazinin bağrına öldürücü hançeri sokmayı başaramamıştır. İşte Lenin dediğimizde, (şüphesiz çok çeşitli faktörlerin bir bileşkesi sonucu ortaya çıkan) bu farkı özetleyen bir şeyden bahsediyoruz demektir. Lenin Ekim Devriminde mevcut olan, ama diğer devrimlerde olmayan şeyi, yani kararlı ve etkili bir devrimci önderliği sembolize etmektedir. Onun Ekim Devrimindeki rolünü değişik vesilelerle irdelemiş olan Troçki şunları söylemiştir: “Aklıevvellerimiz Lenin 1917’nin başında yurtdışında ölmüş olsaydı da Ekim Devriminin «aynen» gerçekleşeceğini söyleyebilirler. Ama bu doğru değildir. Lenin tarihsel sürecin yaşayan unsurlarından birini temsil ediyordu. O, proletaryanın en faal bölümünün tecrübesini ve anlayışlılığını kişileştirmişti. Onun devrim arenasına vaktinde çıkması, öncüyü seferber etmek, ona işçi sınıfı ile köylü kitlelerini toparlama fırsatını vermek için gerekliydi. Savaşın kritik anlarında başkomutanlığın rolü ne denli belirleyiciyse tarihi dönüm noktalarının kritik anlarında siyasal önderlik de o denli belirleyici bir etken haline gelebilir. Tarih otomatik bir süreç değildir. Yoksa önderlere, partilere, programlara ve teorik mücadelelere ne gerek kalırdı.” (Sınıf, Parti ve Önderlik, Sınıf Bilinci, sayı 3, s.89)
Troçki’nin değişik vesilelerle birçok kez dile getirmiş olduğu bu düşünce kuşkusuz doğrudur. Sözde saygı adına Lenin’den mumya ve heykeller yaratan, ilahlaştırıcı, idealistçe tutumların tersine biz Marksistlerin Lenin’in oynadığı belirleyici rol konusundaki tutumunun kişiye tapınmacılıkla ilgisi yoktur. Sınıfımızın önderlerini anmak bizim için ne yas tutmak ne de ayin yapmak anlamına gelir. Bunun bizim için anlamı, kapitalizme karşı mücadele azmimizi daha da bilemek ve onların öğrettiği dersleri tazeleyerek mücadelemizi daha bilinçli ve daha akıllıca yürütmektir.
O halde Lenin’in Ekim Devrimindeki rolü konusunu anlamak için tarihte bireyin rolünü, ya da daha genel bir ifadeyle öznel faktör sorununu kısaca tartışmak ve bu konuda sağlıklı bir kavrayışa ulaşmak gerekiyor.
Tarihte Bireyin Rolü
Burjuvazinin geniş kitlelere benimsetmeye çalıştığı tarih anlayışı genel olarak idealist bir tarih anlayışıdır. Bu idealist anlayış başka dışavurumlarının yanısıra iki temel biçimde kendisini gösterir. Birincisi, “tarihi büyük adamlar yapar” şeklinde kabaca özetlenebilecek olan iradeci (volontarist) anlayış, ikincisi ise, tarihi önceden belirlenmiş değişmez bir plana göre otomatik olarak akıyormuşçasına ele alan kaderci (fatalist) anlayıştır. Birbirinin zıddı gibi görünen bu iki anlayış uygulamada mutlak olarak ayrı değildir. Aksine bunlar çoğu zaman çeşitli tarihi olayların ele alınışında iç içe geçmiş eklektik bir yumak gibi uygulanırlar. Bu kaçınılmazdır, zira tarihi gerçekler kendilerini karşı konulmaz olgular olarak ortaya koydukları ölçüde bunları salt kaderci ya da salt iradeci biçimde açıklama çabası gözden saklanamayacak kadar kaba tutarsızlıklara yol açar. Bu nedenle bir ve aynı tarihi olgunun “açıklanmasında” bu anlayışlardan kâh biri kâh diğeri önümüzde keyfi biçimde belirip kaybolurlar.
Rasyonel düşünce geleneğinin tarihsel nedenlerle zayıf olduğu Türkiye’de bu eğilimler iyice komik boyutlara varır. Okullarda öğretilen tarihe baktığınızda, örneğin Osmanlı tarihi, padişahların ya da diğer büyük adamların kahramanlıklarından ya da işler ters gidiyorsa aptallıklarından ibarettir. Her Türk çocuğunun zihnine kazınmış olan “Baltacı ile Katerina” menkıbesi bu ucuz anlayışın timsalidir. Cumhuriyet tarihi de aynı şekilde efsanelerle örülü bir Mustafa Kemal yüceltmesiyle karakterize olmuştur. Mustafa Kemal Samsun’a çıkmış ve vatanı kurtarmıştır! O Türklerin atasıdır! “Ebedi Şef”tir vb. Bu “tarihte” gerçek hayat, üretim, üretim ilişkileri, maddi çıkarlar, sınıflar, ezenler-ezilenler, sömürenler-sömürülenler yoktur, büyük adamlar vardır. Entrikalar vardır, iyi adamlar ve kötü adamlar vardır.
Tüm dünyada sömürücü egemen sınıfların beslediği bu ve benzeri idealist tarih anlayışlarına karşı Marx (ve Engels) tarihte belirleyici olan nesnel-maddi etmeni vurguladılar: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Y., 4. bsk, s.25)
Marksizm bu temel nesnel-maddi süreçleri vurguladığı ve hepsinden önemlisi bunu güne uygulayarak işçi sınıfının fiili mücadelesinin bilimsel temeli yaptığı için burjuva düşüncesinin sefil saldırılarına maruz kalmıştır. Çarpıtmalara dayalı bu saldırılar zamanla Marksizm saflarında da yankı bulmuş ve kendine Marksist diyenler tarafından da dillendirilir olmuştur. Güya Marksizm, insan iradesini hiçe saymış, tarihi (ve dolayısıyla toplumu) “ekonomik faktör”e indirgemiş ve böylece kaderci bir tarih anlayışı ortaya koymuştur. Bu savlar Marksizm tarafından oldukça erken bir dönemden itibaren yanıtlanmıştır. İyi bilinen satırlarında Engels bu konuda şunları söylemişti:
“Materyalist tarih anlayışına göre tarihte son kertede belirleyici öğe, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse ekonomik öğe tek belirleyicidir anlamına gelecek şekilde bu önermeyi çarpıtırsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. (…) Tarihimizi biz kendimiz yaparız, ama her şeyden önce çok belirlenmiş öncüllerle ve koşullar içinde. Bunlar arasında en sonunda belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal olanlar vb. ve hatta insanların beynine musallat olan gelenekler bile, kesin belirleyici olmasalar da, bir rol oynarlar (...) Bununla birlikte, tarih öyle bir biçimde ilerler ki, nihai sonuç, her zaman birçok bireysel irade arasındaki çatışmalardan çıkar; bu bireysel iradelerden her birini ne ise o yapan şey de bir yığın tikel yaşam koşullarıdır.” (Seçme Yazışmalar II, Sol Y., s.236-7)
Bu satırların ve daha nicelerinin varlığına rağmen Marksizme yapılan söz konusu yakıştırma özellikle mızmız akademisyenlerin ortalığı saran eserlerinde hâlâ canlıdır. Marksizm bireyin ya da öznel unsurun rolünü yok saymak bir yana, bunun etkisini azamileştirmek için çaba harcar, bunun koşullarını ortaya koyar. Marksizm izlenimci bir tarih felsefesi değil, tarihi değiştirme çağrısı yapan bir devrimci eylem rehberidir. İlginçtir, “her şeyi ekonomiye havale eden” Marksistler hayatın içinde devrimci eylemle tarihi ve toplumu değiştirmeye çalışırlarken, bu mızmızları eylem kaçkınları arasında, “bu toplum değişmez” diye karamsarlık pompalarken görürüz.
Marksizmin tarihe ve eyleme bakışı bir tarafta iradeciliği diğer tarafta kaderciliği dışlayan diyalektik bir bakıştır ve aynı zamanda izlenimci değil eylemcidir. Nesnel koşulları doğru saptama çabası, eylemin temelsiz olmaması, kuruntuya dayanmaması ve dolayısıyla azami etkiye ulaşması içindir. Bu, amacı zirveye tırmanmak olan deneyimli bir dağcının durumuna benzer. Amaca ulaşabilmek için dağı ve hava koşullarını titizce inceler, buna göre hareketini hızlandırır ya da yavaşlatır, veya geçici olarak durdurur. Aletlerini ve erzakını önündeki zorluklara göre hazırlamaya gayret eder. Doğru rotayı bulmaya çalışır, adımını boşluğa atıp uçurumdan aşağı yuvarlanmamak ve tüm ekibinin yok olmaması için çaba harcar vs. Dolayısıyla tırmanış uygun nesnel koşullar varsa mümkün ve bu koşullar dağcı tarafından iyi bilinirse başarılı olabilir. O ne dağa tırmanmaktan kaçınan bir kaçkın ne de salt tırmanma arzusuyla kendi dışındaki nesnel koşulları umursamadan tırmanışa geçen ve hedefe varamayan acemi bir maceracıdır.
Tarihin akışı da devrimci eylem için bir nesnel zemin sunar. Ne var ki, sürekli akış halindeki bu zemin çeşitli olanaklar ve dolayısıyla olasılıklar barındırır. Marx’ın ifadesiyle: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar.” (Brumaire, Seçme Yapıtlar I, s.477) Kaderci bakış sanki olanak ve olasılıklar yokmuş gibi, sanki süreç sadece belirli bir yöne yazgılıymış gibi yaklaşır meseleye. Diğer taraftan iradeci bakış da eylem alanını, yani olanaklar ve olasılıklar alanını sınırlayan nesnel bir çerçeve yokmuş da her şey mümkünmüş gibi, ya da daha doğrusu her şey bireyin iradesi tarafından kararlaştırılıyor, onun tarafından belirleniyor gibi yaklaşır.
Bu olanak ve olasılıklar yelpazesinin genişliği değişim gösterir. Marx, bazen 20 yıl geçse de sanki hiçbir şey olmamış da sadece birkaç gün geçmiş hissi veren dönemler olduğu gibi, bazen bir günde yaşanan değişimlerin adeta 20 yıl geçmiş hissi verdiğinden söz eder. Bu şekilde tarih, akışı içinde zaman zaman toplumları hassas kavşak noktalarına getirir, ki bu dönemler kriz dönemleridir. Böylesi dönemler, olağan dönemlere nazaran iradi müdahalelerin etki gücünü, yani yaratacağı sonuçların büyüklüğünü arttırır. Yine bir benzetmeyle, terazi uzun bir birikim sürecinden sonra hassas bir denge noktasına gelir ve herhangi bir kefeye küçük dokunuşlar tüm dengenin değişmesine yol açacak bir etki gücüne ulaşırlar.
Lenin’in Rolü
Marksizmi rehber edinen ve onun ruhuna sadık kalan tüm devrimci önderler kitlelerin devrimci eylemini çoşkuyla karşılamışlar ve vakti geldiğinde hep en ön saflarda yer almışlardır. Ekim Devriminden tam bir yıl sonra, 1918 Ekiminde Almanya’da devrim patlak verdiğinde proletaryanın komünist öncüsü henüz yeterli güce ve hazırlığa sahip değildi. Bir ayaklanma için temel şartlar tümüyle oluşmuş değildi. Bu nedenle serinkanlı olmak ve hazırlık sürecini biraz daha olgunlaştırmak gerekiyordu, tıpkı Rusya’da Temmuz günlerinde olduğu gibi. Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Leo Jogiches gibi Alman proletaryasının devrimci önderleri yeni kurulmuş Komünist Parti saflarındaki kadroları var güçleriyle buna ikna etmeye çalıştılarsa da bunu başaramadılar. Buna rağmen eylem kararı çıktıktan sonra kanlarının son damlasına kadar onun başarılı olması için çalıştılar ve başta kendileri olmak üzere komünist öncü büyük kayıplar verdi. Böylece Alman proletaryası çok önemli önderlerini yitirmiş oldu.
Bu olayı niye anlatıyoruz? Devrimci otoritenin, kadroların, örgütlülüğün ve hepsinin özeti olmak üzere önderliğin önemini vurgulamak için. Bolşevikler Temmuz günlerinde henüz erken olan bir ayaklanmayı güçlükle de olsa frenlemeyi başarabildikleri halde Spartakistler bunu başaramadılar. Aradaki farkı doğuran, esas olarak Lenin’in yıllarca bıkmadan usanmadan verdiği öncü parti inşası mücadelesidir. Bu mücadele sayesindedir ki, Bolşevikler kitleler üzerinde ve Lenin de Bolşevikler üzerinde muazzam bir devrimci otorite kurabildiler.
Doğru fikirlere sahip olmak ve devrimci atılganlık yetmez, kitlelerdeki devrimci enerjinin devrim sürecinin her dönemecinde doğru manevralarla korunup, bir devrimci iktidar hedefine sevk edilmesi gereklidir. Lenin bir başka bağlamda bu düşünceyi şöyle ifade ediyor: “Bir devrimci ve bir sosyalizm yandaşı ya da genel olarak bir komünist olmak yetmez. Her belirli uğrakta, bütün zinciri tutmak ve sonraki halkaya geçişi sağlamca hazırlamak için kavranması gereken belirli halkayı bulmasını bilmek gerekiyor; bir tarihsel olaylar zincirindeki halkaların ardışıklık düzeni, biçimleri, bir araya gelmeleri ve onları birbirinden ayıran şeyler, bir demircinin elinden çıkan zincirdeki kadar basit değildir.” (Sovyetler İktidarının İvedi Görevleri, Ekim Devrimi Dosyası, Sol y., s.278)
Kitlelere dolaysız biçimde seslenmek de her şeyi çözmez. Lider ile kitlelerin dolaysız etkileşimine olanak veren müdahaleler şüphesiz kendince önemli olmakla beraber, hayati bir şart olan etkinin sürekliliğini sağlamada genellikle yetersizdir. Bunun için kitlelerin içine gömülmüş, onun bir parçası olan, ama hep onu ileri çeken sağlam ve esnek bir örgütün varlığı gerekir. Böylesi bir örgüt de ancak bu bilinçle, devrimi önceleyen uzun yıllar boyunca bir duvarcı ustası gibi kahırla uğraş verilerek, ter akıtarak ve büyük fedakârlıklarla inşa edilebilir, devrim sürecinin ateşi içerisinde değil. Tarihsel deneyim bunu defalarca kanıtlamıştır. Lenin’in çağdaşı olan ve büyük devrimciler olduğundan kimsenin şüphe edemeyeceği Rosalar, Troçkiler ve diğerleri ne yazık ki bu noktayı yeterli derinlikte kavramamışlardı. Onlar genel olarak kitlelerin devrimci coşku ve enerjisinin tüm sorunların çözümü için nihai sigorta olduğunu düşünmeye eğilimliydiler ve bunda yanılıyorlardı. Oysa adanmış kadrolar ve iyi işleyen disiplinli bir örgüt gereğinin üstünden atlayan yaklaşımlar son tahlilde kendiliğindenciliğe varır. Lenin diğerlerinden farklı olarak ve sırasında yapayalnız kalmayı göze alarak yıllarca bağımsız bir devrimci örgütü iğneyle kuyu kazarcasına inşa etmekle uğraştı. Bunun gerçek önemi de ancak devrim anı gelip çattığında anlaşılabildi.
Lenin’in örgütsel sorunlara verdiği ağırlık çoğu zaman anlaşılamadı. Oysa onun dediği gibi, “örgütsel sorunlar siyasal sorunlardan mekanik biçimde koparılamaz”dı. Lenin devrimci düşüncelerin hayata ancak örgütsel dolayımla geçebildiğini çağdaşlarının hepsinden daha önce, daha derin biçimde gördü. O yüzden siyasal sorunları her zaman örgütsel bir bağlam içinde ele aldığı gibi, örgütsel sorunları da hiçbir zaman salt teknik-idari sorunlar olarak görmedi.
Tarihte ancak “silahlı peygamberlerin” başarılı olduğu söylenir. Aslında bunu “örgütlü peygamberler” diye değiştirmek daha doğru olur. Lenin bir devrimci kavşak noktasında örgütlü önderliğin oynayabileceği rolün ne büyük bir kapsama ulaşabileceğini göstermiştir. Ancak Lenin’in rolüne ilişkin bu değerlendirmelerimiz bir yanlış anlamaya yol açmamalıdır. Lenin devrimi yaratmamıştır, aksine Rusya’yı emperyalist zincirin zayıf halkası haline getiren ve dünya ölçeğinde bir devrimci durumun en hassas noktası kılan eşitsiz ve bileşik tarihsel gelişme onu yaratmıştır.
Lenin her ne kadar büyük ve istisnai bir rol oynamışsa da, daha geniş bir ölçekte baktığımızda, söz gelimi 1917-1921 dünya devrimi dalgası başarılı bir dünya devrimine dönüşememiştir. Ve son tahlilde, tam da böyle olduğu için Rusya’daki devrim de Rusya’nın tarihsel geriliğinin duvarına toslamış ve kısa süre içinde özgün bir bürokratik karşı-devrimle son bulmuştur. Rusya’da Lenin’in büyük çabasıyla kurulmuş olan Bolşevik Partinin bir benzeri dünya ölçeğinde kurulamamış olduğu için kapitalizm bu büyük devrim dalgasını atlatmayı başarabilmiştir. Doğrusu Lenin derhal bir devrimci enternasyonal için kolları sıvamış ve tarihsel açığı hızla kapatmaya çalışmışsa da ömrü bunu başarmaya yetmemiştir. Bugünün kuşaklarının ödevi Lenin’in ömrünün yetmediği bu soylu amacı başarmaktır.
Bunu başarmanın temel şartı, onun devrimci siyasetin tarz, yöntem ve araçları konusunda bıraktığı paha biçilmez mirasa sahip çıkmak; günün modalarına uymamak, “ezber bozma”, “eski kalıpları kırma” edebiyatına, Lenin’in “artık geçmişte kaldığı” mavallarına, Leninist parti anlayışına sözde alternatif parti ve örgüt tiplerine (“Kitle partisi”, “çatı parti”, “çok kanatlı parti” vs.) prim vermemek, kolaycı yollar aramamak ve eski(meyen) Leninist yolda yürümektir. Bırakalım dönekler, yılgınlar ve meşrebi zaten uygun olmayanlar sözde yeni deneyleriyle uğraşsınlar.

link: Levent Toprak, Lenin’e Dair - Tarihte Bireyin Rolü, Ocak 2007, https://marksist.net/node/1348
Kalbim Yine Çarpıyor, Kalbim Yine Çarpacak!


22 Ocakta İşçi Öz-Eğitim Grupları “DÖVÜŞENLER ÖLENLERİN TUTMAZ YASINI” başlığı altında bir etkinlik düzenledi. Sınıf mücadelesinin önderlerinin anıldığı etkinliğe yaklaşık 60 kişi katıldı. Hayatlarını işçi sınıfının mücadelesi uğruna adayan Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebnecht ve Mustafa Suphi’nin yaşamları ve o dönemleri anlatan bir sunum yapıldı. İşçi Öz-Eğitim şiir grubu da Nazım Hikmet’ten şiirler okudu.
Dünden bugüne sınıf mücadelesini aydınlatan dört alev alev yanan meşale! Ocak ayı, yaşamlarını işçi sınıfının devrim davasına adayan ve bu uğurda son nefeslerine kadar mücadele eden bu dört yiğit önderin yaşama gözlerini kapadığı aydır. Ancak bu ayın ne karalar bağlayarak yas tutacağımız ne de umudumuzu yitirebileceğimiz bir ay olmadığı, aksine öfkemizi bileyerek biz genç kuşaklara devredilen bayrağı dalgalandırmamız gerektiği anlatıldı. Devrim savaşçılarının hayatını örnek alarak ve içselleştirerek, izledikleri yolu izleyerek yaşatmanın ve sınıf mücadelesini zafere kadar taşımanın biz gençlerin görevi olduğu ve onların mirasına ancak bu şekilde sahip çıkacağımız bir kere daha beynimize ve yüreğimize kazındı.
Sunumda dört büyük önderin yaşamı, yaşadıkları dönemler ve ölümlerinin ardından yaşanan süreçler anlatıldı. Lenin’in kapitalizmin en yüksek aşamasına yani emperyalizm çağına geçildiğini söylediği 20. yüzyıl, savaşların, devrimlerin ve karşı-devrimlerin yaşandığı bir süreç oldu. İnsanlık tarihi açısından keskin dönüşlerin yaşandığı bu yüzyıl, yengileriyle ve yanılgılarıyla nice derslerle dolu bir yüzyıldır. Bu yüzyılda Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebnecht ve Mustafa Suphi, sınıf mücadelesinin ön saflarında Marksizmden asla ödün vermeyişleriyle belirleyici rol oynamışlardır.
İşçi sınıfının kurtuluşu yerel ya da ulusal değil uluslararası bir sorundur. Kapitalizm ancak dünya ölçeğinde yıkıldığı ölçüde nihai kazanımdan bahsedilebilir. Bunu sağlayabilecek tek güç de dünya ölçeğinde örgütlenmiş bir parti yani enternasyonaldir. Bu temelde hepsi dünya proleter devriminin başarısı için ve devrimci bir enternasyonal için mücadele ettiler. Etkinlikte, devrimci önderlerin Marksizmin temel görüşü olan enternasyonalizm ilkesinden asla ödün vermedikleri, enternasyonale olan inançları ve enternasyonal içinde varolan ihanetçilere karşı nasıl mücadele ettikleri yaşamlarından örnekler verilerek anlatıldı. Lenin 2. Enternasyonalin hainliğine karşı yeni bir enternasyonal kurmak için uğraş verdi. Ve 3. Enternasyonal, onun yaşadığı dönemde, dünya proleter mücadelesinin çıkarlarını başa aldı. Komünist Enternasyonalin tüzüğündeki şu satırlarda nasıl bir enternasyonal olmalıdır soruları cevaplarını buldu: “Komünist Enternasyonalin hedefi, silah dahil mümkün tüm araçlarla uluslararası burjuvaziyi yıkmak ve devletin tümden ortadan kaldırılışına geçiş aşaması olarak bir uluslararası Sovyet Cumhuriyeti kurmak için mücadele etmektir. Komünist Enternasyonale göre insanlığı kapitalizmin vahşetinden ancak proletaryanın diktatörlüğü kurtarabilir ve Sovyet iktidarı da bu proletarya diktatörlüğünün tarihsel olarak verilmiş biçimidir. (…) İşçilerin kurtuluşu yerel ya da ulusal değil, uluslararası bir sorundur. (…) Yeni Uluslararası İşçiler Birliği, tek bir amacı güden farklı ülkelerin proleterlerinin ortak eylemini örgütlemek için kurulmuştur: kapitalizmi yıkmak, sınıfları tümden ortadan kaldıracak ve komünist toplumun ilk evresi olan sosyalizmi kuracak proletarya diktatörlüğünü, bir uluslararası Sovyet Cumhuriyetini inşa etmek.”
Bizlere bırakılan bu tarihsel gelenek yıllardır çarpıtıldı ve bulandırıldı. İşçi sınıfının enternasyonal mücadelesi Stalinist bürokrasinin çıkarlarına egemen kılındı. Etkinlikte, bugün de aynı yanılsamaların devam ettiği, gerici ve milliyetçi ideolojilerin işçi sınıfının bilincini nasıl bulandırdığı anlatıldı.
Bolşevik Partiyi kurarak Marksizmi ete kemiğe büründüren Lenin Ekim Devriminin önderidir. Sınıf mücadelesini devrimle taçlandıran Lenin’in devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz ilkesini izlemesi ve Marksizmin ilkelerinden ödün vermeyerek işçi sınıfının iktidarını nasıl ilmik ilmik ördüğü anlatıldı. Bolşevik Parti devrime giden yolda kitlelere önderlik edecek devrimci bir partinin devrimde nasıl kilit bir öneme sahip olduğunu göstermiştir. Lenin 2. Enternasyonal’in karşısında yer alarak 3. Enternasyonalin kuruluşu için mücadele etmiştir.
Etkinlikte anlatılan bir başka konu da, Alman Sosyal Demokrat Partisinin çürümüşlüğünü ortaya koyan ve onunla mücadele eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in devrimci Marksizmin mirasına sahip çıkıp “emperyalist savaşa karşı asıl düşman içerde, silahları burjuvaziye yönelt” diyerek kitleleri nasıl doğru yola kanalize etmek için mücadele ettikleriydi. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht 2. Enternasyonalin ihanetçilerine karşı savaş açtı, ancak ne acıdır ki sınıf mücadelesinin önderliğini yapan ve Marx’ın peşinden gidiyor gibi görünenlerin ihaneti Rosa ve Karl’ın katledilmelerine ve Alman devriminin yenilmesine neden oldu.
Mustafa Suphi ve on dört yoldaşı Kemalizmin entrikaları sonucunda Karadeniz’de boğduruldu. Mustafa Suphi, Türkiye Komünist Partisinin kurulması ve devrimci Marksizmin yaşadığımız topraklarda yayılması için kavga verdi. TKP’nin kuruluş kongresindeki tüzük ve program Ekim Devriminin ve Komünist Enternasyonalin devrimci ruhunu yansıtıyordu. Etkinlikte Mustafa Suphi’nin TKP’si ve bugün onun mirasçısıyız diyenler arasındaki farklar da vurgulandı. Enternasyonalizm mücadelesinin Stalinizm tarafından nasıl yozlaştırıldığı anlatıldı.
Bugün bizlere düşen görev bu devrimci önderlerin hayatlarını öğrenmek, hataları ve sevaplarıyla dersler çıkararak bu mirasa sahip çıkmak ve emanet ettikleri bayrağı taşımaktır. Kapitalist sistem bütün dünyada işçi ve emekçilere yönelik saldırılarını sürdürüyor ve varolduğu günden bu yana yaşamımızı zehir ediyor. Sömürü, açlık, yoksulluk ve savaşlar devam ediyor. Tüm bunlara karşı onurlu bir insan olabilmek ve yaşadım diyebilmek için mücadele etmemiz gerekiyor. Tıpkı bunun nasıl olacağını bize gösteren Marksist devrimci önderlerimiz gibi.
Ölenler dövüşerek öldüler, güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var güneşe akın, güneşi zaptedeceğiz!
Güneşin zaptı yakın!

link: Kartal’dan MT okuru bir işçi, Kalbim Yine Çarpıyor, Kalbim Yine Çarpacak!, 22 Şubat 2006, https://marksist.net/node/930
Dövüşenler Ölenlerin Tutmaz Yasını!


Ocak ayı yalnızca iklim açısından değil işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin takviminde de adeta bir kışı andırır. Şüphesiz mücadelenin uykuya yatması anlamında değil, tarihsel kavgamızda birçok önemli kaybımızın adeta özel bir yoğunlukla bu aya isabet etmiş olması anlamında. 15 Ocak 1919’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i, 21 Ocak 1924’te Lenin’i, 28 Ocak 1921’de de Mustafa Suphi ve yoldaşlarını yitirdik.
Lenin yirminci yüzyılın başlangıcını kapitalizmin gelişiminde daha önceki aşamalardan ayrılan yeni bir aşamanın, yani emperyalizm aşamasının başlangıcı olarak nitelemiş ve bu aşamanın işçi sınıfının mücadelesi bakımından bir başka anlatımının da savaşlar ve devrimler çağı olduğunu açıklamıştı. Yirminci yüzyıl gerçekten de insanlık tarihinde belki de en büyük çalkantıların yaşandığı, en büyük umutların kitleleri sardığı ve mücadeleye sürüklediği, en büyük atılımların, ve en büyük kıyımların eşlik ettiği yenilgilerin yaşandığı trajik bir yüzyıl oldu. Emperyalizm çağını cisimleştiren bu yüzyıl aynen Lenin’in dediği gibi bir savaşlar ve devrimler çağı oldu. İşte Leninlerin, Rosaların ve Suphilerin kaderini belirleyen de bu yüzyılın sonraki tüm gelişimini tayin eden büyük sınıf mücadeleleri oldu. Onların ölümlerinin, tarihsel açıdan bakıldığında bir an gibi görülebilecek denli kısa bir zaman dilimine (1919-24) isabet etmiş olması bile manidardır.
Bu kısa dönem tam da 1917 Ekim Devrimiyle başlayan ve 1923 Alman Devriminin yenilgisiyle kapanan dünya devriminin birinci büyük dalgasının yükseliş ve çekilişini kapsayan döneme oturmaktadır. Ve istisnasız olarak tüm bu liderlerin ölümü, ilgili ülkelerdeki devrim süreçlerinin gerileyişini ya da yenilgisini simgeliyordu.
Rosa ve Liebknecht’in, Alman burjuvazisinin işini gören Sosyal Demokrat hükümetin elinde hayasızca katledilmeleri Alman devriminin 1918 Ekimi ile 1919 Şubatı arasındaki ilk dalgasının sona ermesi ve devrimin büyük ölçüde başsız bırakılması anlamına geliyordu. Devrimci süreç daha sonra iki atılım daha yapacak ve nihayet 1923’te uğradığı yenilgiyle yerini ileride faşizme açılacak olan karşı-devrim sürecine bırakacaktı.
Stalinistler üstünü örtmeye çalışsa da, aynı olgu tarihsel olarak Rusya için de geçerli olmuştur. Lenin’in 1924 başındaki ölümü, devrimi yapmış proletaryaya karşı Stalin önderliğindeki Sovyet bürokrasisinin, esas olarak 1923 yılı içinde başlatmış olduğu bürokratik karşı-devrim sürecinde bir dönüm noktasıydı. Lenin’in ölüm döşeğinde tüm gayretiyle verdiği son mücadelesi, işte bu karşı-devrimci bürokrasiye karşı idi.
Biraz farklı bir düzlemde olmakla beraber Mustafa Suphilerin örneği de aslında aynı çerçeveye oturmaktadır. Bir kere Birinci Dünya Savaşından yenilgiyle çıkmış olan Osmanlının bölünüp parçalanması ve paylaşılması sürecinde Anadolu’nun düşman işgaline uğramasıyla 1919’da başlayan direniş süreci esas olarak bir devrim süreciydi. Başlangıçta bu direniş Anadolu’da köylü kitlelerinin temelini oluşturduğu bir tür gerilla hareketiydi. Bütünü alındığında oldukça alacalı bulacalı olan bu hareket içinde o zamanki devrimci Rusya’ya büyük bir sempati besleyen geniş kesimler vardı. Burada bir tür ütopik köylü sosyalizminin unsurlarını görmek de mümkündür. Gerçekten de Rus devriminin tüm dünyada yarattığı dalgalar elbette yanı başındaki Anadolu’nun savaştan bıkmış yoksul kitlelerini de etkilemişti. Esasen bir burjuva devrimi niteliği taşıyan Anadolu’daki bu süreç, başlangıçta halk tipi, aşağıdan bir devrim süreci olma eğilimindeyken, daha sonra Mustafa Kemal önderliğindeki otoriter-despotik devletçi geleneğe sahip burjuva klik, devrimin içinde ne kadar demokratik, halkçı, plebyen unsur varsa bunu zor yoluyla tasfiye etmiş ve süreci güdük bir tepeden devrim sürecine dönüştürmüştür. İşte Mustafa Suphilerin bu burjuva klik tarafından katli de bu dönüşüm sürecinin en kritik dönemecini oluşturan 1921 başlarında gerçekleşti. 1921 Ocağında sadece Suphiler katledilmedi. Şubat ayında İngilizlerle yapılacak olan Londra Konferansı arifesine isabet eden bu günlerde çok kapsamlı bir operasyon yürütülerek, Kemalist burjuva liderliğin denetimindeki düzenli ordu, emperyalist işgalcilere karşı gerilla savaşı yürüten Yeşil Ordu birliklerinin üzerine gönderildi ve Yeşil Ordu yok edildi. Hemen birkaç gün içerisinde de Ankara’daki mecliste Halk Zümresi grubu dağıtıldı ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (Komünist Partisi) yöneticileri tutuklandı.
Proletaryanın tarihsel davası elbette kişilere, liderlere bağlı değildir. Ancak burada andığımız her üç kayıpta da sıradan kayıpların ötesinde bir durum söz konusudur. Her üç hadise de, arada bazı farklar olmakla beraber, ilgili devrim süreçlerine inen ağır bir darbeyi ve hareketin genel gelişimi içinde öznel öğe cephesinde ciddi kayıpları temsil etmiştir. Daha önemlisi, onların ölümleriyle de sembolize olan uzun gerileyiş döneminin başlangıcıyla birlikte, tarihte sık rastlandığı gibi, onların mirasının üzerine davulla zurnayla çöreklenen ikiyüzlü müritler, bu mirası da, onu gerçekten savunanları da büyük ölçüde berhava ettiler.
Tarihsel davanın bayrağını yükseklerde dalgalandırmış ve bize paha biçilmez bir hazine bırakmış bu büyük devrimcileri, geleneğimizin önemli kilometre taşları olarak gururla sahiplenmek, onların mirasını düşmana karşı korumak, onlara isnat edilerek yapılan yanlış yorum ve uygulamalara karşı uyanık olmak ve bu mirası geliştirerek bayrağı daha da yükseltmek bizim boynumuzun borcudur. Ancak bunu yapabilmek için onların yaşamlarını ve eserlerini öğrenmek, çalışmak, eleştirel bir gözle özümsemek gerekir. Bu çaba aynı zamanda kaçınılmaz olarak onların temsil ettiği geleneğin ne olduğu ve bu geleneğe nasıl bağlanılacağı sorununun da açıklığa kavuşturulması anlamına gelir.
Bu büyük devrimciler hatalarıyla sevaplarıyla devrimci Marksist geleneğin dünya ölçüsündeki ve Türkiye topraklarındaki temsilcileriydiler. Hepsi dünya proleter devriminin başarısı için mücadele ettiler ve bu uğurda canlarını verdiler. Onlar, daha sonra onları sahipleniyor görünen birçoklarının peşinden koştukları başka davaların değil, belki de en yüksek anlatımını Komünist Enternasyonalin tüzüğündeki şu satırlarda bulan davanın savaşçılarıydılar: “Komünist Enternasyonalin hedefi, silah dahil mümkün tüm araçlarla uluslararası burjuvaziyi yıkmak ve devletin tümden ortadan kaldırılışına geçiş aşaması olarak bir uluslararası Sovyet cumhuriyeti kurmak için mücadele etmektir. Komünist Enternasyonale göre insanlığı kapitalizmin dehşetinden ancak proletaryanın diktatörlüğü kurtarabilir ve Sovyet iktidarı da bu proletarya diktatörlüğünün tarihsel olarak verilmiş biçimidir. (...) İşçilerin kurtuluşu yerel ya da ulusal değil, uluslararası bir sorundur. (...) Yeni Uluslararası İşçiler Birliği, tek bir amacı güden farklı ülkelerin proleterlerinin ortak eylemini örgütlemek için kurulmuştur: kapitalizmi yıkmak, sınıfları tümden ortadan kaldıracak ve komünist toplumun ilk evresi olan sosyalizmi kuracak proletarya diktatörlüğünü, bir uluslararası Sovyet cumhuriyetini inşa etmek.”
Temel önemdeki bu programatik görüşler, bize gelenek konusunda iyi bir test sunmakta ve bunlar karşısında “ama”ları “eğer”leri olanların, eli titreyenlerin Leninlerin, Rosaların, Suphilerin geleneğine sahip çıkmasının mümkün olmadığını göstermektedir. Devletli ve milli bir sosyalizmin kurulabileceğini savunup bunun peşinden koşanlar, sosyalizmin sınıflı olduğunu savunanlar, ufukları ulusal devrim perspektifiyle sınırlı olanlar, içinde işçi sınıfının olmadığı devrim ve sosyalizm tahayyülü kuranlar, doğrudan işçilerin sovyet tipi örgütlenmelerine dayanmayan “proletarya” diktatörlükleri tasarlayanlar, bir dünya komünist partisinin gereğine inanmayanlar, devletin sönümlenmesine inanmayanlar, nasıl olup da, bu önderlerin izinden gittiklerini iddia edebilirler? Ne yazık ki, Leninlerin, Rosaların ve Suphilerin ölümlerinden sonra dünya, yetmiş yıl boyunca bu tuhaflıkların saltanat sürdüğü bir dünya oldu. İşte bugün onları anarken özellikle hatırlamamız gereken görev, bu garabetin temizlenmesi ve geleneğin gerçek temellerine dönerek bunları yeniden güncelleştirme görevidir.
Savaşlar ve devrimler çağının anlamı, nesnel durumun genel olarak işçi sınıfının iktidarı almasına elverecek devrimci olanakları her an doğurmaya hazır olmasıdır. Lenin bunu, Dreyfüs skandalı gibi bir olayın bile devrimi tutuşturabileceğini söyleyerek açıklıyordu. Bu da kaçınılmaz olarak, işçi sınıfının bu devrimci durumları başarılı devrimlere dönüştürebilmesi için ihtiyaç duyduğu örgütlü önderliğinin, yani devrim sürecinin asıl öznel öğesinin, muazzam bir tarihsel önem kazanması anlamına geliyordu. Troçki’nin ünlü benzetmesiyle konuşacak olursak, “buharı sıkıştıracak pistonun” önemi geçmişle karşılaştırılamayacak ölçüde artmıştı. Bu gerçek, bu yüzyılın başlarında, bugün Leninist parti anlayışı olarak bilinen devrimci Marksist örgütlenme anlayışının gelişimine yol açmıştır. Bu örgütlenme anlayışı teorik ve pratik zirvesine bizim burada ele aldığımız kritik dönemde (1919-1923) ulaşmıştır. Bu dönem işçi sınıfının devrimci Marksist temeller üzerinde kurulmuş gerçek bir dünya partisinin hayata geçtiği bir dönem olmuştur. Komünist Enternasyonalin bu devrimci dönemi gerçekten de uluslararası işçi sınıfı hareketinin tarihi boyunca ulaştığı en yüksek noktayı temsil ediyordu. Komünist Enternasyonal o güne kadar gelen işçi sınıfı mücadelelerinden süzülen paha biçilmez deneyimleri teorik, politik ve örgütsel bakımlardan bütünsel olarak en yüksek ifadesine kavuşturmuştu. Bu devrimci miras bugün bizim için bir nirengi noktası oluşturmaktadır. Lenin’i de, Rosa Luxemburg’u da, Mustafa Suphi’yi de verili tarihsel koşulları unutmaksızın bu nirengi noktasından değerlendirmek en doğrusudur.
Komünist Enternasyonal, yozlaşarak sonunda ihanet batağına saplanan İkinci Enternasyonalin içinden ve onun olumsuzluklarına karşı verilen mücadelelerden doğmuştu. Bu süreç devrimci Marksizmin sürekliliğinin sağlanmasında hayati önemde bir tarihsel halkayı oluşturmaktadır. İkinci Enternasyonal içinde çoğunluğu oluşturan eğilimin elinde devrimci özü ve temel ilkeleri belirli ölçülerde zaafa uğratılmaya başlanan Marksizm, bu süreçte verilen mücadelelerle yeni bir diriliş yaşamış ve devrimci damarın sürekliliği sağlanmıştır.
Bu mücadelenin birbiriyle bağlantılı iki yönü olmuştur: öncelikle Marksizmin temel devrimci ilkeleri yeniden canlandırılmış, onlara güncellik kazandırılmıştır, ikinci olarak, Marksizm bir dizi yeni alanda zenginleştirilerek geliştirilmiştir. Ve nihayetinde bu kazanımlar Komünist Enternasyonalle birlikte dünya çapında örgütsel bir senteze kavuşturulmuştur. Felsefi idealizme ve kaba materyalizme karşı diyalektik materyalizmin savunusu, Marksizmin kuru bir doktrin değil, devrimci bir eylem kılavuzu olarak kavranışı, düzenin eksiklerini düzeltmeye yarayan reformist bir siyasetin değil, düzeni yıkmayı amaçlayan devrimci siyasetin bir aracı olarak kavranışı, bununla bağlantılı olarak mücadele biçim ve yöntemlerinin legalizm, parlamentarizm ve sendikalizm çerçevesine hapsedildiği, özde düzen içi tek yanlı bir kavranışı değil, siyasal kitle grevlerinden silahlı ayaklanmaya ve iç savaşa kadar uzanan ve düzen çerçevesinin dışına açılan çok yönlü bir kavranışı, Marksist devlet teorisi, geçiş dönemi, proletarya diktatörlüğü ve sınıfsız toplumun kavranışı, milliyetçilik ve şovenizme karşı proletarya enternasyonalizmi ilkesi, ve Marksizmin savaşlar karşısındaki ilkesel tutumu, tüm bunlar, bu dönemde yeniden hayatiyet kazandırılan temeller olmuştur.
Öte yandan Marksizm, örgütlenme ve parti konusunda sistematik bir öncü parti anlayışı, devrim teorisi alanında, sürekli devrim teorisi, kapitalizmin yeni aşamasına ilişkin olarak emperyalizm teorisi ve ulusal soruna ilişkin Marksist teori gibi önemli katkılarla ve tüm bu sorunlar çerçevesinde geliştirilen pratiklerle yenilenmiş ve geliştirilmiştir.
İşte devrimci Marksist geleneğin bu zorlu mücadelesinde, yukarıda ancak genel hatlarıyla sayabildiğimiz hususların hemen tamamında bir devrimci önder olarak Lenin’in belirleyici önemde ve öncü nitelikte katkısı olmuştur. Bunun içindir ki Lenin tarihteki ilk ve hâlâ tek muzaffer işçi devriminin tartışmasız en büyük önderi olmuştur. Ne yazık ki bu yazının çerçevesi Lenin’in işçi sınıfının ve insanlığın kurtuluşu davasına yaptığı katkıların ayrıntılı bir açıklaması için elverişli değil. Onun devasa mirasından bizim burada öne çıkarmayı tercih edeceğimiz bir husus, bize göre onun en can alıcı katkısı olan, devrimci örgüt teorisi ve pratiğidir. Nitekim bunun doğrudan bir sonucu olarak Komünist Enternasyonalin kuruluşuna giden süreci başlatan ve bu konuda en ısrarlı iradeyi ortaya koyan Lenin olmuştur. Onu çağdaşları ve sonradan gelenler arasında müstesna bir yere koyan özellik, onun teori ve pratiğin birliğinin oluşması için ne gibi örgütsel araçlar geliştirilmesi gerektiğine en az devrimci teorinin kendisi kadar önem vermesi ve bu araçların yaratılması sorunuyla tutkuyla meşgul olmasıdır. Teoriyle pratik arasındaki dolayım olarak devrimci örgüt sorunu onun düşünce ve pratiğinde hep ön planda yer tutmuştur. Bu çaba sayesindedir ki mücadelenin en karmaşık sorunlarında doğru politik tutumların geliştirilmesi bakımından özel bir üstünlüğü olmuş ve aynı şekilde hataların düzeltilmesinde de olağanüstü bir esnekliğe sahip olmuştur. Bugünün yaygın örgütsüzlük koşullarında bu noktayı ne kadar vurgulasak azdır.
Ancak vurgulanması gereken bir nokta daha var. Sorun tek başına örgüt sorununa önem vermek değildir. Örgüt, ancak ve ancak, oportünist değil, teorik ve pratik tutumlar bakımından gerçekten devrimci bir politik duruşun taşıyıcısı olduğunda ve buna uygun biçimler aldığında proletaryanın devrimci davası bakımından anlam ifade eder. Yoksa sosyal demokrat partiler de, Stalinist partiler de çeşitli dönemlerde güçlü örgütler oldular, ama bunların tarihsel mirası ihanet oldu. Gerek güdülen siyasetin oportünist ve ihanetçi içeriği, gerekse de örgütün aldığı devrimci olmayan biçimler (bürokratik ya da liberal biçimler, ulusal örgüt vb.), örgüt sorununun kerameti kendinden menkul bir iksir olmadığını göstermeye yeter. Bu nedenle örgütsüzlüğün her türlü vaaz edilişine ve bunun pratikte büründüğü biçimlere (buna proletaryanın özbilinçli disiplinini dışlayan her türlü gevşek, laçka örgütsel anlayışlar dahildir) karşı amansız mücadele ne kadar önemliyse, örgütün önemsenmesi maskesi altında yürütülen her türlü oportünist siyasete ve bürokratik pratiklere karşı mücadele de en az o kadar önemlidir. Bu iki yön bir bütün oluşturmadığı sürece, sayısız örneğin gösterdiği gibi hüsran kaçınılmaz olur. Bu nedenledir ki, Lenin tüm bu yönlerin bütünlüğüne her zaman özen göstermiştir. “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” diyen de odur, parti aparatçiklerine karşı amansız bir mücadele yürüten de odur, ölüm döşeğinden, yükselmekte olan Stalinist bürokrasiye karşı mücadeleyi başlatan da odur. Onun gerçek büyüklüğü ancak ve ancak bu bütünlük içerisinde anlaşılabilir. Ya da tersinden söylersek, bu bütünlüğü bozan Lenin’den bir şey anlamamış demektir. Bu nedenledir ki, proletarya enternasyonalizmi ilkesini alenen çiğneyerek ulusal “sosyalizm” davasını güden Stalinistlerin gerçek anlamda Leninist olmaları mümkün değildir; tıpkı, örneğin örgütsel sorunlarda temel zaaflar taşıyan birçok “Troçkist”in de olamayacağı gibi.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Lenin’in katkısı, Marksizmin bu yeniden diriliş sürecinin unsurlarını oluşturan alanların hemen tamamındadır. Bunları tümüyle değerlendirebilmenin yeri burası değil. Yalnızca bu katkının devasa bir katkı olduğunu vurgulamakla yetinelim. Onun mirası değerlendirilirken belirtilmesi gereken son bir husus, onun da tüm büyük devrimciler gibi yaptığı hatalardır. Bu, hem asıl olarak onu daha derinden anlamak ve ondan azami ölçüde ders alabilmek için zorunludur, hem de, liderleri insani kusur ve zaaflardan uzak, insanüstü yaratıklarmış gibi kutsayan idealist putlaştırma tavrına karşı bilinci taze tutmak için.
Bize göre bu konuda öne çıkarılması gereken en önemli husus, Lenin’in Komünist Enternasyonalin örgütlenme çabalarına, bunu daha önce yapmak mümkünken, belirli bir gecikmeyle başlamış olmasıdır. Bu çabalar ancak İkinci Enternasyonalin 1914’teki ihanetinden sonra başlamıştır. Oysa İkinci Enternasyonaldeki sorunlar bu ihaneti birçok bakımdan önceden haber veriyordu ve zaten başta Rosa Luxemburg olmak üzere bu sorunlara dikkat çekenler yok değildi. Lenin ne yazık ki 1914’e kadar Enternasyonalin sorunlarına yeterli ilgiyi göstermemiş, bu sorunların vahamet derecesini anlayamamıştır. İkinci Enternasyonalin başını çeken Alman Sosyal Demokrat Partisinin en önde gelen liderleri hakkında örneğin bir Rosa Luxemburg’un uyarılarını dikkate almamıştır. Onun Alman Sosyal Demokrat Partisine güveni öylesine güçlüydü ki, bu partinin 1914’te emperyalist savaş kredilerinin kabulü yönünde parlamentoda oy verdiğini bildiren tarihi haberi gazetede okuduğunda gazetenin düzmece olduğunu iddia etti. Doğrusu Lenin’in gerçeği kabullenmesi güç oldu.
Ancak onun büyüklüğü ve erdemi burada da kendisini gösterir. Alman Sosyal Demokrat Partisindeki ve Enternasyonaldeki sorunları ondan daha önce görüp teşhis edenlerin önayak olmakta yetersiz kaldıkları yeni bir Enternasyonal örgütlenmesi çabasını da asıl olarak Lenin önderliğindeki Bolşevikler başlatmışlardır. Felâketin gerçek nedenlerini kavrama çabası Lenin’i tüm sorunlara yeni bir ışık altında bakmaya sevk eder. O andan sonra Lenin, kaybedilen zamanı telâfi etmek için olağanüstü bir azim gösterir ve bu çabalar nihayetinde Ekim Devrimi ve Komünist Enternasyonalin kuruluşuyla taçlanır. Bu cümleyi biraz abartılı bulanlar olabilir. Şüphesiz devrimler kişilerin eseri değildirler, onlar nesnel olgulardır. Ancak daha sonra Troçki’nin de parlak bir şekilde ifade ettiği gibi, Lenin olmasaydı proletarya 1917’de iktidarı alamazdı. Nesnel bir olgu olarak proleter devrim durumunun varolması anlamında değil, ama başarıya ulaşması anlamında önderliğin, öznel faktörün önemi sonsuzdur. Kritik an geldiğinde tarihin gidişine yön verecek olan önderliktir. Bolşevik Parti Lenin’in ve onunla birlikte tavır alan azınlığın olağanüstü müdahaleleri olmasaydı ne yazık ki Menşevikçe bir siyaset izleyip fırsatın heba olmasına sebep olacaktı. İşte Lenin’in Ekim Devrimindeki kilit rolü bu noktadadır.
Ancak tam da devrim durumlarında öznel faktörün ve partinin bu vurgulayageldiğimiz kilit önemidir ki, dünya devriminin 1917-23 arasındaki birinci dalgasının başarıya ulaşamamasında tayin edici olmuştur. Ne yazık ki dünya çapındaki bir Bolşevik Partinin doğumu gecikmiş ve Komünist Enternasyonal bu dalgadan önce değil, ancak dalganın içinde yaratılabilmişti. Ve doğal olarak, yeterli deneyimden yoksun bir şekilde dünyanın çeşitli bölgelerinde patlak veren devrim durumlarına müdahale etmek zorunda kaldı. Bu eksiklik her şeyden önce, sadece dünya devriminin kaderi açısından değil, bizzat Rus devriminin kaderi açısından da en büyük önemi taşıyan Alman devriminin yenilgisine yol açtı. Çoğumuz Ekim Devriminin yirminci yüzyılın en büyük olayı olduğunu düşünürüz. Bunda büyük bir haklılık payı olduğuna şüphe yoktur. Ancak daha derin düşündüğümüzde belki de yirminci yüzyılın en büyük olayının Alman devriminin trajik yenilgisi olduğu sonucuna varmamız pek de yanlış olmaz. O günlerde Alman devrimi başarılı olsaydı bugün büyük bir ihtimalle bambaşka bir dünyada yaşıyor olurduk. Esasen Lenin ve Bolşevikler de Rusya’daki devrim atılımına her şeyden önce Alman devrimini tutuşturabilmek için önderlik etmişlerdi. “Bolşevik parti olarak biz tek başımıza bu işe giriştiysek, bunu devrimin tüm ülkelerde olgunlaşmakta olduğuna, katlanacağımız büyük zorluklara rağmen, payımıza düşecek bütün yenilgilere rağmen uluslararası sosyalist devrimin sonunda ... patlak vereceğine inançla yaptık ... Tüm bu zorluklardan bizi kurtaracak olan ... Avrupa devrimidir. (...) Alman devrimi olmadan bizim mahvolacağımız bir gerçektir.” (Lenin, SE, c.7, s.304, 308) Tüm bu deneyimden çıkan en büyük ders bugün enternasyonalist komünistlerin daha baştan bir dünya partisinin örgütlenmesi için çabalarını odaklamaları gerektiğidir. Bir devrimci enternasyonalin kurulması çabasını, şu ya da bu şekilde, şu ya da bu gerekçeyle, “sonraya” havale etmek en hafif deyimle ufuksuzluktur, aymazlıktır.
Alman devriminin yenilgisi ve önemi konusu bizi aynı zamanda Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’e getirir. Lenin ile hemen hemen aynı yaşta olan Rosa, ondan farklı olarak devrimci kariyerinin çok daha erken dönemlerinden itibaren enternasyonal bir faaliyet içinde oldu. Aslen Polonyalı bir devrimci olarak, hem Polonya’nın, hem Rusya’nın, hem de Almanya’nın işçi sınıfı hareketi içinde ön saflarda yer aldı. Ancak yine de onun mücadelesinin en önemli bölümünü Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde geçirdiği yıllar oluşturur. Bu partinin doğrudan içinde olmak ona çürümeyi daha yakından görme ve teşhis koyma avantajını sağladı. O da Lenin gibi, yirminci yüzyılın başlarında Marksizmin temel ilkelerinin ve devrimci özünün İkinci Enternasyonalin çürümesi sürecine karşı korunması, geliştirilmesi ve yeniden diriltilmesi mücadelesinde öncü bir rol oynadı. Üstelik o bu mücadeleyi en zorlu koşullar altında, çürümenin en fazla olduğu ana üssünde yürüttü, ve sonunda bedelini de bu çürümenin en alçak temsilcilerinin elinde canıyla ödedi.
Bilindiği gibi İkinci Enternasyonaldeki yozlaşma kendisini sistematik fikirler biçiminde ilk kez 1890’ların son yıllarında Bernstein’ın revizyonizm olarak bilinen görüşleriyle ortaya koydu. Bu görüşler gerçekte yaşanmakta olana ve daha da yaşanacak olana teorik bir temel kazandırma ve hakim olan pratikle ideolojik uyumu sağlama anlamına geliyor ve aslında bu yozlaşma sürecinde niteliksel bir sıçramayı işaretliyordu. Bernstein bu görüşlerinde özetle toplumsal gelişmenin artık yalnızca evrim yoluyla gerçekleştiğini ve dolayısıyla devrim fikrinin terk edilmesi gerektiğini, yapılması gereken tek şeyin parlamenter ve sendikal reformlar için çaba harcamak olduğunu savunuyordu. Bu görüşlere karşı Marksizmin devrimci özünü en tutarlı ve militan biçimde ortaya koyarak savunan Rosa Luxemburg olmuştur. Onun o günlerde kaleme aldığı Reform ya da Devrim adlı broşürü, bugün de çeşitli biçimler altında yaygın olan bu tür görüşlere karşı yazılmış en yetkin bir el kitabı olma vasfını hâlâ sürdürüyor.
Onun kavrayışında Marksizm kuru bir doktrin değil devrimci eylemin kılavuzu olan canlı bir dünya görüşüydü. Eyleme tutkuyla bağlılık onun varlığının vazgeçilmez bir parçasıydı. Faust’un ağzından dökülen “başlangıçta eylem vardı” sözünü hatırlatması karakteristiktir. Daha çocuk yaştan itibaren asi kişiliğiyle hep devrimci eylemin içinde oldu ve sonunda savcılar ona “Kızıl Rosa” adını taktılar. Kitlelerin her eyleme geçişinde, hakim SPD bürokrasisi züccaciyeci dükkanını koruma telâşına kapılırken, Rosa bu eylemleri coşkuyla selamlıyor ve onun gelişmesi için hem teorik hem pratik düzeyde tüm enerjisiyle çalışıyordu. Parti bürokrasisi tarafından pek sevilmezken, işçilerin eğitimlerinde, parti okullarında özellikle görev alan ve etkili bir hatip olarak eylemlerde öne çıkan Rosa, devrimci işçi tabanında seviliyordu. Onun kitle eylemine özel ilgisi, işçi sınıfı mücadelesinin yeni ve özgün bir biçimi olarak 1905 Rus devriminde ortaya çıkan siyasal kitle grevi olgusunun eşsiz bir Marksist çözümlenmesini yapmasında somutlandı. Yine, Rusya’daki müstakbel devrim için, Troçki’nin sürekli devrim teorisine yakın bir formülasyonu savunmuş ve köylülüğün desteğinde bir proletarya diktatörlüğünü öngörmüştü.
Bu katkıların yanısıra, bazı yanlışlar içermekle beraber onun Marksist emperyalizm teorisine yaptığı katkılarını da anabiliriz. Ancak onun asıl mücadelesi 1914’te patlak veren emperyalist savaşa karşı uzlaşmaz tavrı ve yükselen boğucu şovenizm dalgasına karşı Marksizmin enternasyonalist meşalesini özellikle Almanya’da koruma mücadelesi olmuştur. Etrafında bir avuç kalmış olan yoldaşlarıyla birlikte yürüttüğü bu mücadele nedeniyle savaşın büyük bölümünü hapishanelerde geçirmek zorunda kaldı. Lenin’in de büyük övgüyle söz ettiği ve Junius Broşürü olarak bilinen ünlü eserinde, İkinci Enternasyonalin darmadağın olduğunu ve yeni bir işçi Enternasyonalinin kurulmasının hayati bir zorunluluk olduğunu, bu Enternasyonalin tüm ulusal seksiyonlarının merkezin kararları uyarınca hareket etmesinin tartışmasız bir yükümlülük olduğunu, aksi takdirde ilgili seksiyonun kendisini Enternasyonalin dışında bulacağını ve işçilerin başka her şeyin üstünde savunulacak tek anavatanının Enternasyonal olduğunu savundu.
Savaşın bitiminde patlak veren Alman devriminin ve yeni kurulan Alman Komünist Partisinin tartışmasız en önde gelen lideriydi. Ancak bu büyük devrimcinin en büyük eksikliği, SPD’de ve İkinci Enternasyonaldeki sorunları diğer herkesten önce derinlikli bir şekilde teşhis etmesine, bu sorunlara karşı kavga bayrağını herkesten önce ve ısrarla yükseltmesine rağmen, kendi etrafında bu mücadele çerçevesinde bağımsız bir örgütlenme (ayrı bir örgüt ya da örgütlü bir hizip) yaratmakta yetersiz kalması olmuştur.[1] Bu eksiklik Alman Komünist Partisinin kuruluşunda, yani öznel öğenin oluşumunda hayati bir gecikmeye yol açmıştır. Bu da yukarıda bahsettiğimiz gibi Alman devriminin yenilgiye uğramasında belirleyici olmuştur.
Komünist Enternasyonalin kuruluş kongresi ancak Rosaların katledilmesinden birkaç ay sonra toplanabildi. Açılış konuşmasını yapan Lenin’in ilk cümleleri şunlardı: “Rus Komünist Partisi Merkez Komitesi adına Birinci Uluslararası Kongreyi açıyorum. Her şeyden önce, Üçüncü Enternasyonalin en iyi temsilcileri olan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un anısına sizleri saygı duruşuna davet ediyorum.” Onun mirasına ilişkin belki de en özlü değerlendirmeyi yapan da daha sonra yine Lenin oldu: “Bazen bir kartal da bir tavuk kadar aşağılara inebilir, fakat bir tavuk hiçbir zaman bir kartal kadar yükseklere çıkamaz. Rosa Luxemburg Polonya’nın bağımsızlığı sorununda yanıldı; 1903’te Menşevizmi değerlendirirken yanıldı; sermaye birikimi teorisinde yanıldı; Temmuz 1914’te Plehanov, Vandervelde, Kautsky vd. ile Bolşeviklerin Menşeviklerle birleşmesini savunurken yanıldı; 1918 cezaevi yazılarında yanıldı (cezaevinden çıkışında 1918 sonu ve 1919 başında hatalarını bizzat büyük ölçüde düzeltti). Fakat bütün bu hatalarına rağmen o bir kartaldı ve kartal olarak kalacaktır; ve anısı bütün dünya komünistleri için daima değerli olmakla kalmayacak, aynı zamanda biyografisi ve bütün eserlerinin yayınlanması (...) tüm dünyada pek çok komünist kuşağın eğitilmesinde son derece yararlı kılavuzlar olarak hizmet edecektir. ‘Alman sosyal-demokrasisi 4 Ağustos 1914’ten sonra kokuşmuş bir cesettir’ – bu sözlerle Rosa Luxemburg’un adı tüm dünya işçi hareketinin tarihine geçecektir. İşçi hareketinin arka bahçesinde, çöplükler arasında ise Paul Levi, Scheidemann, Kautsky ve tüm bu güruh türünden tavuklar, bu büyük komünistin hataları üzerinden gıdaklayacaklar. Herkese layık olduğu.”
Rosa Luxemburg’u 15 Ocak 1919 günü dipçik darbeleriyle katledenler aynı saatlerde Alman devriminin bir diğer önemli önderi Karl Liebknecht’i de katletmişlerdi. Karl Liebknecht Alman sosyal demokrasisinin kurucularından Wilhelm Liebknecht’in oğluydu. Rosa’yla yaşıt olan Karl Liebknecht politik faaliyete neredeyse otuz yaşında, 1900 yılında, SPD’ye katılmak suretiyle başladı. Bir yıl sonra Berlin şehir meclisine, 1908’de Prusya Meclisine, 1912’de de Reichstag’a seçildi. SPD içindeki etkinliği daha ziyade gençlik kollarındaki çalışmaları olmuştu. 1906’da 14-18 yaşlarındaki gençlere anti-militarist eğitim verilmesi gerektiğini savunarak, parti içinde savaş ve ordu karşıtı bir kampanya başlattı. Militarizm üzerine yazdığı bir eseri nedeniyle 1907-1909 arasında yaklaşık iki yıl hapis yattı. Aynı yıllarda İkinci Enternasyonale bağlı Gençlik Enternasyonalinin başkanlığını da yaptı. Karl Liebknecht işçi sınıfı hareketinin tarihine, bir SPD milletvekili olarak emperyalist savaş karşısında aldığı devrimci tutumla ve bunu kitlelere taşımada gösterdiği enerjik çabayla geçmiştir. Savaş kredilerinin oylanmasında mecliste karşı oy kullanan tek milletvekiliydi. Daha sonra Rosa Luxemburg’la birlikte savaş karşıtı faaliyetlerde ve yeni bir örgütlenmenin yaratılması çabalarında yer aldı. Kitlelere dönük konuşmaları ve çağrılarıyla Almanya’da savaş karşıtı tavrın adeta kişileşmiş sembolü oldu. Onu asıl ölümsüzleştiren, savaş karşısında devrimci tutumun mükemmel derecede özlü bir ifadesi olan Asıl Düşman Kendi Ülkemizde bildirisi oldu. Rosa Luxemburg’la işbirliği, Alman Komünist Partisinin kuruluşu ve ölümlerine dek devam etti. Öldürülmelerinden hemen önce kurulmuş olan üç kişilik devrim komitesinin içindeydi.
Karl Liebknecht’in anti-militarist ve enternasyonalist devrimci faaliyeti savaşın başından beri SPD’nin hain önderliğinin hiddetini çekmişti, sonunda onu kendi elleriyle yok etmelerinden önce de kinlerini değişik biçimlerde kusma fırsatını bulmuşlardı. Bir keresinde eski revizyonistlerden David onun savaş karşıtı konuşmaları hakkında “havlayan köpek ısırmaz” diyecek kadar ileri gitti. Bunun cevabını Rosa Luxemburg verdi: “Köpek diye, yıllardır kendisini tekmeleyen efendilerinin çizmesini yalayana denir.” Karl Liebknecht Lenin ya da Rosa gibi Marksizmin gelişimi bakımından iz bırakacak teorik bir eser bırakmamıştır. Ama hiç şüphesiz o, ödünsüz devrimci tavrı ve proleter devrim için verdiği canıyla, aynı Lenin’in dediği gibi bizim bir şehidimizdir.
1917-1923 arası dünya çapındaki devrim dalgası bizim topraklarımızda da belirleyici dönüşümlerin yaşandığı kritik bir dönem olmuştur. Bu kısacık dönem, üç kıtaya yayılmış altı asırlık bir imparatorluğun tarih sahnesinden silinmesine ve yerine Anadolu topraklarında bir burjuva cumhuriyetin doğuşuna tanıklık etmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi özünde bir burjuva devrimi süreci olan bu süreç, kendi içinde halkçı bir evreden bürokratik-otoriter bir evreye doğru dönüşüm geçirmiş ve sonuç olarak güdük bir tepeden devrim şeklinde sonuçlanmıştır. Hem genel anlamda hareket içindeki sol eğilim, hem de özel anlamda yeni kurulmuş Türkiye Komünist Partisinin Mustafa Suphi dahil son derece önemli lider kadroları bu süreç içinde Kemalist eğilim tarafından tasfiye edildi. Kemalizmin cellâtları tarafından Karadeniz’in fırtınalı sularında boğulan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının bu trajik sonu, bizim için hem Kemalizme karşı sınıf kinimizi bilememiz bakımından, hem de, sadece bizim topraklardaki sınıf mücadelesi açısından değil, dünya çapındaki sınıf mücadeleleri açısından acı derslerle doludur.
Mustafa Suphi’nin yaşamı ve ölümü, çağının çalkantılı niteliğine uygun oldu. 1883 yılında doğan Mustafa Suphi, İstanbul’da Hukuk Mektebini bitirdikten sonra Paris’te Siyasal Bilimler Okuluna devam etti ve 1910 yılında öğrenimini bitirerek yurda döndü. Dönemin tüm ilerici Osmanlı aydınları gibi o da İttihat ve Terakki’ye katıldı, ancak kısa sürede muhalif oldu. İttihat Terakki’nin 1913’teki Mahmut Şevket Paşa suikastını bahane ederek başlattığı terör dalgasından o da nasibini aldı ve Sinop’a sürüldü. Başlangıçta halkçılıkla bezenmiş Türkçü düşüncelerle İttihat Terakki diktatörlüğüne karşı mücadele için Rusya’ya kaçmaya karar veren Mustafa Suphi, dünya savaşının patlak vermesiyle düşman bir ülkenin topraklarında enterne edildi. 1914-17 arasını savaş esiri olarak geçirdi. Bu yıllarda Bolşevizmle tanışan Mustafa Suphi kelimenin tam anlamıyla muazzam bir iç devrim geçirerek bir komünist oldu. Türk savaş esirleri arasında propaganda ve örgütlenme çalışmaları yaptı ve Ekim Devrimi saflarında yer aldı. 1917’den sonraki hayatı bir profesyonel devrimcinin, bir komünist önderin hayatı oldu.
Devrimi izleyen yıllarda Mustafa Suphi’nin çabaları esas olarak Rusya’nın Müslüman halkları arasında parti örgütlenmesini geliştirmek, Kızıl Ordu birlikleri oluşturmak ve sovyet yönetimini yerleştirmek doğrultusunda yoğunlaştı. Bu amaçla 1918 yılı içinde Avrupa Rusya’sından Orta Asya içlerine, Kafkasya’ya dek ülkenin dört bir tarafında bulundu. 1919 başında Kırım’ın ele geçirilişinin ardından RKP bölge komitesi üyesi olarak buraya yollanan Mustafa Suphi, kaldığı kısa süre içinde Anadolu’yla bağları geliştirdi, Türkiye’ye yayın, propaganda malzemesi ve propagandacı yolladı. Kırım’daki 75 günlük sovyet iktidarı sırasında Beyaz Orduyla savaşan Uluslararası Doğu Alayını kurdu. Denikin’in kuşatmasını yararak Odesa’ya çekildi. Bir süre sonra buradan ayrılarak yeni bir görevle Türkistan’a geçti. Burada bir yandan parti yapısını yeniden düzenlerken, bir yandan da Türklerden oluşan bir Kızıl Ordu birliği örgütledi. Çin, Kaşgar, Buhara, Hiva, İran ve Türkiye’de propaganda faaliyeti sürdürecek Beynelmilel Şark Tebligat Şurasını örgütledi ve başına geçti.
Azerbaycan’da sovyet yönetiminin kurulmasından sonra Mustafa Suphi Mayıs 1920’de hareketin merkezini Baku’ya taşıdı. Bu yalnız bir yer değiştirme değil, aynı zamanda yeni bir hedefe, Anadolu’daki devrime ve savaşa müdahale etmeye yönelişti. Bu noktadan sonra Türkiyeli komünistlerin örgütlenmesine hız verdi ve Türkiye’de, Anadolu’nun Karadeniz kıyı kentlerinde örgütlenme faaliyetlerine girişildi. Anadolu’ya sevkedilmek üzere bir Türk Kızıl Ordu birliği oluşturuldu. Bu dönemde Mustafa Suphi Ankara’yla da temasa geçerek Ankara’daki meclisin başkanı olan Mustafa Kemal’e komünistlerin de mücadeleye katılmaya kararlı ve hazır olduklarını bildiren bir mektup yazdı. Mustafa Kemal’den görünüşte olumlu cevap geldi. Anadolu’da örgütlenme çabaları ve Ankara’yla haberleşme sürerken bir yandan da Komünist Enternasyonal bünyesinde bir Doğu Halkları Kongresi örgütleme çabaları yürüyordu. 1-8 Eylül 1920 tarihleri arasında Baku’da yapılan ve 2000’e yakın delegenin katıldığı bu dev kongreden hemen iki gün sonra, yine Baku’da, 10 Eylül 1920’de Türkiye Komünist Partisinin kuruluş kongresi toplandı.
Baku kongresi, Sovyet Rusya’da Mustafa Suphi’nin çevresinde gelişen örgütlenmeyi, İstanbul’daki Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkasını, Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış komünist grupları ve bunların bir bölümünü toparlayan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkasını bir parti çatısı altında, bir program ve bir tüzük etrafında birleştirerek örgütsel bir atılımın zeminini hazırladı. Kongre, enternasyonalizm ve Anadolu’da gelişen devrimin içine girme, sıcak mücadelenin orta yerine atılarak önderliğe soyunma kararlığı açısından bulanıklıktan uzak bir komünist çizgi ortaya koydu. Yapılan konuşmalar, alınan kararlar, ortaya konulan tüzük ve program Ekim Devriminin ve Komünist Enternasyonalin devrimci ruhunun damgasını taşıyordu.
TKP’nin ilk programından aldığımız şu satırlar bu konuda bir fikir verebilir: “İçtimai (=toplumsal) inkılabın ibtidar ve intişarında (=yayılmasında), milletlerin geçirmekte oldukları iktisadi tekamüllerle (=evrimlerle) tarihi ve siyasi şartların büyük alaka ve hisseleri olmakla beraber, inkılap başladıktan sonra millet, memleket ve ülkeleri birbirinden layezal kararlarla ayırmak doğru değildir. Bugün proletarya devr-i hakimiyetine ayak basmış olan Rusya’da komünizm icraat ve tatbikatının muvaffakiyeti iktisadiyatça müterakki (=gelişmiş) diğer garp (=Batı) memleketlerindeki içtimai (=toplumsal) inkılabın zuhuruna bağlı olduğu kadar, bütün garpta intişar edecek (=yayılacak) komünizm tatbikatının da, iktisadiyatça daha muhtelik (=karma) safhalar arz eden şarktaki inkılapçı hareket ile alakası pek mühim ve hayatidir.” “Fırka, halkçılığın en yüksek bir şekli olan amele ve rençber şuralar cumhuriyetinin tesisi yolunda yorulmaksızın çalışmak ve bunun için evvel emirde tebligat ve neşriyatı ile mağdur sınıfların hakimiyetlerini temsil eden bu şekl-i hükümeti kendilerine sevdirmeği vazife bilir.”
Programdan bu alıntıları özellikle yapmamızın sebebi kuruluş dönemindeki bu devrimci perspektifin sonradan tamamen unutturulmuş olmasıdır. Dünya devrimi perspektifine bağlılık, devrimde ileri ülkelerle geri ülkelerin ilişkisinin kavranışı, sürekli devrim perspektifi, sovyet iktidarı perspektifi vb. bu programda mevcuttur. Ancak Sovyetler Birliği’nde Yirmilerin ikinci yarısında gerçekleşen Stalinist karşı-devrimden sonra bu devrimci perspektif tüm dünya komünist hareketinden tasfiye edilecek ve unutturulacaktır. TKP’nin kuruluşunu ve Mustafa Suphilerin ölümlerini ananlar ve geleneğe sahip çıkma iddiasında olanlar pek mebzul olmakla beraber, partinin kuruluşunu esinleyen bu devrimci perspektifi ve programı hatırlamak isteyen pek azdır. Bugünün devrimci kuşakları, TKP mirası konusunda birbiriyle kayıkçı kavgası yapanlara bir de bu gözle bakmalıdırlar.
Kongrenin ardından, Mustafa Kemal’le de haberleşme halinde mücadeleye katılmak için Anadolu’ya geçmek üzere yola koyulan Mustafa Suphi ve on dört yoldaşı Kemalist önderliğin türlü tertiplerine maruz bırakılarak sonunda Karadeniz’in karanlık sularında boğduruldular. Bu suikastın siyasal anlamının ne olduğuna yukarıda değindik. Burada asıl olarak komünistler açısından çıkarılması gereken ders üzerinde durmak gerekiyor. Kıyıcı Türk burjuvazisinin insafına güvenerek, onların ihtiyatsızca ölüme gitmelerine göz yuman Komünist Enternasyonalin burada tarihi bir hatası vardır. Ancak daha büyük tarihi hata onbeşlerin hunharca katlinin Enternasyonal bünyesinde tartışma ve eleştiri konusu yapılmayıp gerekli derslerin çıkarılmayışı olmuştur. Hatta Sovyetler Birliği, bunun sorumlusunun Ankara olduğu açık olduğu halde Ankara’ya mali ve askeri destek vermeye devam etmiştir. Bu hata daha sonrakilerden farklı olarak Enternasyonalin Lenin’in sağlığındaki devrimci döneminde yaşanmıştır. Yeterli önem verilmediği için dünya komünist hareketi bu trajik hatadan pek haberdar değildir ne yazık ki. 1927’de Çin’de, Komintang ve Çan-Kay-Şek örneğinde de özde aynı hata işlenmiştir. Bunu döne döne anlatmak bizim sorumluluğumuzdur. Burjuvaziye asla güvenme, onu başka renklere boyama!
Mustafa Suphi, kuruluş dönemindeki devrimci Komünist Enternasyonalde en yüksek örgütlü ifadesini bulan Marksizmin Türkiye topraklarına örgütlü biçimde taşınması için kavga verdi ve bu uğurda öldü. Ne yazık ki ondan sonra gelenler Komünist Enternasyonalin Stalinist yozlaşmasından nasiplerini aldılar ve TKP’nin bu devrimci geçmişten koparılmasında taşıyıcı oldular. TKP’nin tarihi başından beri inişli çıkışlı ve çileli bir tarih oldu. Ancak sonraki TKP önderleri Kemalizmin tüm zulmüne maruz kalmalarına rağmen adeta mazoşistçe ona destek verme tutumundan vazgeçmediler. Bugün hatırımızda tutmamız gereken en önemli derslerden biri de bu olsa gerek.
Ocak ayı vesilesiyle ölümlerini andığımız tüm bu büyük devrimcilerin mirası bizim geleneğimize, yani devrimci Marksist, ya da bir başka deyişle enternasyonalist komünist geleneğe aittir. Onlar bize aittir ve onları hem düşmana karşı, hem de sahiplenir görünen, ama gerçekte onların mirasının özüyle bağdaşmayan politik duruşları olanlara karşı korumak boynumuzun borcudur. Bunu yerine getirebilmenin en iyi yolu da onların yasını tutmak değil, onların mücadelelerinden ve hatalarından gerekli dersleri çıkarmak ve hepsinden önemlisi onların uğruna savaştıkları devrimci Marksist bir Enternasyonali yeniden ve dünya devriminin yeni bir dalgası gelmeden önce yaratmaktır. Onların hayatından çıkan en büyük ders budur.
[1] 1914 felâketinin ardından Şlyapnikov’a yazdığı mektupta Lenin şunları söylemişti: “Rosa Luxemburg haklıydı: Kautsky’nin parti çoğunluğuna, kısacası oportünizme hizmet eden eyyamcı bir teorisyen olduğunu çok önceden anlamıştı.”

link: Deniz Moralı, Dövüşenler Ölenlerin Tutmaz Yasını!, 10 Ocak 2003, https://marksist.net/node/436