Üzerinde duman tüten yıkıntı dağları, parçalanmış ceset yığınları, baktığınız her yerde buhar ve duman tüten bir ateş denizi, çamur ve küller; çırpınan bir kırlangıç gibi volkanın kayalık yamacına konmuş kıpır kıpır küçük şehirden tüm kalanlar işte bunlar. Öfkeli dev, bu insan cüretine, iki bacaklı cücelerin kör kendini beğenmişliğine karşı bir süredir gürleyip köpürüyordu. Gazabında bile iyi yürekli, vefalı olan bu dev, ayaklarına çıkmış sürünen bu fütursuz yaratıkları uyarıyordu. Dumanlar çıkarıyor, ateşten bulutlar kusuyordu, bağrında fokurtular, kaynamalar ve tüfek mermileri ve top gümbürtüsü gibi patlamalar oluyordu. Fakat insanın kaderine hükmeden yeryüzünün efendileri, kendi bilgeliklerine sarsılmaz bir inanç duyuyorlardı.
Hükümet tarafından gönderilen komisyon, ayın 7’sinde St. Pierre’in endişeli halkına gökyüzü ve yeryüzünde her şeyin yolunda olduğunu duyurdu. Her şey yolunda, endişeye mahal yok! –tıpkı, devrimci volkanın kraterinde ateşten lav korkunç patlama için toplanırken, XVI. Louis’nin dans sarhoşu salonlarındaki Tenis Kortu Yemininin arifesinde söyledikleri gibi. Her şey yolunda, her yerde huzur ve sükûnet! –tıpkı 50 yıl önceki Mart patlamasının arifesinde, Viyana ve Berlin’de söyledikleri gibi. Martinik’in yaşlı, cefakeş devi, saygıdeğer komisyonun raporlarına aldırış etmedi: 7’sinde halkın içi vali tarafından rahatlatıldıktan sonra, 8’i sabahı erken saatlerde patladı ve birkaç dakika içinde valiyi, komisyonu, halkı, evleri, sokakları ve gemileri, öfkeli kalbinin ateşten soluğu altına gömdü.
Eser tamdı. 40 bin can yok oldu, bir avuç titrek mülteci kurtuldu –yaşlı dev huzur içinde gürleyip kabarabilir, zira artık kudretini göstermiştir, gücünün başlangıçta hiçe sayılmasının öcünü korkunç bir şekilde almıştır.
Ve şimdi, Martinik’de yok olmuş kentin kalıntılarına, bilinmeyen, daha önce hiç görülmemiş, yeni bir konuk geliyor: insan. Efendiler ve köleler değil, Siyahlar ve beyazlar değil, zengin ve yoksul değil, çiftlik sahipleri ve ücretli köleler değil: yerle bir olmuş küçük adada insanlar ortaya çıktı, yalnızca acıyı hisseden ve felâketi gören, yalnızca yardım etmek ve imdada yetişmek isteyen insanlar. Yaşlı Pelee Dağı bir mucize yaratmıştı! Fashoda günleri unutulmuş, Küba anlaşmazlığı unutulmuş, “la Revanche” unutulmuştu; Fransızlar ve İngilizler, çar ve Washington Senatosu, Almanya ve Hollanda para yardımında bulunuyor, telgraflar gönderiyor, yardım eli uzatıyorlar. Doğanın yakıcı nefretine karşı halkların kardeşliği, insan uygarlığının yıkıntıları üzerinde hümanizmin yeniden dirilişi. İnsanlıklarını hatırlamalarının bedeli yüksekti, fakat gürleyen Pelee Dağı’nın sesi onları kulak vermeye zorladı.
Fransa küçük adadaki 40 bin ceset için gözyaşı döküyor ve tüm dünya Ana Cumhuriyetin gözyaşlarını silmek için telâş ediyor. Ama o halde Fransa nasıl olup da yüzyıllar önce Küçük ve Büyük Antiller için sel gibi kan dökmüştü? Afrika’nın doğu kıyısı açıklarındaki denizde volkanik bir ada uzanır: Madagaskar. Bugün kaybettiği çocukları için gözyaşı döken acılı Cumhuriyetin, 50 yıl önce orada direngen yerli halka zincirlerle ve kılıçla nasıl boyun eğdirdiğini gördük. Orada volkan patlaması olmamıştı: Fransız toplarının ağzı ölüm ve yıkım kusuyordu; Fransız topçu birliklerinin açtığı ateş, özgür bir halk yere serilip, “vahşi adamlar”ın esmer kraliçesi ganimet olarak “Işık Şehri”ne götürülene kadar, binlerce gencecik insanın yaşamını yeryüzünden sildi.
Okyanus dalgalarıyla yıkanan Asya kıyılarında, gülümseyen Filipinler uzanır. Altı yıl önce iyiliksever Yankileri gördük, Washington Senatosu orada işbaşındaydı. Orada yığınlarca insanı yok eden, ateş kusan dağlar değil Amerikan tüfekleriydi; bugün yıkıntıların arasından tatlı dille hayat çıkarmak için Martinique’e birbiri ardına binlerce altın dolar gönderen şeker karteli Senato, ölüm ve yıkım saçmak için Küba’ya birbiri ardına toplar, savaş gemileri, milyonlarca altın dolar gönderiyordu.
Dün, bugün –Martinique’de çocukların annelerini, ana-babaların çocuklarını kurtaran aynı İngilizlerin, sadece birkaç yıl önce, kendi emeğiyle geçinen barış ve sükunet içindeki küçük bir halkın yaşadığı güney Afrika açıklarında nasıl büyük bir felâket yarattıklarını gördük: orada, önlerinde ve arkalarında uzanan kan, ölüm ve ıstırap gölü içinde yürüyen vahşi askerlerin, postallarla insan vücutları ve çocuk cesetleri üzerinde tepindiklerini gördük.
Ah, bir de Ruslar var, kurtarıcı, yardımsever, ağlayan Tüm Rusların Çarı –eski bir tanıdık! Sizi ılık Polonyalı kanının dereler halinde aktığı ve gözyüzünün kan buharından kızıla dönüştüğü Praga mahallelerinde görmüştük. Ama bunlar eski günlerdi. Hayır! Şimdi, sadece birkaç hafta önce siz hayırsever Rusları tozlu yollarınızda, harabeye dönmüş Rus köylerinde, pejmürde kılıklı, çılgınca tahrik olmuş, homurdanan kalabalıkla göz gözeyken gördük; top ateşi ortalığı sarsıyor, güçlükle nefes alan mujikler yere düşüyor, kızıl köylü kanı yolun tozuna karışıyordu. Onlar ölmeliydiler, onlar düşmeliydiler, çünkü vücutları açlıktan iki büklüm olmuştu, çünkü ekmek, ekmek diye bağırıyorlardı!
Ve sizi de görmüştük Ana Cumhuriyet, siz gözyaşı damıtıcısını. 23 Mayıs 1871’di: parlak bahar güneşi Paris üzerinde ışıldıyordu; iş elbiseleri içindeki benzi solmuş binlerce insan, caddelerde, hapishane avlularında, beden bedene, baş başa istiflenmişti; mitralyözler kana susamış ağızlarını duvarlardaki mazgallardan içeri sokmuşlardı. Hiçbir volkan patlamadı, hiçbir lav seli akmadı. Sizin toplarınız, Ana Cumhuriyet, sımsıkı istiflenmiş kalabalığa döndürülmüştü, acı çığlıklar havayı yarıyordu; 20 binden fazla ceset Paris kaldırımlarını kaplamıştı!
Ve hepiniz –ister Fransız ister İngiliz, ister Rus ister Alman, ister Amerikan ister İtalyan– sizleri daha önce, kardeşçe uyum içinde, büyük bir uluslar topluluğunda birleşmiş halde, birbirinize yardım edip ve yol gösterirken gördük: Çin’de. Orada da kendi aranızdaki tüm kavgaları unutmuştunuz, orada da bir halklar barışı yapmıştınız; karşılıklı cinayet ve kundaklamalar için. Saç örgüleri nasıl da, sağanağın dövdüğü olgunlaşmış hububat tarlası gibi, mermilerinizden önce sıralar halinde düştüler! Feryat eden kadınlar nasıl da, arzulu sarılışlarınızın işkencelerinden kaçarken, soğuk kollarında ölüleriyle suya gömüldüler!
Ve bunların hepsi şimdi Martinik’e el atmış durumdalar, yine tek yürek ve tek beyinler; yardım ediyorlar, kurtarıyorlar, gözyaşlarını siliyorlar ve felâket getiren volkanı lanetliyorlar. Pelee Dağı, yüce gönüllü dev, gülebilirsin; bu hayırsever katillere, gözyaşı döken bu etoburlara, Samiriyeli kılığındaki bu hayvanlara iğrenerek bakabilirsin. Ama bir gün gelecek başka bir volkanın gümbürdeyen sesi yükseltecek: fokurdayan ve kaynayan bir volkan, isteseniz de istemeseniz de, yeryüzünden tüm sahte sofuluk taslayan, kan lekeli kültürü süpürüp atacak. Ve ancak onun kalıntıları üzerinde uluslar gerçek insanlık halinde bir araya gelecekler ve onun da kör, ölü doğadan başka ölümcül bir düşmanı olmayacak.
[*] Bu makale, 1902 Mayısında St. Pierre’de (Fransız sömürgesi olan Martinik adasında bir şehir) meydana gelen volkanik patlamanın ardından kaleme alınmıştır. Martinik, Venezuela’nın kuzey açıklarındaki Küçük Antil adalardan biridir.
Çeviri: Marksist Tutum, Aralık 2004
link: Rosa Luxemburg, Martinik, Mayıs 1902, https://marksist.net/node/1322
Günü Kurtaramayan Sendikal Bürokrasi
Zonguldak Madencilerinin Grevi ve Büyük Ankara Yürüyüşü