Düzeni sağlamaktan uzak olan Çarın bildirgesi, Rus toplumunun iki kutbu arasındaki çelişkinin tüm büyüklüğüyle ortaya çıkmasına yardımcı oldu: soyluluk ve bürokrasinin gerici pogrom mantığı, ve işçi devrimi. İlk günler, daha doğrusu ilk saatler sırasında, bildirge muhalefetin en ılımlı unsurlarının ruh halinde hiçbir değişiklik yapmamış gibi göründü. Ancak, bu sadece görünüşteydi. 18 Ekimde sermayenin en güçlü örgütlerinden biri olan Dökümcüler Danışma Bürosu Kont Witte’ye şöyle yazıyordu: “Şunu açıkça söylemeliyiz: Rusya yalnızca gerçeklere inanır; onun kanı ve sefaleti laflara inanmasına daha fazla izin vermeyecektir.” Büro, tam bir genel af talebini ileri sürerek, devrimci kitleler tarafından uygulanan açık şiddetin büyük ölçüde sınırlandırılmış olmasından ve duyulmadık bir disiplinle ilerlemelerinden “özel bir memnunlukla söz etmektedir.” Kendi bildirimine göre “teoride” genel oy hakkının bir savunucusu olmaksızın, Büro, “politik bilincini ve parti disiplinini böylesi bir güçle ortaya koyan işçi sınıfının, yaygın öz-yönetime katılması gerektiği” kanaatine vardı.
Tüm bunlar yüce gönüllü ve hoşgörülü fikirlerdi, ama yazık ki çok kısa ömürlüydüler. Bunun tümüyle kötü niyetli bir hareketten ibaret olduğunu söylemek çok kaba olurdu. Şüphesiz ki, yanılsama bu sorunda önemli bir rol oynadı: sermaye, hâlâ, uzun erimli politik reformların, sanayinin uçuş takımlarının önündeki engellerin kalkmasını derhal mümkün kılacağı umuduna sahipti. Bu, girişimcilerin çoğunluğu değilse bile önemli bir kesiminin, bizzat Ekim grevine karşı dostça bir tarafsız tutum alması gerçeğini açıklar. Fabrikaların neredeyse hiçbiri kapatılmadı. Moskova bölgesindeki mühendislik işlerinin sahipleri, Kazakların hizmetlerini geri çevirmeye karar verdi. Ancak mücadelenin politik hedeflerine karşı duyulan sempatinin en olağan ifadesi Ekim grevi dönemi boyunca ücretlerin ödenmesiydi. Sanayinin “kanun egemenliği” altında gelişmesini beklerken, liberal girişimciler, bu gideri özel üretim maliyetleri başlığı altına kaydetmeye tamamen hazırdılar. Bununla birlikte, sermaye işçilere bu grev günleri için ödeme yaparken, bunu son kez yaptığını da çok açıkça gösterdi. İşçilerin hareket gücü, onlara uyanık olma zorunluluğunu göstermişti. Sermayenin en düşkün olduğu umutlar gerçekleşmeden kaldı: kitlelerin hareketi bildirgeden sonra durulmadı, tam tersine her geçen gün gücünü, bağımsızlığını, toplumsal devrimci karakterini daha açıkça sergiledi. Şeker sanayisinin plantasyon sahipleri, topraklarının müsadere edilmesiyle tehdit edilirken, kapitalist burjuvazi de, ücretleri yükselterek ve çalışma gününü kısaltarak, işçilerin önünde adım adım geri çekilmek zorunda kaldı.
1905’in son iki ayında en yüksek noktasına ulaşan devrimci proletarya korkusunun yanı sıra, sermayeyi hükümetle acil bir ittifaka iten daha dar, fakat hiç de daha az yakıcı olmayan çıkarlar söz konusuydu. İlk sırada, alelade ama karşı konulmaz para ihtiyacı ve girişimcilerin saldırılarının olduğu kadar arzularının da konusu olan Devlet Bankası geliyordu. Bu kurum, Witte’nin mali yönetiminin on yılı boyunca büyük ustası olduğu otokrasinin “ekonomi politikası”nın hidrolik presi olarak hizmet etti. Büyük sanayi işletmelerinin yaşamı ve ölümü, banka işlemlerine ve bunlarla birlikte de başbakanın görüşlerine ve sempatilerine bağlıydı. Anayasaya aykırı borçlanmalar, hayali senetlerin iskonto ettirilmesi, ekonomi politikası alanındaki yaygın kayırmacılık, bu ve diğer etkenler, sermayenin muhalif bir güce dönüşmesine büyük ölçüde katkıda bulundu. Ancak banka, savaşın, devrimin ve ekonomik krizin üç misli etkisi altında işlemlerini minimuma indirince, pek çok kapitalist gerçekten çok müşkül durumda kaldı. Bundan böyle genel politik perspektifleriyle ilgilenmediler; ne pahasına olursa olsun paraya ihtiyaçları vardı. 19 Ekim saat 14:00’da Kont Witte’ye “laflara inanmıyoruz” dediler, “bize gerçekleri ver.” Kont Witte elini Devlet Bankası’nın kasasına attı ve onlara “gerçekler”i verdi. Bol bol gerçekler.
İskonto hacmi birdenbire fırladı; 1904’te aynı dönemde 83,1 milyon rubleyken, Kasım ve Aralık 1905’te 138,5 milyon ruble oldu. Özel bankalara verilen krediler ise daha fazla yükseldi; 1904’te 39 milyon olmasına karşın, 1 Aralık 1905’te 148,2 milyon ruble. Tüm diğer işlemler benzer bir artışa maruz kaldı. “Rusya’nın kanı ve sefaleti”, kapitalist bir sendikanın attığı bu slogan, gördüğümüz gibi, Witte hükümeti tarafından lâyıkıyla hesaba katılmıştı. Sonuç, “17 Ekim Birliği”nin kurulmasıydı. Bu parti, politik bir manevradan ziyade, sıradan bir rüşvetten doğmuştu. İşçi Temsilcileri Sovyeti, kendi mesleki ya da politik birliklerinde örgütlenmiş girişimciler şahsında ilk kez kararlı ve bilinçli bir düşmanla yüz yüze geldi.
Ancak Oktobristler açık bir karşı-devrimci konumu daha baştan benimserken, o günlerde en dokunaklı politik rolü, alt orta sınıfın ve entelektüel radikallerin partisi oynadı. Bu parti altı ay sonra, Tauride Sarayı sahnesinde tüm sahteliğiyle alışılmadık bir klasik ıstırap gösterisi sergileyecekti. Kadet Partisini kastediyoruz.
Anayasal-Demokratik Partinin (Kadetler) kuruluş kongresi, Ekim grevinin tam zirvesinde yapılıyordu. Temsilcilerin yarıdan azı kongreye ulaştı; geri kalanlar demiryolu grevi nedeniyle bulundukları yerde çakılı kalmışlardı. 14 Ekimde yeni parti olaylar karşısındaki tutumunu şu şekilde tanımladı: “Savunulan taleplerde tümüyle mutabık oluşumuz dolayısıyla parti, grev hareketi ile tam bir dayanışma içinde olduğunu ilân etmeyi görevi sayar. Parti, amaçlarına iktidar temsilcileriyle müzakereler yaparak ulaşma fikrini koşulsuz biçimde (koşulsuz biçimde!) reddeder. Parti, bir çatışmayı engellemek için elinden gelen herşeyi yapacaktır, ancak bunun başarısız olması ihtimaline karşı, sempati ve desteğinin halkın yanında olduğunu önceden ilân eder.” Üç gün sonra Çarın bildirgesi imzalandı. Devrimci partiler sonunda gizlilik belâsından kurtulmuşlardı ve, alınlarındaki kanı ve teri silmeye vakit bulamadan, kitlelere seslenerek ve kitleleri mücadele için birleştirerek, halk kitleleri arasına balıklama daldılar. Halkın yüreğinin devrim çekiciyle yeniden dövüldüğü büyük bir andı bu.
Kadetler, bu fraklı politikacılar, taşra meclislerinin bu temsilcileri, böyle bir durumda ne yapabilirdi ki? Pasif bir şekilde anayasal suların akmaya başlamasını beklediler. Bir bildirge vardı, fakat parlamento yoktu. Ve onun ne zaman ve nasıl geleceğini ya da gelip gelmeyeceğini bilmiyorlardı. Gizli hayalleri devrimi bizzat kendisinden korumaktı, ancak bunu gerçekleştirmenin hiçbir yolunu göremiyorlardı. Halk mitinglerinde tehlikeye atılmaya cesaret edemiyorlardı. Basınları, yumuşaklıklarını ve ödlekliklerini açığa vuruyordu. Yaygın bir şekilde okunmuyorlardı. Böylece Rus devriminin bu en sınayıcı döneminde, Kadetler kendilerini aktif politik yaşamın dışında buldular. Bir yıl sonra bunu tümüyle kabul eden Milyukov kendi partisini haklı çıkarmaya çalıştı; ağırlığını devrimden yana koymadığı için değil, fakat devrimi durdurmaya kalkışmadığı için. “Anayasal-Demokratik Parti gibi bir parti tarafından düzenleniyor olsa dahi herhangi bir protesto” diye yazıyordu ikinci Duma seçimleri döneminde, “1905’in son aylarında tümüyle imkânsızdı. Partiyi, zamanında Troçkizmin devrimci hayallerine, mitingler düzenleyerek karşı çıkmayı başaramamakla kınayanlar … halk mitinglerine katılan demokrat izleyicilerin ruh halini anlamıyorlar ya da unuttular.” “Halkın” partisinin savunması işte bu: çirkin suratıyla halkı tiksindireceğinden, onun karşısına çıkmaya cesaret edemedi.
Birlikler Konfederasyonu, bu dönemde daha az alçakça bir rol oynadı. Radikal entelijensiya Ekim grevininin genelleşmesine aktif biçimde yardımcı oldu. Grev komiteleri örgütleyerek ve kendi namına heyetler göndererek, işçilerin doğrudan etki alanı dışında kalan kurumların faaliyetlerini durdurdular. Kır ve şehir konseylerinde, bankalarda, bürolarda, mahkemelerde, okullarda ve hatta Senatoda bu yolla iş durduruldu. Entelijensiyanın sol kanadı tarafından İşçi Temsilcileri Sovyetine sunulan maddi yardımın rolü hiç de önemsiz olmadı. Buna rağmen, Birlikler Konfederasyonu’nun muazzam rol oynadığı yolunda, Rusya’da ve Batıda burjuva basın tarafından yaratılan tablo, halk içindeki faaliyetlerine bakacak olursak saçma görünür. Birlikler Konfederasyonu devrimin lojistiğiyle meşgul oldu ve en iyi durumda bir yardımcı savaş birimi olarak hareket etti. Önder bir konum iddiası hiç olmadı.
Peki gerçekte bunu yapabilir miydi? Birliğin tipik üyesi, kanatları tarih tarafından kırpılmış eski usul tahsilli bir dar kafalıydı ve aynen de öyle kaldı. Devrim onu ayağa kaldırdı ve kendisinden daha yukarılara çıkardı. Onu günlük gazetesinden mahrum etti, elektrik ışığını söndürdü ve kararmış duvara ateşten harflerle, muğlak olmasına rağmen, yeni ve büyük ideallerin adlarını yazdı. İnançlı olmak istiyordu, ancak cesaret edemiyordu. Ona radikal bir kararı kaleme alırken değil de, kendi çay masasında otururken bakarsak, belki ruhunun dramı hakkında daha iyi bir fikir edinebiliriz.
Grev sona erdikten bir gün sonra, alt orta sınıf radikalizminin normal kentli atmosferinde yaşayan, tanıdığım bir aileyi görmeye gittim. Büyük boy gazete sayfalarına henüz basılmış olan parti programımız yemek odasının duvarına asılıydı: grevden sonra yayınlanan sosyal demokrat gazetenin ilk nüshasına ilâve gibi duruyordu. Tüm aile heyecan içindeydi.
“İyi, iyi … hiç fena değil!”
“Nedir fena olmayan?”
“Bunu nasıl sorabilirsin? Bu sizin kendi programınız! Okusana şurada yazanı.”
“Onu okumak için pek çok kereler fırsatım olmuştu.”
“Beni dinle o zaman. Harfi harfine şöyle diyor: «Parti, Çar otokrasisini yıkmayı acil politik hedefi olarak koyar» … beni duyuyor musun, yıkmayı! … «ve onun yerine demokratik bir cumhuriyet koymayı» … bir cumhuriyet! Bunun ne anlama geldiğini anlıyor musun?”
“Anladığımı sanıyorum.”
“Fakat bu yasal olarak basıldı, polisin gözleri önünde açıktan satılıyor, Kışlık Saray’ın önünde bunu beş kopeğe alabilirsin! Çar otokrasisinin yıkılması, satış fiyatı beş kopek! Hadi dene de kendin gör!”
“Peki hoşuna gitti mi?”
“Benim hoşuma gidip gitmemesi ne fark eder, benden bahsetmiyoruz ki. Onunla yüzleşmek zorunda olanlar onlar, Peterhoftakiler. Ben sana sorayım: onların hoşuna gider mi?”
“Şüpheliyim.”
Hepsinin içinde en heyecanlı olan aile reisi idi. Daha iki üç hafta önce, çok genç yaşlardan itibaren popülist önyargıların içine işlediği küçük burjuvazinin kör nefretiyle sosyal demokrasiden nefret etmişti; bugün ona karşı, saygıyla korku arasında, tümüyle farklı duygular besliyordu.
“Bu sabah bu programı İmparatorluk Halk Kütüphanesinin bürosunda okuyorduk. Biliyorsun, gazetenin aynı baskısı oraya da verildi. O beyleri bir görecektin! Müdür iki muavinini ve beni odasına çağırdı, kapıyı kilitledi ve programı bize yüksek sesle A’dan Z’ye okudu. Şerefim üzerine yemin ederim ki hepimizin nefesi kesildi. Müdür bana «buna ne diyorsun?»” dedi.
“«Siz buna ne diyorsunuz efendim?» diye yanıt verdim.”
“«Biliyorsunuz» dedi «dilim tutuldu. Kısa bir süre önce bir polisi gazetede eleştirmek suçtu. Bugün majeste İmparatora açıkça defol diyorlar. Bu insanlar etik değerlere falan aldırmıyorlar, hayır kesinlikle aldırmıyorlar. Ne düşünüyorlarsa söylüyorlar.» Sonra muavinlerden biri «yazı biraz ağır olmuş, öyle değil mi, daha hafif bir tarz gerekli.» Müdür ona gözlüklerinin üzerinden baktı ve şöyle dedi, «bu pazar magazini değil, sevgili beyim, bu bir parti programı.» Ve Halk Kütüphanesi’ndeki bu beylerin son söyledikleri neydi biliyor musun? Birbirlerine şunu sordular: Sosyal demokrat partiye nasıl katılınır? Buna ne dersin?”
“Hoşuma gitti.”
“Şey … sahi nasıl katılınır?” diye sordu ev sahibim ufak bir tereddütle.
“Bundan daha kolay bir şey olamaz. Temel şart programı destekliyor olmandır. Sonra yerel örgütüne girersin ve düzenli aidatlarını ödersin. Programı beğendin, değil mi?”
“Lanet olsun, hiç de fena değil, bunu kimse inkâr edemez. Fakat ya mevcut durum hakkında ne düşünüyorsun? Sosyal demokrat bir gazetenin yazarı olarak konuşma, yalnızca kendin olarak, dobra dobra yanıt ver. Elbette demokratik bir cumhuriyete giden yol uzun, ancak anayasanınki şuracıkta, öyle değil mi?”
“Hayır, bana göre cumhuriyet daha yakın, anayasa da sana göründüğünden çok daha uzak.”
“Fakat, lanet olsun şimdi bir anayasamız yok mu? Bu bir anayasa değil mi?”
“Hayır, bu sadece sıkıyönetime bir geçiş.”
“Ne? Saçma. Bu sizin gazeteci jargonunuz. Söylediğin şeye inanıyor olamazsın. Bu çılgınca bir laf.”
“Hayır, bu su katılmadık gerçeklik. Devrimin gücü ve cüreti büyüyor. Fabrikalarda, sokaklarda olanlara bak. Duvarına iğnelediğin gazete sayfasına bak. On beş gün önce onu oraya koymazdın. Az önce bana sorduğun soruyu şimdi ben sana sorayım: onlar, Peterhof’takiler, tüm bunlar hakkında ne düşünüyorlar? Biliyorsun, hâlâ hayattalar ve hayatta kalmak istiyorlar. Ve ordu hâlâ ellerinde. Savaşmadan teslim olacaklarına dair ufak bir umudun var mı? Hayır, inan bana gitmeden önce ellerinden geleni yapacaklar, son süngülerine kadar.”
“Ya bildirge? Genel af? Bunlar gerçek, öyle değil mi?”
“Bildirge sadece geçici bir ateşkes ilânı, bir soluklanma molası. Ya Af? Pencereden Peter ve Paul Kalesi’nin siluetini görebilirsin, sapasağlam duruyor. Kresti Cezaevi de öyle. Ve Gizli Siyasi Polis Departmanı da. Benim samimiyetimden şüphe ediyorsun, peki ama sana şunu söyleyeyim: Kişisel olarak ben genel aftan tümüyle yararlanabilir durumdayım, fakat yasal statüye kavuşmak için hiçbir acelem yok. Tüm iş bitene kadar sahte pasaportumla yaşamayı sürdüreceğim. Bildirge benim yasal statümü de taktiklerimi de değiştirmedi.”
“Ama sen ve yoldaşların belki de bu durumda daha ihtiyatlı bir politika izlemelisiniz.”
“Ne gibi?”
“Otokrasinin yıkılmasından bahsetmekten sakınmak gibi.”
“Yani daha nazik bir dil kullanırsak, Peterhof’un cumhuriyeti ve toprakların müsaderesini onaylayacağını düşündüğünü mü söylüyorsun?”
“Hmm … Sanırım herşeye rağmen abartıyorsun.”
“Göreceğiz. Hoşça kal. Sovyet toplantısına gidiyorum. Ama partiye katılma meselesine ne diyorsun? Söylemen yeterli, seni hemen kaydederiz.”
“Sağol sağol … Vakit bol … Durum çok belirsiz … Sonra konuşuruz … Güle güle, umarım işler yolunda gider!”
link: Lev Troçki, Muhalefet ve Devrim, Ekim 1909, https://marksist.net/node/1431