İşçi sınıfına uluslararası boyutta önderlik edecek Bolşevik bir örgütlülüğün olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Böylesi dönemlerde sıklıkla karşılaşılan en önemli olgulardan biri, Marksizmin teorik ve ideolojik ilkelerine toplu saldırılardır. Fakat hiç unutulmasın ki, geçmişte işçi sınıfının tarihsel önderleri nasıl ki Marksizmi çarpıtma işine girişenlere gereken tutumu ve cevabı vermişlerse, bugün de bunlara hak ettikleri yanıt, Marksizmin ideolojik politik tutumunu ilkeli bir biçimde savunup mücadele eden komünistler tarafından verilmektedir.
Bu tür anti-Marksist tutumları uluslararası düzeyde olduğu gibi Türkiye’de de görmek mümkün. Bu topraklar üzerinde vakti zamanında sosyalist mücadelenin içinde yer almış olan, sonrasında da dünyada esmeye başlayan liberal fırtınalar içinde kendini kaybeden ve bu rüzgârın etkisiyle bir uçtan diğer uca savrulup başka kıyılarda duraklayan şahsiyetleri bolca görmek mümkün hale gelmiştir. Dünün sosyalisti bu liberaller, şimdi oturdukları rahat koltuklarından geçmişlerine hayıflanıp, ne kadar boş işlerle oyalandıklarını “keşfedip”, bugünün gençlerine “aman ha, siz bari bu işlere bulaşıp da gençliğinizi boş yere heba etmeyin” diyebilmekteler. İşte bu bağlamda liberalizmin savunuculuğunu üstlenmiş Halil Berktay’ın “yeni keşfettiği” fikirler gözden geçirilmeyi hak ediyor.
Burjuva liberalizminin yayın organlarından biri olan Taraf gazetesinin “güzide” köşe yazarlarından profesör Halil Berktay’ın yazılarında odaklandığı konulardan biri, Marksizmin ve sosyalist mücadelenin eleştirisidir. Halil Berktay, Türkiye’de Marksizmle cilalanmış sol Kemalizmin eleştirisi bağlamında doğru birtakım fikirler ortaya koymakla beraber, buradan hareketle eleştirilerini Marksizme ve ayrı bir kategori olarak değerlendirdiği Leninizme yönelttiğinde baltayı taşa vurmaktadır. Örneğin “Teori mi, Hayat mı” başlıklı yazısında “Sosyalizm tarihinde, Marksizmin ana mecrası veya gövdesinden türeyen akımlar arasında, demokrasinin kıymetini ve gerçekten siyaset yapmasını öğrenenler yok mu?” diye soruyor. Bu soruyu “var tabii” diyerek yanıtlıyor ve “ama” diyerek ekliyor: “Bu cevap kendilerini Leninist ve devrimci (ihtilal-sever) sayanların pek hoşuna gitmez.” Ona göre demokrasinin ve siyaset yapma kültürünün gelişip güçlenmesinin kıymetini anlayan, kendi deyimiyle “günahları ne olursa olsun” İkinci-Üçüncü Enternasyonal kutuplaşmasında sağda kalan sosyal demokrasi ve Batı Marksizmidir: “Tersten söyleyecek olursak Leninizm ve türevlerine teorik olarak bağlılık sürdükçe böyle bir demokratik siyaset kültürü ve alışkanlığı hayat bulamıyor.” Berktay gibiler, Stalinizme özgü anti-demokratik tutum ve siyasal pratikleri Lenin’e ve Marksizme mal etmekte, ikisi arasındaki ayrımı bilinçli olarak göz ardı etmektedirler. Böylelikle devrimci mücadeleden kaçışlarını kendilerince meşrulaştırarak vicdanlarını rahatlatmaktadırlar.
Marx demokrasi konusuna hiç eğilmemiş ve bu meseleyi anlamamıştır diyor Berktay. Peki gerçekten de öyle mi? Marx’ın yapıtlarına baktığımızda demokrasi sorununun gerçek sınıfsal temellerine oturtulduğunu ve burjuva demokrasisinin tarihsel sınırlarının gayet net bir şekilde ortaya konduğunu görürüz. Fakat Marx burjuva demokrasisinin sınırlarına işaret ederken bunu demokrasiyi küçümseme perspektifiyle yapmaz. Aksine demokrasi ve özgürlüğün daha da genişletilmesi perspektifinden hareket eder. Tam da bunun olabilmesi için burjuva demokrasisinin aşılması ve ondan çok daha geniş işçi demokrasisinin gelmesi gerektiğini ortaya koyar. Lenin de, “demokrasi mücadelesi vermeyen işçi sınıfı, sosyalizm için de mücadele vermeyecektir” diyerek demokrasi mücadelesinin önemini vurgular.
İşçi sınıfının önderleri demokrasinin her seferinde açıkça bir devlet biçimi olduğunu söylemişlerdir. Kapitalizmde demokrasi de açıkça bir burjuva demokrasisidir ve bunun sınırlarını da aşamaz. İşçi sınıfını sömürme ve baskı altında tutma aracı olan devlet, olağan dönemlerde üzerine “demokrasi” şalı giyerken, sistemin tehlikeye girdiği dönemlerde bu şalı atıp, açık baskıcı bir rejime geçer. Almanya, İtalya, İspanya, Şili, Türkiye vb. bunun örnekleriyle doludur. Ama ister olağan ister olağanüstü rejim söz konusu olsun, burjuva devletin özü her zaman burjuva diktatörlüğüdür. Fakat burjuva ideologları, ki Berktay da buna dahildir, işçi sınıfının bilincini bulandırmak için, burjuva diktatörlüğü kavramının yerine demokrasi kavramını kullanırlar.
Marksizm, Berktay’ın söylediklerinin aksine, burjuvazinin egemenliğini gizlemeye yarayan burjuva demokrasisinin karşısına işçi demokrasisini koymuştur. İşçi demokrasisi, burjuva demokrasisinden bin kat daha geniş ve ileridir. Burjuva devlet yukardan aşağıya bürokratik bir tarzda örgütlenen ve toplumun üzerinde yükselen bir aygıtken, işçi devleti doğrudan demokrasi ilkesine dayanan bir yarı-devlettir.
Berktay, yıllardır burjuva ideolojisinin yapmaya çalıştığı ve halen de yapmakta olduğu yoldan ilerleyerek, Marksizmin çarpıtılması işiyle uğraşmaktadır. Berktay’a göre, proletarya diktatörlüğü ile burjuva diktatörlüğü birbirinin zıttı değil, aralarında düşmanlık olsa da ikiz kardeşidir, o nedenle ikisi de kötüdür. Ve Berktay, proletarya diktatörlüğünde demokrasinin yaşama durumunun olamayacağını iddia edip kendine kızarak, “nasıl olur da ben bunu daha önce fark edememişim” diyerek günah çıkarmaktadır. Oysa demokrasi ile diktatörlük arasındaki diyalektik ilişkiyi anlayabilmek için yapılması gereken şey, öncelikle burjuva gözbağlarından kurtulmaktır. Marksizmdeki proletaryanın devrimci diktatörlüğü kavramını sözcüğün dar anlamında düşünmek bir yöntem hatasıdır. Berktay’ın hasıraltı ettiği şey, burjuva demokrasisi ile proletarya demokrasisi, burjuva diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğü dönemlerinin bilimsel tahlilidir. Bu konuyu burada açmaya gerek yok. Marksizmin bu meseledeki tahlilleri olduğu gibi duruyor.
“Günahları ne olursa olsun” gibi kaçamak bir söz ederek, militan Marksizm yerine, kapitalist sistemin temellerine dokunmayan, sistemle barışık sosyal demokrasiyi göklere çıkaran Berktay, Marx’ı anlamak ve kavramak gibi bir derdinin olmadığını su götürmez bir biçimde kanıtlıyor. Berktay’ın yapmakta olduğu “derinlikli araştırma”nın asıl kaygısı, geçmişte içinde bulunduğu sosyalist mücadeleden kopuşunu haklı çıkarmak ve ruhunu kurtarmaktır.
Sınıf mücadelesinin ilkeli Bolşevik tutumuna bağlı kalmanın demokrasi mücadelesine sırt çevirmek anlamına geldiğini söyleyen Berktay, bu tutumu sürdürenlere de “çoluk çocuk” diyecek kadar ileri giderek şu soruyu soruyor: “19.-20. yüzyılların sanayi modernitesiyle birlikte, bir vakitler çok sözü edilen proleter devrimler çağının da ister gerçekliği, ister hayaliyle kapandığı şu gün, eski Marksist solu neler bekliyor?” Bu sözlerin kaynağını oluşturan şey burjuvazinin yıllardan beridir yürüttüğü anti-komünist sınıf tutumundan başka bir şey değildir. Günler ilerledikçe çürüyerek yol alan kapitalist düzenin, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişkiyi netleştirdiği, işsizliği, yoksulluğu her geçen gün arttırdığı, savaşların, bölgesel çatışmaların arttığı bir dönemde, işçi sınıfının tek alternatifinin bu köhnemiş düzene karşı yürüteceği mücadele olduğunu görmezden gelmek ve bu pisliklerin içinde yaşamayı işçi sınıfına kurtuluşmuş gibi göstermek ancak ruhunu kapitalist düzene teslim etmiş olanların işidir.
Berktay’ın göklere çıkartmış olduğu “Batı Marksizmi”nin temsilcileri, işçi sınıfının mücadelesinin Avrupa’da geri çekildiği ve devrimci Marksizmin izole edildiği koşullarda, Avrupa’nın o “güzide” üniversite kürsülerinden yükselen akademik proflar olmuştur. Bunların yaptığı, kendilerine Marksist etiketi yapıştırıp ve işçi sınıfının devrimci eylemine sırtını dönüp, kapitalizmin pislikleri içinde yaşanılabileceğini süslü cümlelerle ifade etmek oldu hep.
Kendisi de bir sol liberal olan Berktay ve onun gibileri ne ilktir ne de son olacak. Tarihe baktığımızda Berktay’ın takip ettiği şahsiyetin kim olduğunu rahatlıkla görürüz: Liberal sosyalizmin kurucusu ve fikir babası Bernstein. Türkiye’de mayasını revizyonizmden alan nice Berktaylar vardır. Bu durumu Çağlı çok yerinde açıklıyor “Bernstein ve benzeri revizyonistlerin izini süren ‘Marksistler’, özellikle 80’li yılların sonlarından itibaren seslerini yükseltmeye başlayarak, kapitalizmin artık istikrarlı bir şekilde büyüdüğünü, burjuva devletin demokratik baskılara daha duyarlı hale geldiğini, işçi sınıfının yaşam standartlarının yükseldiğini ve böylece yeni bir orta sınıfın oluştuğunu iddia ettiler. Bu türden ‘Marksistlerin’ asıl derdi, Marx’ın şu ya da bu konuda yanıldığı doğrultusunda geviş getirerek, artık Marksizmin devrimci fikirlerinin geçerli olamayacağını genç kuşakların beynine kazımaktı.” (Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Y.)
Şöyle diyor Berktay: “Peki, ya teori o kadar doğru ve inandırıcı değilse? Ya kapitalizm her şeye rağmen göreli bir refah yaygınlaşması yaratmışsa? Ya halk küçümsediğimiz demokrasiye sandığımızdan daha fazla değer veriyorsa? Kendi çıkarlarının temsili açısından, demokrasinin azını bile hiç olmamasına tercih ediyorsa? Mevcut düzenin korunmasında, sadece hâkim sınıfların değil, kitlelerin de popüler çıkarları varsa? Veya işçi sınıfı o kadar güçlü ve toptan radikal değilse?”
Yoksulluk çeken, açlık içinde yaşayan, fabrikalarda üç kuruşa yaşamlarını tüketen, patronlar sınıfından her gün tokat yiyen milyarlarca işçinin yaşadığı gerçekleri görmek istemeyen bilinçli bir körlük! Bu düşüncelerin, villalarda sefa sürüp, kapitalizmin korunmasından sadece egemen sınıfların değil işçi sınıfının da çıkarı olduğunu, işçi sınıfının o kadar güçlü ve radikal olmadığını iddia eden burjuvaların sayıklamalarından zerrece farkı yoktur.
Kim ne derse desin kapitalist düzen çürüdükçe işçi sınıfının sosyalizme olan ihtiyacı her geçen gün daha fazla artıyor. Boşuna Marksizme saldırılmıyor. Marksizm devrimcidir, bu mayayı değiştirmeye kimsenin kudreti yetmez. Marksizm insanlığı özgürlüğe ulaştıracak kapının tek anahtarıdır. Bizlere düşen görev ise, bu bayrağı yerkürenin bütününe taşımak ve işçi sınıfının içinde kök salmaktır.
link: Mikail Azad, Bir Burjuva Liberalinden Marksizm “Eleştirisi”, 10 Aralık 2010, https://marksist.net/node/2535
“Ölümsüzlük Uykusu”
O Mahur Beste Çalar!