Yolculuğumuzun atlı kızaklar içindeki ilk kısmında, her molada sıkıntı içinde geri bakıyor ve bizi tren yolundan ayıran mesafenin giderek daha da büyüdüğünü görüyordum. Obdorsk hiçbirimiz için nihai hedef olmayacaktı, elbette benim için de. Kaçış fikri bizi bir an olsun terk etmedi. Botlarımın tabanına ustaca gizlenmiş bir pasaportum ve dönüş yolculuğu için param vardı. Ama eskortun büyüklüğü ve sürekli yakın gözetim, yolda kaçmayı son derece zor kılıyordu. Bununla birlikte söylemeliyim ki, hep beraber olmasa da tek tek kaçış olanağı vardı. Uygulanması pekala mümkün birkaç plan yapıldı ama kaçışın geride kalanlar üzerindeki sonuçlarını düşünerek erteledik. Eskortun askerleri, ve özellikle de çavuş, bizi sürgün yerimize sağ salim teslim etmekle sorumluydular. Evvelsi yıl Tobolsklu bir çavuş, bir öğrenci mahkûmun kaçışına izin verdiği için ceza taburuna sürüldü. Bunun ardından Tobolsk birliklerinin gözü açılmış ve yolda sürgünlere karşı davranışları çok daha az dostça olmuştu. Bu sanki onlarla mahkûmlar arsında varılan bir taktik anlaşma gibiydi: yolda hiç kaçış olmazdı. Hiçbirimiz bu anlaşmaya mutlak olarak bağlı kalmayı düşünmedik. Ama yine de bu azmimizi kırdı ve hiçbir şey olmaksızın molalar birer birer geçti. Sona doğru, birkaç yüz verst yolculuğun ardından belli bir atalet oluştu ve ben artık geri değil ileri bakmaya başladım; “oraya varmak” için sabırsızlanıyordum, kitaplara ve gazetelere ulaşma kaygısına düştüm. Kısacası uzun bir kalışa hazırdım. Berezov’da bu ruh hali derhal dağıldı.
“Buradan kurtulma şansı var mı?”
“Baharda kolay.”
“Ya şimdi?”
“O kadar kolay değil, ama olabilir. Dikkat et, şimdiye kadar bunu deneyen olmadı.”
Herkes, istisnasız herkes bize, çok fazla sayıda sürgünü kontrol etmenin az sayıda polis için fiziksel olarak olanaksız olması nedeniyle, baharda kaçmanın basit ve kolay olduğunu söylüyordu. Bununla birlikte, bir yere yerleştirilmiş on beş sürgünün kontrol edilmesi ve özel bir dikkat gösterilmesi olanaksız değildir. Hemen kaçmam çok daha iyi olurdu.
İlk şart Berezov’da geride kalmaktı. Obdorsk’a devam etmek, geri dönüş yolculuğuna 480 verst daha eklemek demekti. Yorgun ve hasta olduğumu ve beni hemen yolculuğa devam etmeye zorlama girişimlerine karşı koyacağımı bildirdim. Polis şefi yerel doktora danıştı ve birkaç gün Berezov’da kalmama izin vermeye karar verdi. Hastaneye kaldırıldım. O sırada belli hiçbir planım yoktu.
Hastanede görece özgürdüm. Doktor olabildiğince çok yürümemi tavsiye etti ve ben de bundan durumu tartmak için yararlandım.
Görünüşe göre en kolay yol geldiğimiz yoldan, yani “büyük Tobolsk anayolu”ndan dönmekti. Ama bunun çok tehlikeli olduğuna karar verdim. Doğru, yol boyunca beni köyden köye nakledecek birçok güvenilir köylü vardı. Ancak yine de bir talihsizlik olma olasılığı çok büyüktü. Tüm yöneticiler ya anayolda yaşıyor ya da orada yolculuk yapıyordu. İki gün içinde, ya da daha erken, birisi Berezov’dan en yakın telgraf bürosuna ulaşabilir ve Tobolsk’a kadar tüm polis görevlilerini uyarabilirdi. Bu çözümü elemeye karar verdim.
Diğer yol Urallar üzerinden ren geyiğiyle seyahat etmek ve sonra Arçangel yolundan İzma’ya ulaşmak ve baharda deniz seferinin başlamasını bekleyip, yurtdışına giden bir gemiye binmekti. Ücra yerlerden geçen Arçangel yolu güvenliydi. Ama Arçangel’de kalmak ne kadar güvenli olurdu? Oradaki şartları hiç bilmiyordum ve hiçbir bilgi edinememiştim.
Üçüncü plan en cazip gibi görüneniydi. Ren geyiğiyle Ural maden ocaklarına gitmek, Bogoslovsk madenindeki dekovili[1] kullanmak ve orada Perm hattına geçmek. Ardından Perm, Vyatka, Volodga, Petersburg, Helsingfors …
Brezov’dan, Sosva ya da Vogulka nehirleri boyunca ren geyiğiyle dosdoğru maden ocaklarına gitmek olanaklı. Berezov’dan ötesi tamamen vahşi yerler. Bin verst boyunca ne polis, ne de bir tek Rus köyü, sadece orada burada seyrek Ostyak yurtları, doğal olarak ne telgraf sorunu, ne de herhangi bir yerde bir at; yol yalnızca ren geyiğine elverişli. İhtiyaç duyduğum tek şey biraz ilerlemekti ve doğru yönde yola çıkacaklarını varsaysak bile Berezov polisi beni asla yakalayamazdı.
Yolculuğun zorluklarla ve fiziksel tehlikelerle dolu olacağı konusunda uyarılmıştım. Bazı yerlerde yüz verst boyunca hiç insan yerleşimi yoktu. Bölgenin tek sakinleri olan Ostyaklar çeşitli bölgesel hastalıklardan mustariptiler; frengi yaygındı, tifüse çok sık rastlanıyordu. Hiç kimseden herhangi bir yardım bekleyemezdim. Dobrovolski adında Berezovlu genç bir tüccar, bu kış Sosva Nehri boyunca uzanan Ourvi yurtlarında şiddetli ateşten iki hafta içinde ölmüştü.… Peki ya ren geyiği ölürse ve yerine yenisi bulunamazsa? Ya kar fırtınası olursa? Fırtına birkaç gün sürebilir ve ona yolda yakalanan herkes ölmeye mahkûmdur. Ve Şubat, kar fırtınası ayıdır. Ayrıca yol şu anda gerçekten açık mıydı? Çok az insan bu yolu kullanıyordu ve eğer buradan birkaç gün geçilmezse kar yığılırdı ve birinin yolunu kaybetmesi kolaydı. Aldığım uyarılar bunlardı.
Tehlike yadsınamazdı. Kuşkusuz Tobolsk anayolu fiziksel güvenlik ve “rahatlık” açısından büyük avantajlar sunuyordu. Fakat yakalanma açısından sonsuz kez daha az güvenli olmasının nedeni de tam da buydu. Sosra nehri boyunca yolculuk yapmaya karar verdim; ve seçimimden pişman olmak için hiçbir neden yok.
* * *
Geriye beni Ural maden ocaklarına götürmeye razı olacak birini bulmak kaldı ve işin en riskli kısmı bu.[2]
Kendisiyle sorunumu tartıştığım genç bir “serbest” tüccar olan Nikita Serapioniç, uzun süre düşündükten sonra, “bekle biraz, sanırım sana yardım edebilirim” dedi. “Buradan yaklaşık kırk verst ötede yaşayan Nikifor adında Ziryan[3] bir arkadaş var … gerçek bir yaşlı tilkidir … bir yerine iki aklı var, bu işi yapsa yapsa o yapabilir.”
“İçmez değil mi?” diye sordum ihtiyatlı bir şekilde.
“İçmez demekle ne kastediyorsun? Elbette içer, burada kim içmez ki? Üstelik içki onu perişan etti; pek çok samur öldürüp çok para kazanan iyi bir avcıydı. Ama boşver. Bunu yapmaya razı olursa, belki maddeden de uzak durur. Gidip onu senin için göreyim. O gerçek bir yaşlı tilkidir… bunu o yapamazsa kimse yapamaz.”
Nikita Serapioniç’le birlikte Nikifor’a teklif edeceğim sözleşmenin tüm ayrıntılarını hallettik. Üç ren geyiği için ödeme yapacaktım, o da mevcutların en iyilerini seçecekti. Kızak da bana ait olacaktı. Eğer Nikifor beni gideceğim yere sağ salim götürürse, ren geyikleri ve kızak onun olacaktı; ve ayrıca ona nakit olarak elli ruble ödeyecektim.
O akşam yanıt almıştım. Nikifor teklifi kabul etmişti. Evinden yaklaşık elli verst uzaktaki bir çadır köyüne doğru çoktan yola çıkmıştı ve ertesi gün öğlene doğru birinci sınıf üç ren geyiğiyle birlikte geri dönecekti. Ertesi gece buradan ayrılabilecektik. O zamana kadar iyi bir çift kisi ve çiji[4] ile, bir malitsa ya da bir gus[5] ve on günlük erzakla donatılmış olacaktım. Nikita Serapioniç tüm bunları bulmayı vadetmişti.
“Sana söylüyorum” diyordu habire beni temin ederek, “Nikifor seni oraya kesinlikle götürecek. Bunu yapsa yapsa o yapabilir.”
“Evet, içmeye başlamazsa” diye ekliyordum tereddütlü bir şekilde.
“Dert etme, Tanrı büyüktür, başlamaz. Korktuğu tek şey, dağ yolunu seçersen, yolu kaybedebileceği, çünkü sekiz yıldır bu yoldan gitmiyor. Şominsk Yurts’a kadar nehri takip etmek zorunda olacaksınız ve bu çok daha uzun bir yol.”
Berezov’dan Şominsk Yurts’a iki yol var. İlki, yani “dağ yolu” çeşitli yerlerde Volga Nehrini ve Vijnepurtim Yurts’u geçen direkt yol. İkinci yolsa Soska Nehrini izliyor ve güzergâhı üzerinde Şaytansk ve Maleyevsk Yurts ve diğer köyler bulunuyor. Dağ yolu yarı mesafede, ama sık kullanılmıyor ve tümüyle karlı olması çok muhtemel.
Yazık ki, ertesi gece ayrılamadık; Nikifor ren geyikleriyle gelmeyi başaramamıştı, ve kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Nikita Serapioniç çok üzgündü.
“Ona ren geyiği alması için hiç para vermedin mi kazara?” diye sordum.
“Sen beni ne sandın, çocuk mu? Onu topu topu beş ruble verdim ve bunu yaparken karısının gördüğünden de emin oldum. Bekle, bugün tekrar gidip Nikifor’u göreceğim.”
Hareket saatim en az yirmi dört saat ertelendi. Polis şefi beni Obdorsk’a göndermek için ısrar edebilirdi. Kötü bir başlangıç!
Üçüncü günü geride bıraktım, 18 Şubat.
Bu sabah Nikita Serapioniç hastanede beni görmeye geldi ve odada hiç kimsenin bulunmadığı uygun anı bekleyerek, kararlı bir şekilde şunu bildirdi:
“Bu gece 11:00’da fark edilmeden sıvışmalı ve evime gelmelisin. Gece yarısı gidiyorsunuz. Tüm ailem bu gece temsile gidecek, evde yalnız olacağım. Üzerini evde değiştirirsin ve yemek yersin, sonra seni Nikifor’un bekleyeceği ormana götüreceğim. Herşeye rağmen sonunda dağ yolundan gitmeye karar verdi; dün bu yoldan iki Ostyak kızağının geçtiğini duymuş.
“Bu kesin mi?” diye sordum şüpheyle.
“Evet kesin.”
Akşama kadar odamda bir aşağı bir yukarı dolandım durdum. Saat 8:00’da “temsil”in verildiği ordu kışlasına gittim; en iyi yolun bu olacağını düşünüyordum. Kışlanın toplantı salonu tıklım tıklım doluydu. Tavandan üç büyük lamba sarkıyordu, takılan mumlar duvarları aydınlatıyordu. Üç müzisyen sahnenin önünde oturuyordu. Ön sıra yöneticilerce işgal edilmişti, bunların arkasında tüccarlar ve “siyasiler” oturuyordu ve daha sıradan aileler arka sıralarda bulunuyorlardı; tezgâhtarlar, küçük tüccarlar ve gençler. Askerler duvar diplerinde oturuyorlardı. Çehov’un Ayı adlı bir oyunu oynanmaktaydı halihazırda. Uzun, şişman, iyi tabiatlı bir adam olan doktor yardımcısı Anton İvanoviç, “ayı”yı oynuyordu. Doktorun karısı, alımlı komşuydu. Doktorsa suflördü ve sahnenin ortasındaki küçük kutusunda bir kaz gibi tıslıyordu. Daha sonra tuhaf bir şekilde boyanmış perde indi ve herkes alkışladı.
Ara verildiğinde, siyasiler bir grup halinde toplandılar ve en yeni haberlerden söz ettiler. “Polis şefinin iki ailenin Berezov’da kalmasına izin verilmesine çok üzüldüğünü söylüyorlar.” “Aklımdayken, polis şefi buradan hiç kimsenin kaçamayacağını söyledi.” “Güzel de, tümüyle haklı olamaz” diye itiraz etti biri, “eğer insanlar geliyorlarsa bu onların gidebilecekleri anlamına da gelir.”
Üç müzisyen oturdu ve perde kalktı. Sonraki oyun, tatildeki bir kocayı anlatan bir drama olan Kendine Rağmen Trajedi idi. Eski bir ordu doktor yardımcısı olan hastane müfettişi, ipek ceket ve hasır şapka giymiş koca rolünü oynuyordu; Şubatta Kuzey Kutup dairesinde! Perde bir kez daha indiğinde, sinirsel ağrılardan yakındım ve oradan ayrıldım.
Nikita Serapioniç bekliyordu.
“Yemek yemek ve üzerini değiştirecek kadar zamanın var. Nikifor’a şehir saati gece yarısını vurduğunda randevu için yola çıkmasını söyledim.”
* * *
Gece yarısından hemen önce dışarıya çıktık. Parlak bir şekilde aydınlanmış odanın ardından, karanlık zifiri geliyordu, ama çok geçmeden tek atlı bir kızağın siluetini seçebildim. Gusımı aceleyle altıma serip, kızağın zeminine yattım. Nikita Serapioniç büyük bir saman balyasıyla beni örttü ve tüm balyayı iple bağladı, sanki teslim edilecek mallar taşıyorduk. Saman donmuştu ve karlıydı. Nefesim karı eritiyor ve ıslak kar tanecikleri yüzümü kaplıyordu. Ellerim de samanın içinde buz kesmişti; eldivenlerimi giymeyi unutmuştum ve şimdi hareket etmek zor geliyordu. Şehir saati on ikiyi vurdu. Kızak yola çıktı, tüccarın evinin kapısından geçtik ve at sokak boyunca hızla ilerledi.
“Hele şükür!” dedim. “Çıktık!” Soğuk ellerim ve yüzüm bile bana mutluluk veriyordu, çünkü olayın gerçekliğini teyit ediyorlardı. Yirmi dakika kadar hızlı yol gittik ve sonra durduk. Bir ıslık sesi duydum, Nikita’nın sinyali. Kısa bir aradan sonra, alçak bir sesi tekiben bir başka bir ıslık geldi. “Konuşan kim?” Tetikte bekliyordum. Nikita açıkça kaygımı paylaşıyordu, çünkü beni çözmedi, yalnızca alçak sesle bir şeyler mırıldandı.
“Kim bu?” diye sordum samanın içinden sessizce.
“Burada ne aradığını şeytan bilir” diye yanıtladı Nikita.
“Sarhoş mu?”
“Şey, ayık değil.”
Derken içinde birkaç adamın bulunduğu bir kızak göründü yolda.
“Dert etme, endişelenme Nikita Serapioniç, ve tipe söyle o da endişelenmesin,” dediğini duydum birinin. “Bu benim arkadaşım … ve bu da yaşlı babam…Asla açık vermezler...”
Nikita söylenerek beni çözdü. Malitsa giymiş ama şapkasız uzun bir mujik önümde durdu. Parlak kızıl saçları vardı ve sarhoştu, ama yine de kurnaz yüzlüydü ve daha çok bir Ukraynalı gibi bakıyordu. Birkaç metre ötede genç bir çocuk sessizce oturuyordu ve yaşlı bir adam kızağa tutunmuş iki yana sallanıyordu, belli ki çok içmişti.
“Dert etme, bayım, dert etme” dedi Nikifor olduğunu tahmin ettiğim kızıl saçlı adam, “bunlar benim adamlarım, onlardan sorumluyum. Nikifor içer, ama tetiktedir.… sen endişelenme. Şu hayvanlara bak (ren geyiklerini işaret ediyordu), yaa, seni bunlarla her yere götürebilirim.… Amcam Mihail Yegoriç, bana, git ve dağ yolunu izle … daha dün iki Ostyak kızağı bu yolu geçti diyor … Dağ yolundan gitmeyi tercih ederim … nehir boyunca herkes beni tanır.… Bu yüzden benimle biraz pelmeni yapması için Mihail Yegoriç’i çağırdım … o iyi bir mujiktir, o …”
“Biraz bekle Nikifor İvanoviç, bagajı hazırlamayacak mısın?”diye sesini yükseltti Nikita Serapioniç.
Nikifor işe koyuldu. Beş dakika sonra yeni kızak hazırdı ve ben de onun içinde oturuyordum.
“Bu çok kötü Nikifor İvanoviç” dedi Nikita sitem edercesine, “bu adamları yanında getirmemen gerekirdi, sana söylememiş miydim? Beni dinleyin” diye diğer ikisine hitap ediyordu “sizden tek bir kelime çıkmayacak, tamam mı?”
“Hiçbir kelime” dedi genç mujik.
Yaşlı adam belli belirsiz parmağını kıpırdattı havada. Nikita Serapioniç’le vedalaştım.
“Yolunuz açık olsun!”
Nikifor sert bir şekilde geyiklere bağırdı ve yola çıktık.
Geyikler iyi koşuyorlardı, dilleri dışarı çıkmıştı ve hızla soluyorlardı, çu-çu-çu-çu. Yol dardı, hayvanlar sıkış sıkıştılar ve birbirlerinin yoluna girmeksizin nasıl bu kadar hızlı koştuklarına şaşıyordum.
“Sana doğru söylüyorum” dedi Nikifor bana dönerek, “bunlardan daha iyi geyikler bulamazsın. Bunlar seçme hayvanlar, sürüde yedi yüz hayvan vardı ve bunlar en iyileri. Şu yaşlı adam, Mihey, bu hayvanları asla sana vermeyeceğim, dünyada olmaz dedi önce. Bir şişe açtıktan sonra, tamam al dedi. Ve onları alınca birden ağlamaya başladı. Buraya bak dedi, bu önder (Nikifor öndeki geyiği işaret ediyordu) çok değerlidir; eğer onu sağ salim geri getirirsen, aynı fiyattan geri alırım. Bunlar cins hayvanlardır. Onlara iyi para ödedim, ama buna değer, bu doğru. Sadece lider yirmi beş ruble eder. Tek mesele, amcam Mihail Osipoviç’in onları bize bedavaya ödünç verecek olmasıydı. Bana dosdoğru şöyle dedi: Nikifor sen bir aptalsın. Böyle dedi. Nikifor sen bir aptalsın, niçin bana bu tipi götürdüğünü söylemedin, ha?”
“Ne tipi?” diye sözünü kestim.
“Yahu, siz diyelim.”
Sonradan, tip sözcüğünün sürücümün kelime dağarcığının gözdesi olduğunu anladım.
Nikifor ansızın geyikleri mola vermek üzere durdurduğunda, olsa olsa on verst yol almıştık.
“Burada sapmamız gerekiyor, beş verst ya da daha fazla ötede.… Benim için gus sakladıkları bir çadır köyü var. Sadece bir malitsa ile nasıl seyahat edebilirim? Eminim soğuktan donup ölürüm. Nikita Serapioniç beni gus konusunda uyardı.”
Berezov’dan on verst uzaktaki bir çadır köyüne gitmek için yolumuzdan çıkma anlamsız düşüncesi şaşkına çevirdi beni. Nikifor’un kaçamaklı yanıtlarından, gusu evvelsi gün almaya gitmesi gerektiğini, ama son kırk sekiz saat içinde içmekten başka hiçbir şey yapmamış olduğunu anladım.
“İstediğini yapabilirsin” dedim, “ama ben seninle gus almaya gelmeyeceğim. Bunu daha önce düşünmeliydin. Eğer üşüyorsan, malitsanın üzerine benim paltomu giyebilirsin; ben onu yalnızca üzerine yatmak için kullanıyorum. Gideceğimiz yere geldiğimizde, giydiğim koyun pöstekisini sana veririm, gustan daha iyidir.
“İyi o halde” dedi Nikifor seve seve kabul ederek, “Niçin gus isteyelim? Soğuktan ölmeyeceğiz, hayır efendim. Ho ho!” geyiklere bağırıyordu. “Bu hayvanların dürtmeye ihtiyaçları yok, iyiler. Ho ho!”
Ama Nikifor’un neşeli hali uzun sürmedi. Tamamen içkinin etkisindeydi. Gevşemeye başlamıştı, dik duramıyordu ve giderek daha derin uykuya dalıyordu. Pek çok kez uyandırdım onu; silkeleniyor, uzun bir sopayla geyikleri dürtüyor ve mırıldanıyordu: “endişelenme, bu hayvanlar birinci sınıf …” ardından yine uykuya dalıyordu. Geyikler neredeyse yürür gibi yavaşlamışlardı ve sadece benim arasıra seslenmem onları bir süreliğine hızlandırıyordu. Böylece birkaç saat geçti. Sonra ben de daldım ve birkaç dakika sonra geyiklerin durduğunu fark ederek uyandım. Önce herşey bitti gibi geldi bana … “Nikifor!” Onu omuzlarından çekerek çılgınca bağırdım. Yanıt olarak yalnızca anlaşılmaz sözler mırıldandı: “Ne yapmamı istiyorsun? Hiçbir şey yapamam… uyumak istiyorum…”
Bu gerçekten üzücü bir durumdu. Berezov’dan taş çatlasa otuz-kırk verst uzaktaydık ve burada mola vermek planımda yoktu. Bunun şakaya gelir yanının olmadığını gördüm ve “önlemler almaya” karar verdim.
“Nikifor” diye bağırdım sarhoş kafasından başlığını çekerek ve onu dondurucu havada çıplak bırakarak, “eğer hemen kalkmazsan ve şu geyikleri sürmeye başlamazsan, seni kızaktan atıp tek başıma gideceğim” dedim.
Soğuktan mı, sözlerimin etkisiyle mi bilmiyorum ama Nikifor biraz doğruldu. Uyurken geyikleri dürtmek için kullandığı sopayı düşürmüştü; sendeleyerek ve kaşınarak, kızağın altında bir balta buldu, yol kenarındaki genç bir çam ağacını kesti ve dallarını budadı. Sopa hazırdı, bir kez daha yola koyulduk.
Nikifor’a sert davranmak gerektiğini anlıyordum.
“Ne yaptığının farkında mısın?” Olabildiğince sert bir şekilde sordum. “Bunu bir şaka mı sanıyorsun? Eğer bizi yakalarlarsa gülecek bir şeyin olmayacak.”
“Anlıyorum, efendim, merak etmeyin yapmam” diye yanıtladı Nikifor gittikçe ayılarak. “Bundan emin olun. Tek dert, şu üçüncü hayvanın pek işe yaramaması. Birincisi de ikincisi de çok iyiler, sadece üçüncüsü … doğruyu söylemek gerekirse hiçbir işe yaramıyor lanet olasıca.”
Gece ilerlemişti ve sıcaklık kaydadeğer bir şekilde düşmüştü. Gusumu pöstekimin üzerine giydim ve tamamen rahatladım. Ama Nikifor’un durumu giderek daha üzücü hale geliyordu. Alkolün verdiği ısı gitmiş, soğuk malitsasının altına işlemişti ve zavallı adam soğuktan tirtir titriyordu.
“Neden kürk paltomu giymiyorsun üzerine” diye teklif ettim.
“Hayır, bunun için artık çok geç; kendi kendimi ısıtmalıyım, ve önce paltoyu ısıtmalıyım.”
Bir saat sonra yolun kenarında bazı yurtlar –üç-dört sefil kütük kulübe– gördük. “Beş dakikalığına içeri girip, yolu soracağım ve biraz ısınacağım.”
Beş dakika geçti, derken on, on beş, yirmi. Kürke sarınmış bir şekil yaklaştı, kısa bir süre kızağımın yanında durdu ve tekrar uzaklaştı. Ay yükselmeye başlıyordu ve bu sefil kulübelerle birlikte orman bana uğursuz bir kızıllık alıyor gibi görünüyordu.
“Bu yolculuk nasıl sona erecek acaba?” diye sordum kendi kendime. “Bu sarhoşla daha ne kadar uzağa gidebilirim? Bu gidişle bizi yakalamakta hiç zorlanmayacaklar. Sarhoş haldeyken Nikifor yolda karşılaştığımız ilk insana herşeyi söyleyebilir; Berezov’a haber verirler ve benim için herşey sona erer. Bizi orada yakalamasalar bile, daha sonra dekovil civarındaki bütün istasyonlara telgraf çekerler. Devam etmeye değer mi?” acaba diye düşünüyordum.
Yaklaşık yarım saat geçmişti ve Nikifor ortalıkta görünmüyordu. Onu bulmak lazımdı, ama girdiği kulübenin hangisi olduğuna bile dikkat etmemiştim. İlk kulübeye geldim ve pencereden içeriye baktım. Köşedeki ocak yanıyordu. Yerde üzerinden buharlar çıkan bir tencere duruyordu. Nikifor’un ortalarında bulunduğu bir grup adam, yüksek tahta sedirde oturuyordu; Nikifor’un elinde bir şişe vardı. Pencereye ve bitişik duvara vurmaya başladım. Bir dakika sonra Nikifor göründü. Malitsasının altından beş santim kadar görünen Kürk paltomu giymişti.
“Çabuk şu kızağa bin!” diye bağırdım olabildiğince kızgın bir şekilde.
“Hemen, hemen” diye yanıtladı çok uysal bir şekilde. “Merak etmeyin, birazcık ısınmıştım, şimdi devam edeceğiz yola. Geceye kadar başaracağız, şeytan bile bizi yakalayamaz. Tek dert şu üçüncü hayvanın işe yaramazlığı, onu hiç almayabilirdik de.”
Yola çıktık.
* * *
Saat yaklaşık sabah 5:00. Ay biraz önce yükselmişti ve pırıl pırıl parlıyordu, soğuk sertleşmişti, havada sabah kokusu vardı. Pöstekimin üzerine ren geyiği derisi kürklü paltomu giydim ve ısınıp rahatladım; sürücü koltuğundaki Nikifor kendinden emin ve uyanık görünüyordu; geyikler koşar adım gidiyorlardı ve ben oldukça sessiz bir şekilde uykuya daldım. Arada bir uyanıyor ve aynı değişmeyen manzarayı görüyordum. İçinden geçtiğimiz alan neredeyse ağaçsız, bataklık bir toprak; birkaç cılız, bodur çam ve kayın ağacı karı bölüyordu, yol dar ve neredeyse görülmeyen yılanvari virajlardan oluşuyordu. Geyikler yorulmak bilmezcesine ve otomatik makinelerin düzenliliğiyle koşuyorlardı. Gürültülü solumaları küçük bir lokomotifin sesini andırıyordu. Nikifor beyaz başlığını geriye atmıştı ve başı çıplak oturuyordu. Başlıktan dolayı beyaz ren geyiği kürkünün tüyleri başına yapışmıştı ve karla kaplanmış gibi görünüyordu. “Yolumuzdayız” diye düşünüyordum, içimde yükselen bir sevinç dalgası, “onlar yokluğumu fark edene kadar bir, hatta iki gün geçebilir … yolumuzdayız …” Ve tekrar daldım.
Saat 9:00 civarı. Nikifor geyikleri durdurdu. Ren geyiği derisinden yapılmış, tepesi kesik bir koniyi andıran bir çoum ya da göçebe çadırı, neredeyse doğrudan yolun yanında duruyordu. Çadırın yanında geyik koşulmuş bir Ostyak kızağı bulunuyordu; bir odun yığını vardı, taze geyik derileri kurutulmak üzere asılıydı, derisi yüzülmüş bir geyik başı kocaman boynuzlarıyla karın üzerinde yatıyordu, malitsa ve kisa giymiş iki çocuk köpeklerle oynuyordu.
“Bu çadır burada ne arıyor?” diye şaşırarak sordu Nikifor yüksek sesle. “Vijnepurtim Yurts’a kadar bir şey göreceğimizi düşünmüyordum.” Soruşturdu ve bunların 200 verst uzaklıktaki Harumpalovsk’tan gelen ve bu bölgelerde sincap avlayan Ostyaklar olduğunu öğrendi. Yiyecek kaplarımızı ve erzağımızı topladım; tırmanarak deri bir kapakla örtülü küçük bir açıklıktan çouma girdik ve kahvaltıya hazırlandık
“Paisi” diyerek Nikifor ev sahiplerimizi selâmladı.
“Paisi, paisi, paisi!” cevabı geldi her taraftan.
Zeminde kürkler yığılıydı ve üzerlerinde insanlar şekilleri kaynaşıyordu. Önceki gece burada içmişlerdi ve herkes bunun etkisindeydi. Çadırın ortasında bir ateş yanıyordu ve duman çadırın üstündeki büyük delikten serbestçe çıkıyordu. Çaydanlığımızı ateşin üzerine astık ve ateşe birkaç kütük attık. Nikifor özgürce Ostyak dilinde konuşuyordu. Bir kadın, daha yeni emzirdiği bebeğiyle birlikte ayağa kalktı, çıplak göğsünü gizlemeksizin ateşe yaklaştı. Ölüm kadar çirkindi. Ona bir tatlı verdim. İki kişi birden kalktı ve bize yöneldi. “Biraz votka istiyorlar” diye tercüme etti Nikifor. Onlara biraz ispirto verdim, 95 derecelik korkunç bir ispirto. Yüzlerini buruşturarak içtiler ve ağızlarındakini yere püskürttüler. Çıplak göğüslü kadın da kendi payını içti. “Yaşlı adam biraz daha istiyor” diye açıkladı Nikifor, kel, yağlı kırmızı yanaklı ihtiyar bir Ostyağa ikinci bardağı vererek. Sonra ekledi: “Bu yaşlı adamı, Şominsk Yurts’a kadar bizimle gelmesi için dört rubleye tuttum. Bizim önümüzde kendi troykasını sürecek ve yolu açacak, geyiklerimiz onun arkasından çok daha hızlı bir şekilde koşacak.”
Çayımızı içtik ve yemeğimizi yedik. Ev sahiplerimize veda armağanı olarak biraz sigara verdim. Sonra herşeyimizi yaşlı adamın kızağına yığdık, bizimkine bindik ve yola çıktık. Güneş tepede parlıyordu, yol şimdi ormandan geçerek ilerliyordu, hava aydınlık ve parlaktı. Yaşlı adam, hepsi daha yavru olan üç beyaz vajenki’sini (dişi geyik) sürüyordu önümüzde. Bir ucunda küçük bir boynuz topuz, diğerinde ise keskin bir metal çıkıntı bulunan çok uzun bir sopa taşıyordu; Nikifor da yeni bir sopa almıştı. Vajenski yaşlı adamın hafif kızağını büyük bir hızla çekiyordu ve bizim hayvanlarımız da çevik bir şekilde onlara ayak uyduruyorlardı.
“Yaşlı adam niçin başını örtmüyor?” diye sordum Nikifor’a, Ostyağın kel başını soğuk havaya maruz bıraktığını görüp şaşırarak.
“İçki dumanından kurtulmak için en hızlı yol budur” diye açıkladı Nikifor.
Yarım saat sonra yaşlı adam vajenski’sini durdurdu ve biraz daha ispirto istemeye geldi.
“Biraz versek iyi olur” diye karar verdi Nikifor, aynı zamanda kendisi de bir yudum alarak. “Vajenski’si zaten arabaya koşulmuştu, görmediniz mi?”
“İyi de ne olmuş?”
“Tam da içki almak için Berezov’a gidiyordu. Ya çenesini kapalı tutmasaydı? Bu yüzden onu tuttum. Bu yol bizim için daha güvenli olur. Şimdi en azından birkaç gün şehre inmeyecek. Kendim için korkmuyorum, anlıyorsunuz. Niye korkayım ki? Tamam, diyelim ki bana, bu tipin sürücülüğünü yaptın mı diye sordular. Güzel, kimi taşıdığımı nereden bileyim ki? Onlar polis, ben bir sürücüyüm. Onlar kendi ücretlerini alırlar, ben de kendiminkini. Onların işi insanları izlemek, benimki taşımak. Haklı mıyım, değil miyim?”
“Haklısın!”
Bugün 19 Şubat. Yarın Devlet Dumasının açılışı. Genel af! “Genel af Devlet Dumasının ilk görevi olacaktır.” Belki… ama genel affı birkaç on derece daha batıda beklemek daha iyi. Nikifor’un dediği gibi, böylesi daha güvenli olur.
* * *
Vijnepurtim Yurts’u geçtikten sonra, yolda bir torba dolusu ekmeğe rastladık. Ağırlığı bir puddan fazlaydı. Tüm itirazlarıma rağmen, Nikifor onu kızağımıza koymakta ısrarlıydı. Onun yine sarhoş uykusuna dalmasından yararlandım ve çuvalı tekrar sessizce dışarı attım; ağırlık geyiklerimizi yavaşlatabilirdi.
Uyandığında, Nikifor ne ekmek çuvalını buldu ne de yaşlı adamın çadırından aldığı sopayı.
Bu geyikler olağanüstü mahlûklar. Asla aç ya da yorgunmuş gibi görünmüyorlar. Yola çıkmadan önce yirmi dört saat boyunca hiçbir şey yememişler ve biz yola çıkalı da neredeyse yirmi dört saat olacak. Nikifor onların “sadece koştuklarını” söylüyor. Saatte sekiz-on verst civarında sabit bir hızla, dur durak bilmeden koşuyorlar. Her on ya da on beş verstte bir, onlar işerlerken iki-üç dakikalığına duruyoruz, sonra devam ediyoruz. Bu, bir “geyik koşusu” olarak biliniyor ve dünyanın bu köşesinde kimse verstleri saymadığı için, mesafeler “koşu” cinsinden ölçülüyor. Beş koşu, yaklaşık olarak altmış-yetmiş verste tekabül ediyor.
Yaşlı adamla vejenski’sinden ayrılacağımız Şominsk Yurts’a ulaştığımız zaman, en az on “koşu” yapmış olacağız. Hiç de fena bir mesafe değil.
Akşam 9:00 civarı, gece bastırıyorken, ilk kazamızı karşı istikametten gelen birkaç kızakla yaptık. Nikifor onları durmaksızın geçmeye çalıştı, ama başaramadı; yol öyle dardı ki, azıcık yoldan çıkarak gitsen geyikler gövdelerine kadar kara gömülüyorlardı. Kızaklar durdu. Sürücülerden biri bize doğru geldi, Nikifor’a yakından baktı ve ona ismiyle seslendi: “Kimi taşıyorsun? Uzağa mı gidiyorsunuz?”
“Yok, uzak değil” diye yanıt verdi Nikifor “Obdorsklu bir tüccar.”
Karşılaşma onu oldukça sarstı.
“Bu şeytanın işiydi. Bu herifi tam beş yıldır görmemiştim ve buna rağmen beni tanıdı, Tanrı onu lanetlesin. Bunlar, buradan yüz verst ötedeki Lipinsk’ten gelen Ziryanlar, yiyecek ve votka için Berezov’a gidiyorlar. Yarın akşam oraya varırlar.”
“Aldırmıyorum” dedim. “şu anda bizi yakalayamazlar. Sadece senin oraya döndüğünde herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmayacağını umarım.”
“Ne sıkıntı olabilir ki? Onlara şöyle derim: ben bir sürücüyüm, benim işim sürücülük, insanların ismini bilmekse sizin işiniz. Bir tipin tüccar mı yoksa siyasi mi olduğunu nasıl bilebilirim? Siz polissiniz, bense bir sürücü. Doğru mu?”
“Doğru!”
Gece bastırdı, karanlık ve ağır. Ay ancak sabaha doğru yükseliyor. Geyikler karanlığa rağmen iyi yol alıyorlar. Daha hiç kimseyle karşılaşmadık. Saat 1:00’da aniden parlak bir ışık çemberine girdik ve durduk. Yolun kenarında parlak bir ateş yanıyordu; biri büyük diğeri küçük iki kişi ateşin etrafında oturuyordu. Bir kapta su kaynıyordu ve bir Ostyak oğlan çay kalıbından[6] dildiği çay yongalarını kaynayan suya atıyordu.
Işık çemberine girdik ve kızağımız kuşatıcı karanlık içinde derhal kayboldu. Konuşulan dilin bir tek sözcüğünü dahi anlamıyordum. Nikifor oğlandan bir kupa aldı, içine bir avuç kar koydu ve bir dakikalığına kaynayan suya batırdı; sonra bir avuç daha koydu ve kupayı tekrar suya batırdı. Bu karanlık kuzey ıssızının derinliklerinde, sanki ateşte esrarengiz bir ilaç hazırlıyor gibiydi. Ardından büyük bir şevk ve istekle içti.
Geyiklerimiz yorulmuş görünüyorlar. Her durduğumuzda yan yana uzanıyor ve kar yiyorlar.
* * *
Öğleden sonra 2:00 civarında Şominsk Yurts’a vardık. Burada dinlenmeye ve geyiklerimizi beslemeye karar verdik. Buradaki yurtlar göçebe konutları değil, yerleşik kütük kulübeler. Ama bunlarla Tobolsk anayolunda kaldıklarımız arasında muazzam bir fark var. Bu yurtlar aslında, Rus tipi bir tuğla sobası, semaveri ve sandalyeleri olan, sıradan Sibirya mujik evlerinden biraz daha kirli ve daha yoksul, iki odalı köylü izbeleri. Burada yalnızca bir “oda” var, soba yerine ilkel bir ocak bulunuyor, herhangi bir mobilya yok, alçak bir giriş kapısı ve pencere camı yerine kalın bir buz dilimi var. Buna rağmen, gusumu, pöstekimi ve kisi’mi çıkarır çıkarmaz, yaşlı bir Ostyak kadının kurutmak için hemen ocağa asmasına şaşırdım. Neredeyse yirmi dört saattir hiçbir şey yememiştim.
Ren geyiği postu örtülmüş sedirde oturmak, Nikita’nın soğuk kızarmış dana etini yemek ve çayımı beklemek hoş bir duyguydu. Bir bardak brendi içtim, hafiften başım döndü ve sanki yolculuğumuz çoktan sona ermiş gibi hissettim. Kırmızı kordelâlı uzun örgülü saçlı genç bir Ostyak yataktan indi ve geyiklerimizi beslemek için dışarı çıktı.
“Onlara ne verecek?”
“Yosun. Onları yosun yetişen bir yere salacak ve hayvanlar da yosunu karın altından bulup çıkaracaklar, merak etme. Bir çukur kazarlar ve içine uzanıp doyasıya tıkınırlar. Bir geyik daha fazlasını istemez.”
“Ekmek yemezler mi?”
“Daha küçükken onları ekmeğe alıştırmazsan yosun dışında bir şey yemezler, bu da genellikle yapılmaz.”
Yaşlı kadın ateşe biraz daha odun attı ve daha sonra genç bir Ostyak kadını uyandırdı. Kadın kendisini görmemem için yüzünü başörtüsüyle örterek, Nikifor’un Ourvi’ye kadar bize eşlik etmesi için iki rubleye tuttuğu genç bir adam olan kocasına yardım etmek için dışarı çıktı. Ostyaklar korkunç tembel tipler, tüm işleri kadınlar yapıyor. Bu yalnızca ev işleri için geçerli değil; pek çok Ostyak kadın tüfek taşıyor ve sincap ve samur avlamaya gidiyor. Tobolsk’taki bir orman memuru bana Ostyakların avareliklerine ve karılarına karşı tutumlarına dair olağanüstü hikâyeler anlatmıştı. Kendisi Tobolsk bölgesinin “tumani” denen en ücra köşelerini dolaşmak zorundaymış. Genç Ostyakları günlüğü üç rubleden rehber olarak kiralamayı adet edinmiş. Ve bu genç Ostyakların her biri, “tumani”de karısıyla ya da eğer bekârsa annesi veya kız kardeşiyle eşlik etmeye alışkınmış. Bütün bagajı kadın taşırmış; bir balta, tencere, erzakla dolu bir çanta. Adam sadece kemerine taktığı bıçağını taşırmış. Dinlenmek için durduklarında kadın bir yer açar, onu rahat ettirmek için kocasının kemerini alır, ateş yakar ve çay hazırlarmış. Adam piposunu içmekten ve beklemekten başka hiçbir şey yapmazmış.
Çay hazırdı ve ben iştahla fincanı dudaklarıma götürüyordum. Ama su dayanılmaz bir şekilde balık kokuyordu. Fincana iki kaşık dolusu kliukva özü koydum ve ancak o zaman içebildim.
“Bundan rahatsız olmuyor musun?” diye sordum Nikifor’a.
“Hayır, biz balıktan rahatsız olmayız, onu ağdan alıp daha elimizde sıçrarken çiğ çiğ yeriz. Daha lezzetli bir şey olamaz.”
Genç Ostyak kadın tekrar odaya girdi, yine yüzünü yarı-örterek ve ocağın yanında oturarak, gayri ihtiyari bir biçimde elbisesine çekidüzen verdi. Ardından kocası geldi ve Nikifor’u geçerek bana elli sincap kürkü satmayı teklif etti.
“Ona Obdorsklu bir tüccar olduğunuzu söyledim, bu yüzden almanızı istiyor” diye açıkladı Nikifor.
“Ona dönüşte uğrayacağımı, şimdi almamın anlamı olmadığını söyle.”
Çayımızı ve sigaramızı içtik. Nikifor geyikler beslenirken uyumak için sedire uzandı. Ben de uzanıp uyumak için yanıp tutuşuyordum ama sabaha kadar uyumaktan korkuyordum; bunun yerine, defterimi ve kalemimi çıkardım ve yolculuğun ilk yirmi dört saatine dair izlenimlerimi yazmak üzere ocağın yanına yerleştim. Herşey ne kadar kolay, ne kadar güzel gidiyordu! Çok güzel, belki.… Saat dörtte iki sürücüyü uyandırdım ve oradan ayrıldık.
“Görüyorum ki, Ostyak erkeklerin de kadınlar gibi kurdelâlı saçları ve yüzükleri var; galiba yılda bir kereden daha fazla örmüyorlar onları?”
“Saç örgülerini mi?” dedi Nikifor. “Yo hayır, onları sık sık örerler. Sarhoş olduklarında, hep birbirlerinin örgülerine yapışırlar. İçerler, içerler, sonra aniden, hop!, birisini örgülerinden yakalarlar. Daha zayıf olan “bırak beni” der. Öteki de bırakır. Sonra yine birlikte içerler. Birbirlerine asla kızmazlar, buna elleri varmaz.”
Şominsk Yurts’tan sonra Sosva Nehrine ulaştık. Yol bazen nehri izliyor, bazen de ormanın içinden geçiyor. Keskin, insanın içine işleyen bir rüzgar esiyor ve ben bu notları güçlükle yazıyorum. Kayın korusuyla nehir yatağı arasındaki açık kırsal alandan ilerliyoruz. Yol öldürücü. Geriye baktığımda, kızağımızın bıraktığı izlerin nasıl hemen karla kaplandığını görüyorum. Üçüncü geyik tökezleyerek, karnına kadar kara gömülerek, umutsuz bir dizi sıçramayla yola geri dönerek, ortadaki geyiği iterek ve öndekini yoldan çıkararak ilerliyor. Buz tutmuş nehirde ya da donmuş bataklıkta giderken, yürüyüş hızıyla ilerlemek zorundayız. Hepsinden kötüsü, “önder”imiz –hiçbir yerde emsali olmayan o aynı hayvan– sakatlandı. Bu korkunç yolda arka ayağını sürüyerek sadık bir şekilde devam ediyor ve yalnız öne eğik başı ve koşarken biraz kar yalamaya çalıştığı sarkmış dili ne zor anlar geçirdiğini gösteriyor.
Yol ansızın aşağı düştü ve kendimizi bir buçuk arşın yüksekliğindeki iki kardan duvar arasında bulduk. Geyikler birbirlerine girdiler, kenardaki ikisi yanları üzerinde ortadakini taşıyormuş gibi görünüyordu. Önderin ön ayağının kana bulandığı gözüme ilişti.
“Ben bir çeşit veterinerimdir, bilirsiniz” diye açıkladı Nikifor. “Siz uyurken onun biraz kan dökebileceğini düşündüm.”
Geyikleri durdurdu, kemerinden büyük bir sustalı bıçak çıkardı, onu dişleri arasında sımsıkı yuttu ve geyiğin kötü durumdaki bacağına yoklamaya başladı. “Anlayamıyorum, hiç anlayamıyorum” diye mırıldandı ve ayağın biraz üst kısmını bıçakla kazımaya başladı. Operasyon ilerlerken hayvan, bacaklarını yukarı çekip, hiç ses çıkarmadan yatıyordu. Bittiğinde, yaralı bacağı üzerindeki kanı üzgün üzgün yaladı. Kan lekesi kar üzerinde belirgin bir iz bıraktı ve durduğumuz yeri açıkça belli etti. Ostyağın geyiklerinin bizim kızağımıza koşulmasında, bizim hayvanlarımızınsa onun hafif kızağını çekmesinde ısrarcı oldum. Zavallı sakat önder arkaya bağlandı.
Şominsk Yurts’tan ayrıldıktan sonra yaklaşık beş saat yolculuk yaptık ve Ourvi’ye gitmek için bir beş saat daha var; Semyon Pantiuty adında zengin bir geyik yetiştiricisinin evinde geyiklerimizi değiştirebileceğiz ancak. Peki hayvanlarını böyle uzun bir yolculuk için bize kiralamayı kabul edecek mi? Konuyu Nikifor’la tartışıyorum. Belki de Semyon’dan üçer geyikli iki takım hayvan satın almak zorunda kalacağız? “İyi, ne var bunda?” diyor Nikifor meydan okurcasına “öyleyse alırız!” Benim yolculuk yöntemim onu tıpkı Phineas Fogg yolculuklarının beni bir zamanlar etkilediği gibi etkilemiş görünüyor. Hatırlarsan, Phineas Fogg filler ve buharlı gemiler alıyordu ve yakıt azaldığında treninin tüm tahta kısımlarını lokomotif kazanına atıyordu. (s.447) Yeni güçlükler ve harcamalara endişelenen Nikifor, içkinin etkisindeyken, yani hemen her zaman, zaptedilemez oluyor. Bana tümüyle katılıyor, kurnazca göz yumuyor ve şöyle diyor: “Eveet, bu bize epey paraya mal olacak … ama bize vız gelir, bize.… Paranın bizim için önemi yok. Hayvanlar? Ölürlerse ölsünler, yenilerini alırız. Bir hayvanı kaybetmeyi niçin dert edeyim ki? Koşabildiği halde, diyebilirim, asla … onu koşturmam. Ho ho! İstediğimiz tek şey oraya ulaşmak. Haklı mıyım?”
“Haklısın!”
“Eğer Nikifor sizi oraya götürmezse, kimse götürmez. Amcam Mihail Osipoviç (o iyi bir mujiktir) bana şöyle dedi: «Nikifor, bu tipi mi götüreceksin? Götür o zaman. İstersen benim sürümden altı hayvan al. Bedava.» Suslikov ise, kendisi orduda onbaşıdır, şunu dedi: «Onu sen mi götürüyorsun? Şu beş rubleyi al o zaman» dedi.”
“Niye sana beş ruble verdi?”
“Sizi götürmem için.”
“Bu yüzden olduğuna emin misin? Niye umursasın?”
“Yemin ederim ki bu yüzdendi. O kardeşleri sever, Suslikov yani, onlar için herşeyi yapar. Çünkü, açık olalım, siz kimin tarafındasınız? Toplumun, yoksul halkın, siz bunlar için varsınız. «Şu beş rubleyi al» dedi «onu götür, dualarım senin için. Bu işe başımı koyarım» dedi.”
Yol ormana giriyor ve derhal düzeliyor; ağaçlar onu karın birikmesinden koruyor. Güneş gökyüzünün tepesinde, orman sakin ve ben öyle ısındım ki, gusumu çıkarıp sadece pöstekimle duruyorum. Şominskli Ostyak devamlı arkada kalıyor ve onu beklemek zorunda kalıyoruz. Çam ağaçları her yanımızı kuşatıyor. Dalsız muazzam uzunluktaki gövdeleri ta tepeye kadar uzanıyor, parlak yeşil ve mum gibi dümdüzler. Eski, güzel bir parktan geçiyormuş izlenimine kapılıyorsun. Tam bir sessizlik hakim; ancak nadiren, kardan seçilemeyen bir çift beyaz bataklık tavuğu[7] havalanıyor ve ormanın derinliklerine uçuyor. Sonra çam ormanı aniden bitiyor, yol nehre doğru aşırı derecede dik bir biçimde iniyor, birden alabora oluyoruz, toparlanıyoruz, Sosva’yı geçiyoruz ve açık alandan devam ediyoruz. Birkaç cılız kayın ağacı kardan başını çıkarmış. Bataklığın karşısına geçmeliyiz.
“Kaç verst yaptık?” diye soruyorum Nikifor’a.
“Yaklaşık 300 sanırım. Ama kim bilir? Bu civarda verstleri kim ölçmüş ki? Başmelek Mikail’den başka hiç kimse.… «Yaşlı bir kadın koltuk değneğiyle ölçmeye başlamış, ama çok geçmeden vazgeçmiş» derler. Boş verin, bayım, bir üç gün daha, sonra maden ocaklarındayız, tabii hava izin verirse. Bazen buralarda hava berbat olur.… Bir keresinde Lyapin yakınlarında kar fırtınasına yakalandım, üç günde üç verstten fazla gidemedim, Tanrı bizi korusun.”
Şu anda Malye Ourvi’deyiz. Üç-dört perişan yurt, sadece birinde insan yaşıyor. Yirmi yıl önce belki de tamamen insanlarla doluydular. Ostyaklar korkunç bir hızla ortadan kayboluyorlar.… On verst sonra Bolşie Ourvi’de olacağız. Semyon Pantiuy orada olacak mı? Geyiklerimizi değiştirecek mi? Bizimkiler tamamen kullanılamaz hale geldiler.
* * *
Başımız dertte! Ourvi’de hiç mujik yok, çadırlarda yoklar, iki geyik kaçıyor; birkaç verst geri gitmemiz ve sonra sapmamız gerekiyor. Malye Ourvi’de durup sormuş olsaydık, birkaç saat kazanacaktık. Birkaç kadın sakat liderimizi değiştirmek için bize bir geyik bulmaya çalışırken, umutsuzluğa çalan bir ruh hali içinde bekledim. Her yerde ve her zaman olduğu gibi, Ourvi kadınları bir içki nöbetinden ayılıyorlar ve ben erzağımızı açmaya başladığımda votka istiyorlardı. Rusçayı, Ziryan dilini ve “aşağı” ve “yukarı” denen birbirinden tümüyle farklı olan iki Ostyak lehçesini aynı derecede akıcı konuşan Nikifor aracılığıyla onlarla sohbet ediyorum. Yerli Ostyaklar tek kelime Rusça bilmiyorlar; buna rağmen Rusça küfürler Ostyak dilinin temel kısmını oluşturuyor. Bu küfürler ve devlet tekelindeki votka, yerlilere Rus kültürünün en aşikâr armağanı. Anlaşılmaz seslerin ortasında, hiç kimsenin Rusça “merhaba” bile diyemediği bir ülkede, mükemmelen ve en ufak bir aksan olmaksızın telâffuz edilen bildik edepsizce sözler aniden bir göktaşı gibi geçiveriyor.
Ara sıra Ostyaklara ve kadınlarına sigara sunuyorum. Saygı dolu bir horgörüyle içiyorlar bunları. Neredeyse saf ispirtonun ateşiyle tavlanmış damakları, benim yoksul armağanlarıma oldukça duyarsız. Uygarlığın tüm ürünlerini takdir eden Nikifor bile, sigaralarımı ilgiye değmez bulduğunu itiraf etti. Düşüncesini, “bu ata daha sert yulaf gerek” diyerek açıkladı.
Çadırlara doğru ilerliyoruz. Burası ne kadar da vahşi! Geyiklerimiz yoldan çıkıp kar yığınına sapıyorlar, bu eski çağlardan kalma ormanın ağaçları arasında tökezliyorlar ve ben sürücümün doğru yolu nasıl bulabileceğini bilemiyorum. Tıpkı geyiklerin boynuzlarını çam ve köknar dalları arasından hayret verici bir şekilde geçirmeleri gibi, onun da bu konuda özel bir duyusu var. Ourvi’de bize verdikleri yeni önderin kocaman boynuzları var, en az beş-altı karış uzunluğunda. Yol pek iyi olmamanın yanı sıra, adım başı dallarla da kapanmış. Bunu gören birisi boynuzların bunlara kesin takılacağını düşünür. Ama son anda, hayvan, başıyla hayret verici bir hareket yapıyor ve bir tek çam iğnesine bile zarar vermeden dallardan kaçmayı başarıyor. Uzun süre bu manevraları izledim ve bunlar bana sonsuz derecede esrarengiz göründü, tıpkı saf içgüdünün tüm göstergelerinin bizim muhakeme yürüten beynimize göründüğü gibi.
* * *
Sorunlar artıyor! Yaşlı adam, çalışanlarından biriyle, geyiklerinden bir kısmını bırakmış olduğu bir yaz kampına gitti. Her an geri dönmesi bekleniyor, ama tam olarak ne zaman döneceğini kimse bilmiyor. Üst dudağı ortasından yarık genç bir çocuk olan oğlu, onun yokluğunda bizimle görüşmeye cesaret edemiyor. Beklemek zorundayız. Nikifor geyiklerimizi otlamaları, daha doğrusu yosun yemeleri için dışarı saldı ve oradaki sürüyle karışmamalarından emin olmak için, hayvanların geri kısmındaki kürklerine bıçağıyla adının baş harflerini kazıdı. Sonra, uzun yolculuk yüzünden çok kötü sarsılmış olan kızağımızı onardı. Bense umutsuzluk içinde açık alanda yürüdüm, sonra da çadıra girdim. Üç-dört yaşlarındaki tamamen çıplak bir küçük oğlan, genç bir Ostyak kadının kucağında oturuyordu; annesi onu giydiriyordu. Sıfırın altında kırk-elli derecedeki bu kulübelerde çocuklarla birlikte nasıl yaşıyorlar? “Gece olduğunda çok da kötü değil” diye açıklıyor Nikifor, “bir kürk yığınının içine gömülürler ve uyurlar. Çadırlarda çok kışladım, bilirsin. Bir Ostyak gece için soyunur, sonra kürklerin arasına çıkar. Uyumak tamam da, kalkmak çok kötü. Nefesin elbiselerini baltayla kesilecek kadar sertleştirir.… Kalkmak kötü.” Genç kadın küçük oğlanı malitsasının eteğine sardı ve onu memesine yapıştırdı. Burada çocukları beş-altı yaşına kadar emziriyorlar.
Ocakta biraz su kaynattım. Bir şey demeye kalmadan, Nikifor kutumdan avcuna (Tanrım, ne avuç ama!) biraz çay dökmüş ve bunları çaydanlığa atmıştı bile. Karşı çıkmak istemedim ve şimdi, pek çok şey görmüş ama uzun süredir hiç sabun görmemiş bir elle temas etmiş bu çayı içmek zorundaydım.
Ostyak kadın oğlunu doyurmayı bitirdi, onu yıkadı, ince odun talaşıyla kuruladı, giydirdi ve çadırın dışına bıraktı. Onun çocuğa şefkatle davranışından çok etkilendim. Şu anda geyik postlarından bir malitsa dikiyor, iplik olarak ise geyik damarlarını kullanıyor. İş sadece sağlam değil, hiç tartışmasız şık da. Paltonun bütün kenarları beyaz ve koyu renk geyik kürkü parçalarından yapılmış desenlerle süslü. Tüm dikiş yerlerine kırmızı bezden bir şerit geçirilmiş. Bütün aile üyeleri, ev kadınlarının yaptığı pimi, malitsi ve gusi’yi giyiyor. Bütün bunlara ne muazzam bir emek gidiyor!
En büyük erkek çocuk, iki yıldan fazla bir süredir, çadırın köşesinde hasta halde yatıyor. Bulabildiği yerden çok miktarda ilaç alıyor ve kışı burada, çatısı delinmiş çadırda geçiriyor. Hasta adam alışılmadık derecede zeki bir yüze sahip; hastalık bu yüzde düşünce izlerine benzer çizgiler kazımış. Kürk almak için gelmiş olan Berezovlu genç tüccar Dobrovolski’nin bir ay önce burada, Ourvi Ostyakları arasında öldüğünü anımsıyorum. Ölmeden önce hiçbir yardım olmaksızın, günlerce ateşler içinde kıvranmış …
Kendisini beklediğimiz yaşlı Pantiuy’un yaklaşık 500 geyiği var. Bütün bu kırsal bölgede servetiyle tanınıyor. Burada geyik herşey demek; yiyecek, elbise, ulaşım. Birkaç yıl önce bir geyiğin fiyatı altı ilâ sekiz ruble arasındaydı, şimdi on ilâ on beş ruble civarında. Nikifor bunu yüzlerce hayvanın ölümüne neden olan aralıksız salgınlara bağlıyor.
* * *
Hava hızla kararıyor. Hiç kimsenin akşam karanlığından önce bizim için geyikleri yakalamayacağı benim için aşikâr, ama umudumu kesmek istemiyorum ve yaşlı adamı, belki de uzun hayatı boyunca hiç kimsenin beklemediği kadar büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum. İşçileriyle birlikte sonunda geldiğinde, hava çoktan kararmıştı. Hiç acele etmeksizin çadıra girdi, bizi selâmladı ve ocağın yanına oturdu. Zeki ve etkileyici yüzü, beni alabildiğine şaşırttı. Belli ki, sahip olduğu beş yüz geyik onun baştan ayağa bir kral gibi görünmesine neden oluyordu.
“Ona söylemeyecek misin?” diye hafifçe dürttüm Nikifor’u. “Boşa harcanan zaman neye yarar!”
“Daha erken, önce yemek yesinler.”
Uzun, geniş omuzlu bir mujik olan işçi içeri girdi, genizden çıkardığı bir sesle bizi selâmladı, ıslak giysilerini bir köşede değiştirdi ve ateşe doğru yürüdü. Ne korkunç bir yüz! Burun tamamen yok olmuş, üst dudak yukarı fırlamış, ağız her zaman yarı-açık, beyaz, güçlü dişler görünüyor. Bu talihsiz adamdan korkup öteki tarafa döndüm.
“Belki de onlara biraz ispirto sunma zamanı geldi?” diye sordum, bu konularda otoritesine saygı duyduğum Nikifor’a.
“Bunun için daha iyi bir zaman olamazdı” diyerek aynı fikirde olduğunu ifade etti.
Şişeyi çıkardım. Yaşlı adam geri döndüğünden beri yüzünü gizlemeye başlayan gelin, bir parça ağaç kabuğunu meşale gibi kullanarak ateşte tutuşturdu ve bir sandığın içinden metal bir içki bardağı bulup çıkardı. Nikifor gömleğinin ucuyla içki bardağını sildi ve onu ağzına kadar doldurdu. İlk kadeh yaşlı adama sunuldu. Nikifor ona bunun 95 derecelik ispirto olduğunu söyledi; yaşlı adam ciddi bir tavırla başını salladı ve büyük bardağı bir yudumda boşalttı; yüzündeki hiçbir kas oynamadı. Sonra daha genç olan oğlan, yarık dudaklı olan, bir dolu bardak aldı; kendisini içmek için zorladı, saf yüzünü buruşturdu ve ardından uzun süre ateşe tükürüp durdu. Daha sonra işçi içti ve başını kontrol dışı bir o yana bir bu yana sallamaya başladı. Daha sonra bardak hasta adama sunuldu; o içmeyi başaramadı ve bardağı geri verdi. Nikifor, ürünün kalitesini göstermek için, geri kalanı ateşe döktü: alkol parlak bir alevle yandı.
“Taak”[8] dedi yaşlı adam sakin bir şekilde.
“Taak” diye onayladı oğlu, ağzından uzun bir tükürük fıskiyesi çıkararak.
“Saka taak”[9] diye ekledi işçi.
Sonra Nikifor bir içki aldı ve bunun çok sert olduğuna karar verdi. İspirto çayla seyreltildi. Nikifor şişenin ağzını parmağıyla kapadı ve onu çalkaladı. Herkes diğer içkiden içti. Sonra onu bir kez daha seyrelttiler ve bir daha içtiler. Sonunda Nikifor işimizi açıklamaya başladı.
“Saka hosa” dedi yaşlı adam.
“Hosa, saka kosa” diye söze karıştı diğerleri.
“Ne diyorlar?” diye sordum sabırsızlıkla.
“Çok uzak diyorlar.… Maden ocaklarına otuz ruble istiyor.”
“Niyaksimvol’e kadar gitmek için ne istiyor?”
Nikifor bir şey mırıldandı, belli ki hoşuna gitmemişti (bunun nedenini daha sonra öğrenecektim), ama sorumu yaşlı adama tercüme etti ve yanıtladı: “Niyaksimvol’e on üç ruble, maden ocaklarına otuz ruble.”
“İyi, bizim için geyikleri ne zaman toplayacaklar?”
“Gün ağarır ağarmaz.”
“Niye şimdi değil?”
Nikifor alaylı bir bakışla sorumu tercüme etti. Herkes güldü ve olumsuz bir şekilde başını salladı. Gece molasının kaçınılmaz olduğunu anladım ve temiz havaya çıktım. Hava sakin ve ılıktı. Açık alanda yarım saat yürüdüm ve sonra uyumak için kızağımıza uzandım.
Pöstekimi ve gusumu giyerek, tıpkı kürkten yapılmış bir hayvan inindeymiş gibi yattım. Çadırın üstündeki dairesel bir gökyüzü parçası, sönmekte olan ateşin ışığıyla aydınlanmıştı.
Her yerde tam bir sükûnet. Yıldızlar yüksekte asılı duruyor ve gökyüzünü aydınlatıyor. Ağaçlar hareketsiz duruyor. Nefesimden hafifçe ıslanan geyik kürklerinin kokusu biraz boğucu, ama sıcaklık tatlı, gecenin sessizliğinin hipnotize edici bir etkisi var ve ben mujikleri gün ağardığında uyandırma ve olabildiğince erken yola çıkma kesin kararıyla uyuya kaldım. Öyle çok zaman kaybettik ki! Bir felâket!
* * *
Çeşitli defalar bir sıçramayla uyandım. 4:00’dan hemen sonra, gökyüzü aydınlanmaya başladığında çadıra girdim, el yordamıyla Nikifor’a doğru gittim ve onu uyandırmak için dürttüm. O da diğerlerini uyandırdı. Soğuk kışların orman hayatının bu insanlar üzerinde iz bıraktığı açık: kalktıktan sonra öksürdüler ve uzun süre yere tükürdüler, manzarayı seyretmeye daha fazla devam edemedim ve temiz havaya çıktım. Çadırın girişinde on yaşlarında bir oğlan kirli ellerine ağzından su döküyor ve ardından ellerini kirli yüzüne sürüyordu; bu işlemi tamamladıktan sonra, bir avuç odun talaşıyla kendisini özenle kuruladı.
Hemen sonra, burunsuz işçi ve yarık dudaklı oğlan, geyikleri toplamak üzere, köpekler eşliğindeki kayaklar üzerinde harekete geçtiler. İlk hayvan grubu çadıra yaklaşmadan önce adamakıllı yarım saat geçti.
“Tamam o halde” dedi Nikifor, “bütün sürü bir dakika içinde burada olur.”
Fakat hal böyle değildi. Alanda yeterli sayıda geyik toplanana dek iki saat geçti. Çadırın etrafında rahat rahat dolaşıyorlar, ağızlarıyla karı eşeliyorlar, guruplar halinde toplanıyorlar ve yatıyorlardı. Güneş ormanın üzerinde çoktan yükselmişti ve karla kaplı alanın üzerinde parlıyordu. İrili ufaklı, açıklı koyulu, boynuzlu boynuzsuz geyik siluetleri, karda çarpıcı bir şekilde duruyordu. Gerçekdışı görünen ve asla unutmayacağım olağanüstü bir görüntüydü bu. Geyikler köpeklerle kontrol ediliyor. Bu küçük, kabarık tüylü yaratıklar, geyikler çadırdan uzaklaştıkça, elli ya da daha kalabalık geyik gruplarının üzerine hızla atılıyorlar ve paniğe kapılan kocaman hayvanlar hemen geri dönüyorlar.
Ama bu bile zaman kaybı düşüncesini uzaklaştırmaya yetmiyordu. Bugünün, yani Devlet Dumasının açılış gününün benim için talihsiz bir gün olduğu anlaşılıyor. Sürünün toplanmasının tamamlanmasını telaşlı bir sabırsızlıkla bekledim. Saat çoktan 9:00’u geçmişti, fakat sürünün tamamı henüz orada değildi. Yirmi dört saat kaybetmiştik; belli ki 11:00’dan ya da öğle vaktinden önce buradan ayrılamayacaktık, ve sonrasında, neredeyse olmayan bir yoldan yirmi ilâ otuz verstlik bir Ourvi’ye geri dönüş yolculuğu vardı. İşler kötü giderse, beni gece bastırmadan yakalayabilirlerdi. Polis benim oradan ayrıldığımı bir gün sonra fark etmişse ve izlediğimiz yolu açığa çıkarmak üzere Nikifor’un sayısız içki arkadaşlarından birine ulaşmışsa, on dokuzu gecesi bir arama ekibi yola çıkabilirdi. 300 verstten fazla yol almamıştık. Bu fark yirmi dört ilâ otuz altı saatte kapanabilirdi. Başka bir deyişle, düşmana bizi yakalaması için yeterli zamanı neredeyse vermiştik. Şimdiki gecikme ölümcül olabilirdi.
Nikifor’u azarlamaya başladım. Önceki gece ona gitmemiz ve yaşlı adamı beklemek yerine aramamız gerektiğini söylememiş miydim? Bütün geceyi harcamaktansa birkaç ruble fazla ödemeliydik. Kendim Ostyak dilini konuşabilseydim, bunu hallederdim … ama bunu Nikifor’un yapması gerekiyordu, bu onun işiydi vs. vs.
Nikifor önüme geçip asık suratla bana baktı.
“Sabahtan önce işe başlamak istemediklerinde onlara kim ne yapabilirdi? Ayrıca geyikleri de berbat durumda ve aşırı beslenmişler, gecenin yarısında onları toplamak ümitsizdi. Ama hiç korkmayın” diye ekledi birden, gözünü bana dikerek, “oraya ulaşacağız!”
“Emin misin?”
“Oraya ulaşacağız!”
Birden ben de herşeyin iyi gideceğine, oraya ulaşacağımıza ikna oldum. Çok geçmeden alan geyiklerle doldu ve kayaklar üzerindeki iki Ostyak ağaçlar arasından göründü.
* * *
“Bakın, şimdi geyikleri yakalayacaklar” dedi Nikifor.
Ostaklardan birinin bir kement tutuğunu gördüm. Yaşlı adam yavaşça sol kolu üzerinde ilmik hazırladı. Sonra üçü gürültülü seslerle birbirleriyle konuştular, anlaşılan bir plan hazırlamış ve ilk kurbanı seçmişlerdi. Nikifor da plana dahil edildi. Onun görevi, dörtnala giden başka bir geyik grubunu yaşlı adamla oğlu arasındaki geniş boşluğa yöneltmekti. İşçi biraz daha ileride duruyordu. Ürken hayvanlar, bir baş ve boynuz seli halinde, kitlesel olarak koşuyorlardı. Yaşlı adam seldeki ufacık bir noktayı izliyormuş gibi görünüyordu. Şimdi! Yaşlı adam kemendini fırlattı ve düş kırıklığı içinde başını salladı. Şimdi! Genç Ostyak da isabet ettiremedi. Ama geyik selinin ortasındaki açıklıkta duran burunsuz adam, ben onun el hareketlerini izlerken öyle kendine güvenli, öyle güçlü bakıyordu ki, onun başaracağından emindim. Bütün geyikler ipten kurtuldu, ama büyük, beyaz bir hayvan, iki-üç sıçrayış yaptıktan sonra durdu ve debelenip oracıkta dönmeye başladı: kement onu boynundan ve boynuzlarından yakalamıştı.
Nikifor bana yakalanan hayvanın geyiklerin en kurnazı olduğunu, en gerekli olduğu anda bütün sürüyü alıp götürerek sürekli sıkıntı yarattığını söyledi. Şimdi beyaz asi bağlanmıştı ve işler daha düzgün gidecekti. Ostyaklar tekrar kementlerini kavradılar, sol kollarına doladılar ve yeni bir hareket planı hazırlayarak, gürültülü bir şekilde karşılıklı işaretleştiler. Ben de avın karşı konulmaz tutkusuna kapılmıştım. Nikifor, onların şimdi oradaki kısa boynuzlu büyük vajenka’yı yakalayacaklarını söyledi ve ben de askeri operasyonlara katıldım. Bir grup geyiği üç adamın kementleriyle bekledikleri yere doğru sürmeye başladık. Ama vejenka onu neyin beklediğini biliyor gibiydi. Yana doğru fırladı, eğer köpekler peşinden gitmeselerdi, ormanda gözden kaybolacaktı. Kuşatma harekâtı tamamlanmıştı. Doğru hareketi yapmayı ve vajenka’nın boynuna ilmiği fırlatmayı başaran bu kez yine burunsuz adamdı.
“Bu geyik kısırdır, hiç yavrusu olmadı” diye açıkladı Nikifor, “bu iş için özellikle iyi olmasının nedeni bu.”
Av, uzun sürmesine rağmen heyecan vericiydi. Gerçek bir hayvan görünümündeki bu kocaman vajenka, iki kementle hemen yakalandı. Sonra, ormana kaçmak isteyen geyik grubu yüzünden geçici bir ara verildi. İşçi ve genç oğlan bir kez daha kayaklarıyla harekete geçtiler ve yarım saat kadar beklemek zorunda kaldık. Sonuna doğru işler daha iyi gitti ve ortak çabayla, yedisi Nikifor ve benim için, altısı ev sahiplerimiz için olmak üzere on üç geyik yakalamayı becerdik. Sonunda, yaklaşık 11:00 sularında, her biri üç geyik tarafından çekilen dört kızakla Ourvi’ye doğru yola çıktık. Ostyak işçi maden ocaklarına kadar bize eşlik edecekti. Yedinci, yani yedek geyik, onun kızağının arkasına bağlıydı.
* * *
Çadır köyüne giderken Ourvi’de arkada bıraktığımız sakat hayvan asla iyileşmedi. Karda gevşekçe yatıyor ve kementsiz yakalanmasına ses çıkarmıyordu. Nikifor bir kez daha kanını aldı, ama boşuna. Ostyaklar ona bacağı yerinden çıkarması gerektiğini söylediler. Nikifor bir müddet ne yapacağını bilmeden geyiğin yanında durdu ve sonra, yemeleri için onu yerlilerden birine sekiz rubleye sattı. Adam zavallı hayvanı bir iple sürükleyerek götürdü. “Dünyanın hiçbir yerinde eşi benzeri olmayan” bu hayvanın hüzünlü sonu böyleydi. Nikifor, garip bir şekilde, hayvanı benim rızamı almaksızın sattı; oysa anlaşmamız, ancak beni gideceğim yere sağ salim teslim ettikten sonra geyiklerin onun olacağı şeklindeydi. Bir kasabın bana böyle iyi hizmet etmiş bir hayvanı alıp götürmesine izin vermeyi hiç istemiyordum, ama itiraz etme cesaretim yoktu. İşlemi tamamlayan Nikifor bana döndü, parayı kendi para kesesine koydu ve şöyle dedi: “On iki ruble zarardayız.” Ne komik bir adam bu! Geyiklerin parasını ödeyenin ben olduğumu, tüm yol boyunca beni taşıyacaklarına dair garanti vereninse o olduğunu unuttu. Şimdi, yalnızca 300 verst sonra yeni bir tane kiralamak zorundayım.
Bugün hava öyle ılık ki, buzlar hafiften erimeye başladı. Kar yumuşadı ve geyiklerin ayakları ıslak topakları her yöne sıçratıyor. Bu geyiğin koşmasını güçleştiriyor. “Önder”imiz tek boynuzlu ve oldukça vasat görünümlü bir hayvan. Harıl harıl çalışan kısır vajenka, sağda. Onların arasındaki, şişman, çok büyük olmayan, daha önce hiç arabaya koşulmamış genç bir hayvan. Sağa ve sola eşlik ederek görevini dikkatle yerine getiriyor. Ostyak, önde, benim bagajımla yüklü bir kızağı sürüyor. Malitsasının üstüne, beyaz kar, gri orman, gri geyikler ve gri gökyüzünden oluşan fon karşısında saçma ve de apaçık sırıtan bir renk yaması oluşturan parlak kırmızı bir önlük giyiyor.
Yol öyle zorlu ki, öndeki kızağın koşum kayışları iki kez koptu: kızakların ayakları her molada donup yola yapışıyor ve kızakları hareket ettirmek çok güç. Sadece iki “koşu”nun ardından, geyikler açıkça görünür şekilde yoruluyorlar.
“Bir çay içmek için Nildinsk Yurts’ta durur muyuz?” diye sordu Nikifor. “Sonraki yurtlar çok uzakta.”
Her iki sürücünün de çay istediğini anladım ama Ourvi’de kaybettiğimiz yirmi dört saatten sonra daha fazla zaman kaybetmek istemiyordum. Duramayacağımızı söyledim.
“Patron sizsiniz” dedi Nikifor ve kısır vajenka’yı kızgın bir şekilde dürttü.
* * *
Sessizlik içinde kırk verst daha yol aldık. Nikifor ayıkken asık suratlı ve suskun. Hava soğumaya başladı, yol buzlandı ve serleşti. Sangi-tur-poul’de durmaya karar verdik. Buradaki yurt harika, banklar ve Amerikan beziyle örtülü bir masa var. Akşam yemeğinde Nikifor, bana, bize hizmet eden kadınla burunsuz adamın konuşmasından parçalar tercüme etti ve ben pek çok ilginç şey öğrendim. Yaklaşık üç ay önce bu Ostyağın karısı kendisini asmış. Ve ne kullanmış? Bir dalın ucuna bağladığı, yıpranmış, eski bir kenevir ip. Adam diğer Ostyaklarla birlikte sincap avlamak için ormanda bulunuyormuş. Köydeki Ostyak polis, onu bulmaya gelmiş ve karısının çok hasta olduğunu söylemiş (aklımdan bir anda, öyleyse onlar da sana doğruyu hemen söylemezler diye geçti). Ostyak demiş ki: “Annesi ne işe yarıyor orada? Ocakta ateş yaksın, bu yüzden onu yanımıza aldık.” Ama polis gelmesi gerektiğinde ısrar etmiş. Koca çadıra gelmiş, ama karısı zaten “gidici” imiş. “Bu kaybettiği ikinci karısı” diyerek bitirdi Nikifor.
“Diğerinin de kendini öldürdüğünü söyleme bana!”
“Hayır o doğal şekilde, hastalıktan öldü.”
Bizim Ostyağın Ourvi’den ayrılırken, beni çok korkutarak, ağızdan hoşça kal öpücüğü verdiği iki tatlı çocuğun ilk karısından olan çocukları olduğu anlaşıldı. İkinciyle yaklaşık iki yıl yaşamış.
“Belki de kadını onunla zorla evlendirdiler? Senin sadece adama göz atman gerekir” dedim.
Nikifor sorup soruşturdu.
“Hayır, kadının ona kendi özgür iradesiyle geldiğini söylüyor. Sonra kadının yaşlı ailesine otuz ruble ödemiş ve ardından hep birlikte yaşamaya başlamışlar. Kimse kadının niçin kendini astığını bilmiyor.”
“Bunun genelde böyle olduğunu sanmıyorum, yoksa öyle mi?”
“Ostyaklar doğal bir ölümle ölmüyorlar mı demek istiyorsunuz? Niye öyle olsun, hep böyle ölürler. Geçen yaz, evimin yakınında, bir Ostyak kendini tüfekle vurdu.”
“Ne, kasten mi?”
“Hayır, kazara. Ve bir seferinde de, bizim bölgemizdeki bir polis kâtibi kendini vurdu. Nerede olduğunu asla tahmin edemezsiniz; polis kulesinin üzerinde! Ta tepeye tırmandı ve alın işte, sizi orospu çocukları dedi; sonra da kendini vurdu.”
“Ostyak mıydı?”
“Hayır, bir Rus tip, Nikita Mitrofanoviç Molodsovatov.”
***
Sangi-tur-poul’den ayrıldığımızda, gece yeni bastırmıştı. Buzların erimesi sona ereli epey olmuştu, ama hava daha da ısınmaya devam ediyordu. Yol mükemmeldi, yumuşak ama kuru; iyi iş gören bir yol dedi Nikifor. Geyikler yere sessizce basıyor ve kızakları hiç çaba harcamaksızın çekiyora benziyorlardı. Sonunda üçüncünün koşumları çıkarılmak ve arkaya bağlanmak zorunda kalındı; geyiklere yeterince yapacak iş olmadığında, bir oraya bir buraya sapmaya başlarlar ve sonunda kızağı parçalayabilirler. Kızak sarsıntısız ve sessiz bir şekilde, bir gölcüğün camvari yüzeyindeki bir kayık gibi yana kaydı. Artan karanlıkta, orman öncekinden çok daha devasa görünüyordu. Yolu göremiyordum ve kızağımın hareketini güçlükle hissediyordum. Sanki ağaçlar büyülüydü ve koşarak bize doğru geliyorlardı, çalılar kayıp gidiyordu, yaşlı ağaç kütükleri daha önce uçuşan karla kaplıydı; herşey esrarlı gibiydi. Varolan tek ses, geyiklerin hızlı, düzenli çu-çu-çu-çu nefes alıp vermeleriydi. Uzun zamandır unutulmuş binlerce ses, sessizliğin ortasında kafama doluşuyordu. Aniden, karanlık ormanın derinliklerinden keskin bir ıslık sesi işittim. Esrarlı ve sonsuz derecede uzaktan geliyor gibiydi. Ama bu yalnızca, bizim Ostyağın geyiğine verdiği işaretti. Sonra yine sessizlik, yine uzaktan ıslık sesi, yine karanlıktan karanlığa sessizce koşturan ağaçlar.
Uyku bastırmış halde, endişeli bir düşünce geldi aklıma. Ostyaklar benim zengin bir tüccar olduğumu sanıyorlardı. Ormanın derinliklerindeyiz, gece karanlık, elli verst boyunca ne bir adam ne bir köpek. Onları durduran ne…? Bereket, bir revolverim var. Ama Ostyağın kızağına bağlanmış olan bavulumda kilitli; şu anda bana tuhaf bir biçimde şüpheli görünen şu burunsuz Ostyağın. Gelecek molada revolverimi almam ve onu yanımda tutmam gerektiğine karar verdim.
Bizim kırmızı pelerin içindeki sürücümüz olağandışı bir yaratık. Burnunun olmayışı, koklama duyusunu hiç etkilemiyormuş gibi görünüyor; sanki yolun kokusunu alabiliyor. Her ağacı, her çalıyı tanıyor ve aynı efendisinin çadırında olduğu gibi ormanda da evindeki kadar rahat. Şu anda Nikifor’a bir şey söylüyor. Öyle görünüyor ki, tam burada karın altında biraz yosun olmalı; durup geyiklerimizi besleyebiliriz. Durduk ve koşumları çıkardık. Saat gece 3:00.
Nikifor, Ziryan geyiklerinin, bu Ostyak geyiklerinden farklı olarak, kurnaz olduğunu ve onları molada asla serbest bırakmayacağını, bağlı olarak besleyeceğini söylüyor. Bir geyiği serbest bırakmak dert değil diyor, ama ya onu istediğin zaman tekrar yakalayamazsan? Bununla birlikte Ostyak farklı düşünüyor ve şeref sözü verip hayvanlarını serbest bırakmak istiyor. Yüce düşünceliliği beni etkiledi, ama yine de biraz endişeyle hayvanların ağızlarına göz attım. Ya Ourvi çadır köyü etrafında yetişen yosun onları cezbederse? Bu gerçekten de can sıkıcı olurdu. Fakat, bir beyefendinin anlaşması temelinde hareket etmek için geyikleri serbest bırakmadan önce, iki sürücüm iki uzun çam kestiler ve bunları yaklaşık bir buçuk arşın uzunluğunda yedi parçaya böldüler. Engelleyici bir etki yapacağı düşünülen bu kütükler, her bir geyiğin boynuna asıldı. Bunların çok hafif çıkmayacaklarını umuyoruz …
Geyikleri salıverdikten sonra, Nikifor biraz yakacak odun kesti, karlı bir bölge dairesel olarak ayağıyla ezdi ve oturmamız için ateşin etrafına bir küme köknar dalı yerleştirerek, ateş yakacağı bir çukur kazdı. İki yemek kabı, kara saplanmış iki yeşil dala takılıp ateşin üzerine asıldı ve içlerine bir avuç kar koyduk. Şubatta bir ateş etrafındaki bu çay partisi, sanırım sıfırın altında kırk-elli derece bir soğuk olsaydı çok daha az cazip görünecekti. Ama son derece şanslıydık, hava ılık ve sakindi.
Uyuya kalmaktan korkuyordum ve bu yüzden uzanmamaya karar verdim, ateşi besleyerek ve titrek ışığında yolculuk izlenimlerimi yazarak iki saat kadar oturdum.
* * *
Gün ağardığında sürücüleri kaldırdım. Hiç zorlanmadan geyikleri yakaladılar. Arabaya koşulurlarken, hava tamamen aydınlandı ve çevremizdeki herşey alelade bir görünüme büründü. Çamlar küçüldü, çalılar kayboldu. Ostyak uykulu uykulu bakıyordu ve geçen akşamki şüpheler duman gibi gözden kayboluyordu. Aynı zamanda, ayrılmadan önce edinmiş olduğum nuh nebiden kalma revolverimde yalnızca iki fişek olduğunu ve onu bana satan kişinin, “bir kaza olabilir” diyerek, kullanmamamı tavsiye ettiğini hatırladım. Bu yüzden bavulda kaldı. Yoğun ormandan geçerek yola devam ettik; çamlar, köknarlar, çalılar, güçlü kara çamlar, sedirler ve nehir kıyısındaki söğütler. Yol güzel. Geyikler iyi ama neşesiz koşuyorlar. Ön kızaktaki Ostyak, başını öne eğdi ve sadece dört notadan ibaret hüzünlü bir şarkı söylüyor. Bekli de, ikinci karısının kendini asarken kullandığı yıpranmış eski kenevir ipi hatırlıyor.
Orman, orman dışında hiçbir şey yok … geniş bir alan üzerinde tekdüze, yine de iç bileşimi sonsuz derecede çeşitli. Burada bir çam çürümüş ve üst kısmı bir tür kemer oluşturarak yola düşmüş. Ağaç kocaman ve kar başımıza doladığımız örtü gibi örtmüş onu. Ve burada önceki sonbaharda bir orman yangını olmuş gibi görünüyor. Kuru, dümdüz, kabuksuz veya yapraksız gövdeler, yere dikilen telgraf direkleri ya da donmuş bir limandaki çıplak gemi direkleri gibi anlamsız duruyor. Yangın alanı birkaç versti kaplıyor. Daha sonra geçtiğimiz yerlerde, çok dallı, karanlık ve yoğun köknarlar dışında hiçbir şey yok. Yaşlı devasa ağaçlar birbirlerini itip kakıyorlar, tepeleri birleşiyor ve gün ışığının içeri girmesini engelliyor. Dallar yeşil bir lif ağıyla kaplı, tıpkı kaba bir örümcek ağı gibi. İnsanlar ve geyikler bu yüzyıllık köknarlar arasında küçücük kalıyor. Sonra aniden ağaçlar daha da küçülüyor, sanki yüzlerce genç köknar karlı ovaya yayılmış ve düzenli aralıklarla sıralar oluşturmuş. Yolun bir virajında, üç köpekle çekilen ve küçük bir Ostyak kız tarafından sürülen bir kızakla çarpışıyorduk neredeyse. Beş yaşlarında bir oğlan kenarda yürüyordu. Çocuklar çok tatlıydı; Ostyak çocukların genellikle güzel yüzlü oldukları dikkatimi çekti. Ama o zaman niçin yetişkinler bu kadar çirkinler?
Orman, orman.… pek yakın zamanda değilse bile, burada da yine bir orman yangını olmuş; yanmış gövdeler arasından genç sürgünler boy veriyor. “Bu yangınlar nasıl başlıyor?” diye sordum. “İnsanların yaktığı ateşlerle mi?” “Asla” dedi Nikifor, “yazın buraya tek bir can gelmez, bütün yolculuklar nehirden yapılır. Hayır, yangınlara bir bulut yol açar; bir bulut gelir ve ormanı alevler içinde bırakır. Ya da rüzgârda ağaçlar birbirlerine kıvılcımlar çıkarana kadar sürtünür; yazın ağaçlar kurudur. Yangın çıkarmak? Burada bunu kim yapar? Yangını rüzgâr çıkarır, rüzgâr söndürür. Reçine ve ağaç kabukları yanar, iğneler yanar, gövdeler ayakta kalır. Birkaç yılda kökler kurur ve o zaman gövde de devrilir.”
Burada devrilmeye hazır pek çok gövde var. Bazılarını sadece komşu ağaçların ince dalları tutuyor. Burada bir tanesi neredeyse boylu boyunca yola düşüyordu, ama bir şey, ki ne olduğunu tanrı bilir, yerden üç arşın ya da daha yukarıda onu üstten tutuyor. Şimdi, birkaç dakika uzaklıkta, yine büyük bir köknar bölgesi var, sonra aniden nehre inen bir geçitteyiz.
“Bu tip geçitler baharda ördek yakalamaya elverişlidir. Baharda aşağıya doğru uçarlar, bilirsin. Günbatımından önce, geçidi karşıdan karşıya geçecek şekilde, ağaçlar arasına üstten bir ağ germelisin. Büyük bir ağ, bir savaş ağı gibi, anladın mı? sonra bir ağacın altına yat. Ördekler uçarak geçide gelir ve karanlık bastırdığında ağı göremezler, böylece ona yakalanırlar. Sadece bir ipi çekersin, ağ düşer ve üzerlerine kapanır. Bu yöntemle, bir kerede elli ördek yakalayabilirsin. Yapman gereken tek şey, onları tutup çıt diye ısırıp koparman.”
“Nasıl yani çıt diye ısırıp koparmak?”
“Uçup gitme fırsatı bulmadan önce onları öldürmek zorundasın, öyle değil mi? Boyunlarını dişlerinin arasına alır ve çıt diye ısırıp koparırsın! Bu en hızlı yoldur, kan dudaklarından aşağıya akar. Kuşkusuz başlarını bir sopayla da ezebilirsin, ama koparmak daha güvenli.”
Başlangıçta bütün geyikler, tıpkı bütün Ostyaklar gibi, birbirlerinin aynı gibi görünüyordu bana. Ama çok geçmeden, yedi geyiğimizin de kendine özgü fizyonomileri olduğunu keşfettim ve onları birbirlerinden ayırt etmeyi öğrendim. Bazen, beni demiryolu hattının beş yüz verst yakınına getiren bu muhteşem hayvanlara şefkat duyuyorum.
Alkol kaynağımız tükendi. Nikifor ayık ve asık suratlı. Ostyak, yıpranmış ip hakkındaki şarkısını söylemeye devam ediyor. Bu sonu gelmez ıssız arazinin ortasında kaybolanın, başkası değil, ben, ta kendim, olduğunun farkına varmayı tarifsiz ölçüde güç bulduğum anlar oluyor. İki kızak, yedi geyik ve iki adam, hepsi bu yolculuğu benim yüzümden yapıyor. Yetişkin, aile babası iki adam evlerini bıraktılar ve yolun bütün cefasına katlanıyorlar, çünkü benim –her ikisine de tamamen yabancı üçüncü bir kişi– buna ihtiyacım var.
Böyle ilişkiler her yerde, dünyanın her tarafında mevcut. Ama ben, bu ilişkilerin tüm kabalıkları ile açığa çıktığı bu ilkel taygadan başka bir yerde, hayal gücünün bunlardan bu denli canlı biçimde etkilenebileceğinden şüpheliyim.
* * *
Açıkta geceledikten sonra, sadece Kanglaz’da durarak, Saradeisk ve Menk-i-poul yurtlarını geçtik ve yol boyunca ilerledik. Buranın insanlarının bir farkı varsa, o da gördüğümüz diğer yerlerdekilerden daha vahşi olmaları. Onlar için herşey yenilik. Yemek kaplarım, makasım, çoraplarım, kızağımda bulunan battaniye, hepsi hayranlık ve şaşkınlık uyandırıyor. Ne zaman yeni bir şey göstersem, hepsi onaylayan sesler çıkarıyor. Bir yere Tobolsk eyaletinin haritasını yaydım ve yüksek sesle bütün komşu yurtların ve nehirlerin adlarını okudum. Herkes ağzı bir karış açık dinledi ve bitirdiğimde hep birlikte söylediğim herşeyin tümüyle doğru olduğunu söylediler. Küçük bozuklukları bitirdikten sonra, konukseverliklerine teşekkür ederek, bütün erkek ve kadınlara üç sigara ve bir şekerleme verdim. Herkes son derece memnun oldu. Neşeli ve diğerlerinden daha az iğrenç görünen yaşlı bir Ostyak kadın, bana, daha doğrusu eşyalarıma tam anlamıyla aşık oldu. Duygularının, başka bir dünyaya ait bu olgulara yönelik tümüyle safiyane bir hayranlık olduğunu gülüşünden anlamak mümkün. Kadın, bacaklarımı battaniyeye sarmama yardım etti. Her birine sevgiyle el salladık ve her biri kendi dillerinde birkaç tatlı söz söyledi.
“Pekâlâ, Duma yakında toplanacak mı?” diye sordu Nikifor ansızın bana.
“Evvelsi gün toplandı.”
“Acaba ne yapacak.… Umarım bu onların akıllarını başlarına getirir. Onlar bizi adamakıllı aşağı yuvarladılar gerçekten de. Unu al; eskiden bir elli rubleydi, şimdi bir Ostyak bana bir seksene çıktığını söylüyor. Bu fiyatlarla nasıl yaşarız sanıyorsun? Özellikle biz Ziryanlar. Onlar bizim için oraya girdiler. Bir araba dolusu saman satıyorsun ve ödeme yapmak zorunda kalıyorsun. Bir balya odunu satış çıkarıyorsun, sen ödeme yapmka zorunda kalıyorsun. Ruslar ve Ostyaklar her ikisi de toprağın kendilerinin olduğunu söylüyorlar, biliyorsun. Duma bu konuda bir şey yapmalı. Bizim polis çavuşu hiç kötü bir tip değil, ama müfettiş bütünüyle farklı bir mesele.”
“Dumanın söyleyecek çok şeyi olmayacak, onu feshedecekler, görürsün.”
Stolipin’i kıskandırabilecek kuvvette birkaç güçlü sözcüğü de ekleyerek, “doğru, feshedecekler” diye katıldı Nikifor.
Niyaksimvoli yurtlarına gece ulaştık. Burada geyikleri değiştirmemiz mümkündü ve Nikifor’un tüm itirazlarına rağmen böyle yapmaya karar verdim. Nikifor, en saçma argümanları kullanarak ve bu görüşmelerime müdahale ederek, Ourvi geyikleriyle yola devam etmeliyiz diye tutturuyordu. Dönüş yolculuğunu düşündüğünü anlayıncaya kadar, onun bu tutumuna bir anlam veremedim: eğer Ourvi geyiklerini tutarsak, daha fazla harcama yapmaksızın kendi hayvanlarını bıraktığı yere geri dönebilirdi. Ama boyun eğmeye razı olmadım ve Ural dağları yakınında büyük bir altın madeni köyü olan Nikito-İvdelskoye’ye kadar on sekiz rubleye yeni hayvanlar kiraladık. Bu, geyik yolundaki son nokta; demiryolu hattına ulaşıncaya kadar atlı kızaklarla daha yüz elli verst yolculuk yapmalıydık. Niyaksimvoli’yle İvdelskoye arası yaklaşık 250 verst; yani yirmi dört saatlik hızlı bir yolculuk.
Burada Ourvi’de yaptığımız işi yineledik: geyikler gece yakalanamıyordu, bu yüzden sabaha kadar beklemek zorundaydık.
Yoksul bir Ziryan evinde durduk. Ev sahibimiz eskiden bir tüccar katibiymiş, ama işvereniyle kapışmış ve şimdi işsiz. Zerrece köylüvari olmayan edebi konuşmasıyla beni şaşırttı. Sohbete koyulduk. Mükemmel bir kavrayışla, Dumanın feshedilme olasılığından, hükümetin yeni borç bulma şansından söz etti. Başka soruların yanı sıra, bana, Herzen’in tüm eserlerinin henüz basılıp basılmadığını sordu. Yine de bu eğitimli insan tam bir barbardı. Tüm aileyi geçindiren karısına yardım etmek için parmağını kıpırdatmıyordu. Kadın, Ostyaklara günde iki fırın dolusu ekmek pişiriyor. Odun ve su alıp getiriyor; üstelik çocuklara da bakıyor. Onun evinde geçirdiğimiz gece boyunca, hiç yatmadı. Bölme arkasında küçük bir lamba yanıyordu ve onun ekmek hamurunu yoğurup biçimlendirirken çıkardığı sesleri duyabiliyorduk. Sabah olduğunda hâlâ dizlerinin üzerindeydi; semaveri kaynattı, çocukların üzerlerini değiştirdi ve daha yeni uyanan kocasına, gece boyunca kuruttuğu geyik derisi botlarını verdi.
“Niçin erkeğin sana yardım etmiyor?” diye sordum yalnız kaldığımızda.
“Onun yapacağı herhangi bir iş yok, anlatabildim mi. Burada balıkçılık yok ve o da avlanmaya alışık değil. Bu civarlarda toprak sabanla sürülmüyor, geçen yıl ilk kez biri bunu yapmayı denedi. Ee, ne yapsın? Bizim erkeklerimiz asla evde çalışmazlar. Tembeldirler, anlatabildim mi, bu konuda Ostyakları hiç aratmazlar. Rus kızların asla bir Ziryanla evlenmemelerinin nedeni bu, başına ilmeği geçirmenin ne gereği var der onlar. Yalnız biz Ziryan kadınları bunu yaparız. Bu bir alışkanlık meselesi.”
“Ya Ziryan kızları Ruslarla evlenirler mi?”
“Oh evet, çok. Rus mujikler bizim kızlarımızla evlenmek ister, çünkü bir Ziryan kadınından daha iyi bir işçi olamaz. Ama diğeri hiç görülmez. Bir Rus kızın bir Ziryanla evlenmesi durumunun olduğunu hiç sanmıyorum.”
“Bu köyde birinin geçen yıl toprağı sabanla sürmeyi denediğini söylüyordun. Sonuç ne oldu?”
“Gerçekten çok iyiydi. Adamın biri bir buçuk pud çavdar ekti ve otuz pud ürün aldı. Başka biri bir pud ekti ve yirmi pud aldı. Buradan yaklaşık kırk verst uzakta oldu bunlar.”
Niyaksimvoli, yol boyunca tarımsal bir girişime tanık olduğum ilk yerleşim yeri.
* * *
Öğleden sonraya kadar buradan ayrılmadık; yeni sürücümüz de, genelde tüm sürücüler gibi, “şafak söktüğünde” geyiklerini getireceğine söz verdi, ama öğlene kadar dönmedi. Kendisi seyahat etmiyor, ama genç bir delikanlıyı bizimle gönderdi.
Güneş göz kamaştırıyordu; gözlerimi güçlükle açabildim ve gözkapakları kapalı olsa bile, kar ve güneş, erimiş metal gibi parlıyordu. Bu arada, sabit, soğuk bir rüzgâr karın erimesinin önüne geçiyordu. Ormana girene dek, gözlerimi biraz olsun dinlendiremedim. Orman öncekinin aynı ve Nikifor’un bana ayırt etmeyi öğrettiği çok sayıda hayvan izi var. Bir yabani tavşanın anlamsız yere yaptığı budalaca yuvarlaklar. Yabani tavşanlar özellikle bol, çünkü kimse onları avlamıyor. İşte yabani tavşanların pençeleriyle çiğnenmiş, içinden her yöne uzanan izleriyle tam bir daire. Tavşanların gece toplantısı yaptığı ve bir polis devriyesi tarafından basılıp, panik halinde dağıldıklarını sanırsın. Keklikler de çok bol, bunların sivri ayak izleri karda çok belirgin bir biçimde göze çarpıyor. Bir tilkinin izi, ihtiyatlı, yol kenarına otuz adım mesafede sanki cetvelle çizilmiş gibi düzgün bir hat oluşturuyor. Her yerde orman farelerinin güçlükle fark edilen izleri bulunuyor. Pek çok yerde kakım izleri var, tıpkı sımsıkı gerilmiş, birbirlerine düzenli aralıklarla bağlanmış düğümlü ip parçaları gibiler. Yol burada, ağır ayaklı, iri boynuzlu bir geyik tarafından açılan bir dizi büyük delikle çukurlaşmış.
Gece bir kez daha durduk, geyiklerimizi serbest bıraktık, bir ateş yaktık ve çay içtik. Sabah olduğunda yine hararetli bir sabırsızlıkla geyiklerin geri dönmesini bekledim. Nikifor odun parçasının bunlardan birinin boynundan çıkmış olduğunu söyledi.
“Bu onun gittiği anlamına mı geliyor?”
“Hayır, hayvan bütün gecedir burada” dedi Nikifor ve hemen yoldaki zorunlu durumlar için bize ne kement ne de sıradan bir ip parçası vermediği için geyiklerin sahibine küfretmeye koyuldu. Anladım ki, işler çok iyi gitmiyordu.
İlk yakalanacak olan erkek hayvandı. Nikifor, sınamak ve hayvanın güvenini kazanmak maksadıyla geyiğin gırtlaktan çıkardığı tıkırtı seslerini çıkarmaya başladı. Geyik pek çok kez oldukça yakına geldi, ama Nikifor hareket eder etmez ormana geri kaçtı. Bu manzara iki üç kez tekrarlandı. Sonunda Nikifor kızağın altında bulduğu bir parça ipe düğümler attı, bunu yere uzattı ve üzerini karla örttü. Sonra hayvana hoş görünmek için yine tıkırtı ve lıkırtı sesleri çıkarmaya başladı. Hayvan ihtiyatla yaklaştığında, Nikifor aniden ipe asıldı ve hayvanın boynundan asılan odun parçası düğümlerden birine yakalandı. Ele geçirilen hayvan diğer geyikler için bir tuzak görevi görmesi için ormana çekildi. Bundan sonra tam bir saat geçti ve orman tümüyle aydınlandı. Ara sıra uzaktan insan sesleri duyuyordum, ardından yine sessizlik bastırıyordu. Odun parçasından kurtulan geyiğe ne yapacaklarını merak ediyordum. Kaçan bir geyiği yakalamanın bazen üç gün aldığını duymuştum.
Hayır, geliyorlardı.
Önce, aylak aylak yakınlarda dolaşan ve daha fazla yakına gelmeyi reddeden “serbest” geyik hariç bütün geyikleri yakalamışlardı. Sonra aniden o da yakalanan geyiklere katıldı ve onlarla birlikte kar yemeye başladı. Nikifor “serbest” hayvanın yakınına sokuldu ve ayağından kaptı. Hayvan kurtuldu, yere düştü ve Nikifor’a çarptı; ama sonunda adam kazandı.
* * *
Akşam 10:00 sularında Sou-vada’ya ulaştık. Buradaki üç yurt tahta çakılıp kapatılmıştı, sadece birinde insan yaşıyor. Kocaman, iri boynuzlu bir dişi geyik leşi bir odun kümesinin üzerine atılmış, biraz daha ileride, yerde, bir başka ren geyiği leşi yatıyor. Dumandan kararmış çatının üzerinde morarmış et topakları görülüyordu, bunlar arasında, anne geyiğin karnından alınmış iki ölü geyik buzağısı da vardı. Yurt sakinlerinin hepsi sarhoştu ve uyuyordu. Selâmımıza kimse yanıt vermedi. Ev oldukça büyük ama inanılmaz derecede kirliydi ve hiç mobilya yoktu. Sopalarla desteklenen çatlak bir buz parçası pencere camı görevini görüyordu. Duvarlarda on iki havari, çeşitli monarkların portreleri ve bir kauçuk fabrikasının renkli bir ilânı vardı.
Nikifor ocakta ateş yaktı. Sonra bir Ostyak kadın, sallanıp tökezleyerek ayağa kalktı. Kadının yanında, biri kucak bebeği üç çocuk uyuyordu. Son birkaç gündür aile büyük başarıyla avlanmıştı: dişi geyik dışında, yedi tane de ren geyiği öldürmüşlerdi; altı leş hâlâ ormandaydı.
“Bu civarlarda neden bu kadar çok boş yurt var?” diye sordum Nikifor’a tekrar yola çıktıktan sonra.
“Sebebi çok. Bir Ostyak, ölümün olduğu bir evde yaşamaz. Ya evi satar, ya tahta çakarak kapatır, ya da onu başka bir yere taşır. Pis bir kadın eve girdiğinde de aynı şey olur. O zaman da evin taşınması gerekir. Onların kadınları, böyle zamanlarda dallardan yapılmış kulübelerde ayrı yaşarlar. Başka bir sebep de, Ostyaklar oldukça çabuk ölmeleridir. Bu yüzden yurtları boş kalır.”
“Dinle Nikifor İvanoviç, başkalarına benim tüccar olduğumu söyleme. Maden ocaklarına ulaşır ulaşmaz, benim Göte keşif heyetinden bir mühendis olduğumu söyle. Bunu duymuş muydun daha önce?”
“Hayır, duymadım.”
“Obdorsk’tan Kuzey Kutup Denizi’ne bir demiryolu inşa etme planı var; onlar Orta Rusya’dan geçmeksizin Sibirya mallarını yurtdışına ihraç etmek istiyorlar, anlarsın. Bu yüzden, iş nedeniyle Obdorsk’a gittiğimi söylemeyi unutma.”
Gün bitiyordu. İvdel’e elli vesrtten az kalmıştı. Oika-poul’ün Vogul yerleşim yerine geldik. Nikifor’dan keşifte bulunmak üzere evlerden birine gitmesini istedim. On dakika sonra geri döndü. Evin sarhoş insanlarla dolu olduğunu söyledi. Yerli Voguller, Niyaksimvoli’ye mal götüren bazı Ostyak arabacılarla parti yapıyorlarmış. Yolculuğumuzun bu son aşamasında Nikifor’un sarhoş olmasından korktuğum için eve girmeye razı olmadım. “İçmeyeceğim” diye temin etti beni, “sadece yol için bir şişe alacağım.”
Uzun bir mujik kızağımıza geldi ve Nikifor’a Ostyak dilinde sorular sormaya başladı. Birbirlerine en arı Rusçayla küfretmeye başlayıncaya kadar konuşmalarını takip edemedim. Adam tam ayık değildi. Nikifor da evden içeri girdikten birkaç dakika sonra artık pek kendinde değildi. Konuşmaya katıldım. “Ne istiyor?” diye sordum Nikifor’a, Ostyak yerine onu muhatap alarak. Ama adam Rusça yanıt verdi. Nikifor’a yalnızca alışıldık sorular sormuş –kimi, nereye taşıdığını– ve Nikifor da ona cehenneme gitmesini söylemiş. Daha sonraki görüş alışverişinin vesilesi olmuştu bu.
“Sen Ostyak mısın, Rus mu?” diye sordum sıra bana geldiğinde.
“Neden, Rusum elbette. Adım Şiropanov, Niyaksimvoli’liyim. Peki siz, siz Göte kalabalığından değilsinizdir herhalde, şans bu ya?”
Hayretler içinde kaldım.
“Evet, öyleyim. Peki bunu nereden biliyorsun?”
“Onlara katılmamı isteyerek bana Tobolsk’tan yazdılar; bu, ilk kez keşif için dışarı gittiklerinde oldu. O zaman yanlarında bir İngiliz vardı, adını hatırlayamıyorum… Charles Williamovich.”
“Putman mı?” diye attım rastgele.
“Hayır, başka bir şey, Putman’ın karısıyla ilgili bir şey yok muydu? Hayır onun adı Cruse idi, şimdi hatırladım.”
“Ya şimdi ne yapıyorsun?”
“Niyaksimvoli’deki Şulgins firmasında kâtibim; taşıdıklarımız onların malları. Tüm vücudumu saran ağrılar başıma belâ oldu, üç gündür iyileşemedim.”
Ona bazı ilaçlar verdim ve eve girmek zorunda kaldım.
* * *
Ocaktaki ateş sönüyordu; hiç kimse onu canlandırmaya zahmet etmiyordu ve oda neredeyse tamamen karanlıktı. İçerisi, tahta sedirde ve yerde oturan insanlarla doluydu; bazıları da ayaktaydı. Her zaman olduğu gibi, kadınlar, bir yolcu gördüklerinde, yüzlerinin yarısını başörtüleriyle kapatıyorlardı. Bir mum yaktım ve Şiropanov’a biraz sodyum salisilat verdim, bunun üzerine sarhoş ve yarı sarhoş Ostyaklar ve Voguller tarafından etrafım hemen kuşatıldı, hepsi çeşitli hastalıklardan şikayetçiydiler. Şiropanov tercümanlık işine soyundu ve ayrım yapmaksızın herkese kinin ve sodyum salisilat verdim.
“Çarın yaşadığı yerde yaşadığınız doğru mu?” diye sordu bana biraz yaşlı, pörsümüş bir Vogul.
“Evet, Petersburg’da” diye yanıtladım.
“Ben de orada, gösteride bulundum. Herkesi gördüm, Çarı, Polis Şefini, Grand Dükü, herkesi.”
“Oh, heyete Vogul ulusal kıyafetleri içinde mi gittiniz?”
“Evet, evet” herkes doğrular biçimde başını sallamaya başladı.
“O zamanlar daha genç ve daha güçlüydüm. Şimdi yaşlı bir adamım ve sürekli hastayım.”
Ona da biraz ilaç verdim. Ostyaklar benden çok memnundular, elimi sıktılar, beni on kez biraz votka içmeye davet ettiler ve kabul etmememe çok üzüldüler. Nikifor bir kupaya çay ve votka koyarak ocağın yanına oturdu. Ona anlamlı anlamlı baktım, ama o beni görmüyormuş gibi yaparak gözlerini kupaya dikip duruyordu. Nikifor’un “çay”ını bitirmesini beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.
“İvdel’den kırk beş verst yol katetmek üç günümüzü aldı, Ostyaklar sürekli içiyorlardı. İvdel’de, Mitri Mitriç Liyalin’de konakladık, çok iyi bir adam. Maden ocaklarına bir geziden dönerken bazı yeni kitaplar getiriyordu; Halkın Takvimi ve bazı yeni gazeteler. Takvim, herkesin aldığı maaşı, bazılarının 200 bin, bilirsiniz, bazılarınınsa 150 aldığını söylüyor. Tüm bu parayı ne için alıyorlar, sorarım size? Bunların hiçbiriyle aynı fikirde değilim, sizi daha önce hiç görmedim bayım, ama size doğruyu söyleyeceğim: hiçbirini sevmiyorum, beni ilgilendirmiyor. Onlar Dumanın yirmisinde toplandığını söylüyorlar: bunun, sonuncusu kadar, hatta daha da kötü olduğuna bahse girerim. Bakalım o sosyalistler ne yapabilecekler. Dumada yaklaşık elli sosyalist, artı yüz elli Narodnik, artı yüz civarında Kadet olacak … Karaların olması zayıf ihtimal.
“Hangi partiye sempati duyduğunu sormamın sakıncası var mı?”
“Ben mi? Ben bir sosyal demokratım inanç olarak … çünkü sosyal demokrat parti herşeyi bilimsel bir temele oturtur.”
Gözlerimi ovuyormuşum gibi geldi. Tayganın derinleri, kirli bir yerli kulübesi, sarhoş Voguller, ve burada bir küçük tüccar kâtibi bana “bilimsel temeli” yüzünden sosyal demokrasiye inandığını söylüyor. İtiraf etmeliyim ki parti gururumun aniden kabardığını hissettim.
“Yazık ki, kendini bu karanlığa ve sarhoş bölgesine gömüyorsun” dedim ona gerçekten üzülerek.
“Yapılacak ne var? Barnual’de işe başvurdum, sonra kovuldum. Bir ailem var, buraya gelmekten başka şansım yoktu. Ve, bilirsiniz, Roma’dayken Romalıların yaptığını yap derler; ya da bizim daha yerinde söylediğimiz gibi, kurtlar arasında yaşamak için bir kurt gibi ulumalısın. Göte’nin keşif heyetiyle kuzeye gitme teklifini reddettiğime pişmanım şimdi. Yine ihtiyaç duyulursa, bana bir haber gönder.”
Mahcup oldum ve ona mühendis olmadığımı, herhangi bir keşif heyetinin üyesi olmadığımı, kaçan bir “sosyalist” olduğumu söylemek istedim … ama bunu düşünüp taşındım ve vazgeçtim.
Kızaklarımıza geri dönme zamanı gelmişti. Voguller, veda armağanı olarak verdiğim yanan mumu ellerinde tutarak avluda etrafımızda toplandılar. Hava öyle durgundu ki, mum sönmüyordu. Tekrar tekrar hoşçakalın dedik; genç bir Ostyak elimi öpmeye çalışıyordu. Şiropanov, vahşi bir ren geyiği postunu armağan olarak paketleyip kızağıma koydu. Parasını almayı kesinlikle reddetti ve sonunda ona yanımda “kutu içinde” taşıdığım bir şişe romu verdim. Ardından hareket ettik.
* * *
Nikifor tekrar konuşkan olmuştu. Belki yüz kez, bana, nasıl erkek kardeşinin evinde oturduğunu, Nikita Serapionoviç’in nasıl geldiğini –“o kurnaz bir mujiktir!”– önce onu nasıl reddettiğini, onbaşı Suslikov’un kendisine beş ruble verip kabul etmesini söylediğini ve amcası Mihail Yegoriç’in –“iyi bir mujiktir”– kendisine “seni aptal, niye bu tipi taşıyacağını tereddüt etmeden söylemiyorsun” dediğini anlattı. Bitirir bitirmez, Nikifor herşeye yeniden başladı: “Şimdi size tüm hikâyenin tam olarak nasıl olduğunu anlatayım. Kardeşim Pantaley’in evinde oturuyordum, sarhoş değildim, aklım başımdaydı, ama elbette biraz içkiliydim.… sonra Nikita Serapionoviç geldi ve bana dedi ki …”
“Buraya bak Nikifor İvanoviç, birazdan oraya ulaşmış olacağız. Sana teşekkür etmek ve benim için yaptıklarını asla unutmayacağımı söylemek istiyorum. Eğer mümkün olsaydı gazetelerde şunu yayınlatırdım: “Nikifor İvanoviç Hrenov’a içten minnettarlığımı ifade etmek istiyorum, onun yardımı olmasaydı kaçamazdım.”
“Bunu neden yayınlatmıyorsunuz?”
“Polisten ne haber?”
“Doğru, onları unutmuştum. Ama çok güzel olurdu hiç kuşkusuz. Daha önce bir kez gazetelere çıkmıştım, bilirsin.”
“Nasıl oldu bu?”
“Nasılı şöyle. Obdorsklu bir tüccar vardı, şey, kız kardeşinin parasını çaldı ve ben de, gerçeği söyleyeyim, ona bir parça yardım ettim. Şey, tam olarak yardım değil, bir tür arka çıkmak. Eğer para elinizdeyse, dedim, Tanrı sizin yanınızda demektir. Doğru mu?”
“Şey … pek öyle değil.”
“Önemli değil o zaman. Her neyse, ona bir tür arka çıktım. Hiç kimsenin bundan haberi yoktu. Derken, gerçekten kurnaz bir şahsiyet olan Pyotr Petroviç Vahlakov gitti ve bunların hepsini gazetede yayınlattı: «Bir hırsız olan tüccar Adrianov para çaldı ve bir başka hırsız olan Nikita Hrenov eylemi gizlemeye yardım etti.» Bütün bunlar beyaz üzerine siyah basıldı ve her kelimesi doğru!”
“İftira attığı için onu dava etmeliydin” dedim. “Eskiden Gurko adında bir bakan vardı, bir şey mi çalmıştı, yoksa yalnızca bir şey çalması için birine mi yardım etmişti hatırlayamıyorum, her neyse, farkına varıldığında, iftira yüzünden dava açtı. Sen de aynı şeyi yapabilirdin.”
“Bunu yapmak aklıma geldi! Ama yapamazdım, çünkü bu Vahlakov benim en iyi arkadaşımdır, anlatabildim mi. O bunu zarar vermek için değil, şaka olsun diye yaptı tamamen. O zeki bir mujiktir, elinden her türlü iş gelir. Bir insan değil, düzenli bir fiyat listesidir.”
Akşam 4:00 sularında İvdel’e ulaştık ve Şiropanov’un bana bir “Narodnik” olarak salık verdiği Dmitri Dmitriyeviç Liyalin’in evinde durduk. Çok cana yakın ve sıcak kalpli bir kişi olduğu ortaya çıktı ve ona en içten teşekkürlerimi ifade etme fırsatına sahip olduğum için çok mutluyum.
“Burada sakin bir hayatım var” dedi bana semaverle uğraşırken. “Devrim bile bize zar zor ulaştı. Kuşkusuz olup bitenlerle ilgiliyiz, gazete okuyoruz, ilerici harekete sempatiyle bakıyoruz, Duma temsilcilerimiz sol-kanatçılar, ama ben devrimin buraya kadar ulaşıp bizi doğru dürüst harekete geçireceğini sanmıyorum. Maden ocaklarında birtakım grevler ve gösteriler oldu, ama burada hiçbir şey olduğu yok, sakin bir hayat sürüyoruz, polisimiz, madenlere bakmak için doğru dürüst bir memurumuz bile yok. Buradan yüz elli verst uzaklıktaki Bogoslovski madenine kadar telgraf çalışmıyor, demiryolu hattı da orada başlıyor. Sürgünler? Evet birkaç tane var; Liflandiya’dan üç, bir erkek öğretmen, bir sirk artisti. Bunların hepsi deniz tarama makinesinde çalışıyor, buradakilerin hiçbiri yoksul değil. Hepimiz gibi sakin bir yaşam sürüyorlar. Bizler altın arıyoruz, akşam olduğunda birbirimizin evlerine uğruyoruz. Buradan Rudniki’ye hiç korkmadan devam edebilirsiniz, sizi kimse durdurmaz: posta arabasına binebilirsiniz ya da isterseniz araba kiralayabilirsiniz; size bir sürücü bulurum.”
Nikifor’a hoşça kal dediğimde güçlükle ayağa kalkabildi.
“Dikkat et Nikifor İvanoviç” dedim –“dönüş yolunda içkinin başına dert açmayacağından emin ol.”
“Endişelenme … mide güvenilirse omurga emniyettedir” diye karşılık verdi.
* * *
Hikâyemin “kahramanlık” dönemi, ren geyikleriyle yedi-sekiz yüz verstlik tayga ve tundra yolculuğu burada sona erdi. En tehlikeli anlarında bile, kaçışım, planlama aşamasında bana görünenden ya da bazı gazete raporlarına bakılırsa diğer insanlardan çok daha kolay ve alelade –şansın yaver gitmesiyle– oldu. Yolculuğun geri kalanı hiçbir bakımdan bir kaçışa benzemiyor. Rudniki yolunun büyük bir kısmında bana eşlik eden yol arkadaşım, hükümetin bölgedeki içki dükkânlarını gezen bir vergi memuru.
Rudniki’de, demiryoluyla gitmenin güvenli olup olmayacağını sormak için birtakım insanları görmeye gittim. Yerel komplocular beni yerel casusluk eylemleriyle korkutmak için ellerinden geleni yaptılar ve bana, Rudniki’de bir hafta bekledikten sonra, herşeyin daha kolay olacağını temin ettikleri Soliamsk’a gitmemi öğütlediler. Öğütlerine uymadım ve bundan pişman olmam için hiçbir neden olmadı. 25 Şubat gecesi en ufak bir terslik olmaksızın Rudniki’den dekovile bindim ve yirmi dört saatlik yavaş yolculuğun ardından, Kuşva istasyonunda, Perm demiryolundaki bir trene geçtim. Sonra Perm, Vyatka ve Vologda yolu üzerinden devam ederek, 2 Mart akşamı Petersburg’a ulaştım. Böylece, on iki günlük yolculuktan sonra, Nevski Bulvarı’ndan aşağı bir taksiyle gidiyordum. Bu hiç de uzun değil; Berezov’a yolculuk bir hafta almıştı.
Ural dekovilinde yolculuk yaparken, henüz güvende değildim; yerel bir hattaki her “yabancı” dikkat çekiyordu ve şayet Tobolsk’tan telgrafla uygun bilgiler alınmış olsaydı ben de pekâlâ herhangi bir istasyonda tutuklanabilirdim. Ama treni değiştirdiğim ve Perm demiryolunun rahat bir vagonunda yolculuk yapmaya başladığım zaman biliyordum ki kazanmıştım. Tren, daha geçenlerde, pek çok jandarma, polis ve askeri birlikle karşılandığımız aynı istasyonlardan geçti. Fakat şimdi ters yönde gidiyordum ve duygularım da tamamen farklıydı. Önce geniş, neredeyse boş vagon bana havasız ve boğucu geldi. İki vagon arasındaki açık sahanlığa çıktım; karanlıktı, sert bir rüzgâr esiyordu, göğsümden bir sevinç çığlığı koptu; mutluluk ve özgürlük çığlığı!
Bu arada, Perm-Kotlass demiryolu treni, beni ileri, ileri, hep ileri taşıyordu.
[1] Dekovil: kolayca sökülüp taşınabilen ve bu özelliğinden dolayı maden ocaklarında, taş ocaklarında vs. kullanılan dar (40-60 cm) demiryolu. (ç.n.)
[2] Takip eden satırlarda, kaçışın anlatımı epeyce değiştirildi ve bana yardım edenlerin güvenliğini sağlamak için kullanılan tüm isimler uyduruldu.
[3] Rusya’nın tundra bölgesinde yaşayan, hayvancılıkla uğraşan bir halk. (ç.n.)
[4] Çiji: ren geyiği postundan yapılan, içi kürklü çorap; kisi: ren geyiği postundan yapılan içi kürklü çizme.
[5] Malitsa, ren geyiği postundan yapılan içi kürklü bir palto; özellikle soğuk havalarda gus (dışı kürklü) giyilir.
[6] Çay yapraklarının ya da üretim artığı kuru çayların sıkıştırılmasıyla elde edilen kalıp biçiminde çay (komprime çay). (ç.n.)
[7] Kuzey yarıküreye özgü bir kuş türü (zool. Lagopus albus). (ç.n.)
[8] Sert.
[9] Çok sert.
link: Lev Troçki, ... ve Geri, 13 Mart 2007, https://marksist.net/node/1443