Portekiz’de 47 yıl süren faşizmin çözülüş ve yıkılış süreci derslerle doludur. Faşist rejimlerin ilânihaye süremediğini, er geç çözüldüğünü ya da yıkıldığını, ancak bunun olağan burjuva rejimdeki gibi seçim sandığı yoluyla değil, iç ve dış faktörlerin zorlaması ve/veya kitlelerin mücadelesi yoluyla olduğunu gösteren bir örnektir. Portekiz’de yaşananlar, kitle hareketinde önderliğin hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle önemini, kritik dönemeç noktalarında yaptığı hata, ihmal ve ihanetlerin nelere yol açabileceğini göstermesi açısından da incelenmeyi hak eder. Ayrıca Hitler ve Mussolini rejimleri derecesinde baskıcı olmadığı gerekçesiyle yasama, yürütme ve yargıyı tek bir korporatif devlet erkinde toplayan, sansür, baskı, işkence, siyasal ve sendikal yasaklar uygulayan bir rejimi faşizm olarak nitelendirmekte tereddüt edilmesi, bugün Türkiye örneğinde gördüğümüze benzer bir yanılgıdır. Sömürgelerde ulusal mücadele veren unsurların askere alınan Portekizli emekçilerle kurduğu sağlıklı bağlar ve Portekizli sosyalistlerin savaş karşıtı etkin propagandası faşizmin çözülüşünü ivmelendirmiş; faşizmi sonlandıran kitle hareketi sömürgelerdeki savaşı sona erdirmiş ve sömürgelerde bağımsızlıkların kazanılmasında son noktayı koymuştur. Faşizmi zayıflatan burjuvazi içi çelişkilerin ötesinde, Karanfil Devrimi bulutsuz gökyüzünde çakan bir şimşek değildir. Keskinleşen çelişkilerin yanı sıra yıllarca faşizm koşullarında mücadele veren işçilerin, devrimcilerin, komünistlerin, anarşistlerin, sendikalistlerin, sosyal demokratların mücadelesi sayesinde koşullar olgunlaştığında kitleler kayayı çatlatmış, su gürül gürül akmıştır.
Tarihsel arka plan ve 1910 burjuva devrimi
1400’lü yıllardan itibaren Ümit Burnu gibi yeni deniz yolları bulan Portekiz, dört kıtaya yayılan, köle ve meta ticaretine önem verip sınaî faaliyeti ön plana almayan bir sömürge imparatorluğu kurdu. 1700-1800’lü yıllarda İspanya ve Fransa ile girdiği sömürge savaşları sonrasında 1822’de Brezilya’yı elinden kaybetti, kalan sömürgelerini elinde tutmaya yöneldi. Bu savaşlar sürecinde İngiltere’ye borçlanmış ve yaptıkları ittifak sonucunda İngiltere Portekiz ticaretini kontrol etmeye başlamıştı. Portekiz, sömürge savaşları sürecinden Batı Avrupa’nın ekonomi, sanayi ve eğitim düzeyi açısından en geri kalmış ülkesi olarak çıktı. 1810-1836 yılları arasındaki liberal burjuvazinin de mücadelesi sonucu meşruti monarşi kurulsa da asıl sonuç birkaç elde toplanan büyük toprak mülkünün parçalanması oldu. Kapitalizmin gelişimiyle loncalar çözüldü. Öncesinde var olan kooperatif toplulukları, kültürel birlikler vb. işçi hareketini besleyen kaynaklar oldular. 1890’dan itibaren emek örgütlülüğü Avrupa’ya paralel olarak sendikalaşma ve ülke çapında federasyonlaşma yönünde evrildi. Aristokrasiye karşı mücadele veren tüm burjuva devrim süreçlerinde olduğu gibi Cumhuriyetçilerin sosyal reform perspektifi alt sınıflara daha geniş bir hareket alanı sağlamıştı. Cumhuriyetçilerin, sosyalistlerin, anarşistlerin ve sendikalistlerin monarşi karşıtı mücadelesi işçi örgütlerinin güçlenmesini de pekiştirmiş, kitleleri politikleştirmişti.
Meşruti monarşiler çoğu durumda Asyatik veya feodal iktidarlar ile yükselmekte olan burjuvazinin bir bakıma geçici uzlaşı formu, burjuva cumhuriyete geçiş formu olmuştur. Eninde sonunda defakto iktidar burjuvaziye geçer, eski egemen sınıf kalıntıları burjuvalaşır veya tasfiye olur. Nitekim Portekiz’de krallık 1910 yılında bir burjuva devrimle yıkıldı. Yeni burjuva efendiler 1910 devrimi sonrası kitle desteğini devam ettirebilmek için grev ve sendikalaşma yasağını kaldırsa da sendikal-siyasal baskıları, sürgünleri devam ettirdiler. Baskılara rağmen 19. yüzyıldan beri Portekiz’de var olan sınıf mücadelesi burjuva devrim sonrasında yeni bir yükselişe geçti, grevlerde artış yaşandı. Makineleşmeyle beraber kadın ve çocukların üretime katılımıyla işçi sınıfı kitlesi büyümeye başladı. Kadınların mücadeleye katılımı arttı. Anarşistler, sosyalistler, sendikalistler sınıf örgütlerinde ve halk içinde örgütleniyor, grev ve eylemler düzenliyordu. Sendikal ve siyasal birlikler oluşturuyor, bunları merkezileştiriyorlardı. 1917 Ekim Devrimi tüm dünyada olduğu gibi Portekiz emekçi sınıflarında da yankısını bulmuştu. Avrupa’daki tüm miting ve gösterilerde Sovyetler övgüyle karşılanıyordu. Dünyadaki devrim dalgasına da paralel olarak 1917’de yükselen sınıf hareketi 1919’da doruğa ulaştı ve sonraki yıllarda da devam etti. Uzun dönemli eğilimlerin sonucu olarak 1919’da 170 sendikanın katılımıyla CGT (Genel Emek Konfederasyonu) kuruldu. 8 saatlik işgünü hakkı gibi kazanımları olan büyük grevler ve işçi sınıfının örgütlülüğü burjuvaziye korku salıyordu.
1921’de Portekiz Komünist Partisi kuruldu ancak 1924 dönemecinden sonra SSCB’deki bürokratik karşı-devrim sürecine paralel olarak ne yazık ki sekterliğe dümen kırdı ve Stalinizme kaydı. Sendikalar siyasi gruplar tarafından bölündü. Faşist çetelerden yılmış, devrimci önderliği olmayan işçi sınıfının mücadelesi ivme kaybetti. Öte yandan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ve dünya krizi koşullarında burjuva siyasetindeki istikrarsızlık 1910-1926 arasında 45 hükümet kurulması ve darbe girişimleriyle kendini açığa vurdu. Örneğin 1919’da monarşist darbeciler bir ay boyunca ülkenin kuzeyini kontrol etti. Burjuvalar kendi aralarındaki iktidar savaşı nedeniyle emek hareketine tam bir saldırı düzenleyemiyordu.
1926 askeri faşist darbesi ve faşizm dönemi
İşçi sınıfının devrimci tehdidi ve siyasal istikrarsızlık karşısında 1926’da General Carmona önderliğinde bir askeri darbe gerçekleştirildi. Bu darbeyle, savaş, baskılar, gıda kıtlığı ve yaygın yolsuzlukların olacağı 47 yıl sürecek faşizm dönemi başlayacaktı. Darbe asıl olarak işçi hareketini hedef aldı ve patronlar sınıfının işine yaradı. Rejim sendikacılara ve devrimcilere saldırdı. Sansür katılaştırıldı. Patronlar işçilerle imzalanan sözleşmelere uymamaya başladı.
Darbe sonrası başkanın ve dolayısıyla yürütmenin tüm yetkileri elinde tuttuğu bir rejime geçildi. Yürütme üzerinde herhangi bir kısıtlayıcı yetkisi olmayan Meclis, önemli konularda kararnameler aracılığıyla baypas ediliyordu. Hızla “güvenilir” sivil uzman ve akademisyenler görevlendirilerek faşist rejim inşa edilmeye başlandı ve süreç içinde ordu yönetimi sivillere devrederek kışlaya döndü. Rejimin baş mimarları askerler veya profesyonel siyasetçiler değil Salazar gibi teknokratlardı. “1928 yılına gelindiğinde, Portekiz faşizminin isim babası olacak Salazar, ekonominin kapitalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda düze çıkartılması için olağanüstü yetkilerle donatılıp maliye bakanı olarak atandı. Salazar Portekiz’de faşizmi yerleştirmek üzere 1930’da Milli Birlik adlı bir hareket oluşturmaya girişti. 1932 yılında da başbakan olarak atandı. Ardından, yine Salazar’ın önayak olmasıyla Mavi Gömlekliler adıyla faşist bir örgütlenme daha yaratıldı ve Portekiz Lejyonu adıyla paramiliter silahlı çeteler oluşturuldu.”[1] 1932’de tek parti hariç tüm partiler yasaklandı. 1933’te tüm burjuva güçlerin Salazar’ın yanında hizalanmasıyla denge durumu oluştuğunda faşizm Yeni Devlet adı altında kurumsallaştı. Fiili durumun yasalara geçirilmesine denk düşen bu kurumsallaşma sürecinde, sendika ve toplu sözleşmeleri yasaklayan, özel askeri mahkemeler ve propaganda sekreterliğini kuran, kurulan gizli servisin (PIDE) yetkilerini genişleten baskı yasaları yürürlüğe kondu. Buna tepki olarak anarkosendikalist, sosyalist ve komünistlerin ortak katılımıyla sendikalar 1934 Ocakta ülke genelinde büyük katılımlı bir genel grev düzenledi. Grev yoğun katılıma rağmen dağınıktı ve iyi koordine edilememişti. Faşizmin yoluna devam etmesini engelleyemedi, baskılar şiddetlendi, sendikaların mallarına el kondu. Öncülerinin hapse atılmasına ve sürgüne gönderilmesine rağmen işçi hareketi bu tarihten sonra gizli faaliyetlerini sürdürecek, zaman zaman yayınlar çıkaracaktı. 1936’dan sonra grevin cezası artık hapis veya Cabo Verde’deki toplama kampına sürgündü, buna rağmen mücadele sürdü.
Faşist devlet tüm emekçi sınıfları devlet kontrolünde sivil korporatif örgütlülüklerde topladı. Toplumu her alanda, özellikle meslekler temelinde bölerek tepeden kurduğu korporatif kuruluşlarla parça parça etti. Devlet tarafsızlık iddiasına rağmen sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket ediyordu. Tüm ücretleri ve çalışma koşullarını düzenleme yetkisini elinde toplayan rejim, korporatist sözleşmelerle genel ücret düzeylerini düşük tutuyordu.
Burjuvaziyi dahi “gremio” adlı korporatif kuruluşlarda birleştirdi. Ancak bu kuruluşlarda şirketlerin devletle iletişim kanallarının başı, büyük şirketler tarafından küçüklerin aleyhine olacak şekilde tutulmuştu. Devlet bürokrasisindeki unsurlar aynı zamanda şirketlerde yöneticilik yapıyor, şirket kârından legal ve illegal yollarla pay alıyor, şirketlere vergi indirimleri yapılıyordu. Sanayideki elitlerin yarıya yakınının aynı zamanda devlet görevi vardı. Portekiz ekonomisindeki kötü gidişe rağmen büyük sermaye daha da büyüyor, ücretlerse sürekli düşüyordu. Faşizmde egemenliğin aslında kimde olduğu sorusunun yanıtı, devlet mi şirketleri kontrol ediyor yoksa devlet kendi politikasını şirketlerin kârlılık gereksinimlerine göre mi düzenliyor sorusuna verilecek cevapta mevcuttur. Kuşkusuz ikincisi doğrudur.
Devletle sıkı bağlantı içinde olan Kilise de faşist rejimin korporatist anlayışının topluma benimsetilmesinde etkili bir kurumdu. Devlet okullarında dini eğitimin ağırlığı arttırıldı. Kapitalizmi sözde ehlileştiren, özel mülkiyeti koruyan, işçi-işveren arasında dayanışmayı ve isyan etmemeyi salık veren, anneleri ev işine hapseden, sosyalizm karşıtı Hıristiyanlık yorumları empoze edildi. Kilisede yapılan nikâhlara boşanma yasağı getirildi.
Rejim İspanya iç savaşında faşist Franco ordusunu destekledi ve sonunda toplam 18 bin gönüllünün gönderildiğini ve bunların 8 bininin öldüğünü açıkladı. Franco’dan kaçan siyasi mültecileri sınırdan geçirmeyerek öldürülmelerine yol açtı. İkinci Dünya Savaşında sözde tarafsızlığını ilan etmesine rağmen Rusya cephesinde Hitler ordularına destek verdi. Sona doğru Hitler’in kaybedeceği kesinleştiğinde ABD-İngiltere eksenine yanaştı. Portekiz ve İspanya’daki faşist rejimler varlıklarını sürdürmelerinin bir diğerinin ayakta kalmasına bağlı olduğunu görmüş ve birbirlerini desteklemişlerdir. Nitekim toplumsal ve iktisadi benzerlikleri olan (yaygın tarım, görece geri sanayi), her ikisinde de anarşist ve sosyalist hareketin derin kökleri bulunan bu iki ülkede faşist rejimler birbiri ardına kitle hareketiyle yıkılacaktı.
1940’larda ve 50’lerde farklı muhalefet eğilimleri ortaya çıktı. Bunlardan biri 1943 yılında komünistler (Stalinist), sosyalistler (reformist), sosyal demokratlar, cumhuriyetçiler, Katolikler, liberaller, monarşistler gibi pek çok eğilimin faşist rejime karşı oluşturduğu MUNAF (Antifaşist Ulusal Birlik Hareketi) adındaki platformdu. Bu oluşum mahallelerde, dini cemaatlerde yerel komiteler şeklinde örgütlenmeye başladı ve toplum içindeki etkisi arttı. İkinci Dünya Savaşında faşistlerin yenilgisiyle demokrasi makyajına ihtiyaç duyan rejim bu platformu yasal ilan edecekti. Komünistlerin bu ittifak içindeki etkinliği, etkili örgütlülükleri, disiplin ve güçlü propagandaları sayesinde giderek arttı. Sonradan ismi değişen MUNAF 1948’de yasaklandı.
Ordu içinde belli ölçülerde reformist muhalefet devam etti, zaman zaman darbe girişimleri ve alt rütbelilerin isyanı gerçekleşiyordu. Rejim, demokrasinin bazı yönlerini sürdürüyor görüntüsü veriyordu. Örneğin hileli sandıklarla göstermelik seçimler yapıyordu.
Portekiz’de faşizm her ne kadar askeri darbe olarak başladıysa da, öncesinde faşizmin bir kitle tabanı olmasıyla, yetkinin hızla sivillere devredilmesi ve yönetimdeki sivil ağırlıkla, topluma egemenliğini dayatma noktasında sivil alanda kurulan korporatif örgütlenmelere dayanmasıyla, fabrikalardaki, gazetelerdeki şef ve idarecilere kadar PIDE bağlantılı jurnal ağı kurmasıyla, Futbol-Fado-Fiesta örneğindeki gibi zora dayanmayan uyutma yöntemleriyle, kilisenin manevi otoritesinden yararlanmasıyla ve dolayısıyla –İtalya ve Almanya faşizmi ölçüsünde olmasa da– toplumun dokusunu değiştirmesi ve tahrip etmesiyle, 1933’e kadar sivil alanda ve devlet yönetiminde rakiplerine boyun eğdirmeye çalışarak kendini tahkim etme yolunda ilerlemesiyle bir sivil faşizm örneği oluşturur.
Baskılar, kriz, sömürge savaşları, burjuvazi içi çelişkiler, kitle mücadeleleri, ordu içindeki hoşnutsuzluk
Afrika’da yayılan bağımsızlık mücadelelerine paralel olarak Portekiz sömürgeleri Mozambik, Angola, Gine Bissau ve Cabo Verde’de bağımsızlık hareketleri gelişmişti. Faşist rejim demokratik bir çıkış yolunu olanaksız kılan bir katılığa sahipti ve bağımsızlık hareketleriyle anlaşmaya yanaşmayarak onları kanla bastırmaya girişti. Bu yüzden bu hareketler 1960’larda silahlı mücadeleye geçiş yaptılar ve Afrika’da savaş alevlendi.Portekiz’in bütçesinin yaklaşık yarısı Afrika’daki 170 bin askerin iaşesine ve savaşa ayrılıyordu. Enflasyon %25-30’ların üzerine yükselmişti. Sanayi ve tarım düşük teknolojiliydi. Gerilla hareketleriyle savaşta ihtiyaç duyduğu gelişmiş silahları üretecek ekonomisi yoktu.Ayrıca Portekiz burjuvazisi yeni atılımlar yapabilecek güçte değildi.
O güne kadar egemenliğinin sarsılmaması için yabancı sermaye akışına direnç gösteren faşist rejim, 1960’tan sonra istemeden de olsa bu akışı kabullendi, EFTA’ya (Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi) girdi, sanayi sektörünü geliştirmeye dönük basınç nedeniyle yabancı yatırımı büyük ölçüde serbestleştiren yasaları çıkardı.[2] Ancak yabancı sermayenin baskın olmasına da izin vermedi. Bu arada liberal ekonomi doğrultusundaki burjuva eğilimler faşist rejimin direnciyle karşılaşacaktı. Düzen güçlerinde politika farklılıklarının kendini ilk gösterdiği dönemeçlerden biri 1952’de ABD’ye askeri ataşe olarak atanan ve sonrasında “liberal” görüşlere dümen kıran faşist Delgado’nun 1958 seçimlerinde Salazar’a rakip olarak seçimlere girmesiydi. Delgado 1964’te öldürüldü. Salazar’ın hastalığı sonrası başkanlığa getirilen Caetano’nun tekellerin zorlamasıyla yapmak istediği liberal reformlar yine faşist rejimin muhafazakâr kanadının tepkisi ve engeliyle karşılaşacak ve geri adım atmak zorunda kalınacaktı. Rejim içinde etkin konuma gelmeye çalışan liberal burjuva politikacılar, 1969 ve 1973 seçimlerindeki hileli sandıkların da katkısıyla amaçlarına ulaşamayacaklardı. Aralık 1973’te burjuvazi içindeki farklı eğilimlere karşı faşist rejimi güçlendirmeyi hedefleyen rejim yanlısı bir darbe girişimi bile olacaktı.
1950-70 yılları arasında dünya kapitalizmindeki canlanmaya ve 1961-73 arası dönemde yabancı yatırımların artmasına bağlı olarak Portekiz ekonomisi büyüse bile makineleşmeyle bağlı emek üretkenliğinde artış nedeniyle işsizlik oranları değişmedi ve Portekiz Batı Avrupa’nın en yoksul ve eğitimsiz ülkesi olmaya devam etti.
Proletarya ve küçük-burjuvazi savaşın ve sistemin yükünü çekerken sadece Portekiz’in en zengin “Yedi Aile”si, bankalar ve tekeller bu kan banyosundan nemalanıyordu. Sömürgelerde bağımsızlık mücadelelerinin yükseldiği, işçi ve emekçi kesimlerde hoşnutsuzluğun ve mayalanmanın arttığı bir ortamda, 1962 Şubatında yoğun öğrenci muhalefeti patladı. Portekiz’de pek çok gizli muhalefet örgütlenmeleri gelişmeye başladı. Pek çok Katolik sömürge politikalarına karşı çıkmaya başladı. 1960’lar ve 1970’lerin başları, Portekiz’den Avrupa’nın gelişmiş ekonomilerine doğru göçün damgasını vurduğu yıllar oldu. Gençler askere alınmaktan, baskıdan, bireysel ve siyasi özgürlüklerin yokluğundan kaçıyordu. Ekonominin dışa açılması göçü görece daha olanaklı kılıyordu. Göç, savaş ve askere almalar nedeniyle Portekiz işgücünün yarısını kaybetmişti. Portekiz’de sanayi proletaryası oranı %33’tü. 40 yıldan fazla süren faşist rejimin boğduğu toplumun tüm kesimlerinde kaynama vardı. Öncü işçiler ve devrimciler ise örgütlerinin tüm programatik yanlışlarına rağmen mücadelelerini sürdürüyorlardı. Gençlik ve ekonomik olarak sarsılmış küçük-burjuvazi de rejime karşıydı. Üniversitelerde ve hatta harp akademisinde öğrenci eylemleri gerçekleşiyordu. Özellikle 1968’den sonra işçi grevleri tekrar sahneye çıktı. İşçi sınıfı silahlı polis saldırılarına rağmen Plessey, ITT, Hoechst, Fords, Timex ve diğer pek çok şirkette, faşist kanunları paçavraya çeviren cesur grevler gerçekleştirmeye başlamıştı. İspanya’daki faşizme karşı İspanyol, Bask, Katalan işçilerin mücadeleleri, Avrupa’da ve özellikle Fransa’da esen 1968 rüzgârı Portekiz işçi sınıfına ilham kaynağıydı. Çelişkiler zorba rejimin dayanaklarını aşındırıyor, rejim giderek var olan toplumsal desteğini kaybediyordu.
1973-75 arasında dünya 1929 buhranından sonra en şiddetli ekonomik krizini gördü. Dünyada peş peşe işçi mücadeleleri yükseliyordu. 1973’te Arap-İsrail savaşında OPEC üyesi ülkelerin Batı’ya ve üslerini İsrail’e kullandırtan Portekiz’e ambargosu ekonomik krizin etkilerini şiddetlendirmişti. Ekim 1973’te 60 bin işçinin katıldığı bir grev dalgası gerçekleşti ve sonrasında grevler sürdü. Bu grevlere işçilerin fabrikalarda oluşturduğu işyeri komiteleri önderlik ediyordu. Bu grevlerden bazıları sadece ücret artışını değil faşistlerin ve muhbirlerin fabrikadan atılması taleplerini de içeriyordu. İllegal faaliyet yürüten KP’nin sendikalarda ve işyerlerindeki etkinliğine rağmen işçi hareketi KP’nin kontrolünden çıkmıştı.
Kapitalizmin bir dünya sistemi haline geldiği emperyalist aşamasında, genel eğilim sömürgelerin siyasi bağımsızlığını kazanması, bununla beraber çeşitli düzeylerde iktisadi karşılıklı bağımlılıkların ortaya çıkmasıdır. Ancak bu tarihsel eğilim farklı sermaye gruplarının çelişen çıkarları nedeniyle sancılı bir şekilde işler. Portekiz özelinde faşist iktidar bu dönüşüm üzerinde engel konumundaydı. Bu bağlamda Portekiz sömürgeciliğinin katillerinden olan General Spinola Şubat 1974’te sömürgelerden çekilmeyi öneren bir kitap yayınladı. Önerdiği model gerçek anlamda sömürgelerden çekilmek değil, ulusal bağımsızlık hareketlerine mesafeli duran yerel siyah elitleri Portekiz güdümünde iktidara geçirmek olsa da Spinola yandaşlarıyla beraber ordudan atıldı.
1974’e doğru Portekiz ordusu Afrika’da gerillalar karşısında askeri olarak zorda kalmış, on binlerce asker cangıllarda kıstırılmış durumdaydı. Faşist rejimlerin aldığı askeri yenilgiler rejimi kırılgan hale getirir. Genç işçi, köylü ve öğrenciler gönderildikleri sonu gelmeyen ve kendilerinin yararına olmayan savaştan nefret ediyor, dört yıla varan zorunlu askerlikten ve Afrika cangıllarındaki açlıktan kurtulmak için ordudan firar ediyorlardı. Askerlerin ve alt rütbeli subayların savaşma gayreti giderek zayıflamıştı ve moralleri bozuktu. Onları bu anlamsız savaşa süren üst rütbelilerden nefret ediyorlardı. Ordu saflarında savaşa karşı tepki büyüyordu. Devrimci ateşi almış pek çok üniversite öğrencisi orduya alt rütbeli asker olarak yazdırılmıştı. Bu öğrenciler sömürge halklarının bağımsızlık hareketleriyle doğrudan temas kuruyor, radikalleşiyorlar ve gizli tartışma çevreleri örgütlemeye başlıyorlardı. Diğer taraftan da Portekiz ordusu içinde KP etkinliği artıyordu. Ordu içindeki bu tepki önce yüzbaşıların başlattığı ve sonrasında savaşın sonlanması, Afrika’dan çekilinmesi ve PIDE’nin lağvedilmesi talepleriyle alt rütbeli askerler ve genç subayların da katılmasıyla genişleyen MFA’yı (Silahlı Kuvvetler Hareketi-Movimento das Forças Armadas) ortaya çıkardı.[3]
25 Nisan 1974 darbesi ve “Karanfil Devrimi”
Asıl olarak tüm toplumu etkileyen faktör yükselen işçi hareketiydi. Ordu içindeki hoşnutsuzluğu aslında yükselen sınıf dinamiklerinin bir sonucu olarak görmek gerekir. Zira diktatörlüğün son 6 ayında yüz bin işçi, çoğu başarıyla sonuçlanan grevlere çıkmıştı. Her grev polisle doğrudan karşı karşıya gelmek ve vurulmak anlamına geldiğinden sadece patronla değil aynı zamanda faşist devletle de bir mücadele demek oluyordu. Fabrikadaki ispiyoncular ve ajanlar şebekesinin ortasında işçilerin tüm eylemleri politik örgütlerin disiplinine sahip olmayı ve cesareti gerektiriyordu.
Bu koşullar altında Martta başarısız bir darbe girişiminin hemen ardından 25 Nisan 1974’te MFA askeri darbe ile hükümeti devirdi. Darbeyi savuşturmak için yollanan askeri birlikler darbecilere katıldı. Darbeciler başkanlık sarayının etrafını sardığında ülke genelindeki garnizonlardan destek mesajları yağdı. Tankların Lizbon’a yürümesiyle darbecilerin hiç hesaba katmadığı tarihsel bir olay gerçekleşti. Yüz binlerce emekçi MFA’nın evde kalmaları yönündeki talimatlarına rağmen sokaklara döküldü ve rejimin yıkılmasını kutladı. Askerler işçilerle kardeşleşmeye başladı. Radyo anonsları kitleleri durduramıyordu. Çürümüş rejim kitlelerce “kansız” şekilde yıkıldı. Ölümlerin çoğu PIDE’nin umutsuzca açtığı ateşler nedeniyle olmuştu. İşçiler, gençler yanıt olarak bir daha öbekleşmelerine meydan vermeyecek şekilde gizli polisi bizzat kendi eylemleriyle tasfiye ediyordu. Öfkeli emekçiler sivil polisleri ve muhbirleri ara sokaklarda kovalıyordu. PIDE karargâhları basıldı ve tüm teşkilat mensupları hapse tıkıldı. Devrimin karşısında duracak bir mihrak artık kalmamıştı. Her bir kent meydanında veya köşe başında toplantılar, mitingler düzenleniyor, işçiler fabrikaları, bankaları, gazeteleri, radyo istasyonlarını işgal ediyordu. Bu atmosfer darbe liderlerini öne fırlatacak ve hareketi sınırlandırmaya çalışma çabaları daha büyük bir mücadele dalgasıyla sonuçlanacaktı. Belli bir programı ve vizyonu olmayan MFA, iktidarı Spinola’ya ve bir avuç generalin cuntasına devretti.[4] Ancak MFA çok bileşenli yapısıyla hükümet üzerinde etkili olmaya devam edecekti.
Kitleler fabrikaların, işyerlerinin ve kışlaların kontrolü için mücadele etmeye başladılar. Ülke genelinde milyonlarca kadın ve erkek kaderlerini cuntanın eline bırakmayıp kendi ellerine almak için mücedeleye atılacaktı. Her yerde işçi komiteleri yeşeriyordu. Gazetelerin çalışanları faşist editörleri kendileri tasfiye etti ve birçok gazetede yönetimi ellerine aldı. Kamu çalışanları faşist birim şeflerini değiştirmek üzere toplantılar düzenliyordu. Tarım emekçileri toprakları işgal etti. Milyonlarca işçi emekçi mücadelenin içindeydi. Cunta ayrıca siyasi tutukluları serbest bırakma sözü vermiş ancak bunun için tutukluların resmi kararları beklemeleri gerektiğini açıklamıştı. Fakat kitleler 5000 siyasi tutuklunun serbest kalması talebiyle kötülüğüyle nam salmış Caxias hapisanesinin etrafını sararak cuntanın aklını başına devşirmesini sağladı! Politik tutsaklar serbest kaldı. İşçiler, cuntanın izni olmaksızın greve gittiler ve yasaklara rağmen gösteriler düzenlediler. Devrimci ruh hali silahlı kuvvetlerin saflarında da dizginlenemeyen bir yangın gibi yayılıyordu. Askerler tüfek namlularına sonra devrime adını verecek karanfiller takarak yürüyüşler düzenliyordu. Darbeden bir hafta sonra 1 Mayısta Lizbon sokaklarında 500 bin kişi yürüdü. Askerler, bahriyeliler, havacılar işçilerle yan yana yürüyor, sosyalizm çağrısı yapan pankartlar taşınıyordu. Yaşananlar bir devrimin başladığını gösteriyordu, devrimci Marksist bir önderlik olsaydı işçilerin iktidarı alıp devrimi zafere ulaştırmaları ve çok daha ileri taşımaları mümkündü.
Sömürgelerde savaş fiilen durdu. Ancak cunta sömürgelerden çıkma niyetlerinin olmadığını, bunun gelecekteki hükümetin vereceği bir karar olduğunu ve kendilerinin sadece Portekiz’de demokrasiyi inşa etme gibi kısıtlı bir işlevinin olduğunu açıkladı.
Portekiz sermayesi ve uluslararası sermayeyi korku sarmıştı. Silah yoluyla kitle hareketini bastıramayacağını, aksi takdirde ordunun paramparça olacağını anlayan egemenler fırtınanın önünde eğilmeye ve uzlaşma yolu aramaya karar verdiler. Burjuvazi bazı basit reformlarla hareketi sınırlamayı hedeflemiş ancak daha ileri değişim talepleriyle sokaklara dökülen kitleleri kontrol altında tutmanın tek yolunun işçi sınıfı örgütlerinin liderlerinin desteğini almak olduğunu görmüştü. Spinola bu doğrultuda KP ve sol reformist nitelikteki Portekiz Sosyalist Partisine (SP) yöneldi. KP lideri Cunhal ve SP lideri Soares sürgünden döndü ve kitlesel gösterilerle karşılandılar. Böylece egemen sınıf, işçi ve köylülerin devrimci mücadelesini frenlemek için işçi liderlerinin otoritesinden faydalanacaktı. Diğer yasaklı partiler de yeraltından çıktı, sürgünden döndü. Mayısta Spinola başkanlığında 7 general, Soares, Cunhal ve devrimden hemen sonra kurulan yarı-faşist PPD’nin (Demokratik Halk Partisi) katıldığı bir geçici hükümet kuruldu. PPD, KP’nin hükümette oynayabileceği kilit role ikna olarak hükümete katılmasına onay vermişti. Böylelike KP ve SP’li bakanlar iş disiplinini sağlayacak, kemer sıkma polikalarını ve MFA’nın “üretim için savaş” programını icra edeceklerdi. KP ve SP aslında burjuvaziyle ittifak yaparak devrime ihanet ediyordu.
KP “önce demokrasi için mücadele, sonra sosyalizm mücadelesi” olarak özetlenebilecek iki aşamalı milli demokratik devrim programını benimsiyordu. Bu nedenle aslında var olmayan “sol-kanat” burjuvazi ile ittifakı öne çıkardı. Halbuki böylesi bir tutum devrime ihanet anlamına geliyordu. Devrim boyunca KP, MFA dolayımıyla devlet aygıtının peşine takılacak ve böylelikle işçi sınıfını egemen sınıfa eklemleyecekti. KP’nin resmi açıklaması “Şu anda, halk güçleri ile demokratik anlayıştaki ordu güçleriyle işçi sınıfı, demokratik güçler ve gençlik arasında sıkı bir eylem birliğine her zamankinden daha acil bir ihtiyaç vardır” şeklindeydi. MFA’ya atfettiği abartılı ve tehlikeli rol şöyleydi: “MFA devrimimizin itici gücü ve garantisidir. Portekiz Komünist Partisi, halk hareketi ile MFA arasındaki ittifakın demokratik bir rejimin kurulması için gerekli ve belirleyici bir faktörü ve devrimci sürecin gelişmesinin başlıca garantisi olduğuna inanmaktadır.”
Kitleler açısından önderlik hem olumlu hem de olumsuz taraflarıyla belirleyicidir. Faşizm koşullarına rağmen illegal faaliyet yürütmeye devam eden KP devrim sonrası çelişkili bir rol oynadı. Örneğin olumlu açıdan Portekiz’deki ve sömürgelerdeki tüm politik tutsakların serbest bırakılmasını, sürgünlerin ülkeye dönmelerini, basındaki tüm sansürün kaldırılmasını, toplanma, örgütlenme, parti kurma gösteri ve grev özgürlüğünü savunuyordu. KP’nin tüm halkı sömürüye, yoksulluğa, baskılara karşı mücadeleye davet etmesi, PIDE gibi faşist kurumların tasfiyesini ve sömürge savaşından derhal çekilmeyi ve bu amaçlara ancak kitlelerin en geniş seferberliğiyle ulaşılabileceğini –en azından söz düzeyinde–savunması hareketin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Ne var ki KP Rusya’daki Stalinist bürokrasiye organik olarak bağlıydı. Devrim sürecini düzen içine kanalize eden karakteriyle, mücadeleyi kapitalist sisteme ve kapitalist özel mülkiyetin tasfiyesine karşı değil “tekellerin egemenliği ve yabancı emperyalizmin boyunduruğuna karşı ulusal bağımsızlık” hedefiyle sınırlandırmasıyla devrimi yolundan saptıran bir rol oynadı. Burjuvaziyle ittifaka yönelen Komünist Partinin işçileri silahlandırmak gündeminde olmadı. Ayrıca süreçte grevleri, basın özgürlüğünü, işçi sınıfının bağımsız eylemliliklerini engelleyici uygulamaları olacaktı.
Merkezinde avukatların, entelektüellerin vb. olduğu, reformist bir niteliğe sahip SP ise yeni gelişen koşullarda hızla kitlesel bir güce dönüşüyordu. Soares, cuntanın tanımladığı gibi bir ulusal kurtuluş programından, bir ulusal birlik cephesinden, birçok gücün ittifakından yana olduğunu; böylece yeni sivil yönetimde muhafazakârlar, Katolikler, liberaller, sosyalistler ve komünistlerin birlikte çalışacağını söylüyordu. Tüm sorunlara buldukları çözüm, “İlerleme İçin Sosyal Sözleşme” gibi kavramlarla burjuvaziyle anlaşmaya çalışmaktı. Soares, Spinola’yı övüyor, Portekiz ordusunun demokratik geleneği olduğunu, Şili ordusu ve diğerleri gibi olmadığını vb. ileri sürüyordu. Bu yaklaşım Türk solunun uzunca bir dönem içine düştüğü/düşürüldüğü ideolojik hatanın benzeridir. Bilinmelidir ki burjuva orduya güven olmaz. Soares de geçmişinde işçi grevlerine destek vermiş ve anti-faşist harekete katılmış bir mücadeleciydi. Ne var ki sadece iyi niyet yeterli değildir, işçi sınıfının çıkarından başka hiçbir çıkar gözetmeyen bir komüniste dönüşmek için pusulası şaşmayan sarsılmaz bir devrimci örgüt içinde çelikleşmek zorunludur.
Özde SP ve KP kitlelerin kontrolünü, gerçek işçi demokrasisinin hâkim olduğu proletarya iktidarını ve sosyalist devrimi ne istiyorlar, ne de kitlelere güveniyorlardı. Her ikisi de “grevlerin gericiliği kışkırtacağı” gibi gerekçeler ileri sürerek işçileri geride tutmaya çalıştı. Her ikisi de Spinola ile ittifak peşinde koşarak sosyalizmi muğlak bir geleceğe erteledi ve devrime ihanet etti. Stalinist KP veya reformist SP gibi partiler gerçekte kapitalizmin tasfiyesi gibi bir hedef taşımadıkları gibi devrimin gelişimi üzerindeki frenlerdir. “Cahil” ve “uysal/koyun” olduklarına, devrimi gerçekleştiremeyeceklerine inandıkları kitleleri küçümserler ve burjuva müttefikler ararlar. MFA’nın savunduğu “halk ile MFA’nın birliği” anlayışını KP ve SP hiçbir zaman sorgulamadı. Halbuki olması gereken silahlı birimlerin işçilerin tam kontrolüne tâbî olmasıdır.
(devam edecek)
[1] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
[2] Portekiz’e 1943-60 arasında girmiş olan yabancı sermayenin 20 katı sadece 1961-67 arasındaki 6 yılda, özellikle ABD kaynaklı olmak üzere girmişti.
[3] MFA belli bir çizgisi olmayan bir örgütlenmeydi. İçerisinde KP etkinliği olsa da onun konrolünde değildi. Toplum içinde tek ve organik bir sosyal tabanı yoktu ve ileride devrimin basıncı altında, aşağı yukarı sınıf hatları boyunca parçalanmaya ve bölünmeye başlayacaktı. Diğer bir kesimi ise halk hareketine sempati duyacak, sola kayacak, işçi ve emekçi eylemlerinin yardımına koşacak, kaçmaya çalışan patronları işçilerin çağrısıyla yakalamak gibi faydaları dokunacaktı. Ardı ardına gelecek devrimci dalga ilk başta iktidarı generallere devredecek olan MFA’yı sola çekecek ve başlangıçtaki planlarının ötesine geçerek kitlelerin devrimci önderliğinin olmadığı koşullarda MFA içindeki ilerici subayları lider konumuna getirecekti. Bu noktada Çağlı’nın uyarılarını hatırlayalım: “Ordunun içinden çıkacak sol eğilimli hareketler ve darbelerin niteliği konusunda yanılmamak gerekir. 1917 Ekim Devriminde olduğu gibi gerçek bir toplumsal devrimin orduyu bölmesi ile, artık ipliği pazara çıkmış bir faşist diktatörlüğün yarattığı hoşnutsuzluk nedeniyle ordunun bölünmesi aynı şey değildir. (…) [Portekiz’de] devrimcileşen kitle hareketinin basıncıyla sola kayan subaylar, programlarına ulusal kalkınmacı bir sosyalizm anlayışı doğrultusunda birtakım istemler de koyacaklardır. Bu olgu yaşanan süreç içinde ileri bir adımı ifade etse bile, yine de bunun sınırlarını görmek ve abartmamak gerekir.” (Bonapartizmden Faşizme)
[4] İspanya iç savaşında Franco safında savaşan Spinola ömrü boyunca egemen sınıfa ve faşizme sadakatle hizmet etmişti. Ayrıca, darbeden önce Portekiz’in önde gelen iki tekelinin yöneticisiydi. Gine’deki isyancı hükümetin sözcüsü onu “tebessümün ve kanın adamı” olarak niteliyordu. Ancak basının da parlatmasıyla birdenbire demokrasinin öncüsü oluverdi. Devrik faşist şef Caetano ülkenin “serseri takımının eline geçmesini” engellemek için “Güleryüzlü Kasap” Spinola’nın başkan olmasında özellikle ısrar etti. MFA ise buna razı geldi.
link: Derviş Ergin, Portekiz’de Salazar Faşizmi ve Faşizme Karşı Mücadele, 27 Eylül 2024, https://marksist.net/node/8355