Şu anda her şeyi savaş belirliyor. Dünya siyaset denklemindeki en belirleyici unsur o. Uluslararası diplomasi haritasını yeniden şekillendiriyor ve 1945’ten bu yana kurulu bulunan dünya ilişkileri ağını derinden değiştiriyor. Bunun yansımaları on yıllar sonra bile hissedilecektir.
ABD ve İngiliz emperyalizminin savaşı tesadüf değildi. Bulutsuz gökyüzünde çakan bir şimşek de değildi. Kaçınılmaz biçimde mevcut durumdan kaynaklandı. Bu savaş, kapitalizmin dünya ölçeğindeki krizinin yoğunlaşmış ifadesidir. Clausewitz’in eski sözleri çok çarpıcı biçimde doğrulanıyor: Savaş yalnızca politikanın başka araçlarla devamıdır.
Birçok insan için bu savaş açıklanamayan bir tür toplu çılgınlıktır. Bush’un çılgınlığının, Blair’in aptallığının vb. ürünüdür. Şüphesiz bu görüşün doğruluk payı var. Beyaz Saray’daki sağcı neo-muhafazakâr köktendinci klik, Birleşik Devletler’in şimdiye kadar sahip olduğu en dar görüşlü ve kalın kafalı liderliğini temsil ediyor. Bu savaştaki tutumları zaman zaman bir tür çılgınlığı andırıyor. Fakat Shakespeare’in ifadesiyle: “Bu çılgınlık olsa da, içinde yöntem var.”
Hegel, zorunlulukların kendilerini tesadüfler aracılığıyla ifade ettiğine işaret etmişti. Bush ve Rumsfeld’in zihinsel kapasiteleri, ABD emperyalizminin gerçek özünü değil, tutumunun şu ya da bu özgüllüğünü açıklayabilen tarihsel bir tesadüftür. Dünya politikasının temel eğilimleri, dünya kapitalist ekonomisinin derinden işleyen süreçleri ve bundan kaynaklanan diplomatik ve askeri bileşimler tarafından belirlenir.
Askeri ve politik liderlerin tutumları ve bireysel yetenekleri, çalkantılı akışa daima eşlik eden sayısız karşı-akıntıyı ve anaforu etkileyebilir ve etkiler, ve ona son derece karmaşık bir nitelik verir. Bu, savaşların ve politik ve ekonomik krizlerin sonuçlarını ayrıntılı şekilde tahmin etmeyi zorlaştırır. Aynı şekilde, bilimciler için gaz içindeki tek tek moleküllerin ya da atom altı parçacıkların hareketini ve konumunu kesin olarak saptamak imkânsızdır. Fakat bütünün hareketi tam bir kesinlikle öngörülebilir. Bununla insanlık tarihinde işleyen süreçler arasında paralellikler vardır.
Mevcut savaş çok sayıda değişkenden kaynaklandı. Fakat özünde o başka bir şeyin yansımasıdır. Bu şey, şu an kapitalist sistemin dünya ölçeğinde gelip dayandığı açmazdır. Bu açmazın temel nedenleri, bir yanda üretim araçlarının özel mülkiyeti, diğer yanda da üretici güçlerin gelişimine ulus devletin dar sınırlarınca dayatılan engeldir.
Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da çok önceden öngördüğü küreselleşme olgusu, üretici güçlerdeki gelişmenin ulus devletin deli gömleğiyle çatıştığının bir kabulüydü yalnızca. Tüm ülkeler dünya pazarına dahil olmak zorundaydılar ve uluslararası işbölümüne ve dünya ticaretinin kaprislerine tâbiydiler.
Hiç şüphe yok ki, 1945’ten günümüze uzanan tüm tarihsel süreçte, uluslararası işbölümündeki muazzam yoğunlaşma ve dünya ticaretindeki hızlı genişleme, kapitalizmin gelişimini uyaran güçlü birer etken oldular. Bunun kapitalizmi kurtardığı söylenebilir. Bu sayede kapitalizm, tüm bir dönem boyunca, ulus devletin sınırlamalarının üstesinden –kısmen ve geçici bir süre için– gelebildi. Bu süreçte dünya ticaretindeki büyüme, sürekli olarak üretim artışından fazla olmuştur.
Fakat dünya ticaretinin gelişimi, Marx’ın da açıkladığı gibi kapitalizmin çelişkilerini ortadan kaldırmaz, aksine çok daha büyük ölçeklerde yeniden üretir. Er ya da geç bu kendini, sürecin tersine döndüğü bir dizi yıkıcı krizde açığa vurmak zorundadır. Dünya ekonomisini yukarıya iten tüm faktörler, artık aşağı doğru bir spiral oluşturacak şekilde bir araya gelirler. İşte şimdi tam da bunu görüyoruz.
Şüphesiz onu şiddetlendirip keskinleştirecekse de, ekonomik krize yol açan şey savaş değildi. İlk kurşun atılmadan çok daha önce kapitalist dünya ekonomisi krizdeydi. Dünya borsalarındaki çalkantılar, yüksek ateşin ilk belirtilerini gösteren bir termometre gibi, krizin ilk belirtilerini gösteriyordu. Hisse senetleri sadece iki yıl içinde değerlerinin en az yarısını kaybetti ve düşüşler hâlâ devam ediyor.
Fransa, Almanya ve ABD
Bir süre önce, Alman ve Fransız hükümetlerinin savaştaki konumlarını değiştirecekleri öngörüsünde bulunduk. Bu akla yatkın bir varsayımdı, çünkü geçmişte hep böyle davranmışlardı. Fransız burjuvazisi, tıpkı Kosova’da olduğu gibi, kendi çıkarlarını savunmak için sık sık Amerikalılarla çatışmıştır. Özellikle Afrika ve Ortadoğu’da ABD’nin rakibidir ve Amerikan emperyalistleri Ortadoğu’yu ve oradaki petrol zenginliğini kontrol altına alırsa, dışarıda bırakılacağından (haklı bir nedenle) korkmaktadır. Onun tutumunu belirleyen budur, barış ve insanlık aşkı değil. Fakat Kosova’da Fransız emperyalistleri sonunda ağız değiştirdiler ve Amerika’nın liderliğini kabul ettiler. Bu kez öyle yapmadılar. Neden?
Bu kez Fransa’nın duruşunu değiştirmemesinin nedeni, kısmen Bush ve Rumsfeld’in kaba ve küstah tavrıdır. Onlar kaba ve cahildirler, yani ait oldukları sınıfın tipik bir temsilcisidirler. Tüm sorunların güç kullanarak çözülebileceğine inanıyorlar. Amerika’nın muazzam bir askeri ve ekonomik güce sahip olduğu doğrudur, ama bunun tüm sorunları çözmek için özünde yeterli olduğu doğru değildir. Tersine yersiz güç kullanımı, çözeceğinden çok daha büyük sorunlar yaratabilir. George Bush ve arkadaşları, son derece kısa bir süre içinde, 1945’den bu yana yaratılan neredeyse tüm uluslararası kuruluşları yok etmeyi başardılar. Aynı zamanda, Avrupa ve Amerika arasında ve Avrupa Birliği’nin kendi içinde derin çatlaklara yol açtılar.
ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki planlarına karşı çıkmasının bir sonucu olarak Atlantik’in öte yanından Fransa’ya yöneltilen öfkeli ve eşi görülmedik saldırılar, Chirac’a içerde hayal edemeyeceği bir konum sağladı. Amerika’ya karşı çıktığı ölçüde Fransa’daki desteği hızla yükseldi. Aynı şey Almanya’da Schröder için geçerli. Schröder, Alman halkına alçakça bir hava bombardımanının kurbanı oldukları zamanları acıyla hatırlatan bir savaşa karşı çıkarak, en azından geçici bir süreliğine kendini korudu. Böylece Chirac, döşemeyi boyarken köşeye sıkışan bir adamın pozisyonunda buldu kendisini. Konumunu sarsmadan geri çekilemezdi.
Fakat ABD ile Fransa arasındaki çelişkinin gerçek nedeni, dünya ölçeğindeki derin çıkar çatışmasıdır. Fransa’nın Afrika ve Ortadoğu’da ciddi çıkarları vardır ve bu çıkarlar Amerika’nın tehditi altındadır. ABD ordusu, Afrika Boynuzu’ndaki Cibuti’de, Somali, Sudan ve Yemen de dahil yedi ülkeyi kontrol edebileceği büyük bir üs inşa etti. Fransız emperyalistleri, Amerika’nın Afrika’ya bu müdahalesini haklı olarak kendilerine bir tehdit olarak görüyorlar.
Derinleşen bir dünya ekonomik krizi bağlamında, pazarlar, hammaddeler ve nüfuz alanları için her yerde azgın bir mücadele söz konusu. Bu mücadele, şu anki çatışmada olduğu gibi sürekli savaşlara yol açmakla kalmıyor, çelik, tarım ve diğer mallar üzerindeki keskin çatışmaların da gösterdiği gibi, Amerika ve Avrupa arasında da derin bir çatlak oluşturuyor. Bu çatışmalar, dünya ticareti ve böylece dünya kapitalist ekonomik düzeninin gelecek istikrarı için ciddi bir tehdit oluşturarak sürecek ve derinleşecektir.
Uluslararası güç politikasının bu ikiyüzlü oyununda, sözde Birleşmiş Milletler, emperyalizm için uygun bir örtü görevini görür. Savaşın asla genel kabul görmediği İngiltere’de, Tony Blair’in başı büyük dertte. Kamuoyu yoklamalarındaki savaş lehine kayış yanıltıcıdır. Bu, “çocuklarımızı destekleyelim” teması üzerinden kamuoyunun utanmazca manipüle edilmesinin sonucudur ve uzun sürmeyecektir. İngiliz kayıpların listesi uzadıkça (birçoğu tetik düşkünü Amerikalı pilotlarca sözde “dost ateşi” kazalarda öldürüldü), ölü ve yaralı Iraklı sivillerin görüntüleri televizyon ekranlarını doldurdukça ruh hali hızla ters yöne dönecektir.
Savaşın yönetilmesi ve özellikle savaş sonrası düzenlemeler konusunda, Washington ve Londra arasında gelecekte bir çatışma yaşanma potansiyeli mevcuttur. İngiliz ordusunu pis işlerinde kullanan Amerikan emperyalizmi, “müttefikini” kirli bir paçavra gibi kenara atacaktır. İngiliz kapitalistler, Amerikan ve İngiliz ordusunun yıktıklarını yeniden inşa etmek için umdukları ihaleleri bile alamayacaklar. Neredeyse her şey, geçmişte Cumhuriyetçi Partinin kasasına cömertçe bağış yapan ve şimdi ödüllendirilmek için sırada bekleyen Bush’un Amerikalı arkadaşlarına dağıtılmıştır .
İngiltere başbakanı, İngiliz kamuoyunu aldatıp, bu vahşi savaşın gerçekte “özgürleştirileceği” söylenen Irak halkının çıkarları için yapıldığına inandırmak için, BM’nin savaş sonrası düzenlemelerde büyük bir söz hakkına sahip olması gerektiği konusunda ısrar ediyor. Bu, Fransız ve Alman burjuvaların da işine geliyor, çünkü bu sayede Irak’taki ekonomik çıkarlarının bir kısmını koruyabilirler. Fakat bu ABD emperyalistlerinin hiç de işine gelmez.
Sonunda Paris ve Berlin’den yatıştırıcı sesler yükseliyor. “Pasifist” Joschka Fischer, Irak rejiminin mümkün olan en kısa süre içinde yıkılmasını istediğini söylüyor. Fransız hükümeti de telâşla, Londra’ya ve Washington’a gerçekten Koalisyon güçlerinin zaferinden yana olduğunun –ve bunun ne kadar erken olursa o kadar iyi olacağının (tamamen insanlık adına, biliyorsunuz)– işaretlerini veriyor. Bu durum, son birkaç gün içinde Londra, Paris ve Berlin arasında gelişen daha dostça ilişkileri açıklayabilir.
Maalesef, kendi geleceğini düşünmesi gereken George W. Bush, Blair’in politik sorunlarıyla ilgilenmiyor. Üstelik ABD ordusu Irak’a saldırıda asıl rolü oynadığı için, Birleşmiş Milletler’e (yani Fransa, Almanya ve Rusya’ya) herhangi bir ayrıcalık –hem savaşın hem de savaş sonrasındaki muazzam pahalı yeniden inşanın yüklü faturasını onlara (ve BM’ye) ödetmek dışında– tanımak için hiçbir neden görmüyor. ABD firmaları kârları cebe indirirken, onlardan ödeme yapmaları istenecek. Sonunda her şeyi bizzat Amerikalı soyguncular alacak. İşin özü budur. Gerisi lafügüzaftan ibarettir.
Savaş karşıtı hareket
Hafızamızdaki diğer savaşlardan çok daha fazla, nihai sonucu bombalar ve füzeler değil, hem Irak’taki hem de İngiltere ve Amerika’daki kitlelerin psikolojisi ve politikaları belirleyecektir.
Savaş karşıtı kitlesel hareketin tarihte hiçbir örneği yoktur. Geçmişte, savaşın başlangıcında işçi sınıfı genellikle yurtsever ruh hali ile etkisiz hale getirilir ve devrimci kanat kendini yalıtılmış bulurdu. Vietnam Savaşının başlangıcında tek bir gösteri dahi yoktu. Ancak bir süre sonra, ceset torbaları artmaya başladığında, ABD’de kitlesel muhalefette bir patlama oldu.
Bu sefer, tüm dünyaya yayılmış görülmedik bir kitle hareketi söz konusu. Daha önce hiçbir gösteriye katılmamış milyonlarca insan ayağa kalktı. Bu hareket emperyalistleri çok şaşırttı. Ve halen de devam ediyor.
Protesto hareketinin şiddeti normal olarak ülkeden ülkeye değişiyor. Tüm büyük medyanın halk içinde bir savaş ateşi uyandırmak için seferber edildiği ABD’de, çoğunluğun ruh hali savaştan yana, ama bu uzun sürmeyecektir. Nüfusun genelinde savaş coşkusu yaşanmıyor. Savaş sürdüğü ve hem ABD güçleri hem de Iraklı siviller arasında zayiatlar arttığı ölçüde, ruh hali de değişecektir.
Vietnam’da ABD kendi ülkesindeki cephede yenilgiye uğradı. Sonlara doğru, Vietnam’daki Amerikan askerleri arasında isyankâr bir ruh hali ve devrimci esintiler taşıyan kitlesel bir savaş karşıtı hareket söz konusuydu. Savaşa son veren işte budur.
İngiltere’de, savaşın patlak vermesi savaş karşıtı hareketin kısmen geri çekilmesine neden olmuştur. Hükümet ve satılmış basın, halka “askerlerimizi destekleyin” çağrısında bulundu. Bu, halkın bir kesimini etkiledi. Öte yandan, kitlesel gösteriler savaşı engellemeyi başaramadığı için, savaş karşıtı harekete katılanlar demoralize oldu ve yılgınlığa kapıldı. Fakat öğrencilerin kendiliğinden gösterilerinde görüldüğü üzere, yeni unsurlar öne çıkıyor. Genel hava savaş düşmanlığını koruyor ve yeni protestoların patlak vermesi kaçınılmaz.
Diğer ülkelerde, savaş karşıtı hareket sayı olarak da şiddet olarak da artıyor. İspanya’da, Yunanistan’da ve İtalya’da kitlesel gösteriler sürüyor ve buna kısmi genel grevler eşlik ediyor. Ortadoğu’da tüm Arap başkentleri polisle şiddetli çatışmalara yol açan militan kitle gösterilerine sahne oldu. Bu, Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Fas gibi Batı yanlısı rejimlerin geleceğine soru işareti koyuyor.
Tüm Asya’da kitlesel gösteriler oldu, özellikle ABD emperyalizmiyle ilişkileri nedeniyle tehlikeye düşen Müşerref diktatörlüğünün ciddi şekilde zayıflamış olduğu Pakistan’da. Nüfusun %90’nının savaşa şiddetle karşı olduğu Türkiye’de, hükümet, Amerikan ordusuna Irak’ın istilası için topraklarını üs olarak kullanma izni vermeyi reddetmek zorunda kaldı.
Pasifizmin ve reformizmin iktidarsızlığı
Savaş karşıtı hareketin son derece yaygınlaşması ve katılanların çoğunun örgütsüz ve politik olarak deneyimsiz oluşu, belli bir kafa karışıklığının kaçınılmaz olduğu anlamına geliyor. Ve buna, işçi sınıfının birçok ülkede uzun süren bir eylemsizlik ve atalet sürecinden geçtiği gerçeğini eklersek, ilk aşamalarda orta sınıf pasifist unsurların önderlikte baskın bir rol oynaması da kaçınılmazdır.
Marksistler pasifist değildir. Bizler, masum insanlara barbarlık ve zulüm getirmesi nedeniyle bütün savaşların kötü olduğunu düşünmeyiz. Tarih her çeşit savaşa tanık olmuştur; hem haksız ve gerici savaşlara hem de haklı ve ilerici savaşlara. Silah elde kendi özgürlüğünü korumaya hazır olmayan bir halk özgür olmayı hak etmez. Köle sahibine karşı dövüşmeye hazır olmayan bir köle, zincirlerini hak ediyor demektir.
Kölelerin efendilerine karşı yürüttükleri savaşlarda, bizler her yerde ve her zaman kölelerin yanında oluruz. Zayıf ve sömürülen ulusların, onları işgal etmeyi ve köleleştirmeyi amaçlayan güçlü emperyalist devletlere karşı yürüttükleri savaşlarda bizler ikincilere karşı birincilerin yanında oluruz. Mevcut savaşta, bizler kesinlikle Irak halkının yanında, emperyalist soyguncularınsa karşısında yer alırız.
Burada asıl sorun, Marksizmin fikirlerinin otoritesinin yeni kuşaklarda eksik oluşudur. Stalinizmin onlarca yıllık mirası, Ekim devriminin bir sonucu olarak gerçek Marksizmin sahip olduğu etki ve prestijin altını oymuştur. Ayrıca, uzun yıllar devam eden görece refah ve sınıf barışı, Avrupa ve ABD’de sınıflar arasındaki ilişkilerin yumuşamasına yol açmıştır. İşçi sınıfını ve onun ileri muhafızını çelikleştirmek için keskin bir sınıf mücadelesi dönemi gerekecektir, ki şu an gündemde olan da budur.
Bu arada, maalesef işçi hareketine, özellikle de onun üst katmanlarına nüfuz etmiş küçük-burjuva fikirlerin güçlü bir etkisi söz konusudur. İşçi sınıfı boşlukta yaşayamaz. Bakış açısı daima aşırı kararsızlıkla karakterize olan orta sınıfla yanyana yaşar. Yüce gönüllülük gösterip kitlelere “önderlik” etme lütfunda bulunan orta sınıf entelektüelleri, işçi hareketine her türden yabancı fikirleri ve önyargıları sokmuşlardır. Bu fikirlerin savunucuları, “eski” Marksizmi tümüyle dışlayan “yeni” düşünce tarzlarını savunduklarını düşünürler. Aslında onlar yalnızca, Marx ve Engels’in 150 yıl önce çoktan cevapladıkları Proudhon, Bakunin ve “Hakiki Sosyalistlerin” tarih öncesi fikirlerini tekrar ediyorlar.
Bu orta sınıf eğilimleri, onları doğuran sınıf kadar heterojendir. Küçük-burjuvazinin üst kesimleri, burjuvaziye ve emperyalizme yakın durur. Bu eğilim en açık şekilde Blairizm tarafından temsil edilmektedir. Fakat küçük-burjuvazinin alt katmanları işçi sınıfına yakındır ve fikirleri “sosyalist” renklere boyanmıştır. Ancak küçük-burjuva sosyalizmi daima burjuva ideolojisi ve önyargılarıyla karışıktır. Tüm bu eğilimlerin tek bir ortak yanı bulunmaktadır: bunlar kapitalizmden organik olarak kopamazlar ve ona bir tehdit oluşturmazlar.
Gerçek bir kavrayış ve perspektiften yoksun olan pasifistler, avaz avaz bağırarak “savaşı durdurmak” için “bir şeyler yapmamızı” isterler. Böyle bir talep bariz bir şekilde pratik ve acil görünür. Fakat aslında, bu talebin içi tamamen boştur. Bizlerden “savaşı durdurmak için acilen bir şeyler yapmamızı” isteyenlerin, savaşın ne olduğuna dair ya da “demokratik” sistemimizin işleyişine dair en ufak bir fikirleri yoktur. Her ne kadar en “radikal” ve hatta “devrimci” tutumları takınsalar da, bunların tüm psikolojisi, reformist önyargılarla ve burjuva demokrasisine duyulan boş bir inançla doludur.
Orta sınıf pasifistler ve reformistler, hükümetlerin “halkın iradesini” uygulamak için seçildiklerini ve kamuoyunu dinleyeceklerini hayal ederler. Bir demokraside, karar verecek olan çoğunluğun fikirleri değil midir! Bu baylar gerçekten hayal dünyasında yaşarlar. Bunlar biçimsel burjuva demokrasisi pandomimiyle o kadar aldatılmıştırlar ki, beyinleri serseme dönmüştür. Fakat savaş bu aptalca yanılsamaları kısa sürede yırtıp atar ve tüm önemli kararları çoğunluğun görüşleri ya da çıkarlarıyla zerrece ilgilenmeden alan dev şirketlerin ve bankaların diktatörlüğü yalın gerçeğini açığa vurur. Bizim sözde Batı demokrasimizde, herkese düşündüğünü (aşağı yukarı) söyleme (her ne kadar bu “hak” şimdilerde oldukça sınırlandırılsa da) izni verilir, ama ne olacağına bankalar ve tekeller karar verdiği sürece. Bu, savaş zamanlarında on kat daha doğrudur.
Pasifistlerin “doğrudan eylemlerinin” zımni öncülü şudur: eğer yeterince gürültü yaparsak “onlar” bize kulak vermek zorunda kalırlar ve savaşı durdururlar. Fakat “onlar” kendi sınıf çıkarlarına karşı hareket etmek için öyle kolayca etkilenemezler, özellikle de savaş gibi önemli bir konuda. Bunlar savaşın ciddi bir mesele olduğunu ve “doğrudan eylem” ile durdurulamayacağını anlayamazlar. Bu çocuk oyunu değildir! Eğer emperyalistler milyonlarca insanın kitlesel gösterilerini gözardı edebilmişlerse, savaşın başladığı şu andaki küçük gösterilere hemen hemen hiç kulak asmayacaklardır.
Bizler, dinlemeye hazır olanlara, sabırla hayatın gerçeklerini açıklamalıyız. Emperyalist savaş toplumdaki gerçek durumu açığa çıkarmıştır: biçimsel burjuva demokrasisi perdesi ardında, toplumun gerçek efendileri olan bankalar ve dev tekellerin acımasız diktatörlüğü yatmaktadır. Hangi parti seçilirse seçilsin, tüm önemli kararları hep aynı bir avuç süper zengin almaktadır. Milyonlarca kadın ve erkeğin çalışmasına ya da aç kalmasına, yaşamasına ya da ölmesine onlar karar veriyorlar. Onların davranışlarını belirleyen şey, doymak bilmez kâr hırslarıdır. Ve tüm devlet aygıtı emirlerindedir: ordu ve polis, gizli polis (onlar “gizli servis” olarak bilinmesini tercih ederler), işçi sınıfı tarafından yaratılan refahın muazzam ve giderek artan bir kısmını yutan şişkin bürokrasi, yargıçlar ve cezaevleri, politikacıların çoğu ve satılmış basın. Çoğunluğun fikirleri bu insanları zerrece ilgilendirmez. Karar verenler onlardır.
Solcular ve Birleşmiş Milletler
Sol reformistlerin sorunu, gerçekten bağımsız bir tutuma sahip olmamalarıdır. Net bir Marksist perspektifin avantajından yoksunlar ve bu yüzden her zaman tereddüte düşme eğilimindeler. Çoğu gerçekten savaşa karşı, ama sağ reformistlerin politikalarına karşı gerçekte hiçbir alternatifleri yok. Hatta bunların en iyisi bile, tıpkı Britanya’daki Tony Benn –şüphesiz dürüst ve cesur bir adamdır– gibi, BM hakkında yanılsamalara sahiptir.
Dış politika sadece iç politikanın devamıdır. Reformist İşçi Partisi liderleri (Sol Reformistler de dahil) uzlaşmaz sınıf çıkarlarını uzlaştırmanın mümkün olduğuna inanıyorlar. Ücret ve sermayenin işbirliğine, yani bir aslanın bir kuzu ile uyuyabileceğine inanıyorlar. Yurt içinde sınıf işbirliği (“ulusal çıkarlar adına”) vaazı veriyorlar. Uluslararası olaylarda nasıl farklı bir tutum alabilirler?
Tıpkı sömürünün çirkin yönleri olmaksızın kapitalist sistemin sonsuza kadar sürmesini mümkün kılacak sınıflar arası arabuluculuk yoluyla sınıf barışını elde etmenin mümkün olduğuna şevkle inanan reformistler gibi, onlar da, mevcut emperyalist dünya sisteminin uluslararası arabuluculuk yoluyla makul hale getirilebileceğine inanıyorlar. Emperyalistler, duyarlı olmaya ve küçük zayıf ülkelerin zenginliklerini yağmalamayı durdurmaya, Tobin [1] vergisi gibi akıllıca mekanizmalarla kârlarını azaltmaya, açları doyurmaya, çıplakları giydirmeye ikna edilebilirler. Aslana çiğ et yerine marul yemesi öğretilecek. Ve bu büyük mucize, dünya barışının ve refahının temelini döşeyecek bir Dünya Hükümetinin cisimleşmesi olarak gördükleri Birleşmiş Milletler sayesinde yerine getirilecek; hem de dünya emperyalizminin tek kılına bile dokunmadan!
Savaş başlamadan önce, pasifistlerin dikkati tümüyle BM Güvenlik Konseyinde sahnelenen “dram”a kaymıştı. Bildiğiniz gibi kendileri, “Birleşmiş Milletler”in dünya barışını garanti edebileceğine inanıyorlar. Hah işte! Bildirgede de bu yazılı değil mi? Bu Birleşmiş Milletler Dostlarının naifliği gerçekten harika bir manzara çıkarıyor ortaya. Fakat dünyadaki kapitalist gangsterlerin temsilcilerinin nasıl olup da barış ve ilerleme şampiyonlarına dönüşebileceğini anlamak imkânsız. Eğer böyle bir mucize başarılabilseydi, simyacıların kurşunu altına çevirme işi bunun yanında çocuk oyuncağı kalırdı.
Yazık! Güvenlik Konseyindeki tüm yaygara ve oyalanma hiçbir şeye yol açmadı. Savaşı engelleyemedi ve engelleyemezdi. Yapmayı başardıkları tek şey dünyanın ilgisini Körfez’e yapılan sistematik askeri yığınaktan uzaklaştırmak ve tüm dünyaya Birleş(me)miş Milletler’in ikiyüzlülüğünü ve boş olduğunu göstermekti. Elbette savaş durdurulamamıştır ve BM’nin savaşın illegal olduğunu ilan eden bir kararı geçirme cesareti bile yoktur. Onun yerine Amerikalı ve İngiliz emperyalistler, Irak’ın altyapısını yok ettikten ve Irak’ı bombalayarak Taş Devrine döndürdükten sonra, “insani yardım”a dair ikiyüzlü konuşmalar yapıyorlar. Fakat pasifist ve reformist dostlarımız, şaşırtıcı bir şekilde, “savaşı durdurmak” için BM’ye başvurmaya devam ediyorlar.
“Barış Hareketi” yanlış bir varsayıma (“demokratik” hükümetlerimiz bizi dinleyeceklerdir) dayandığı için, sözü geçen hükümetler onlara hiç kulak asmayınca, bundan şok ve dehşete kapıldılar. Sonuçta birçoğu pasif bir duruma düştü. Pasifizmin iktidarsızlığı savaşın başlamasıyla iyice ortaya çıktı. Özellikle İngiltere’de Liberaller sinsice savaşa muhaliflikten uzaklaştılar ve hizaya geldiler. Savaşa muhalif olan “Solcu”ların büyük bir kısmı sahneden çekildi. Blair’i eleştirirken radikal bir söylemi olan ve Britanya BM’nin onayı olmaksızın savaşa girerse istifa edeceği tehdidini savuran Clare Short, sonunda Bakanlık kariyerinin önde geldiğine karar verdi.
Geçenlerde başka bir pasifist “Solcu” Mo Mowlam, yazdığı bir makalede, her ne kadar savaşa karşı olsa da savaşın bir şekilde başladığını, şu anda ihtiyaç duyulan şeyin onun bir an önce sona erdirilmesi için gayretli bir şekilde çalışmak olduğunu açıkladı. Bu insanlar prensip sahibi kişilerdir ve bunların düsturu şudur: “Pekala, madem ilkelerimi beğenmiyorsunuz, ben de onları değiştiririm.”
Bu örnekler çarpıcı bir şekilde, son tahlilde daima sağa teslim olma eğilimindeki sol reformizmin sınırlarını açığa çıkarıyor. Fakat tabanın basıncı altındaki sol, gelecekte kaçınılmaz olarak sağa karşı açık muhalefete geçecektir. Sola doğru kayan işçilerin ve gençliğin desteğini çekecektir. Bizim onlara karşı tutumumuz eleştirel bir destek olacaktır: İleri doğru bir adım atarlar ve sağa karşı çıkarlarsa, onları destekler ve daha ileri gitmeleri için sıkıştırırız. Geriye doğru bir adım atarlarsa onları amansız bir eleştiriye tâbi tutarız. Bir sol muhalefetin şekillenmesine yardım etmenin en iyi yolu budur. Böyle bir muhalefete aynı zamanda Marksizmin fikirlerini de aşılamaya çalışırız.
Anarşistlerin kafa karışıklığı
Küçük-burjuvazi içinde bir sol kanat da bulunmaktadır. Solcu liberalizm anarşizm olarak adlandırılır. Bunlar da avaz avaz bağırarak “savaşı durdurmak” için “bir şeyler yapılmasını” isterler. Ve hükümetler kitle hareketini dinlemeyeceği için, onları dinlemeye zorlayacak taktiklere başvurmamız gerektiğini savunurlar. Bu taktikler topluca kusmaktan (tiksindiğimizi göstermek için) Ford galerilerindeki arabaları yakmaya (ABD emperyalizmine ciddi bir darbe) kadar her renge ve çeşide bürünür. Ve insan yaratıcılığının sınırı olmadığından, bin bir çeşit “doğrudan eylem” vardır.
Küçük-burjuva “sol” kanatta, Toni Negri okulunun kendini beğenmiş sahte-entelektüel gevelemelerinden, Attac gibi grupların kafası karışık küçük-burjuva radikalizmine, anarşizmin unsurlarıyla reformizmi birleştirmeyi becerenlere varıncaya kadar, hayret verici bir fikirler ve eğilimler silsilesiyle karşılaşırız. Az gelişmiş ülkelerde, aslında eski solcuları satın alıp ayartmayı ve işçilerin ve köylülerin kitle hareketini kapitalizme ya da emperyalizme tehdit oluşturmayan “güvenli” reformist projelere yönlendirmeyi tasarlayan emperyalizmin acentaları olan sözde Sivil Toplum Kuruluşlarının zehirleyici etkileriyle yüz yüzeyiz.
Tüm bu eğilimler kuşkusuz Marksizme şiddetle düşmandırlar. Bunlar hiçbir ilerici rol oynamazlar, aksine hareketin kafasını bulandırmaya hizmet ederler. Bunların Marksizme karşı olan kızgınlıkları hiç de tesadüf değildir. Bir ahmak, net fikirlere sahip insanlardan daima nefret eder. Fakat mevcut durum net fikirleri ve kesin formülasyonları gerektiriyor. Kafa karışıklığı ve tereddüt, “doğrudan eylem” eşliğinde bile olsa, bir program anlamına gelmez. Harekete kafa karışıklığı bulaştıranlar, sola yönelen işçilerin ve gençliğin gerekli sonuçları çıkarmalarını ve tutarlı bir devrimci pozisyonu benimsemelerini engelleyerek, gerici bir rol oynuyorlar.
Savaşı engellemenin tek yolunun kapitalizmi yıkmak olduğunu anlamıyorlar. Bu onların, temelde tutucu ve devrim karşıtı olan dünya görüşlerinin bir yansımasıdır. “Acil çözümler” ve “savaşa karşı pratikte bir şey yapmalı” taleplerinin arkasında, temel hedeflerimizi kapitalizmi ortadan kaldırmadan da elde edebiliriz fikri yatmaktadır. Bu tam da en korkak reformizmin özündeki fikirdir. Bütün bu insanların devlet sorunundan kutsal sudan kaçan şeytan gibi kaçmalarının nedeni budur. Kapitalizmden devrimci bir kopuş, onların perspektiflerine hiçbir şekilde girmez. Toplumun sınıfsal doğası ve savaş, onlar için kapalı bir kutudur.
Marksistler bu cani emperyalist savaşa amansızca karşı çıkmaktadırlar. Fakat bizim muhalefetimizi belirleyen şey devrimci görüşlerimizdir. Bu muhalefet, sınıfsal bakış açısından kaynaklanır ve mevcut çağda savaşların ana nedeninin kapitalizm olduğu, dolayısıyla dünya çapında emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirilmedikçe savaş karşıtı mücadelenin boş laftan ibaret kalacağı inancına dayanır.
Sloganlarımız ve taktiklerimiz nihayetinde genel amaçlarımız tarafından belirlenir. Savaşın sınıfsal özünü, temel nedenlerini, bunlar olmaksızın savaşa karşı gerçek bir mücadelenin imkânsız olduğunu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız. “Barış” hareketinde ağır basan küçük-burjuva pasifist ve anarşist ruh halinin ve savaşın şu ya da bu taktikle engellenebilecek insan hatası bir tür çılgınlık olduğuna inananların basıncı bizi yolumuzdan saptırmamalıdır.
Yüzeysel radikalizm görüntüsüne rağmen, bu türden bir “doğrudan eylem” savaş karşıtı hareketin bir santim bile ilerlemesine hizmet etmez. Aksine, medyaya savaş karşıtı hareketi çılgın anarşistler, vandallar ve anti-sosyal unsurlar güruhu olarak yansıtma bahanesi vererek olumsuz etki yapar. Bu taktikler, gücü değil zayıflığı ve iktidarsızlığı gösterir. Bunlar daha önceki kitle gösterilerine nazaran bir ilerleme değil, büyük bir gerilemedir.
Bireysel teröre karşı!
Bireysel terör eylemlerinin ortaya çıkması çok daha olumsuz bir etki yaratır. Maalesef bu uzak bir ihtimal değildir. Irak’tan her gün yansıyan kaos ve şiddet sahneleri, masum kadın ve çocukların emperyalist eşkıyalar tarafından katledilmesi, farklı ülkelerdeki geniş bir gençlik katmanı içinde anlaşılır bir öfke ve infial hali üretiyor. Bu durum, belli bir aşamada kendisini terörist eylemler şeklinde ifade edebilecek bir intikam arzusuna kolayca yol açabilir. İtalya’da Amerikalılara ait arabaların yakılması bir uyarıdır.
Bu sorunda kendimizi çok net ifade etmek zorundayız: bireysel terör eylemleri savaş karşıtı harekete son derece zararlıdır. Bu tür eylemler savaşı durduramayacak, aksine devlete savaş karşıtı hareketi ezmek ve ileride işçi sınıfına ve emek hareketine karşı kullanılacak çok daha anti-demokratik yasalar çıkarmak için uygun bahaneler sunacaktır.
Bizim temel görevimiz, emperyalizme karşı her protestoyu başlatmak, desteklemek ve teşvik etmektir. Bizler en militan kitlesel protesto biçimlerini doğal olarak destekleyeceğiz, ama kendilerini kitlelerin yerine geçirmeye çalışan bir avuç “kahraman”ın akrobatik numaralarını değil. Bizi “sembolik” eylemler ya da akrobatik numaralar ilgilendirmiyor. Sembollerle ve seraplarla değil gerçek düşmanla savaşmak ilgilendiriyor. Hedefimiz her aşamada kitleleri harekete katmaktır, bizler ancak hareket en kitlesel karaktere ulaştığında başarılı olmuş olacağız. Kitleleri yabancılaştıran ve iten eylemlerden şiddetle kaçınılmalıdır. Akrobatik numaraların ve oyunların yeri, ciddi bir iş olan ve ciddiyetle uğraşılması gereken savaş karşıtı hareket değil sirklerdir.
Gençliğin bir kesimi içinde var olan ultra sol, anarşist ve hatta terörist ruh hali, tümüyle, kapitalizme ve emperyalizme teslim olarak işçi hareketini gözden düşüren sözde önderlerin sorumluluğudur. Daha da ötesi, savaş karşıtı harekete ciddi bir önderlik sunamayan ve gençlere gerçekten militan bir sosyalist perspektif sunmaktan aciz olan solcuların sorumluluğudur. Lenin’in işaret ettiği gibi, ultra solculuk, hareketin oportünizm yüzünden ödemek zorunda olduğu bedeldir.
Taktik sorunlarda daima esnek olmalıyız. Kitlesel bir devrimci Marksist partinin bulunmadığı koşullarda, gençliğin büyük bir bölümünün ultra solculuğa ve anarşizme meyletmesi oldukça doğaldır. Bu gençlikten kopmamalı, onlarla bağlar kurmalı, onlarla mücadeleye katılmalı, onların savaşın gerçek doğasını ve savaşa karşı mücadelenin doğru yolunu kavrayış düzeylerini yükseltmeye çalışmalıyız. Sonuçta, en iyi unsurları küçük-burjuva maceracılardan ve palyaçolardan ayırabiliriz. Fakat ilk kural katılmaktır.
Kısacası, hareketi ileri taşıyan her kitle eylemini destekleyeceğiz, ama hareketi yolundan saptırmaya, bölmeye ve kafasını bulandırmaya eğimli eylem türlerini desteklemeyeceğiz. Savaş karşıtı bir protesto olarak, yolları, limanları ve tren yollarını kesme türünden kitle eylemlerine katılma yönündeki militan gençlik inisiyatiflerini destekleyeceğiz. Aynı zamanda aktivistlere böyle eylemlerin tek başına savaşı durduramayacağını, ama gençliği savaş karşıtı protestolara seferber etme ve iktidarın baskıcı organı olarak devletin gerçek doğası konusunda eğitmede olumlu bir rol oynayacağını da açıklayacağız.
Bunun güzel bir örneği, Vonk dergisi etrafındaki Belçikalı Marksistlerin organize ettiği “Gemi Gözetleme” kampanyasıdır. Onlar, Belçika’dan, özellikle de Antwerp limanından Körfez’e gidecek askeri teçhizatın taşınması sorunu etrafında, gençliği seferber ettiler. Kampanyalarının temel bir talebi, sendikaların Irak’a gidecek askeri teçhizata yönelik boykotu örgütlemesi gerektiğidir ve bu şimdi işçiler arasında yankı bulmaya başlamaktadır. Antwerp limanındaki önemli kılavuz kaptanlar ve bunların sendikaları, Körfez’e silah taşıyan ABD gemilerini boykot etmeye karar verdiler. Bu, savaşın gidişatı üzerinde fiilen etkisi olabilecek gerçek bir somut eylemdir ve yerine getirilmesi gereken görevlere dair kavrayış seviyesinin, Marksistlerin savaş karşıtı harekete sistematik müdahalesiyle nasıl yükseltilebileceğine ilişkin güzel bir örnektir.
Körfeze gönderilen tüm askeri teçhizat ve silahların boykot edilmesi çağrısında bulunuyoruz. Limanların, trenlerin ve kamyonların, savaş hazırlıkları için kullanılmasına izin verilmemelidir. Liman işçilerinin, demiryolu işçilerinin, kamyon sürücülerinin sendikaları, böyle bir boykotu sistematik olarak uygulamaya çağırılmalıdır. Halihazırda, işçilerin bu tip yöntemleri uygulamaya hazır olduklarına ilişkin göstergelere sahibiz (Britanya’da, Avusturya’da, İtalya’da, Belçika’da ve diğer ülkelerde). Gerekli olan şey, sendika liderlerinin böyle eylemleri genelleştirecek ve resmi hale getirecek bir öncülük etmesidir.
Bu, umutsuz gençlik katmanları arasında tehlikeli eğilimlerin gelişmesini engelleyecek en iyi yoldur. İşçi hareketinin seferber edilmesinin mümkün olduğunu görebilirlerse, sözde bireysel “doğrudan eylem”lere yakın duran her türden eylemin boş olduğunu anlayacaklardır. Bu yüzden, hareketi zayıflatan ve tahrip eden bireysel terörizm yönündeki tüm eğilimlere tavizsiz karşı çıkacağız. Bu ciddi bir tehlike doğurmaktadır, özellikle de devletin güvenlik güçlerinin provokasyonlar tertip etmek için ajanlarını savaş karşıtı hareketin içine sokacağından hiç kuşku yokken. Bunlar sistematik olarak polisle çatışma tezgahlamaya çalışan provokatörler ve ultra solcu ahmakların arasında karışacaklardır. Amaç, polise insanların kafasını yarma ve tutuklama bahanesi vermek ve aynı zamanda kitle hareketini gözden düşürmektir. Çoğu durumda işin içine devlet ajanlarının da bulaştığı terörist eylemler, sadece gerici ve zararlı bir rol oynayabilirler.
Rus Marksistleri, doğru bir şekilde “bombalı liberaller” dedikleri bireysel terörizmin taraftarlarına karşı daima acımasız bir mücadele yürüttüler. Tüm bu küçük-burjuva eğilimlerin ortak özelliği, kitlelere karşı duydukları güvensizliktir. Bu, bir yandan kitlelerin adını yüceltirken diğer yandan onların arkasından iş gören terörist için doğru olduğu kadar, kendini “halkın adamı” olarak gören liberal parlamenter için de doğrudur. Bu ikinciler, halkın rolünü sadece her beş yılda bir oy pusulasında kendi isimlerinin yanına mühür basmaya indirgerler.
Oysa Marksistler kendi tavırlarını açıkça proletaryanın hareketinden yana koyarlar. Ve işçi sınıfının kurtuluşu görevi, işçilerin kendi görevidir. Bizler, ister terörist ister liberal türden olsun, “kurtarıcıların” ve “kahramanların” yardımını istemiyoruz.
Ne istiyoruz
Hedefimiz gerçekten anti-emperyalist içerikli bu kitle eylemlerini teşvik etmek, bütün gücümüzle savaş karşıtı hareketi anti-kapitalist yöne çekmektir. Bu, savaş karşıtı hareketi örgütlü işçi sınıfı hareketiyle, özellikle de sendikalarla, işyeri temsilcileri komiteleriyle ve işçi sınıfının kitlesel partileriyle sıkı bir şekilde birleştirmek anlamına gelir. Savaş karşıtı harekete kılavuzluk etmenin en iyi yolu, gösterilerin işçi sınıfının savaş karşıtı grevleriyle birleşmesini sağlamaktır. Bu, kapitalistleri can evinden vuracaktır!
Bizim politikamızı ve sloganlarımızı ilk planda savaşa ilişkin tutumumuz belirler. Bu savaş, zayıf ve yoksul bir Ortadoğu ülkesine karşı yürütülen canavarca bir emperyalist savaştır. Savaşın hedeflerini dikte eden, emperyalistlerin yağma açgözlülüğü ve ABD emperyalistlerinin sınırsız güçlerini gösterme arzusudur. Bu savaş, bütün Ortadoğu’yu egemenlik altına alma ve muazzam petrol zenginliğine sahip olma kampanyasının ilk ayağı olarak Irak’ı ezmeyi amaçlamaktadır. Son tahlilde, tüm dünyanın egemenliğini ele geçirmek için yapılan bir savaştır.
Her sınıf bilinçli işçi, her dürüst ve ilerici kişi, dünyanın en karşı-devrimci gücü olan ABD emperyalizmine karşı aktif olarak savaşa katılmalıdır. Bizler bütün gücümüzle Irak halkına karşı yapılan savaşa karşı çıkmalıyız. Fakat bunu, kendi ülkemizdeki işçi ve gençlik kitlelerinin özgül bilinç düzeylerini hesaba katarak, bilinci tarihin gerektirdiği düzeye yükseltmeye çalışacak şekilde yapmalıyız.
Bizler ulusal kurtuluş savaşı yürüten Irak halkının haklı mücadelesini destekliyoruz. Bütün yabancı birliklerin Irak topraklarından derhal çekilmesini talep ediyoruz. Irak halkı kendi kaderini herhangi bir dış müdahale olmadan tayin etmelidir!
Irak halkına nasıl yardım edebiliriz? Lenin’den birkaç satır okuyup tek kelimesini dahi anlamayan bazı ultra-solcular, daha dikkatli incelendiğinde boş bir içeriğe sahip radikal sloganlar ileri süreceklerdir. Bu tür bir grubun, Taliban’la “birleşik askeri cephe” talebini hatırlarsınız. Böylesine harika bir sloganı keşfetmekten o derece mutluydular ki, yeni ayakkabı alınmış bir çocuk gibiydiler. Bu sloganın hiçbir gerçek içeriği olmadığını ve sadece bir demagoji egzersizi olduğunu bile fark edemediler.
Lenin birleşik cepheden, birleşik bir eylem cephesini anlamıştır her zaman. O halde bu sloganı ileri sürenlere şunu sormalıyız: bu “birleşik askeri cephe” tam olarak neyi içeriyordu? Kabil’e kaç tane silah gönderdiler? Kaç çarpışmaya katıldılar? Kaç taraftarları, “müttefikleri” Taliban’ın yanında gönüllü savaşmaya gitti? Hiçbir cevap alamazsınız. Bu da gayet mantıklıdır, çünkü sözde birleşik askeri cephe sloganının hiçbir askeri önemi bulunmuyordu. Bunun Lenin’in devrimci bozgunculuk politikası olduğu yanlış inancı içinde, “askeri” sözcüğü sadece gerici Taliban rejimini desteklemeyi savundukları gerçeğini örtmek için eklenmişti. Olsun, kulağa gayet devrimci geliyor ya.
Bu tür terminolojik radikalizmle Lenin ve Troçki’nin yöntemleri ve politikaları arasında hiçbir ortak yan yoktur. Irak halkına yardım etmenin doğru yolu, sözcüklerle oynamak değil, Amerikalı ve Britanyalı işçiler arasında gerçekten yankı yaratabilecek, onların savaşa karşı çıkmalarını sağlayabilecek ve birlikleri geri çekilmeye zorlayabilecek tutarlı bir anti-emperyalist politika öne sürmektir. Bu da, söz konusu ülkelerde, Amerikalı ve İngiliz emperyalistlerin –ve onların İspanyol, İtalyan ve Avustralyalı müttefiklerinin– planlarını değiştirmeye zorlayacak güçte bir kitle hareketini gerektirir.
Gerçek demokrasi sosyalizm demektir
İşçi sınıfı savaşa ve emperyalizme karşı mücadele etmelidir, ancak bunu kendi bayrağı altında ve kendi program, slogan ve politikalarıyla yapmalıdır. Küçük-burjuvazinin en militan kesimleri ile ortak eylemlere girebiliriz ve girmeliyiz, fakat ortak eylemin ilk koşulu bayrakları ve programları karıştırmamaktır! Ayrı yürü, birlikte vur!
Hiçbir koşul altında bizler orta sınıfları ürkütür gerekçesiyle sosyalist programımızı terk etmeyiz. Savaşın, emperyalizmin ve büyük tekellerin birbirine grift bir biçimde bağlı olduğu fikrinden korkanlardan hiçbir fayda gelmez. İşler biraz kızıştığında bunlar savaş karşıtı hareketi –eğer çoktan yapmamışlarsa– kaçınılmaz olarak terk edeceklerdir ya da ihanet edeceklerdir. Bu tür geçici dostlar en hafif deyimle güvenilmez ve istikrarsız müttefiklerdir. Eğer bunlarla işbirliğine gireceksek, daima bir gözümüz düşmanın üzerinde, bir gözümüz de işler kızıştığında bizi terk edecek “müttefiklerimizin” üzerinde olmalıdır.
Gerekli olan şey, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfına seslenebilecek talepler içeren bir geçiş programı ileri sürmektir. Bunun için ultra-sol ifadeler yeterli olmayacaktır. Gerçek bilinç düzeyinin hesaba katılması şarttır. Bizler işçi sınıfının tüm sosyal, ekonomik ve siyasal kazanımlarını savunmakla işe başlayacağız, zira kazanılmış hakları savunmaktan aciz olanlar, işçi sınıfının iktidarı nihai olarak fethetmesine liderlik edemezler.
Marksistler asla demokrasiyi küçümsemezler, aksine günümüzde emperyalistler tarafından tehdit edilen demokratik hakların hepsini dişleriyle tırnaklarıyla savunurlar. Demokrasiden en yüksek sesle söz edenler, savaş ya da “ulusal tehlike” dönemlerinde, çok büyük uğraşlarla kazanılmış demokratik hakları kısıtlayan gerici yasaların çıkarılmasında daima en ön saflarda yer alırlar. İşçiler demokratik hakların sınırlanmasına ya da lağvedilmesine karşı mücadele etmelidirler. Grev ve gösteri hakkı! Konuşma ve ifade özgürlüğü kısıtlanamaz! Bu cani savaşa ilişkin doğruları aktaran ve askeri sansüre meydan okuyan cesur gazetecilere karşı yapılan cadı avına hayır!
Irak’a asker gönderen ülkelerin Marksistleri, savaşa karşı amansız bir mücadele verirken, askerleri ve asker ailelerini kendi yanlarına çekmeye çalışmalıdır. Bu savaşın gerici ve haksız doğası, askerler ve asker aileleri tarafından eninde sonunda anlaşılacaktır. Daha şimdiden üç İngiliz asker savaşmayı reddetmiş ve mahkemeye çıkarılmak üzere İngiltere’ye gönderilmiştir. Bu tür olaylar daha da çoğalacaktır. Gericiler bizleri “çocuklarımızı desteklememekle” suçlayacaklar. Yanıtımız, çocuklarımızı desteklemenin en iyi yolunun onları evlerine getirmek olduğudur.
Mevcut savaşın ve yaklaşan dünya ekonomik krizinin bütün ülkelerin işçileri için ciddi sonuçları bulunmaktadır. Kapitalist sınıf, işçi sınıfının ve orta sınıfın yaşam standartlarına saldırmak ve yeni kesintileri hayata geçirmek için savaşı kullanmaya çalışacaktır. Bizim tutumumuz bütün bu saldırılara doğrudan karşı çıkmaktır. Çalışanlar ve aileleri bu savaşın maliyetini yüklenmemelidir! Zenginler ödesin!
Politikacılar, hastanelere, okullara, emekli maaşlarına ve konutlara ödenecek “para olmadığı” konusunda ağlaşırlarken, halkın sırtından kendi ceplerini doldurmakla meşguller. Patronlar için, savaş zenginleşmek için mükemmel bir zamandır. Büyük silah şirketleri savaştan dolgun kârlar elde ederler ve halkın temel ihtiyaçları için kullanılması gereken paralar onlara ödenir.
Büyük silah üreticilerinin kârlarına el konulmasını ve silah sanayiinin kamulaştırılmasını istiyoruz. Bir avuç zengin kan emici tarafından ulusun yağmalanmasına son verelim! Ama iş sadece silah üreticilerinden ibaret değil. İlk silahın patlamasından kısa bir süre önce Irak’ta savaş sonrası yeniden yapılandırma için büyük Amerikan inşaat müteahhitlerine 800 milyon dolarlık ihale verildiği açıklandı. Bir grup kapitalist Irak şehirlerinin havaya uçurulmasından büyük kârlar elde ediyor ve ardından başka bir grup, onları yeniden inşa ederek daha büyük kârlar elde ediyor! Binlerce Iraklının ve yüzlerce Amerikalı ve İngilizin hayatı, bu kirli iş yüzünden feda ediliyor.
Hazır elimiz değmişken, bütün savaşların temel nedeni olan doymak bilmez kâr hırsına sahip bankaları ve büyük şirketleri de kamulaştıralım. Kâr marjlarını artırmak için fabrikalarını sanki bir kibrit kutusu gibi kapatıp on binlerce işçiyi sokağa atarken, bir yandan da “ulusal çıkarlar” ve vatanseverlik hakkında gevezelik yapıyorlar. Gerekli olan şey, demokratik işçi denetimi ve yönetimi altında bankaların ve büyük tekellerin kamulaştırılmasına dayanan uyumlu bir sosyalist üretim planıdır.
Genel Grev Sloganı
Bu slogana yaklaşımımızı daha önce açıkladık. Genel grev çok önemli bir slogandır. Fakat farklı türden genel grevler olabileceğini anlamak şarttır. Süresiz genel grev, iktidar sorununu ortaya koyar. Egemen sınıfa karşı bir meydan okumadır. Soru açıkça ortaya konmaktadır: evin efendisi kim? Siz mi yoksa biz mi?
Genel grev bu yüzden sınıf mücadelesinde son derece önemli bir noktayı temsil eder. Çoğu kez de ya en muhteşem zaferlerle ya da en berbat yenilgiyle sonuçlanır. Genel grev, devrimci bir eylemi temsil etmesine rağmen tek başına iktidar sorununu çözemez. Bunun için iktidarın işçi sınıfının ellerine geçmesi gerekir. Bir genel grev iktidarı almak için gerekli koşulları yaratabilir, fakat iktidar alınamazsa genel grev ciddi bir yenilgiye yol açar.
Genel grev, anarko-sendikalistlerin hayal ettiği gibi sihirli bir şey değildir. Tek başına hiçbir şeyi çözmez. Eğer işçiler iktidarı almazlarsa, patronlar genel grev enerjisini tüketinceye kadar kolayca bekleyebilirler. Onların daima bekleyecek güçleri vardır, fakat işçilerin ve ailelerinin yoktur. Sonunda, patronlar çektikleri korkunun intikamını alacaktır. İşçilerin durumuysa eskisinden daha kötü hale gelecektir.
Bu yüzden genel grev sloganı ile oynamak sorumsuzluktur. Bu slogan ancak, koşullar iktidar sorununu ortaya atacak kadar olgunlaştığında kullanılmalıdır. Aksi takdirde farklı bir slogan kullanmak gerekir. Günümüze uygun slogan, 24 saatlik genel grevdir. Bu, gelinen nokta itibariyle kesin bir ilerleme olurdu. Bazı ülkelerde, tabandan gelen basınç altındaki sendika liderlerinin çağrısıyla, 10 ya da 15 dakikalık iş durdurma eylemleri yapıldı. Yunanistan’da 4 saatlik iki genel grev düzenlendi ve işçi sınıfının bazı kesimlerinde grev bütün gün sürdü. Bu da, daha militan eylemler için potansiyelin mevcut olduğunu göstermektedir.
Sendikalardaki Marksistler bu slogana sahip çıkacak ve onu işyerlerinde popüler hale getirmeye çalışacaklardır. 24 saatlik genel grev için sendikalarda ajitasyon ve propaganda kampanyası düzenlenmesi şarttır. Bu ulusal ve hatta uluslararası düzeyde bir eylem günü önerisiyle birleştirilmelidir. Bu gayet mümkündür ve hareketi ileri götürecek bir adımdır. 24 saatlik genel greve diğer eylem biçimleri eşlik etmelidir: savaşı kınayan sokak gösterileri ve kitlesel mitingler.
Bununla birlikte bizler sloganların demagojik yanlış kullanımlarına karşı uyanık olmalıyız. Sadece ne söylendiği değil, kimin söylediği ve ne amaçla söylediği de dikkate alınmalıdır. Sendika bürokratları kulağa oldukça radikal gelen ve “bütün Avrupa”yı kapsayan bazı eylem türleri önereceklerdir. Fakat aslında bu bir oyalamacadır, çünkü bunu örgütlemek için hiçbir şey yapmaya niyetleri yoktur. Yunanistan sendikaları bu tür eylem çağrıları yapmıştı. Bu iki şeyi gösterir. Birincisi, Irak’ta yaşananlara büyük bir öfke duyan tabandan gelen muazzam basıncı. Ama burada da bir çelişki vardır. Sendika liderleri savaş karşıtı gösteri ve genel grev çağrısı yapmaya hazırdırlar, fakat emekli maaşları, işçi hakları gibi Yunanistan’daki işçileri doğrudan ilgilendiren konularda yan çizmektedirler. Bu yüzden savaşa ilişkin kampanyaları (çok memnuniyet verici olmasına, işçi sınıfının savaş karşıtı etkinlik potansiyelini göstermesine ve desteklenip geliştirilmesi gerekmesine rağmen) aynı zamanda diğer konulardaki zayıflıklarının bir örtüsüdür. Asıl yapmaları gereken, Yunan işçilerin talepleri ile savaş karşıtı talepleri birleştirmektir.
Bu tür şeyleri pek çok kez gördük. Örneğin İtalyan CGIL, birkaç saatlik, hatta birkaç dakikalık genel grev çağrılarıyla dolu uzun bir tarihe sahiptir. Bir süre sonra bu rutin hale gelebilir. Hükümet ve işverenler üzerinde ya hiç etkisi olmaz ya da çok küçük bir etkisi olur ve yalnızca fazla buharı dışarı atacak bir emniyet vanası görevi görür. Eğer liderler bu tür bir eylem önerirlerse, bizler doğal olarak bu eylemin başarıya ulaşması için ve ona en militan karakteri kazandırmak için mümkün olan her şeyi yaparız. Eğer bürokratlar bu eylemi örgütlemek istemezlerse, o zaman grevin örgütlenmesi onların ellerinden alınmalıdır. Genel olarak bütün ülkelerde sendikacılar, şarap dükkânında parti örgütlemekten bile acizdirler. Her işçi bilir ki, bir grevin başarısı ancak tabanın aktif katılımıyla garanti altına alınabilir. Hareket alttan örgütlenmelidir.
Hareketi genelleştirmenin bir aracı olarak, işçilerin, gençlerin, işsizlerin, kadınların ve göçmenlerin dahil olduğu eylem komiteleri fikrini öne sürmeliyiz. Grevler pasif değil aktif olmalıdır, yani grevler kitlesel protesto gösterileriyle, işyerlerindeki ve halka açık mekanlardaki toplantılarla birlikte yürütülmelidir.
Bizler hareketi politikleştirmeye ve onu barış talebinin ötesine geçen talepleri de içerecek şekilde genişletmeye çalışmalıyız. Durum şimdi bu barış talebinin çok ötesine geçmiştir. İnsanlar şunu söyleyecekler: artık barış çağrısı yapmak neye yarıyor? Zaten savaş başlamadı mı? Bu oldukça somut bir soru ve somut bir cevabı da hak ediyor. Pasifistlerin buna verecek cevabı yoktur. Aslında cevap çok basit. Berlusconi’nin sağcı burjuva hükümeti İtalyan halkının sesini dinlemeyeceği için, Berlusconi’yi defetmeliyiz. Berlusconi hükümetinin uzunca bir süredir devam eden kitlesel işçi sınıfı hareketi yüzünden çoktan zayıflamış olduğu bir gerçektir ve bu yüzden kolayca devrilebilir. Kahrolsun hükümet! Hemen şimdi seçim istiyoruz! İktidarı DS ve PRC almalı ve anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir program uygulamalıdır!
Böyle bir program kitlelerden coşkun bir yanıt alabilir. Fakat CGIL, DS ve PRC bunu ileri sürmüyor. [2] Onlar savaş karşıtı hareketi düzenin değiştirilmesi perspektifiyle birleştirmiyorlar ve böylece onu iktidarsızlığa mahkûm ediyorlar. Zenginlerin gerici hükümeti iktidarda kaldığı sürece, herhangi bir talebimiz nasıl yerine getirilebilir?
Gerçekten gerekli olan ve gerçekten hareketi ileri taşıyacak sloganları ileri sürmek yerine, PRC liderliği, örgütlenmesinin imkânsız değilse bile oldukça zor olduğunu bildiği Avrupa genel grevi sloganını ileri sürüyor. Gerçeklerle yüzleşmek şarttır. Bir ülkede genel grev örgütlemek basit bir şey değildir. Uluslararası bir genel grev çağrısı hâlâ çok zordur. Her ülkenin koşulları farklıdır, işçi sınıfını bir çeşme gibi açıp kapayamazsınız. Bu devrimci değil, bürokratik bir anlayıştır. Avrupa genel grevi gerçekleştirilemezse, PRC liderliği başını üzgün üzgün sallayarak tabanına seslenecektir: “Gördünüz mü! Bizler en militan eylemi başlatmaya hazırdık, ama Avrupalı işçiler bizim cesur liderliğimizi izlemeye hazır değiller. Ne yapabiliriz ki? Durum tamamen ümitsiz, en iyisi hiçbir şey yapmamak.”
Elbette, bizler kitle hareketini ileri taşıyacak en küçük inisiyatifleri bile bütün gücümüzle desteklemeliyiz. Ama bunu gerçekten yapacak sloganlar ile sadece işçilerin ve gençlerin kafasını karıştıracak sloganlar arasında ayrım yapmak gerekir. Bizler gerçekten militan bir programın ajitasyonunu yapmak için, Avrupa genel grevi çağrısını kesinlikle kullanabiliriz. Fakat sendika bürokratlarının iyi niyetleri konusunda yanılsamalara kapılmak büyük bir hata olur. Bu çağrıyı sendikal hareket içinde ne yapılmalı tartışmasını başlatmak için kullanabiliriz. Bu sorunun yanıtı ülkeden ülkeye farklılıklar gösterecektir. İtalya söz konusu olduğunda, en acil ihtiyaç bir Avrupa grevi değil, bütün İtalya’yı kapsayacak ve her şehir, kasaba ve köyde düzenlenecek kitlesel gösteri ve toplantılarla hükümetin derhal istifası istenip yeni seçimlerin yapılması talepleriyle desteklenen 24 saatlik bir genel grevdir.
İşçi örgütlerini dönüştürmek için mücadele et!
İspanya ve Avustralya için de program aynıdır: derhal seçimlere gidilmesi taleplerinin yükseltildiği kitlesel grev ve gösteriler, burjuva hükümeti def etmek ve gerçek sosyalist politikalar taahhüt eden işçi partilerinin hükümeti için mücadele etmek. Fakat burada aynı sorunla karşılaşıyoruz: hareketin resmi liderliği önderlik etmek istemiyor. Sorun her yerde aynıdır. İşçi ve gençlere önderlik etmesi gerekenler ayak sürüyorlar.
Sosyalist UGT’nin olumlu bir biçimde genel grev çağrısı yaptığı İspanya’da, İşçi Komisyonları (CCOO) işbirliği yapmayı utanç verici bir şekilde reddetti. Bu sözde liderler, patronlara ve burjuva hükümete karşı mücadele etmek yerine sendikal hareketi bölmeyi tercih edecek kadar yozlaşmışlardır. Aslında, işverenlerle mükemmel ilişkilerine zarar vereceği için grevin desteklenmemesi gerektiğini savunmuşlardır! Bundan daha büyük bir ihaneti düşünmek mümkün değil.
Çok şükür ki, İşçi Komisyonlarının tabanı bu utanılacak teslimiyete izin vermemiştir. Önemli federasyonların çoğu liderliğe isyan etmiştir. Büyük bir olasılıkla, bu satırlar yayınlandığında, liderlik çizgisini değiştirmek zorunda kalacaktır. Fakat bu kesinlikle yeterli değildir. Üyelerinin görüşlerini temsil etmeyi göze almayan bu sendika liderlerini defetmek için ciddi ve örgütlü bir mücadele başlatmanın zamanı gelmiştir. Bunların çoğu patronlarla ve devletle çirkin ilişkiler kurmuş durumdadır. Onları defetmek ve yerlerine işçi sınıfı için mücadele etmekten başka bir çıkarı olmayan dürüst sınıf savaşçılarını getirmek gerekiyor.
Bizler sendikaların demokratikleşmesini talep ediyoruz! Bütün sendika görevlilerinin seçimle işbaşına getirilmesi ve geri çağırma hakkı! Hiçbir görevliye temsil ettiği işçiden daha yüksek ücret ödenmesin! Bütün harcamalar üyelerin denetimine açılsın! Kahrolsun sınıf işbirliği! Militan bir sendikal hareket! Sendikaları sınıfın mücadele örgütlerine dönüştür!
Benzer durum işçi sınıfının kitlesel siyasal örgütlerinde de mevcuttur. Son dönemde kapitalizmin baskısı altında bu örgütler oldukça sağa kaydılar. Komünist Partilerin liderleri Komünizm kelimesini ağızlarına almıyorlar. Sosyalist Partilerin liderleri Sosyalizm kelimesini ağızlarına almıyorlar. Hepsi kapitalist sistemi kabullenmiş durumda ve onun içinde çalışmak istiyor. Fakat bu imkânsızdır. Kapitalist kriz koşullarında, bu partiler iktidara geldiklerinde kanlı bir yol ayrımında bulacaklar kendilerini: Ya seçmenlerinin çıkarlarını temsil edip iktidarı bankerlerin, toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin ellerinden alacaklar ya da işçi sınıfına ve orta sınıflara ihanet edip ulusal büyük şirketlerin ve uluslararası emperyalizmin ellerinde bir oyuncak haline gelecekler. “Üçüncü bir yol” yoktur.
İngiltere deneyimi bir istisna değildir. Blair, kitlesel reformist partilerin sermayenin yöneticilerine dönüşme yönündeki genel eğiliminin kaba bir ifadesidir yalnızca. Bu yeni bir şey değildir. Fakat kapitalist kriz koşullarında Sosyal Demokratlar geçmişte yaptıkları reformları bile yapamazlar. Reformlar yerine karşı-reformlar yapıyorlar. Kapitalizmin krizi reformizmin de krizine işaret ediyor.
Mevcut kriz her yerde sınıf mücadelesindeki patlamanın zeminini hazırlamaktadır. Sınıflar arasında keskin bir kutuplaşma yaşanacaktır. Er ya da geç bu kutuplaşma kitle örgütleri içinde de yansımasını bulacaktır; yalnızca sendikalarda değil kitlesel reformist partilerde de. Belli bir aşamada, sol reformist ya da hatta merkezci karakterli (yani sol reformizm ile Marksizm arasında bocalayan eğilim) kitlesel solun oluşumunu göreceğiz. Marksist kanat, sol muhalefete katılmalı ve onun en radikal ve en tutarlı unsuru olmalıdır. Yalnızca bu yöntemle bizler sola kayan işçileri ve gençleri saflarımıza kazanabiliriz.
İngiltere’de daha şimdiden bu sürecin ana hatlarını görebiliyoruz. Sendikalar bir dönüşümün başlangıcında. Sendika kongrelerinde birbiri ardına eski sağcı liderler kovuluyor ve yerlerine sol adaylar getiriliyor. Ve bugün sendikalarda yaşananlar, yarın İşçi Partisi içinde tekrar edecektir. Blair’in günleri artık sayılıdır. Parti içinde onun liderliğine yönelik muhalefet sona ermemiştir ve gelecek dönemde iki kat güçlü olarak tekrar ortaya çıkacaktır. Sonunda Blairci sağ kanat kusulup atılacaktır. Marksist eğilimin hızla zemin bulacağı İşçi Partisinde, sola kayış evresi yaklaşmaktadır.
Benzer süreçler, daha yavaş ya da daha hızlı olarak her yerde gelişecektir. Olayların akışı hız kazanıyor. Korkunç gerici ve barbar karakterine rağmen (ya da bu yüzden), bizzat savaş, milyonlarca insanı harekete geçirerek politik yaşamın içine çekiyor. Kitleler kitaplardan öğrenmezler, aksine onlar deneyimlerden, özellikle de büyük olayların deneyimlerinden öğrenirler. Ve savaş her zaman en korkunç olaydır. Fakat kitleler devrimci sonuçlara hemen çıkamazlar. Onlar daima en az direnç hattını ararlar. Büyük örgütlerin ve tanınmış isimlerin peşine takılırlar. Bu yüzden önce kendilerini varolan geleneksel kitle örgütleri aracılığıyla ifade etmenin yollarını ararlar. Yalnızca kör olanlar bunu göremez.
Uluslararası Marksist eğilimi inşa et!
1938’de Lev Troçki, insanlığın krizinin proletaryanın önderlik krizine indirgendiğini söylüyordu. Günümüzde bu kelimeler yazıldığı döneme kıyasla bin kat daha doğrudur. Troçki, İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde eski Sosyal Demokrat ve Stalinist partilerin yıkılmasına yol açacak bir devrimci krizin yaşanacağına inanmaktaydı. Onun öngörüsüne göre bunlardan taş üstünde tek taş kalmayacak ve Dördüncü Enternasyonal de gezegen üzerindeki belirleyici güç haline gelecekti.
Tarih Troçki’nin öngörüsünü yanlış çıkardı. Kapitalist sistem de tıpkı Stalinizm gibi İkinci Dünya savaşından güçlenerek çıktı. Gerçek Marksizmin güçleri bütün bu tarihsel dönem boyunca izole oldu. Fakat şimdi önümüzde tamamen yeni bir tarihsel dönem açılıyor. Stalinizmin çöküşünün tarihin sonu değil, çok daha büyük bir tarihsel dramın, kapitalizmin dünya ölçeğindeki krizinin başlangıcı olduğu ortaya çıkacaktır. Bizler şimdi bu dramın ilk perdesine tanık oluyoruz.
Troçki burjuvazi için “kızağın üstünde, gözleri kapalı felâkete doğru kayıyorlar” diyordu. Bu sözlerin ne kadar yerinde olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor! George W. Bush ve şürekasının aptallığı tesadüf değildir. Burjuvazi uzun süredir ilerici bir rol oynamamaktadır. Üretici güçleri geçmişteki gibi geliştirmekten acizdir. Burjuvazinin sistemi, tüm gezegeni işsizlik, açlık ve sonu gelmez savaşlara mahkûm etmektedir. Burjuvazi insanlığın ilerlemesine her alanda engeldir. Böyle bir sınıfın yetenekli düşünürler ya da devlet adamları üretmesi mümkün müdür? Lenin şöyle demişti: uçurumun kıyısındaki adam mantıklı düşünemez.
Bush ve şürekası, çökmekte olan bir egemen sınıfın ve ölen bir toplumsal düzenin temsilcileridir. Onlar hiçbir şey anlamıyorlar ve bir yanlıştan diğerine koşup duruyorlar. Böyle yaparak, her yerde devrim ateşini istemeden körüklüyorlar ve kendilerini devirecek güçleri yaratıyorlar. Hatta böylece gericiler, korumaya çalıştıkları sistemi yok etmek için elbirliği yapıyorlar. Onların kendilerine bile yardımı olamaz.
Kapitalizmin devrimci yıkılışı ve işçi sınıfının iktidara gelmesi için bütün nesnel koşullar olgunlaşıyor. Önemli ülkelerin sadece birinde kazanılacak zafer dahi, bütün durumu dünya ölçeğinde, 1917 Kasımında dünyayı sarsan on günden çok daha etkili bir şekilde değiştirecektir. Eksik olan öznel faktördür: devrimci parti ve önderlik. Bu yüzden en acil görev, devrimci güçleri gerçek bir Marksist ve Leninist program temelinde dünya ölçeğinde inşa etmektir.
Bu program, görüşleri "In Defence of Marxism" web sitesinde her gün açıklanan uluslararası Marksist eğilimin programıdır. Görevimiz, Marksist eğilimi her ülkede olabildiğince çabuk inşa etmektir. Sizlerin yardımıyla başaracağız. Şimdi kenarda beklemenin zamanı değil! Tarihin akışı güçlü bir şekilde ilerliyor. Tarih sosyalist devrim yönünde ilerliyor. Toplumda canlı olan, hareketli olan ne varsa bu yönde hareket edecektir. İnsanlığın sosyalist geleceği için mücadele eden güçlere katılmanın zamanıdır!
Bu metin marxist.com sitesindeki İngilizce orijinalinden çevrilmiştir.
[1] James Tobin (1918- ), Amerikalı ekonomist (çn.)
[2] CGIL - Confederazione Generale Italiana del Lavoro (İtalyan Genel İşçi Konfederasyonu): İtalya’da solun egemen olduğu en büyük sendika federasyonu.
DS - Democratici di Sinistra (Sol Demokratlar): Komünist Partinin 1991’deki bölünmesinin ardından ortaya çıkan iki partiden biri.
PRC - Partito della Rifondazione Comunista (Komünist Yeniden İnşa Partisi): Komünist Partinin 1991’deki bölünmesinin ardından ortaya çıkan iki partiden daha küçük ve daha solda olanı.
link: Alan Woods, Ne Yapmalı, 1 Nisan 2003, https://marksist.net/node/870
6 Nisan Mitinginden İzlenimler
Fransa'da Grev