İş Güvencesi Yasasının yürürlüğe gireceği tarih olan 15 Marttan önce yeni İş Yasasının yürürlüğe girmesi için işverenler var güçleriyle bastırdılar. Bunun sonucunda, bugüne kadar toplumun büyük çoğunluğu için hiçbir şey yapmayan iktidar partisi AKP, kölelik yasa tasarısını 13 Mart 2003 tarihinde apar topar meclis genel kuruluna getirdi. Özellikle son bir-iki ay içinde uzlaşma için kendilerini paralayan ve defalarca biraraya gelerek uzlaşmanın yollarını arayan işçi konfederasyonlarının yöneticileri bile neye uğradıklarını anlayamadılar. İlk gün olanca hızıyla yasa maddelerinin görüşülmeye başlanması karşısında, konfederasyon yöneticileri zevahiri kurtarma telâşıyla toplantılar düzenleyip “kükrediler”.
Çünkü yaklaşık iki aydır özellikle Türk-İş’e bağlı bazı İstanbul sendika şubelerinden hareketle başlayan ve yavaş yavaş diğer illere yayılma eğilimi taşıyan tepkiler, konfederasyon yöneticilerini oldukça rahatsız etmişti. İstanbul’da yasa tasarısının geri çekilmesi talebiyle iki basın açıklaması yapılmıştı. Bu basın açıklamalarında bilhassa Türk-İş yöneticilerine yönelik ciddi uyarılarda bulunulmuştu. Basın açıklamalarının ardından, 12 Mart tarihinde özellikle Türk-İş’e bağlı sendika şubelerinin başını çektiği İstanbul şubeleri oluşumunun düzenlediği İstanbul Temsilciler Kurulu toplantısı gerçekleştirilmişti. Temsilciler Kurulundan çıkan karar, yasa tasarısının geri çekilmesi doğrultusundaydı. Türk-İş ne tesadüf ki aynı tarihte Başkanlar Kurulunu olağanüstü toplantıya çağırmıştır. Dokuz aydır tam bir ihanet ve uzlaşma politikası güden konfederasyon yöneticileri, ne hikmetse birden, işçi sınıfını, mücadeleyi, hak kavramını hatırlayıverdiler.
12 Mart tarihinde yapılan Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısından, uzlaşmacı siyasetlerini örtbas etmenin kılıfı olarak mücadele kararı çıktı. Son güne kadar yeni İş Yasası Tasarısını müzakere edilebilir bulan ve müzakere eden sendikacılar, birdenbire bu yasanın işçi haklarına bir saldırı olduğunu fark ediverdiler. Ve dahası 15 Martta yürürlüğe girmesi gereken İş Güvencesi Yasasının yürürlüğe girmemesi için işveren ve hükümet girişimlerine karşı, “üretimden gelen güç en yaygın ve etkili bir biçimde kullanılarak cevap verilecektir” kararını aldılar.
Aslında kararın bu kadar keskin çıkmasının altında yatan temel nedenlerden biri, kendilerinin hükümet yetkilileri tarafından adam yerine konulmamasıdır. Diğeri ise kendi kontrollerinde olmayan ve ülke geneline yayılma eğilimi taşıyan sendika şubeleri muhalefetidir. Türk-İş, DİSK ve Hak-İş yöneticileri, 13 Mart gecesi biraraya gelerek eylem kararı almalarının nedenini şöyle açıklamaktadırlar:
“İş Kanunu Tasarısı, işçi konfederasyonları ile işveren konfederasyonu arasında tasarının bütününü kapsayan nihai bir anlaşma yapılmadan, 13 Mart 2003 tarihinde TBMM Genel Kurulunda görüşülmeye başlanmıştır. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinin, daha önce bir yaklaşım sağlayan maddelerde işçi aleyhinde önemli değişiklikler yapılması ve iş güvencesi hakkına büyük darbe indirilmesi konusunda büyük ve yoğun bir çaba içinde bulunduğu tespit edilmiştir.”
Buna karşı, tüm konfederasyonlara bağlı sendika yöneticilerinin ve temsilcilerin 14 Mart 2003 tarihinde saat 13’te bütün illerde AKP il örgütlerini ziyaret etmeleri, milletvekillerinin işçi aleyhinde tavır almamaları için uyarılmaları ve onlara cep telefonu ve fakslarla uyarı mesajları gönderilmesi kararı alınmıştır. Bir gün önce üretimden gelen gücün kullanılması kararını alan, bir gün sonra işçilerden yükselen tepki hareketini yatıştırma operasyonuyla alelacele tüm illerde eylem kararı alan yöneticiler, kendilerini kurtarma manevrası yapmışlardı. Haftanın son iş gününde işyerlerine haber verilmesinin ve iyi bir katılımın sağlanmasının mümkün olmadığını kendileri gayet iyi biliyorlardı. Bu nedenle, muhtemelen kendilerini rahat hisseden yöneticiler 14 Martta yine hesabı tutturamadılar. Çok kısıtlı bir duyuru süresi bulunmasına rağmen, tüm illerde alanlara çıkan işçi sayısı hiç de az değildi. Sadece İstanbul’da bir-iki saat içinde 1000 kişi AKP binasının önüne toplanmıştı. Tepkiyi kendilerinden savuşturup AKP’ye yönlendirmeye çalışan sendikacılar işçilerden gerekli uyarıyı aldılar. İstanbul’daki eylemde basın metni okunurken “söz bitti, sıra eylemde” sloganının sık sık atılması, sendikacılara önemli bir mesaj olarak gitti.
Konfederasyon yöneticilerinin basın açıklamalarında sarf ettikleri, “kazanılmış haklarımızı her ne pahasına olursa olsun koruyacağız”, “köleliği kabul etmeyeceğiz” sözlerinde samimi olmadıklarını aslında yöneticilerin kendileri de çok biliyordu, işçiler de.
Konfederasyon yöneticileri tarafından yasa tasarısı hakkında dokuz ay sonra ilk kez net sözler ediliyordu:
“Tasarı, işçileri alınır, satılır ve devredilir bir meta haline getiren sözleşmenin devrini ve ödünç iş ilişkisini, yani kiralık işçiliği getirmektedir.”
“Tasarı, iş güvencesini tamamen yok edecek belirli süreli iş sözleşmesi yapma konusunda işverenlere sınırsız bir serbestlik tanımaktadır.”
“Tasarı işverene tek taraflı ve sınırsız biçimde iş şartlarında köklü değişiklik yapma hakkını tanımaktadır.”
“Tasarı, çalışma saatlerinin işverenin keyfine göre belirlenmesine imkân tanımaktadır.”
“Tasarı, işçi simsarlığına yol açan ve işçinin sırtından para kazanan asalaklar yaratmaktadır.”
“Tasarı, kanuni ölçülerin dışına çıkarak, işverene istediği türde sözleşme yapma hakkı tanımaktadır.”
“Tasarı, kıdem tazminatı hakkını ileriye dönük biçimde kısıtlama girişimleri içermektedir.”
Aylardır uygar sendikacılık gerek diyerek pazarlıklar yürüten, bugünse tasarıyı işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik ciddi bir saldırı olarak niteleyen sendikacıların yukarıdaki sözleri, dokuz aydır işçi sınıfına ihanet politikalarının tarihsel belgeleri niteliğindedir.
“Saldırılara hiçbir şekilde izin vermeyeceğiz”, “haklarımızı gasp etmeye çalışanlara ve onlara yardımda bulunanlara işçilerin gücünü göstereceğiz” diyerek palavra sıkan sendika bürokratları, aynı metinde iki arada bir derede günah çıkarmaya da çalışmışlardır: “Bugüne kadar yapılan görüşmelerde, İş Kanunu Tasarısının çeşitli maddelerinde karşılıklı yaklaşımlar sağlanmıştı. Ancak tasarının bütününü kapsayan nihai bir anlaşma kesinlikle yapılmamıştır.” Bu açıklama, TBMM Genel Kurulunda yasa tasarısı görüşülürken iktidar ve muhalefet milletvekilleri arasında geçen kayıkçı dövüşünde, AKP milletvekilinin sendikacılarla anlaştıklarını açıklamasına istinaden yapılan kendilerini aklama operasyonudur.
14 Martta yapılan basın açıklamalarını adeta savuşturan sendika bürokratları, AKP ile görüşerek işçilerin kazanılmış hakkı olarak değerlendirdikleri İş Güvencesi Yasasının 15 Martta yürürlüğe girmemesini kabul ettiler. Bunun karşılığında, İş Yasası Tasarısının da geri çekilmesini talep ettiler. Nitekim 15 Martta TBMM’den İş Yasası Tasarısının 30 Hazirana ertelenmesi ve İş Güvencesi Yasasının da aynı tarihte yürürlüğe girmesi kararı çıkmıştır.
Üç konfederasyon başkanı tarafından açıklanmış olan zehir zemberek sözler, ne acıdır ki işçi sınıfına ihanet eden sendika bürokrasisinin sahtekârca sözleri olarak tarihte yerini almıştır. 1999 yılında yine aynı senaryo oynanmış ve işçilerin emekliliklerini düzenleyen yasa meclisten apar topar geçirilmişti. Hem de Ankara’ya toplanan 500 bin işçiye rağmen. O dönemde sendika bürokratları bu devasa sayıda işçiyi kendi kontrolleri altında Ankara’ya toplamış ve kendilerinden emin bir şekilde de işçileri evlerine geri göndermişlerdi.
Bugün gelinen noktada o güne oranla elbette bir ilerleme var. Tabandan gelişen muhalif sesler sendika bürokratlarını oldukça rahatsız etmiştir. Ancak bürokratlar deneyimli ellerinin kıvrak hamleleriyle yine de bazı müdahaleler yapmış ve kellelerini şimdilik kurtarmışlardır. Olan, son bir ay içinde işsiz kalan binlerce işçiye olmuştur. “İş Güvencesi Yasasının 15 Martta yürürlüğe girmeme ihtimali halinde üretimden gelen gücü yaygın bir şekilde kullanacağız” diyen sendika bürokratları, İş Yasası Tasarısının geri çekilmesiyle büyük bir rahatlama içine girdiler bile. Şu gün itibariyle hiçbir sendika bürokratı tarafından İş Güvencesi Yasası hakkında tek bir söz edilmemiştir.
Tüm bu yaşananlar önemli bir gerçeği yeniden kanıtladı. İşçi sınıfının tabandan yükselen mücadelesi olmaksızın mücadelede kazanım elde edebilmek olanaksızdır. Konfederasyonların sınıf uzlaşmacı siyasetlerinden bıkmış olan ve işçilerin basınçları sonucu öne atılan mücadeleci şubeler heyecanla mücadeleye başlamışlar, fakat henüz mücadelelerinin sürekliliğini sağlayamamışlardır. Her şeye rağmen başlangıç noktası oldukça önemlidir. Ne var ki, 50 yıllık sendika bürokrasisinin tecrübeli geçmişi karşısında kararlı, bilinçli, örgütlü ve militan bir örgütlenme olmaksızın başarı kazanabilmek mümkün değildir.
Sendika bürokratları rollerini oynamayı sürdürüyorlar; işçi sınıfını uyutmaya ve aldatmaya çalışıyorlar. Yasa tasarısı karşısında da, emperyalist savaş karşısında da günü geçiştiren, göstermelik eylemler yapan sendika bürokratları, savaş başladığından beri ölüm sessizliğine bürünmüş durumdalar. Bu sınıf uzlaşmacı, işbirlikçi sendikal anlayış her yerde teşhir edilmelidir. Sendika bürokrasisine karşı mücadele ancak işçi sınıfının bağımsız siyaseti ile donanmış, mücadeleci örgütlenmelerle mümkündür. Ve bu sorumluluk öncü işçilerin omuzlarındadır.
Emperyalist savaşa karşı sınıf savaşı!
Sendika bürokrasisi savaşırsak defolur!
Sınıf uzlaşmacı, işbirlikçi sendikal anlayışa karşı işçi sınıfının mücadeleci sendikal anlayışını örgütleyelim!
link: Aslı Ceren, Sınıf Uzlaşmacı Sendikal Anlayışa Karşı Mücadele Tohumları Yeşeriyor, 18 Mart 2003, https://marksist.net/node/857
Emperyalist savaşa karşı toplumsal muhalefet yükseliyor
Savaş ve Kürt Sorunu Üzerine