Mevcut bilimsel bilgi ve birikim insanlık için açlık ve yoksulluğun olmadığı,kardeşçe yaşayabileceğimiz bir dünyayı nicedir mümkün kılıyor. Ancak yaşadığımız kapitalist sistem altında, bilimi ve teknolojiyi boyunduruğu altına alan burjuvazi tüm zenginliğin üzerine çökerken, yüz milyonlarca insan açlık ve yoksulluğun, kanlı emperyalist savaşların pençesinde kıvranıyor. Sistemin tepesindeki egemenler bu akıl almaz eşitsizliği yaratan sistemi sürdürebilmek ve perdeleyebilmek için emekçiler arasındaki yapay ayrımları alabildiğine körüklüyor. Krizlerin toplumsal dinamikleri harekete geçirdiği böylesi dönemlerde, özellikle de milliyetçilik işçi sınıfının öfkesinin burjuvaziye yönelmesini engelleyen bir araç işlevi görüyor.
Burjuva ideologları ortak bir dil, din veya kültür temelinde bir arada yaşayan insanların, yani “ulusun’’ çıkarlarının da ortak olacağı yanılgısını toplumda egemen kılmaya çalışıyor. Hemen her ülkenin burjuvazisi kitlelere kendi ulusunun şanlı bir tarihi olduğunu, kaderlerinin ezada ve cefada bir olduğunu, eğer bir sorun varsa bunun dışarda aranması gerektiğini empoze ediyor. Örneğin, nüfusun en zengin %1’lik kesiminin sahip olduğu zenginliğin, nüfusun %70’ininkinden daha fazla olduğu Pakistan’da burjuvazi Hintliler ve gayrimüslimler üzerinden milliyetçiliği kışkırtarak emekçilerin bilincini bulandırabiliyor. Dört bir yanının düşmanlarla çevrili olduğuna inandırılan kitleler asıl düşmanı göremiyor.
Hemen her ülkede burjuvazi dil, din, ten rengi gibi pek çok yapay ayrım üzerinden işçi sınıfını bölerek kendi ayrıcalıklı yaşamlarının üzerini sinsice örtmeye çalışıyor. Örneğin göçmen işçilerin yoğun olduğu Avrupa ülkelerinde kışkırtılan milliyetçiliğin etkisindeki kitleler hayat pahalılığının, yoksulluğun, toplumsal sorunların sorumlusu olarak göçmen işçileri görebiliyor. Burjuvazi, algısını çarpıttığı kitlelerin öfkesini göçmen işçilere yönelterek sorunun sınıfsal özünü perdeleyebiliyor.
Ulusal sorunun çözüme kavuşamadığı ülkelerde ise milliyetçilik işçi sınıfının zihnini adeta felç ediyor. Kürt halkının tahakküm altında yaşadığı Türkiye’de işçi sınıfı bunun sancılarını uzun yıllardır yaşıyor. Türkiye burjuvazisi geleneksel imha ve inkâr politikalarıyla Kürt halkının yürüttüğü haklı mücadeleyi ezmeye çalışırken, Türk ve Kürt işçilerin arasına da nifak tohumları ekiyor. Neredeyse bir asırdır Kürt halkının uğradığı zulümler, sürgünler, yasakçı ve katliamcı politikalar Kürt işçi ve emekçileri açısından sorunun sınıfsal boyutunu gölgede bırakıyor. Kürt halkının demokratik haklarını desteklemeyi bile “terörizm” ile özdeşleştiren rejim, milliyetçilik zehrini çocukluğundan beri zihinlerine zerk ettiği Türk işçi ve emekçileri de rahatlıkla manipüle edebiliyor. Bunun son yakıcı örneğini seçim sürecinde görmüş olduk. Neredeyse tüm propagandasını Kürt düşmanlığı üzerinden kuran rejim yarattığı sefalet tablosuna, ifşa edilen onca yolsuzluğa, deprem felâketine rağmen emekçilerin önemli bir bölümünün desteğini almayı başarabildi.
İşin aslı, milliyetçilik ile zehirlenen kitlelerin nasıl manipüle edilebildiğini, bunun yol açtığı toplumsal felâketleri görebilmek açısından geçtiğimiz yüzyıl ibret verici örneklerle doludur. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşına giden süreçte kendi yayılmacı emelleri uğruna ülkelerini savaşa hazırlayan emperyalist devletler kudurgan bir milliyetçilik ile halkları karşı karşıya getirmiş ve Avrupa’yı kan gölüne çevirmişti. On milyonlarca insanın vahşice katledildiği bu savaş Ekim Devrimini gerçekleştiren işçilerin dünya halklarına uzattığı kardeşlik eli ile son bulabildi. Ne var ki, Avrupalı işçi ve emekçiler Ekim Devriminin açtığı yolda ilerleyemedi ve Alman faşizminin yükselişiyle insanlığın tüm değerleri bir kez daha ayaklar altına alındı. Sosyalistlere, Yahudilere, siyahlara, yaşlı ve sakatlara, toplumun ötekilerine dehşet yaşatılırken, faşist rejim yükselttiği ırkçılıkla kitleleri manipüle edebildi. Avrupa ve Asya’da çoğunluğu sivil 70 milyondan fazla insan vahşice katledildi. Çizgili pijamalı çocuklar cehennem kuyularında yakıldı. Nice kadim kentler tarihiyle, kültürü ve insanıyla kavrulup kül oldu. Faşizmin gölgesindeki 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı böylece insanlık tarihine kapkara bir leke olarak kazındı.
Alman faşizminin yenilgisinin ardından Nazi örgütüne katılanların itirafları milliyetçiliğin emekçileri nasıl körleştirdiğini göstermesi açısından çarpıcıdır. Onlarca Yahudinin ölümünden sorumlu olan bir Nazi subayı, yargılandığı mahkemede o güne dek kimseye bir kötülüğünün dokunmadığını belirtip şöyle diyebiliyordu: “O insanları neden öldürdüğümü bilmiyorum. Pişmanım fakat üzüntü duyamıyorum, hipnoz edilmiş gibi hissediyorum.” Sahiden de, o güne dek halim selim yaşamını sürdüren insanlar nasıl olmuştu da hiç tanımadıkları insanları gözlerini kırpmadan öldürebilmişlerdi? Almanya gibi sosyalist hareketin son derece güçlü olduğu bir ülkede bunlar nasıl yaşanabilmişti? Kitleler nasıl “hipnoz” edilmişti? Kuşkusuz bu soruların yanıtı yalnızca geçmişi değil, bugünü ve yarını da son derece yakından ilgilendirmektedir.
Elif Çağlı’dan aktaralım: “Marksizm, toplumun maddi güçlerini yöneten sınıfın aynı zamanda entelektüel güçlerini de yönettiğini açıklığa kavuşturmuştur. Maddi üretim güçlerinin mülkiyetine sahip sınıf, zihinsel üretimi de denetimi altına alır. Bu temelde, genelde bir toplumda egemen olan fikirler egemen sınıfın fikirleridir. Burjuva toplumda ideolojik aygıtların temel amacı, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini mümkün kılacak bir düşünce sistemini toplumda egemen kılmaktır.” Buradan hareketle, kapitalist sistem krizinin derinleştiği dönemler burjuvazinin de olağanüstü rejimleri başa getirdiği, toplumu bu temellerde dönüştürmek için ideolojik saldırılarını hızlandırdığı dönemlerdir. Nitekim İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşını önceleyen dönem de kapitalist dünya pazarının şiddetli bir krizle sarsıldığı, toplumsal öfkenin kabardığı bir dönemdi. Bu öfkeyi tehdit olarak gören burjuvazi, kendi bekası uğruna faşizmin önünü açarak insanlığa cehennemi yaşattı.
Esasında, milenyum dönemecinden bu yana derinleşen sistem krizinin yansıması olarak bugün de dünyanın pek çok ülkesinde otoriter ve faşist eğilimlerin iktidara geldiği biliniyor. Giderek katlanılmaz hale gelen yaşam şartları altında kudurgan bir milliyetçi saldırganlık göçmen karşıtlığı üzerinden işçi ve emekçi kitlelerin bilincini bulandırıyor. Gerek dünyada gerekse de Türkiye’de geniş işçi kitleleri milliyetçi histeriye kapılabiliyor. Aslına bakılırsa, dönemin olağanüstü karakterinin bilincinde olanlar açısından bu durumda pek de şaşılacak bir şey yoktur. Tarih, işçi sınıfının enternasyonalist bilinçle örgütlenmediği koşullarda burjuvazinin kitlelerin rıza üretiminde ne denli mahir olduğunu acı deneyimlerle göstermektedir. Bu açıdan faşizm yalnızca tarihin tozlu sayfalarında kalmış bir kâbustan ibaret değildir; bugün de canlı kanlı bir tehdit olarak karşımızda durmaktadır. Üstelik bugünün sosyalist partileri geçmişe kıyas kabul etmeyecek denli zayıf durumdadır. Dolayısıyla bugün bize düşen görev dönemin en vicdansız, en pespaye propagandalarına karşı devrimci Marksizme dört kolla sarılmak ve devrimci sınıf bilincini işçi arkadaşlarımıza taşımak için canla başla çalışmak olmalıdır. Zira tarih, umutsuzluğa kapılmayıp birbirine kenetlenen devrimcilerin mücadelesiyle en koyu karanlıkların dahi yırtabileceğini paha biçilmez deneyimlerle göstermektedir.
link: Gebze’den MT okuru genç bir işçi, Milliyetçilik İşçi Sınıfının Düşmanıdır, 22 Haziran 2023, https://marksist.net/node/7999
“Dünya Mülteciler Günü” ve Egemenlerin Vicdan Maskesi
İtalya’da Enternasyonalistler Emperyalist Savaşa Karşı Buluştu