Kapitalizmin ilk yıllarından bu yana burjuvazi göçmen işçilerin emek gücünü sömürmeye ihtiyaç duymuştur. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kırın çözülüp kentlere akması ilk göçmen işçiler dalgasını yarattı. Ülke içinde başlayan göçmenlik giderek ücretli emeğin dünya üzerinde göçmenliğine kadar vardı. Hatta kapitalizmin geliştiği ilk dönem İngiltere’sinde topraklarından sürülen köylülerin şehirlere göçü sonucunda kentler kargaşa içine girdi. Egemen sınıflar şehirlere bu göçmen akınını önleyebilmek için ilk dönemlerde insanlık dışı, barbarca yöntemlere başvurdular. İlk proleterlerin şehirlere girmeleri yasaklandı ve girenler acımasızca cezalandırıldılar. Alınlarına damgalar, vücutlarının çeşitli yerlerine harfler ve numaralar basıldı, kulakları dağlandı. Daha sonraları ise, gelişen burjuvazi, bu işçilerin bir kısmını ölesiye çalıştıracak ve geri kalanları da çalışan işçilere karşı bir tehdit unsuru olarak (yedek sanayi ordusu ve işsizlik) kullanacaktı. Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı kitabı İngiltere’deki erken dönem proleterlerinin yaşam koşullarını anlatması bakımından çarpıcıdır.
Kapitalizmin gelişip diğer ülkelere de yayılmaya başlamasıyla birlikte dünya üzerinde emek göçü de hızlandı. Daha 1800’lü yılların ortalarından başlayarak Avrupa’da bir göçmen işçiler dalgası esiyordu. Daha iyi yaşama koşulları veya iş bulup karınlarını doyurma güdüsü işçileri ülkeden ülkeye sürükledi. Aynı yıllarda Avrupa’dan Yeni Dünya’ya (Amerika) binlerce işçi göçtü ve umudun peşinden koştu. Ama unutulmaması gerek ki, işçiler gittikleri yerlere kendi sınıfsal kültür ve alışkanlıklarını da götürüyorlar, farklı ulustan işçiler birden bire aynı koşullar içinde birleşiyorlar. Bunun örneklerini Latin Amerika ülkelerinde görebiliriz. Devrimci kalkışmalarda veya işçi sınıfının gündelik mücadelesinde, Avrupa’dan giden işçiler büyük roller oynamışlardır. Örneğin Paris Komünü’nün yenilmesiyle Latin Amerika’ya kaçmak zorunda kalan işçiler devrimci tecrübelerini ve mücadelelerini buralara kadar taşıdılar. Göçmen işçiler aynı mahallelerde, aynı işyerlerinde ortak bir yaşam paylaşıyorlar. Eğer işçiler bilinçli ve örgütlü iseler bu durum patronların aleyhine işler; böylece enternasyonalizm esasında tam da somutta yaşam bulmuştur. Fakat işçiler örgütlü değillerse durum işçilerin aleyhine ve patronların lehine işler; farklı uluslardan işçilerin dayanışması ve birliği parçalanır ve etnik kökenler burjuvazinin elinde işçileri bölüp parçalayan bir silaha dönüşür.
Kapitalizmin son 50 yıllık tarihinde göçmenlik hızlanmıştır. İkinci Emperyalist Savaş sonrasında yenilen Almanya ve bir kısım Avrupa ülkesi işgücü ihtiyacını başka ülkelerden getirilen göçmen işçilerle karşılamışlardır. Oldukça düşük ücretler karşılığında ve en ağır işlerde bu işçiler çalıştırılmıştır. Diğer yandan da burjuvazi göçmen işçileri “yerli” işçilere karşı bir koz olarak kullanmış, gelişebilecek veya gelişen mücadelelerde grev kırıcılığı rolünü göçmen işçilere vermiştir.
Birçok kez göçmen işçiler geldikleri yerlere geri dönmüşlerdir; olmadı, kamplarda itilip kakılarak insanca olmayan bir yaşama mahkûm edilmişlerdir. Gemilere salkım saçak doluşmuş göçmen işçilerin görüntüleri sık sık TV’lere yansıyor. Birçok ülkeden işçi geleceğini başka bir ülkede aramak üzere yola çıkmışken burjuvazinin uluslararası engeline takılıyor. Sermayenin dünyayı engelsiz dolaşmasına karşın, emeğe burjuva sınırlar prangalar takmaktadır. En iyi durumda, göçmen işçiler diğer işçilere karşı kullanılıyor; işçiler bir birlerine düşman yapılıyor. Kapitalizmin yarattığı işsizlik ve düşük ücrete çalışmanın sorumluluğu çoğu zaman göçmen işçilere yükleniyor.
Bizde de göçmen işçiler bir dönem yoğun olarak tartışılıyordu. 1990’ların hemen başlarında Bulgaristanlı Türk işçiler geldiler; daha düşük ücrete ve daha uzun çalıştıkları, örgütlenmeye de yanaşmadıkları için sendikalı işçiler tarafından suçlanmışlar ve kovulmak istenmişlerdi. Neredeyse her şeyin sorumlusu bu “Bulgar” işçilerdi, patronların ise hiç mi hiç suçu yoktu! SSCB’nin çöküşüyle birlikte Doğu Avrupa’dan ve eski SSCB ülkelerinden göçmen işçiler de Türkiye limanına vurdular. Türk ve Kürt işçiler nasıl ki Avrupa’da geleceğini arıyorsa bu işçiler de geleceklerini arıyorlardı. Romenler, Moldavyalılar, Azeriler, Gürcüler, Ruslar, İranlılar, Afganlar, Iraklılarla dolup taştı her yer. Halen de gelmeye devam ediyorlar ve geri bilinçli işçiler her şeyin sorumlusu olarak bu işçileri ilan ediyorlar: Her şey çok güzeldi, göçmenler geldi ve her şey bozuldu!
Göçmen işçi konusu ele alınırken üzerinden atlanmaması gereken bir başka konu da iç göçtür. Esasında Türkiye’de iç göç bir bakıma başka bir ülkeden göç gibi yaşanıyor. 1965’lerde başlayan göç 1980 sonrasında dev adımlarla yürüdü. 1990’lardan itibaren ise Kürtlerin göçü hız kanandı. Yaşanan savaş ve Kürt köylerinin yakılıp yıkılması, milyonlarca Kürdün şehirlere kaçmak zorunda kalmasıyla sonuçlandı. Kürdistan’daki bazı kentlerin nüfusu birkaç yıl içinde dört katına çıkarken Anadolu’nun batısındaki metropoller de şişti. Hem Kürtlere karşı devletin yürüttüğü kirli savaşın yarattığı milliyetçi zehirlenme hem de ekonomik yıkım nedeniyle geri bilinçli işçiler bir kez daha tüm sorunların kaynağını bu yeni göçmenlerde, Kürtlerde görmeye başladı. Yerleştikleri mahaller saldırıya uğramaktan, taşlanmaktan kurtulamadı. Özellikle Ege bölgesinde bu yaşandı. İstanbul gibi kentlerde ise Kürtlere iş verilmedi, itilip kakıldılar, hor görüldüler. Bulgaristan ve diğer ülke göçmen işçilerinin unutulmasının bir nedeni de TC’nin şovenizmi yükseltmesi ve Türk şoven bilinciyle dolan işçilerin öfkelerinin Kürtlere kaymış olmasıdır. Kürtler düzenli işlerden çok, “ayaktakımı” işlerine yönlendirildi.
Sonuç olarak, bu konu oldukça uzun ve araştırılmaya müsait. Benim yapmaya çalıştığım ise kendi yaşadığım ve çalıştığım alanda göçmen işçilerin nasıl yaşadıklarını, hayata nasıl baktıklarını, neler beklediklerini, duygularını ve sorunlarını kısa da olsa ortaya koyabilmekti. Bunu yaparken politik konuları nasıl ele aldıklarına dair sorular da sordum. Ben sadece kendi alanımdan gözükenleri kısaca yansıtmaya ve paylaşmaya çalıştım. Röportaj yaptığım işçilerin birisi Irak göçmenidir; diğerleri ise iç göç sonucunda İstanbul’dalar. Birisi kadın diğerleri erkek; Iraklı olan Türkmen, diğerleri ise Kürttür.
Soru: İstanbul’a geliş nedeninizi anlatır mısınız, neden geldiniz İstanbul’a veya Türkiye’ye?
Cevap:
S: Aslen Iraklıyım ve Kerkük Türkmenlerindenim. Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesinden sonra Türkiye’ye göç ettik. Çünkü Irak’ta Birinci Körfez Savaşı çıktıktan sonra canımızdan bezmiştik. Ayrıca orada geçim sıkıntısı çekiyorduk. Açıkçası aç kalıyorduk; daha iyi yaşarız diye buraya [Türkiye] geldik. 23 yaşındayım ve bir tekstil atölyesinde çalışıyorum.
Ö: 1973’te İstanbul’a Gaziantep’ten göç eden bir Kürt ailesinin ferdiyim; yaşım 44 ve halen bir konfeksiyon atölyesinde makineci olarak çalışıyorum. Elbette ki, herkes gibi biz de daha iyi bir hayat sürmek için geldik İstanbul’a. Sürekli ve daha sağlıklı bir iş için… Ayrıca babam İstanbul’da bir iş bulmuştu, bu yüzden buraya geldik.
M: Esasında yaşamlarımız ortak. Ben bir Kürt kadınıyım ve yaşım 28. 2000 yılında geldik İstanbul’a. Ben de bir tekstil atölyesinde çalışıyorum. Yaşadığımız şehirde geçinemiyorduk. Bunun olanağı da yoktu; çünkü ne sanayi var ne de iş. İstanbul’a bu yüzden geldik; çalışmaya geldik.
A: Ben daha gencim. Yaşım daha 19 ve ben de tekstil atölyesinde ütücü olarak çalışıyorum. İstanbul’a 2000 yılıydı göç ettiğimizde. Fabrikaların olmadığı kentlerde iş bulmak olanaksız. Yaşadığımız şehirde iş imkânı yoktu, İstanbul’da daha iyi yaşayacağımızı düşündüğümüz için buraya göç ettik.
Soru: Buraya geldiğiniz ilk günlerde ne gibi sorunlar, zorluklar yaşadınız? Kürt ya da Türkmen olmaktan dolayı yaşadığınız olumsuzluklar var mı?
Cevap:
S: Buraya daha önceden gelen akrabalarımız olduğundan fazla sorun yaşamadık. Gelip tutunacak bir yeriniz oluyor. Ama dil sorunu yaşadım, anlamak ve anlatabilmek zorlaşınca insan kendisini kötü, rahatsız hissediyor. Bir de geldiğimiz ilk yıllarda ucuz işçiler olarak çalıştırıldık. Sesimizi çıkartmamız olanaklı değildi; çünkü göçmendik. Böyle düşünüyorduk.
Ö: İstanbul’a geldiğimizde sağlıklı bir evde yaşamadık. Evler genellikle pis ve kiraları yüksekti. İnsanlara yaklaşırken komplekse giriyordum. Ana dilim Kürtçe olduğundan Türkçe konuşurken çok zorluk çekiyordum. Bir kere Türkçe konuşamıyorsanız iş bulmanız da zorlaşıyor tabii.
M: Sorunlar hiç biter mi? İnsan nasıl ve hangisini söylesem diye tereddüt ediyor. Kısacası, ailemle çeşitli sorunlar yaşadım. Kürt olmaktan dolayı bir sorun yaşamadım. Bulduğumuz işler ise hep tekstil atölyelerinde idi. Ne doğru düzgün para veriyorlar ve ne de zamanında eve bırakıyorlar. Yoğun mesai kalıyoruz; sonunda ya paramızı alamıyoruz veya iş koşulları ağır olduğu için iş değiştiriyoruz. Sonuç ise, hep aynı tas aynı hamam.
A: İstanbul’a geldiğim ilk günlerde Kürt kimliğimden dolayı bir sorun yaşamadım. Çünkü ben o günlerde kimliğim konusunda net bir görüşe sahip değildim; ayrıca Türkçeyi rahat konuşuyordum. İlk günlerde benim yaşadığım en büyük sorun iş konusunda oldu. Belli bir mesleğim yoktu ve kolay iş bulamıyordum. Bulduğum işlerde çalışma koşulları çok kötüydü ve düşük ücret veriyorlardı.
Soru: Peki, konunun bir başka yanına değinmek istiyorum. Esasında birlikte çalıştığınız işçiler de daha önce gelen göçmen işçiler. Buraya daha önceden gelen işçilerin size karşı davranışları nasıldı veya nasıl?
Cevap:
S: İlk geldiğim yıllarda Beyazıt’ta çalışırken benden sonra giren ve aynı işi yaptığımız bir işçiye benden fazla para vermişlerdi. Ben itiraz edince de patron işine gelirse demişti. Dışlanma gibi sorunla pek karşılaşmadım. Fakat bilmeyen bazı insanlar sen Irak’tan gelmişsin, Hıristiyanmışsın gibi sorular yöneltiyorlardı.
Ö: İstanbul’a ilk geldiğimizde mahalleden yaşıtım olan sol görüşlü bir arkadaşım oldu. Ondan yakınlık gördüm, insanların benimle alay etmelerine müdahale ediyordu. Küçük yaşta iş hayatına atılmak zorunda kaldım. Böylelikle yaşamı erken öğrendik, erken olgunlaştık. Bize de düşen buydu.
M: İşe girdiğim ilk dönemlerde işin nasıl yapıldığını bilmemem nedeniyle aşağılıyorlardı, hakaret ediyorlardı. Şimdi arkadaşlarımla ilişkilerim iyi. İnsanlar ilk buldukları zaman eziyorlar, niye anlamadım.
A: Genel olarak davranışları iyiydi; ama bazı konularda aptalmışsın gibi davranıyorlardı. İş gösterirken dalga geçiyorlardı. Uzun süreli arkadaşlarınız olmuyor veya siz kurmak istemiyorsunuz. Yani bir yabancılık ve kendini yalnız hissetme var. Herkes sana karşıymış gibi geliyor. Oysa öyle değil ve aslında herkes aynı duyguyu hissediyor; yaşayınca öğreniyor insan.
Soru: Hangi işlerde çalıştınız ve şimdiki çalışma koşullarınız nasıl?
S: Çalışma saatlerimiz çok uzun ve çalışma yorucu. Ben Irak’ta hem okuyor hem çalışıyordum ama bu kadar yorulmuyordum. Ayrıca gece mesailerimiz de çok fazla. İnsan yaşadığını hissetmiyor.
Ö: İlk geldiğimiz yıllarda matbaada işe başladım. Herkes mesai bitiminde giderdi ben mesaiye bırakılırdım. Matbaada kullanılan kurşun nedeniyle başım dönerdi. Angarya olarak dayatılan bu duruma dayanamayıp işi terk ettim. Çok sayıda işkolunda iş değiştirdim. Son olarak konfeksiyon atölyesinde işe girdim ve devam ettim; ediyorum.
M: Aslında değindim. Çalışma saatlerimiz çok uzun ve yorucu. Çalışmamız karşılığında hakkımızı alamıyoruz. İş değiştirmek ise çözüm olmuyor.
A: Herhalde sigortasız ve düşük ücretle çalışıyorum desem durumu özetlemiş olurum. Çalışma koşuları oldukça zor; çalışma saatleri uzun. Eve doğru düzgün gidemiyoruz. İzin istediğimizde ise kavga ediyoruz.
Soru: İşten kaynaklanan birçok sorun var. İşçiler olarak işyerindeki ortak sorunlar karşısında birlikte hareket edebiliyor musunuz?
Cevap:
S: Daha önce çalıştığım işyerinde ücret konusunda gidelim patronla konuşalım dedik. Ama patronun yanına tek gitmek zorunda kaldım. Çünkü arkamda kimse kalmamıştı dönüp baktığımda. Bir daha böyle bir durum olursa yapacağımı hiç sanmıyorum.
Ö: Birlikte hareket ediyoruz, ama işçilerin genel olarak sınıf bilinci olmadığı için yetersiz kalıyor. Örgütlü bir güç olamıyoruz patronların karşısında. Küçük atölyelerde çalıştığımdan sosyal haklarımız (en başta sigorta) konusunda başarılı olamıyoruz.
M: Bayan işçi arkadaşlarımla birlikte hareket edebiliyoruz. Erkek işçiler de tamam diyorlar, ama yanımızda olmuyorlar. Önce destekleyip sonra vazgeçiyorlar. Geçenlerde kadın arkadaşlarımla birlikte iş bıraktık, bir nevi grev. Ama başarılı olamıyoruz; ancak iş değiştirebiliyoruz.
A: Birlikte hareket edemiyoruz. En başta nasıl ortak hareket edeceğimizi bilmiyoruz. Çünkü bende ve iş arkadaşlarımda yeterli sınıf bilinci yok. Öncelikle birer sınıf bilinçli işçi haline gelmeliyiz.
Soru: Sendikalı mısınız, sendikalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir de sigorta meselesi var? Gel gör ki, sendikalı olmak için de sigortalı olmak gerek, yasalar böyle.
Cevap:
S: Sendikalı değilim. Sendikanın tam olarak ne olduğunu da bilmiyorum. Sigortalı da değilim. Türk vatandaşlığım olmadığı için sigortalı olamıyorum. Vatandaşlığım olsa sigortalı olabilir miyim? Bunu bilmiyorum işte!..
Ö: Şu anda sigortalı değilim. Sigortalı bir iş arayışı içindeyim; bulabilirsem ne âlâ! Sendikalı değilim. Sendika bürokratlarına rağmen sendikalaşmak, işçiler olarak sendikalarımızı sahiplenmek gerekiyor. Çünkü değişimi ve dönüşümü sendikalaşarak sağlarız. Gerçek sınıf sendikacılığını yapmak için mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum.
M: Hayır, ben de sigortalı değilim. Sigortamızı primler çok yüksek diye yapmıyorlar. Primler düşmeyeceğine veya patronlar için bahane olmaya devam edeceğine göre sigortalı olamayacağız bu gidişle. Bizler de birlik değiliz ayrıca. Sendikalı değilim, sendikamız olsa iyi olur ama bizler işçiler olarak birlik olamıyoruz ki.
A: Hayır sigortalı değilim; bunu söylemiştim. Böylece sendikalı da olmamış oluyorum. Sendikalar, işçilerin haklarını almaları için mücadelede kullandıkları örgütlerdir. İşçilerin ekonomik ve sosyal kazanımları için mücadele yerleridir; araçlarıdır.
Soru: Klasik bir soru olacak belki ama herkesin kafasını meşgul eden bir konu: Gelecekten beklentileriniz nelerdir?
S: İyi bir eşim ve mutlu bir evliliğim olsun istiyorum. Yine iyi bir işim olsun, evimi geçindirebileyim; başka bir şey istemiyorum. Çok şey istemiyorum.
Ö: Geleceğe dair beklentim: işçi sınıfının var olan kapitalist egemenleri tasfiye ederek kendi iktidarını kuracağına inanıyorum. İşçi sınıfının kurtuluşunun böyle olacağını düşünüyorum. Kapitalist düzende yaşantımda büyük değişiklikler olacağını düşünmediğimden, ancak toplumsal kurtuluşun benim bireysel kurtuluşum olacağını düşünüyor ve bunu bireysel olarak kabul etmiyorum. Bunun için mücadele vermek gerekiyor. Bireyin kurtuluşu toplumun kurtuluşundan geçiyor.
M: Kadınlar için hayat zor. Üç tane çocuğum var; onları büyütmek ve işimde daha iyi olmak. Bilmem gelecek denebilir mi?
A: Gelecekte çok iyi şeyler görmüyorum. Türkiye gibi bir ülkede yaşıyoruz ve durum beni olumlu şeyler düşünmekten alıkoyuyor.
Soru: Şimdi biraz politik konuları konuşalım. Son birkaç sorum bu yönde olacak. İki sene önce seçimler yapıldı ve partiler geleceğe dair vaatler verdiler. Şimdi ise AKP hükümette. AKP hükümetinin yaptığı icraatlardan memnun musunuz?
Cevap:
S: Tayyip Erdoğan’ın yaptıklarını beğeniyorum. Ben böyle düşünüyorum.
Ö: Hayır, nasıl memnun olabilirim ki? AKP hükümeti daha önceki hükümetlerden Demokrat Parti, ANAP tarzı politikalar yapıyor. Şu anda ilk dönemlerinin popülaritesini yaşıyor. İşçilerin gerçek sorunlarına çözüm olamayacağı açıktır. İşçiler tarafından şu an bir desteğe sahiptir. AKP’nin gerçek yüzünün algılanması için uzun bir süreye gerek yoktur. Burjuvazinin hükümetleri işçi sınıfının sorunlarını çözemez.
M: Hayır memnun değilim; ilk yaptığı şeyler gösterişti. Ayrıca işçiler lehine ne yaptı ki? Daha sonra çıkardığı yasalar ve yaptığı zamlarla asıl yüzü ortaya çıktı AKP’nin.
A: AKP hükümeti çıkardığı iş yasalarıyla, sendikasızlaştırmanın önünü açmasıyla, işten çıkarmalarla, özelleştirmelerle ve daha çok yoksulluk getirmekle, işçilerin hükümeti olmadığını göstermiştir. Burjuva hükümetinden başka bir şey değildir; işçilerin çıkarları içinse bir şey ifade etmiyor.
Soru: Türkiye ekonomisinin gidişatını nasıl görüyorsunuz? Gazete yazarları, kimi TV yorumcuları yani ekonomistler ekonomi düzeliyor, enflasyon düşüyor diyorlar. Kendi hayatınıza nasıl yansıyor bu denilenler, doğru mu diyorlar?
Cevap:
S: Ekonomi iyi gidiyor diyorlar, ama ben altı ayda bir zammımı alamıyorum. Aldığım ücret de ekonominin iyiye gitmesini yansıtmıyor. Demek ki iyiye gitmiyor. Benim hayatımda olumluya değil, tersine olumsuz bir gidişat var; nasıl ekonomi düzeliyor anlamıyorum?
Ö: Burjuvazi açısından bir kazanım olduğu doğrudur ama işçilerin alım gücünde bir gerileme var. Bu hükümet döneminde yoğun işten çıkarmalar oldu. Tüketim vergisi adı altında vergiler kondu ve alım gücümüzü olumsuz etkiledi. İşçilerin temel ihtiyaçları olan ilaca, iletişime, ulaşıma vergiler ve zamlar konarak bu imkânlardan yararlanmamız daha da zorlaştırıldı. Bu arada işçilerin ücretlerine %0, %5-10 zam yapılarak işçilerin yaşamları daha da zorlaştırıldı. “Ölme yaşa” politikası uygulanıyor. Çıkarılan iş yasası ile de işçilerin kazanımlarına saldırılar yapıldı. Yani her yönden kaybediyoruz.
M: Hayır ekonomimiz iyiye gitmiyor. Her şey ateş pahası ve ücretlerimize yeterince zam alamıyoruz. Buradan da anlıyorum ki, ekonomi iyiye gitmiyor. Konuşanların tuzu kuru tabii…
A: Kapitalistlerin hükümete büyük bir desteği var. Bu yüzden ekonomi iyi gösteriliyor, araştırmaları yapan DİE burjuvazinin örgütüdür. Ama benim cebime yansıyan bir şey yok, ben hâlâ düşük ücret alıyorum. Karnımızı zor doyuruyoruz; bunu da ailemizle kalarak yapıyoruz. Böylelikle burjuvazinin korktuğu sosyal patlama olmuyor.
Soru: Herkesin ve hatta dünyanın gündeminde olan bir konu hakkında son sorumu sormak istiyorum. Amerika’nın Irak işgali hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’de Irak’a asker göndermek istiyor, daha önce de istiyordu, Türkiye Irak’a asker göndermeli mi?
Cevap:
S: Benim için durum biraz farklı. Hem seviniyorum, hem de üzülüyorum. Saddam Hüseyin varken halk gene eziliyordu, geçim sıkıntısı çekiyordu. Amerika gelince daha iyi olur diye düşünüyordum. Ama daha da kötü oldu, halk gene eziliyor. Irak halkı sürekli savaşlarda çile çekti. Şimdi savaşın şiddeti daha çok arttı ve çile çekmeye devam ediyor. Oradaki insanlara Türk ordusunun bir zararı olmayacaksa gitmeli.
Ö: Irak’ta emperyalist bir işgal vardır. Emperyalistlerin çıkar merkezlerine müdahale edeceği süreçler yaygınlaşmaktadır. Globalizm adı altında emperyalistlerin dünyaya bir barbarlık ortamı yaşatmak istediği açıktır. Türkiye ABD ile yapılan pazarlıklarda beklentilerini elde edemediğinden Irak’a asker gönderme konusunda isteksiz kalmıştır. Bu, önümüzdeki süreçte Irak’a asker göndermeyeceği anlamı taşımamaktadır. Böyle bir durumda işçilerin duyarlı olacağını ve sürece müdahale edeceğini düşünüyor ve inanıyorum.
M: Amerika’nın iyi bir şey yaptığını düşünmüyorum. Orada masum kadınlara, çocuklara ve insanlara olanlar oluyor. Türkiye Irak’a asker göndermemeli, oradaki çocuklara ve ailelerine zarar vermemeli. Kesinlikle buna karşıyım.
A: Amerika’nın Irak’a saldırısının emperyalist bir savaş olduğunu düşünüyorum ve Türkiye’nin Irak’a asker göndermesini doğru bulmuyorum. Yaşanan emperyalist bir savaştır; pazar alanları üzerinde emperyalist devletler kavga ediyorlar. Türkiye’de kendi çapınca işin içine girmeye çalışıyor. Biz işçilerin sloganları “düşman içeride!” olmalı. ABD’nin Irak’ı işgal etmesine ve Türkiye’nin de bu bahaneyle Irak’a girmesine karşıyım.
link: Çağlayan’dan MT okuru bir tekstil işçisi, Göçmen İşçilerle Bir Röportaj, 12 Eylül 2004, https://marksist.net/node/178
Michael Moore’un Fahrenheit 9/11 filmi
Sendikal Yasalarda Yeni Düzenlemeler